Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

birinci bolum 5


Sokakta oynayan çocukların gülüşlerinden ve hafif rüzgârdan uyuşmuş vaziyette, tüm öğleden sonra avluda iki tropikal ağaç arasına gerili hamak içinde uyudum. Calendrianın günde iki kere, kirli olup olmadıklarına bakmadan yıkadığı zeminden yayılan toz deterjan ile karışık keskin kreozol kokularının bile farkında değildim. Saat altı olana kadar bekledim.


Sonra, Mercedes Peralta’nın istemiş olduğu gibi, onun yatak odasının kapısını tıklattım. Hiç yanıt yoktu. Sessizce içeri girdim. Genellikle bu saate kendisine, herhangi bir hastalık için gelmiş olanların tedavisini bitirmiş olurdu. Günde iki kişiden fazla asla kabul etmezdi. Kötü hissettiği günler ki bunlar da oldukça sık idiler, hiç kimseyi kabul etmezdi. Böyle günlerde onu arabamla dolaştırır ve çevredeki tepelerde uzun yürüyüşlere çıkarırdım.


Dona Mercedes, duvardaki metal halkalara bağlı alçakta asılı duran hamak içinde gerilerek “Sen misin Musiyua?” diye sordu. Onu selamladım ve pencerenin yanındaki çift kişilik yatağa oturdum. İçinde hiç uyumazdı. İnsanın yataktan, yatağın eninden bağımsız olarak, ölümcül bir şekilde düşebileceğini savunurdu. Onun kalkmasını beklerken tuhaf bir şekilde donatılmış ve beni her seferinde büyülemekten geri kalmayan odaya baktım.


Eşyalar sanki amaçlı olarak, aykırılık sergilemeleri için oraya yerleştirilmişlerdi. Üzerlerinde karışık halde aziz figürleri ve mumlar bulunan, yatağın iki başındaki gece masaları sunak görevi yapıyorlardı. Tahtadan yapılmış, mavi ve pembe boyalı, alçak elbise dolabı sokağa açılan kapıyı iptal ediyordu. İçinde ne olduğunu hep merak etmişimdir. Dona Mercedes sadece siyahlarla giyinirdi ve elbiseleri her yerde, duvarlardaki ve kapının ardındaki kancalarda, demir karyolanın baş ve ayak kısmında, hatta hamağı tutan iplerde, asılı idi. Çalışmayan bir avize, kamış tavandan güvensiz bir şekilde sarkıyordu. Tozdan sararmış kristalleri arasında örümcekler ağlarını germişlerdi. Her gün bir sayfası koparılan cinsten bir takvim, kapının arkasında asılıydı.


Mercedes Peralta parmaklarıyla beyaz saçlarını taradı, derin bir nefes çekti, bacaklarını hamağın dışına savurarak kumaş terliklerini ayaklarıyla araştırdı. Bir süre hareketsiz durdu, sonra sokağa bakan yüksek ve dar bir pencereye yönelerek tahta panjurlarını açtı. Odaya giren geç öğleden sonra güneşinin ışınlarına uyum sağlayana kadar, defalarca gözlerini kırptı. Batan güneşten bir mesaj bekler gibi göğü dikkatle süzdü.


“Bir yürüyüşe çıkıyor muyuz?” diye sordum.


Yavaşça geri döndü ve kaşlarını hayretle yükselterek “Bir yürüyüş mü? Beni bekleyen biri varken nasıl yürüyüşe gidebilirim” dedi. Dışarıda kimsenin bulunmadığını bildirmek üzere ağzımı açtım ama yorgun gözlerindeki alaycı ifade susmama beni zorladı. Elimden tuttu ve birlikte odasından çıktık.


Mercedes Peralta’nın yardım için gelen insanları tedavi ettiği odanın dışında duran tahta bankın üzerinde çenesi göğsüne gömülü vaziyette yaşlı ve çelimsiz görünümlü bir adam uyukluyordu. Varlığımızı hissederek doğruldu ve yanında duran yürüyüş bastonu ile hasır şapkasına uzanarak, monoton bir sesle “Çok iyi hissetmiyorum” dedi. Mercedes Peralta onun elini sıkarken bana hitaben “Octavio Cantu” dedi. Onu odanın eşiğindeki iki basamağa yöneltti.


Ben de onlara katıldım. Geriye dönüp sorgulayan bir ifade ile bana baktı.


Mercedes “O bana yardım ediyor ama bizimle kalmasını istemiyorsan dışarı gidecektir” dedi.


Adam bir süre başını sinirli bir şekilde sallayarak öylece durdu. Ağzı çarpık bir gülümsemeye dönüştü. Biraz ümitsizlik içeren bir mırıldanmayla “Eğer sana yardım ettiyse, sanırım uygundur” dedi.


Hızlı bir baş işaretiyle Mercedes Peralta önce beni sunağın yanındaki tabureme yöneltti, sonra da adamı yüksek dikdörtgen masanın karşısındaki iskemleye oturmasına yardım etti. Kendisi adamın sağına, yüz yüze gelecek şekilde oturdu.


Masanın üzerine yayılmış, kuru kökler, kavanozlar, mumlar ve purolara arasında aranarak “nerde olabilir ki?” diye defalarca geveledi. Deniz pusulasını bulup Octavio Cantu’nun önüne koyduğunda bir rahatlama iç çekişi saldı. Dikkatle, yuvarlak madeni kutuyu inceledi. Yakına gelmemi işaret ederek “şuraya bak” diye seslendi.


Odasına girdiğim ilk gün, dikkatle odaklanarak incelediğini gördüğüm pusulanın aynısı idi. Fena halde çizilmiş camın altından ancak görülen pusula iğnesi, sanki Octavio Cantu’dan yayılan görünmez bir kuvvetin etkisindeymiş gibi şiddetle sağa sola hareket ediyordu.


Mercedes Peralta, pusulayı bir teşhis aleti olarak, kişinin doğalığı olmayıp sadece ruhsal sorunu olduğuna inandığı durumlarda kullanıyordu. Şimdiye kadar iki tür hastalığı ayırt etmek için hangi kıstasları kullandığını tespit edememiştim. Ona göre ruhsal bir sorun, bir talihsizlik nöbeti şeklinde veya şartlara bağlı olarak doğal bir hastalıkmış gibi teşhis edilebilecek, bir soğuk algınlığı şeklinde belirebilirdi.


İğneyi hareket ettiren bir mekanizma bulmak ümidiyle pusulayı her fırsatta incelemiştim. Hiç böyle bir şey olmadığına göre onun açıklamasını güvenilir olarak kabullenmiştim: Bir insan dengede olduğunda, yani ruh, beden ve tin uyum içinde olduklarında aletin iğnesi hiç kıpırdamaz. İddiasını kanıtlamak için aleti sırayla kendine, Candelaria’ya ve bana tutmuştu. Pusula sadece benim önümde iken iğnenin hareket ettiğini, şaşkınlık içinde görmüştüm.


Octavio Cantu alete bakmak için boynunu uzattı ve “Hasta mıyım?” diye dona Mercedes’e, yukarı doğru bakarak yumuşakça sordu. “Senin tinin” diye fısıldadı, “tinin çok kargaşa içinde”.


Pusulayı cam dolaba iade etti ve yaşlı adamın arkasında pozisyon alarak iki elini başının üstüne koydu. Uzun bir süre öylece durdu, sonra emin ve hızlı hareketlerle parmaklarını omuz ve kollarının üzerinde gezdirdi. Hızla adamın önüne geçti, elleri hafifçe göğsünden bacaklarına, ayaklarına kadar süpürdü. Kısmen kilise ilahisine kısmen sihirli bir şarkıya benzeyen bir dua okuyarak – ruhçulukla Hıristiyanlığın birbirlerini tamamladıklarını her iyi şifacının bildiğini iddia ederdi – adamın sırtını ve göğsünü yaklaşık yarım saat süreyle, sırayla ovaladı. Yorulan ellerine anlık rahatlama sağlamak için aralıklı olarak arkasında silkeledi. Bu silkeleme hareketini biriken negatif enerjinin atılması olarak tanımlıyordu. Şifa seansının birinci bölümünün bitişini sağ ayağını üç kere yere vurarak belirtti.


Octavio Cantu kontrolsüz bir şekilde ürperdi. Mercedes, adam yavaşça ve zorlukla nefes alana kadar başını arkadan tutarak şakaklarını avuçlarıyla bastırdı. Bir dua mırıldanarak sunağa gitti, önce bir mum yaktı, ardından mumla yaktığı puroyu eşit ve kısa nefeslerle içmeye başladı.


Adam dumanlı sessizliği bozarak “Şimdiye kadar alışmalıydım” dedi. Sesten irkilen Mercedes yanaklarından yaşlar akana kadar öksürdü. Acaba dumanı kazara içine mi çekti diye merak ettim. Octavio Cantu onun öksürüğüne aldırmadan konuşmaya devam etti. “Sana defalarca söyledim ki sarhoş olsam veya olmasam da tek bir rüya görüyorum. İçi boş olan kulübemde ayakta duruyorum. Rüzgârı hissediyorum ve her yöne doğru hareket eden gölgeler görüyorum. Fakat boşluğa ve gölgelere havlayacak köpekler artık yok. Korkunç bir baskı ile uyanıyorum. Sanki biri göğsümün üstünde oturuyormuş gibi bir his duyuyorum. Bir köpeğin sarı gözbebeklerini görüyorum. Gittikçe büyüyorlar ve sonunda beni yutuyorlar.” derken sesi gittikçe zayıfladı.


Nefes için soluyarak odanın içine bakındı. Nerde olduğunu bilmiyor gibiydi. Mercedes Peralta puronun izmaritini yere attı. İskemlesini arkadan tutarak hızla çevirdi, böylece adam sunakla yüz yüze geldi. Yavaş ve büyüleyici hareketlerle gözlerinin etrafını ovaladı.


Herhalde uyuya kalmış olmalıyım ki kendimi odada yalnız başıma buldum. Süratle etrafıma bakındım. Sunaktaki mum hemen hemen tükenmişti. Tam tepemde, bana yakın olan duvarın köşesinde küçük bir kuş boyunda bir güve vardı. Kanatlarında büyük siyah daireler bana meraklı gözler gibi bakıyorlardı. Ani bir hışırtı dönüp bakmamı sağladı. Mercedes Peralta sunağın yanındaki iskemlede oturuyordu. Boğuk bir çığlık attım. Biraz önce orda olmadığına yemin edebilirdim.


“Orda olduğunu bilmiyordum” dedim ve “başımın üzerindeki büyük güveye bak” diye ekledim. Böceği aradım ama gitmişti. Kadının bakış tarzında beni ürperten bir şey vardı. “Çok yorgun düştüm ve uyuya kaldım. Octavio Cantu’nun derdinin ne olduğunu bile duymadım” diye açıkladım.


“Arada bir beni ziyaret eder” dedi. “Bana bir şifacı ve ruhçu olarak gereksinimi vardır. Ruhu üzerine çökmüş olan yükü hafifletirim.”


Sunağa yöneldi ve üç tane mum yaktı. Titreyen ışıkta gözleri güvenin kanatları rengindeydi. “Uyumaya gitsen iyi olur” diye teklifte bulundu. “Unutma yarın şafak vakti yürüyüşe çıkacağız” diye ekledi.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön