Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

altinci bolum 21


Mercedes Peralta odamın kapısını sessizce açarak “Misuya orda mısın?” diye sordu fısıldayarak. Okuma lambamın hafif ışığında beliren dış hatları, uzun siyah elbisesi ve yüzünün yarısını örten geniş kenarlı şapkasıyla, tam bir cadı örneği idi. Işığı açmak için davrandığımda “Işığı açma, bir ampulün parlaklığına tahammülüm yok” dedi. Yatağıma oturdu ve yatak örtümün kıvrımlarını düzeltirken alnında yoğun bir ciddiyetin izleri vardı. Yukarı baktı ve gözlerini kırpmadan bakışlarını yüzüme sabitlendi. Tatsız bir durum olup olmadığını merak ederek parmaklarımı yanağımda ve çenemde gezdirdim. Kıkırdayarak çalışma masama döndü ve not tuttuğum küçük kâğıtları dikkatle üst üste dizmeye başladı. Nihayet, alçak ve ciddi bir sesle “Chuao’ya hemen gitmem gerekiyor” dedi. “Chao mu? Hem de bu saatte” diye şaşırarak sordum. Başını sallayarak onaylayan kararlı duruşunu görünce “Yağmur yağarsa çamura saplanırız” diye ekledim.


Chuao, Curmina’ya bir saat sürüş mesafesinde, sahile yakın bir köydü. Doğal bir sesle “Yağmur yağacak ama senin cipinle çamura saplanmayacağız” dedi. Çalışma masamın üzerine eğilerek alt dudağını ısırdı ve daha fazla söylemenin uygun olup olmayacağını düşündü. Arzudan çok aciliyet belirten bir sesle “Bu gece yarısından önce orda olmam gerek. Sadece bu gece müsait olacak olan birtakım otları almalıyım” diye fısıldadı. Kolumdaki fosforlu saatime bakarak “Saat on biri geçti. Gece yarısından önce orada olamayız” diye belirttim. Dona Mercedes sırıtarak yatağımın demirden baş kısmında asılı olan jean pantolonumu ve gömleğimi alarak “Saatinin saatleri saymasına engel olacağız” dedi. Hafif bir gülümseme yüzünü aydınlattı. Gözleri ümitle ve güvenle bakarak benimkilerle karşılaştı ve “Beni götüreceksin, değil mi?” dedi.


Kasabayı terk eder etmez ağır yağmur damlaları arabanın üzerinde takırdadı. Birkaç saniye içinde yağmur, koyu ve yoğun bir perde gibi üzerimize çöktü. Silecekler ön camı bir kavis çizerek temizleseler de, cam anında tekrar bulanıklaşıyordu. Sileceklerin hışırtısından ve görüntünün azlığından sinirlenerek arabayı yavaşlattım. Yolun kenarındaki ağaçlar belli belirsiz şekilde yanımızda ve üzerimizde dalgalanıyor, bir tünel içinden geçiyormuşuz intibaını veriyorlardı. Sadece arada bir duyulan yalnız bir köpeğin havlaması, bir gecekondunun yanından geçmiş olduğumuzu bildiriyordu. Yağmur başlamış olduğu gibi aniden durdu, fakat gök hala kapalıydı. Bulutlar bunaltıcı derecede alçakta duruyorlardı. Arabanın ışıklarından geçici olarak körleşen ve yolda sıçrayan kurbağaları ezmemek için tüm dikkatimi arabanın ön camına verdim.


Sahile giden yola saptığımızda bulutlar, sanki gökten aniden silinmişler gibi, bir anda kayboldular. Gümüşi renkli yapraklarıyla rüzgârda yavaşça salınan nadir ağaçların tepesindeki ay, düz bir arazi üzerinde gerçek dışı renkleriyle parlıyordu. Bir kavşakta durarak arabadan çıktım. Sıcak ve rutubetli hava dağ ve deniz kokuyordu. Arabadan çıkıp yanıma gelen Mercedes Peralta, şaşkın bir ifadeyle “Burada seni ne durdurdu, Misuya?” diye sordu. Gözünün içine bakarak “Ben bir cadıyım” dedim. Ona sadece bacaklarımı hareket ettirmek istediğimi söyleseydim inanmayacağını biliyordum.


“Böyle bir yerde doğmuştum. Dağ ile deniz arasında” diye devam ettim. Mercedes Peralta önce kaşlarını çattı, sonra da keyifli ve şakacı bir bakışla, kontrolsüz bir şekilde gülerek ıslak yere otururken beni de beraberinde çekti. “Belki de normal bir insan gibi doğmadın. Belki de bir Curiosa gökte dolanırken seni yolda kaybetti” dedi. “Bir Curiosa nedir?” diye sordum. Bana neşeyle baktı ve Curiosa’ların büyücülüğün herkesçe bilinen sembolleriyle, ayinleriyle ve büyülü sözleriyle ilgilenmeyen cadılar olduklarını açıkladı. “Curiosa’lar sonsuzlukla ve ebediyetle ilgilenirler. Onlar bilinenle bilinmeyen arasında ince ve görünmeyen iplikler ören örümceklere benzerler” dedi.


Şapkasını çıkardı ve başı kavşağın tam ortasında, kuzeye bakar durumda, sırtüstü uzandı. Kollarını doğuya ve batıya doğru açarak “Yere uzan Misuya, başının tepesi başıma değsin ve kollarınla bacakların benimkilerle aynı pozisyonda olsunlar” dedi. Yol kavşağında kafa kafaya uzanıp yatmak rahattı. Sadece saçlarımızla birbirimize değsek de, kafataslarımızın kaynaşmış oldukları hissine kapıldım. Başımı yana çevirdim ve hoş bir ilgiyle onun kollarının benimkilerden ne kadar daha uzun olduklarını fark ettim. Bu keşfimin farkına varmış olmalı ki dona Mercedes kollarını benimkilere yaklaştırdı. “Eğer biri bizi görse deli olduğumuz sanacak” dedim. “Belki” dedi “Eğer gecenin bu saatinde bu kavşaktan her gece geçen insanlar bizi görürlerse korkuyla kaçışacaklar ve uçmaya hazır iki tane Curiosa gördüklerini sanacaklardır”.


Bir süre sessiz kaldık ve ben Curiosa’ların uçuşu ile ilgili bir soru sormadan “Kavşakta durmuş olmanla bu kadar ilgilenmemin nedeni, tam da bu noktada çıplak yatan bir Curiosa gördüklerine dair yemin eden insanların oluşudur” dedi. “Sırtından çıkan kanatlara sahip olduğunu ve göğe doğru yükselirken bedeninin şeffaf beyaz renge dönüştüğünü gördüklerini söylüyorlar”.


“Efrain Sandoval için düzenlenen seansta senin bedeninin şeffaflaştığını gördüm” dedim. Hoş bir doğallıkla “Elbette ki gördün” dedi. “Bunu sadece senin için yaptım, çünkü asla bir şifacı olmayacağını biliyorum. Sen bir medyumsun, hatta belki de bir cadı, ama bir şifacı değilsin. Bunu bilmem gerek, zira kendim de bir cadıyım”. Onu ciddiye almak istemediğimden gülüp kıkırdayarak “İnsanı cadı yapan nedir?” diye sordum. “Cadılar sadece şans çarkını çevirmekten öte, ayrıca kendi bağlarını da kurmak gücüne sahiptirler. Şu anda, başlarımız bitişmiş durumda, uçmaya başlasak nasıl olur?” dedi.


Bir iki saniye korkunç bir kaygı duydum. Sonra da tam bir aldırmazlık duygusu beni sardı. “Ecdadımın sana öğretmiş olduğu ilahilerden herhangi birini söyle. Ben de sana katılacağım” diye emretti. Seslerimiz tek bir uyumlu teraneye dönüşüp etrafımızı doldurdu ve dev bir koza gibi bizi sardı. Sözler derin ve sürekli bir çizgiye dönüşerek bizi yükseklere doğru taşıdı. Bulutların bana doğru geldiklerini gördüm. Bir çark gibi dönmeye başladık ve sonunda her şey kapkara oldu.


Biri beni şiddetle sallıyordu. Beklenmedik sarsıcı bir darbeyle uyandım. Arabamda direksiyonun arkasında oturuyor ve arabamı kullanıyordum. Arabaya geri yürüdüğümü hatırlamıyordum. Dona Mercedes “Uykuya dalma. Arabayı çarpıp iki enayi gibi öleceğiz” dedi. Frene bastım ve motoru durdurdum. Uyur durumda arabayı sürmüş olduğum düşüncesi beni korkuyla titretti. “Nereye gidiyoruz?” diye sordum ama sesim bir oktav düşüktü.


Gülümsedi, sabırsızlık hareketi yaptı ve kaşlarını kaldırarak “çok çabuk yoruluyorsun, Misuya. Ufak tefeksin ama sanırım bu senin en iyi özelliğin. Eğer daha iri olsaydın tahammül edilmez olurdun” dedi. Hedefimizi öğrenmek için ısrar ettim. Arabayı yön duygumla oraya doğru kullanabilmem için fiziksel bölgeyi bilmem gerekirdi. “Leon Chirino ve bir arkadaşla buluşmaya gidiyoruz. Gidelim, arabayı sürerken seni yönlendireceğim” diye bilgilendirdi. Arabayı çalıştırıp sessizce sürdüm. Hâla sersem gibiydim. “Leon Chirino bir medyum ve bir şifacı mıdır” diye sordum. Hafifçe güldü fakat yanıt vermedi.


Uzun bir süre sonra “Bunu sana düşündüren nedir?” diye sordu. “Onda açıklanması zor olan bir şey var. Bana seni hatırlatıyor” dedim. Alaycı bir tarzda “Gerçekten mi?” diye sordu ve ardından ciddileşerek Leon Chirino’nun bir medyum ve bir duru görücü olduğunu kabul etti. Düşüncelere daldığımdan bana verdiği yol talimatını duymadım. Bir erguvan ağacını işaret ederek “Geçtin! Şimdi geri dönmen gerek” diye bağırarak ihtarda bulunması beni yerimden sıçrattı. Gülümseyerek “Şuraya park et, bundan sonra yürümemiz gerekecek” dedi.


Ağaç dar bir girişi belirliyordu. Zemin küçük çiçeklerle kaplıydı. Erguvan çiçeklerini kırmızı bilirdim ama ay ışığında siyah görünüyorlardı. Erguvan ağacı nadiren tek başına bulunur. Genelde koruluklarda kahve veya kakao ağaçları yanında bulunurlar. Azman otlarla kaplı ve erguvan ağaçları ile çevrili dar bir patika boyunca ileride görülen karanlık tepelere doğru ilerledik. Mercedes Peralta’nın düzensiz nefesi ile ayaklarımız altında kırılan dalların çıtırtısından başka herhangi bir ses duyulmuyordu. Patika, geniş ve sert bir toprak zeminle çevrili, alçak bir evin önünde son buluyordu.


Kamış üzerine kilden oluşmuş duvarda yer yer aşıntı delikleri belirgindi. Çatı teneke levhalarla ve kuru palmiye yapraklarıyla örtülmüştü. Geniş saçaklar bir ön avlu oluşturacak şekilde uzatılmışlardı. Ön cephenin penceresi yoktu, sadece hafif bir ışığın sızdığı dar bir kapısı vardı. Dona Mercedes aralık kapıyı itti. Seyrek eşyalarla döşeli bir odada titreşen mumlar ışıktan çok gölge yayıyorlardı. Düz arkalıklı bir iskemlede oturan Leon Chirino şaşkınlık ve mutluluk içeren bir ifadeyle bize baktı. Ayağa kalktı ve topallayarak şifacıya sarılıp onu demin oturduğu iskemleye yöneltti. Benimle selamlaştı ve elimi sıkarak şaka yollu “sana, dona Mercedes’ten sonra, civardaki en muazzam şifacıyı tanıştırmak isterim” dedi.


Fakat devam etmesine fırsat kalmadan “Ben Agustin’im” diyen biri seslendi. Ancak o zaman köşede asılı duran hamağı fark ettim. İçinde ufak bir adam yatıyordu. Vücudu yarı bükülü idi ve hamağı ileri geri sallaması için bir bacağı yere doğru sarkıyordu. Çok genç görünmüyordu, yaşlı da değildi. Belki otuzlarında idi ama çukur yanakları ve çıkık elmacık kemikleriyle açlıktan ölen bir çocuğa benziyordu. Onun en belirgin özelliği gözleriydi. Gözleri açık maviydiler ve kara yüzünde büyüleyici bir yoğunlukla parlıyorlardı. Odanın ortasında ne yapacağımı bilemeden öylece durdum. Örümcek ağlarıyla kaplı duvarlarda gölgelerimizi oynatan mumların zayıf ışığı ürkütücüydü. Duvara yaslanmış sade mobilyalar -bir masa, üç iskemle, iki tabure ve bir portatif yatak- odaya yaşanmamış havası veriyorlardı. Agustin’e “Burada mı yaşıyorsun?” diye sordum. Bana yaklaşarak “Hayır, burası benim yazlık sarayım” dedi ve şakasından memnun olmalı ki başını geriye atarak güldü.


Utanarak en yakın iskemleye doğru giderken sivri bir şeyin ayak bileğime sürttüğünü hissederek bir çığlık attım. İğrenç ve kirli bir kedi bana doğru yukarı bakıyordu. Agustin “Bağırarak burayı yıkmana gerek yok” dedi ve sıska hayvanı kucağına aldı. Başı okşandığı anda kedi mırlamaya başladı. Agustin “Seni sevdi, ona dokunmak ister misin?” diye sordu. Kesinlikle istemediğimi belirten bir ifadeyle başımı salladım. Pirelerinden ve uyuz yaralarından çok, kedinin yüzümü hiç terk etmeyen yeşil-sarı çizgi gibi gözlerindeki delici bakışlarından rahatsız olmuştum.


Leon Chirino, dona Mercedes’in kalkmasına yardım ederek “Eğer bitkileri zamanında toplamak istiyorsak, gitsek iyi olur” dedi. Kapının arkasındaki bir çiviye takılı gaz lambasını alıp yaktı ve onu izlememizi işaret etti. Plastik bir perde ile örtülmüş alçak bir kapı, arka bölümdeki hem mutfak hem de depo görevi gören bir odaya açılıyordu. Odanın bir yanı yüksek otlar ve bodur ağaçlarla kaplı geniş bir alana açılıyordu. Gaz lambasının zayıf ışığında terk edilmiş bir meyve bahçesini andırıyordu.


Görünürde geçit vermeyen ot duvarının arasından sızınca ıssız bir manzarayla karşılaştık. Yamacın kısa bir süre önce yanmış zeminindeki kömürleşmiş artıklar ay ışığında acayip ve ürkütücü görünüyorlardı. Leon Chirino ve Agustin hiç ses çıkarmadan ortadan kayboldular. Dona Mercedes’e “Nereye gittiler?” diye fısıldadım. Karanlığı işaret ederek ve belirsizce “Önden gittiler” dedi. Taşıdığı gaz lambasının ışığında canlanan gölgeler çalılığa doğru uzanan dar yolda sağa sola oynaşıyordu. Otların arasından ilerde bir ışığın parıldadığını gördüm. Bir ateş böceğinin ışığı gibi sık aralıklarla parlayıp sönüyordu. Yakına geldikçe böceklerin vızıltısına ve rüzgârda hışırdayan yaprakların sesine karışan monoton bir şarkı duyduğumdan emindim.


Mercedes Peralta gaz lambasını söndürdü. Lambanın son parıltısı sönerken dört metre ilerimdeki yıkık ve alçak bir duvara oturan onun, şişkin eteğini gördüm. Hatlarını bir puronun ışığı aydınlatıyordu. Başının tepesinde yarı saydam, oynak bir parlaklık belirdi. Adını seslendim ama hiç yanıt vermedi. Büyülenmiş gibi, tam tepemde sisli bir puro dumanının daireler çizerek dolandığını gördüm. Duman, dağılması gerektiği gibi dağılmadı ve havada uzunca bir süre durdu. Bir şey yanağımı sıyırdı. Otomatik olarak elimi yüzüme götürdüm. Parmaklarıma baktığımda büyük şaşkınlıkla fosforluymuş gibi parladıklarını gördüm. Kokup alçak duvar boyunca dona Mercedes’in oturduğu yere doğru koştum.


Birkaç adım atmıştım ki Leon Chirino ve Agustin tarafından durduruldum. Leon Chirino “Nereye gidiyorsun, Misuya?” diye alaycı bir tavırla sordu. “Bitkileri toplaması için dona Mercedes’e yardım etmem gerek” dedim. Yanıtım onları eğlendirmişe benziyordu. Gülüştüler. Leon Chirino başımı okşadı ve Agustin cüretle başparmağımı kapıp lastik bir pompa imiş gibi sıktı. Agustin “Burada sabırla beklememiz gerek. Senin başparmağından içine sabır pompaladım” dedi. “Beni buraya ona yardım etmem için getirdi” diye ısrar ettim. “Elbette, ona yardım etmen gerekecek ama bitkiler için değil”. Kolumdan tutarak yıkılmış bir ağaç kütüğüne doğru götürdü. “Burada dona Mercedes’i bekleyelim” dedi.


Mercedes Peralta’nın alnında parlak ve gümüşi-yeşil yapraklar vardı. Sessizce gaz lambasını bir dala bağladı, ardından yere çömelip toplamış olduğu otları değişik gruplara ayırmaya başladı. Verbana kökleri aybaşı ağrılarına iyi geliyorlardı. Rom içine batırılmış Valerian otları asabiyete, korkulu heyecanlara ve kâbuslara karşı ideal bir çözümdü. Rom içine batırılmış Torco kökleri kansızlığı ve sıtmayı tedavi ediyorlardı. Esasen erkeklere önerilen Guaritoto kökleri idrar kesesi zorluklarında kullanılıyordu. Biberiye ve sedefotunun mikrop öldürücü özellikleri vardı. Malva yaprakları cilt döküntülerine uygulanıyordu. Şeker kamışı özünde kaynatılmış Artemisia aybaşı ağrılarını azaltıyor, parazitleri öldürüyor ve ateş düşürüyordu. Zabila astım hastalığını tedavi ediyordu.


“Fakat tüm bu bitkileri kendi bahçende yetiştiriyorsun. Onları toplamak için neden buraya geldin?” diye sordum. Agustin yüzünü bana yaklaştırarak “Sana bir şey söyleyeyim, Misuya; bu bitkiler cesetlerden beslendiler” dedi ve neşeyle güldü. Eliyle geniş bir kavis çizerek “Bir mezarlığın ortasındayız” dedi. Panikleyerek etrafıma bakındım. Ne mezar taşları ne de mezarı andıran küçük toprak kümeleri vardı, ama diğer mezarlıklarda da mezar taşı görmemiştim.


Agustin haç çıkararak “Atalarımız buraya gömülüdür. Dolunay olduğu bu gibi gecelerde, ay ışığı mezarların mesafelerini değiştirip ağaç dipleri beyaz gölgelerle boyandığında acınacak inlemeleri ve zincirlerin şakırtısını duymak mümkündür. Kendi kesik başlarını taşıyan adamlar etrafta dolaşır. Bunlar sahiplerinin hazinelerini gömmek için açtıkları çukurlara altınla birlikte, başları kesilerek gömülmüş kölelerin hayaletleridir,” dedi ve hemen “Ama korkacak bir şey yok. Tüm istedikleri bir miktar romdur. Onlara bir miktar verirsen hazinelerin nereye gömülü olduklarını sana söyleyeceklerdir. Ayrıca burada günah işlemiş ve günahlarını itiraf etmek isteyen keşişler de vardır, ama onları dinleyecek kimse yoktur. Bir de İspanyol altınlarını aramaya Chuao’ya kadar gelmiş olan korsanların hayaletleri vardır” diye ekledi.


Güldü ve sır verir gibi “Gelip geçene ıslık çalan yalnız hayaletler de vardır. Bunlar basit ruhlardır. Fazla bir şey istemezler. Tek istedikleri onlara bir dua okumandır”.


Elinde hazır duran bir kökle Mercedes Peralta, yavaşça başını kaldırdı ve “Agustin’de tükenmez bir hikâye kaynağı vardır. Her hikâyeyi mümkün olduğu kadar süsler” dedi. Agustin ayağa kalktı. Vücudunu ve kol ile bacaklarını hareket ettirişi kemiksiz olduğu kanısını uyandırıyordu. Dona Mercedes’in önüne kendini attı ve başını kucağına gömdü. Dona Mercedes başı şefkatle okşayarak “Gitsek iyi olur. Misuya’yı birkaç gün sonra senin yerine yollayacağım” dedi. Agustin bana üzgün ve özür dileyen bir bakışla bakarak “Fakat ben sadece çocukları tedavi ediyorum” diye kekeledi. Dona Mercedes gülerek “Onun tedaviye ihtiyacı yok. Tek istediği seni izlemek ve hikâyelerini dinlemek” dedi.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön