Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

yedinci bolum 25


Evde birçok boş oda vardı ama Federico Mueller arka taraftaki mutfağa bitişik küçük boşlukta uyumayı tercih ediyordu. Boşluk sadece bir katlanır yatak ve bir gece masasının sığacağı büyüklükteydi.


Kıyafetlerini alması için onu arabayla Caracas’a götürme teklifimi şiddetle reddetti. Orada bulunan şeylerin, kendisi için şimdi burada herhangi bir değer ifade etmediğini söyledi. Buna rağmen, dona Mercedes’in teşviki ile ona birkaç gömlek, bir haki renk pantolon ve tıraş malzemesi götürdüğümde müteşekkir olmuştu. Böylece Federico Mueller evin ferdi oldu. Dona Mercedes onu hoş görüyor ve şımartıyordu. Her sabah ve her öğleden sonra onu çalışma odasında tedavi ediyor, her gece içine rom katılmış valeryanlı bir karışım içiriyordu.


Federico Mueller evi hiç terk etmedi. Vaktini ya avludaki bir hamakta veya dona Mercedes’le konuşarak geçiriyordu. Candelaria onun varlığını yok saydı. O da aynısını yaptı, sadece Candelaria’yı değil beni de aynen yok saydı. Günün birinde Federico Mueller benimle Almanca konuşmaya başladı. Başlangıçta, tekleyerek ve büyük zorluklarla cümle kurabiliyordu. Fakat kısa zamanda dile tümüyle hâkim olunca, bir daha benimle tek kelime İspanyolca konuşmadı.


Bu yeni durum onu tümüyle değiştirdi. Sanki tüm problemleri, onlar her ne ise, İspanyolca sözlerin seslerinde gizli idiler. Başlangıçta, Candelaria bu yabancı dile az da olsa ilgi duydu. Federico Mueller’e sorular sormakla başladı ve sonunda onun doğal çekiciliğine yenik düştü. Federico Mueller, Candelaria’ya gün boyu hatasız bir telaffuzla tekrarladığı anaokulu şarkılarını öğretti. Bana da ilk geldiği gece dona Mercedes’e söylediklerini, mantıklı bir şekilde, defalarca anlattı.


****====****


Federico Mueller her gece olduğu gibi çığlık atarak uyandı. Yatağında doğruldu, o özel yüzden kurtulmak gayretiyle geriye yaslandı. Kahkahalarla güldükçe altın dişleri görünen ve alay eden vahşi bakışlarıyla ona doğru sürekli yaklaşan yüz. Yüzün ardında kâbuslarından hiç eksik olmayan insanların, korku ve acıyla buruşmuş yüzleri duruyordu. Hep ıstırapla bağırıyor, affedilmek için yalvarıyorlardı, hepsi ama o kadın hariç. O hiç bağırmadı, bakışlarını hiç indirmedi. İşte bu bakışlara dayanamıyordu.


Federico Mueller, inleyerek geçmişini silmek ister gibi yumruklarıyla gözlerini ovaladı. Otuz yıldır bu kâbusun ve uyandığında hatırladığı korkunç görüntülerin eziyetini çekmekteydi. Bitkin durumda yorganın altına geri kaydı. Odada görülmeyen fakat hissedilebilen bir şey dolanıyor, uyumasına engel oluyordu. Yorganı kenara itti, ışığı açmayı istemedi ve topallayarak pencereye gidip perdeyi kenara çekti. Şafak vakti odaya süzülerek giren sise büyülenerek baktı. Rüya görmediğinden emin olmak için gözlerini iyice açtı.


Birçok kere olduğu gibi şekilsiz sisin içinden bir kadın görüntüsü belirgin hale geldi ve içleri doldurulmuş, ölü cam gözleriyle bakan kuşların arasına, çalışma masasının kenarına oturdu. Federico Mueller dikkatle görüntüye doğru yaklaştı. Görüntü iz bırakmayan bir gölge gibi hızla kayboldu.


Yakındaki bir kilisenin çan sesleri ile ilk duaya yetişmek isteyen yaşlı kadınların ayak sesleri sakin sokakta yankılandı. Duymaya alışık olduğu sesler, bugünün de diğer herhangi bir gün gibi olacağı güvencesini verdi. Yıkandı, tıraş oldu, kahvaltısını ve sabah kahvesini hazırlayıp sobanın yanında yedi. Çok daha iyi hissedince, kuşları üzerinde çalışmak amacıyla masaya oturdu. Belli belirsiz bir huzursuzluk, tanımsız bir korku, onun öğleden sonra bir müşteriye teslim etmeyi vaat ettiği baykuşla ilgili çalışmasını tamamlamasını engelledi. Temiz kıyafetlerini giyip bir yürüyüş için dışarı çıktı.


Bu erken saatte şehir sakin bir aydınlık içindeydi. Yavaşça ve topallayarak dar yoldan ilerledi. Caracas’ın yaşadığı bölümü, diğer mahallelerde gerçekleşmiş olan modernleşme çılgınlığından nasibini almamıştı. Sıradan bir selamın dışında, konuşmak amacıyla hiç kimse için durmazdı. İşin garibi, tek katlı sömürge evlerinin bulunduğu ve kapılarının önünde dedikodu eden kadınların sesleri ile çocuk gülüşlerinin canlandırdığı bu eski sokaklarda kendini güvende hissediyordu. Başta, insanlar onun hakkında bolca konuşmuş olmalarına rağmen, varlığını açıklamak ihtiyacına hiç teslim olmamıştı. Uzak duruşundan dolayı komşularının yorum yaptıklarını ve ondan şüphelendiklerini biliyordu. Yıllar geçtikçe, beklendiği gibi, insanların ona duydukları ilgi azaldı. Bu günlerde onun yaşlı ve yaşamak için sadece kuş doldurup yalnız kalmak isteyen tuhaf bir adam olduğunu düşünüyorlardı.


Federico Mueller bir dükkânın camekânında kendini gördü. Her zaman olduğu gibi, yüzünün gerçek yaşına göre çok yıpranmış olduğunu keşfetmesi onu şaşırttı. Uzun boylu, sarışın ve güneşten esmerleşmiş yüzlü yakışıklı adamdan eser kalmamıştı. Caracas’ın bu bölümüne geldiğinde sadece otuzlu yaşlarında olmasına rağmen, o zaman dahi şimdiki altmışlı yaşlarında göründüğü gibiydi. İşe yaramayan bir bacağıyla, derin hatlarıyla, beyaz saçlarıyla ve ne kadar dışarıda kalırsa kalsın esmerleşmeyen ölü beyazlığındaki cildiyle, zamanı gelmeden yaşlanmıştı.


Başını sallayarak meydana doğru yoluna devam etti ve bir bankta dinlendi. Birkaç yaşlı adam, hayalleri içinde kaybolmuş halde ve elleri dizleri arasında orada oturuyorlardı. Onların paylaşılmayan yalnızlıklarından tuhaf bir rahatsızlık duydu ve kalkıp, topallaya topallaya şehrin kalabalık blokları boyunca yürüdü. Güneş ısıtıyordu. Binalar sabahki keskin hatlarını kaybetmişlerdi. Caddelerdeki gürültü, şehrin üstüne çökmüş olan sisin baş döndürücü pırıltısını arttırıyordu. Yeniden, daha önce de defalarca olduğu gibi, kendini aynı otobüs terminalinin önünde buldu.


Gözleri kalabalık arasında koyu tenli bir yüz gördü. Gerçek olması mümkün değilmiş gibi “Mercedes” diye mırıldandı. Kadının kendisini duymuş olduğundan şüphelendi, zira kadın aniden dönüp gözlerinin içine baktı ve ardından kalabalıkta kayboldu. Otobüs terminalinde vakit geçiren seyyar satıcılardan birine sigara paketini ve şeker dolu tepsisini uzatarak “Buradan koyu tenli ve uzun boylu bir kadının geçtiğini gördün mü?” diye sordu. Adam eliyle geniş bir kavis çizerek “Yüzlerce kadın gördüm. Burada pek çok kadın var” dedi. Federico Mueller’in kolunu tutarak onu hafifçe sola çevirdi ve “Oradaki otobüsleri görüyor musun? Hepsi de kadınla dolu. Yaşlı, koyu tenli, uzun boylu. Nasıl arzu edersen. Hepsi de kıyı kasabalarına gidiyor”. Adam, gülerek duran otobüslere girip çıkmaya ve satmak istediği nesneleri methetmeye devam etti.


Federico Mueller mantıksız bir inancın etkisinde kalarak, görmüş olduğu yüzü bulacağından emin halde, bir otobüse girdi ve koltuklarda oturanlara dikkatle bakarak yürüdü. Onlar da kendisine sessizce geri baktılar. Bir an için tüm yüzlerin aradığı kadının yüzüne benzediğini düşündü. Bir süre dinlenmesi gerektiği düşüncesiyle arkadaki boş koltuklardan birine oturdu. Biletini soran uzak ve zayıf bir ses onu uyandırdı. Sözler beyninde yankılandı. Göz kapakları uyuşmuş olduğundan gözlerini açmakta zorlandı. Camdan dışarı baktı, şehir uzaklarda kalmıştı. Kafası karışmış ve mahcup olmuş durumda biletçiye doğru baktı. “Bir yere gitmeye niyetim yoktu, sadece birine bakmak için binmiştim” diye kekeledi. Bir an durup kendi kendine “Bu otobüste bulmayı hem ümit ettiğim hem de bulmaktan korktuğum biri” dedi. Adam sevecenlikle “Bazen böyle şeyler olur. Mademki tam ücret ödemeniz gerekecek, yolculuğun keyfini çıkarıp Curmina’ya kadar gidin”. Adam gülümseyip Federico Mueller’in omzuna hafifçe vurdu ve “Orada sizi başkente götürecek bir otobüs bulursunuz” dedi.


Federico Mueller adama bir miktar para verdi ve “Otobüs ne zaman Caracas’a geri döner?” diye sordu. Adam belirsiz bir şekilde “Gece yarısına doğru veya seyahate değecek kadar yeterli insan sayısı olunca” dedi ve paranın üstünü verip diğer yolcuların biletlerini toplamaya yöneldi. Federico Mueller, kader benim planlamadığım bu otobüse binmemi planladı, diye düşündü. Yüzüne hafif bir gülümseme yayıldı. Yorgun göz kapakları ümitle ve derin bir huzurla kapandı. Kader nihayet onu geçmişine teslim olmaya zorluyordu. O geçmişi hatırlayınca içini nedenini bilmediği derin bir huzur duygusu kapladı.


****====****


Her şey Caracas’taki bir partide hükümette yüksek görevli bir generalin kendisine yaklaşıp doğrudan gizli polislere katılmasını istemesiyle başladı. Onun sarhoş olduğunu düşünerek, Federico adamın sözlerini ciddiye almadı. Birkaç gün sonra kapısını bir subayın vurması bir sürpriz oldu. Adam “Ben Yüzbaşı Sergio Medina” diye kendini tanıttı. Teni bakır renkli, kısa boylu, sağlam yapılı ve gülümsediğinde altın dişleri parlayan adamda tekin olmayan bir özellik yoktu. İkna edici şekilde, onun için düşündükleri iyi maaşlı ve hızlı terfi olanaklı işten heyecanla söz etti. Hem gururu okşanmış hem de merak duygusu uyanmış olan Federico, Medina’yla birlikte generalin evine gitti.


Samimi bir şekilde, eski bir dost gibi sırtına vuran general onu çalışma odasına aldı. General “Bu görev sayesinde bu ülkenin hem saygısını hem de minnettarlığını kazanacaksın. Hem bir bakıma senin olan hem de olmayan. Gerçekten bizden biri olman için bu bir şanstır” dedi. Başını sallayarak onaylayan Federico generale hak vermek zorunda kaldı.


Ebeveynleri Venezuela’ya göç ettiklerinde henüz on altı yaşındaydı. Devletin destek programı uyarınca, bir gün sahibi olacaklarını umdukları, ülkenin içlerinde kendilerine tahsis edilmiş geniş arazide tarım yapmak üzere yerleşmişlerdi. Bir kaza sonucu anne ve babası ölünce, ziraata ilgi duymayan Federico, tüm bildiklerini kendisine öğretmiş olan, hayvan doldurmakta uzman bir Alman hayvanbilimcinin yanına çırak olarak girmişti. Federico generale “Size nasıl yardımcı olabileceğimi düşünemiyorum. Tek bildiğim kuş avlayıp onları doldurmaktan ibarettir” dedi. General güçlü bir kahkaha attı ve “Sevgili Federico, senin kuş doldurmaktaki tecrüben, senin için planladığımız görev için ideal örtüdür” dedi.


General güven verici bir gülümseme ile daha da yaklaşarak “Curmina bölgesinde huzur bozucu bir grubun aktif olduğuna dair kesin raporlar aldık. Onlar hakkında bilgi edinmeni istiyoruz” dedi. Yeniden bir çocuk neşesiyle güldü “O bölgeye yolladığımız insanlarla şimdiye kadar başarı sağlayamadık. Ama sen dostum, kuş avlayan bir misiyu olarak hiç şüphe uyandırmayacaksın”.


Federico’ya işi reddetme şansı hiç tanınmadı. O güne kadar ödemeye gücünün yetmediği kalitede alet ve ilaçlarla donanmış yeni bir cip, birkaç gün içinde emrine verildi. Federico tepelerde dolaşırken daima dikkatliydi. Bir sabah, tuzaklarının birinde nadir bir Tukan kuşu gördüğünde, botlarını giymeden hamağından fırladı. Ayak parmaklarının arasında bir acı duydu. Bir dikene bastığını sandığından küfretti. Fakat keskin ağrı iki küçük kan sızan noktadan yayılıp ayağına ve hızla bacağına doğru dağılınca, bir yılan tarafından ısırıldığını anladı. Ne görüp ne de duyduğu bir yılan.


Yakında park etmiş olan cipine koştu, ilk yardım çantasını arayıp buldu, dizine doğru bir mendili sıkıca bağlayıp düğümledi ve iki noktanın etrafını ustaca kesip yarayı kanattı. Fakat bedenine fazlaca zehir dağılmış durumdaydı. Kalçalarına kadar şimşek gibi yayılan derin ağrılar hissetti ve ayağı iki misli şişti. Direksiyonun arkasına yerleşirken Caracas’a asla varamayacağını düşündü ve en yakın kasabada şansını denemeye karar verdi.


Dispanserdeki hemşire sakin bir şekilde yılan zehrine karşı panzehirin ellerinde kalmadığını söyledi. Federico, yüzü ağrı ve kızgınlıkla buruşmuş durumda “Ne yapmamı bekliyorsunuz? Öleyim mi?” diye bağırdı. Hemşire “Umarım hayır. Sanırım zamanında Caracas’a ulaşma ihtimalini bir kenarda bıraktınız”. Onu dikkatle inceledi ve sözlerini tartarak “Bir şifacı tanıyorum. Onda yılan zehrine karşı en etkin panzehir, gizli bir karışım var” dedi. Hemşire özür dileyen bir tarzda “Bu yüzden panzehir bulundurmuyoruz. Zira yılan ısırığından mağdur olanların çoğu ona gitmeyi tercih ediyor”. Bacağı bir kere daha inceleyen hemşire “Seni hangi tür yılanın ısırdığını bilmiyorum ama bana kötü görünüyor. Tek şansın şifacı. Ona gitsen iyi olur” dedi.


Federico hayatında hiç şifacıya gitmemişti, ama o anda her şeyi denemeye hazırdı. Ölmek istemiyordu ve ona kimin yardım edeceği önemli değildi. Sokağın karşısındaki bardan iki kişinin yardımıyla, hemşire Federico’yu kasabanın kenarındaki şifacının evine taşıdı. Federico amonyak kokan ve duman dolu bir odada, basit bir yatağın üzerine yerleştirildi. Bir kibritin çakılış sesiyle Federico gözlerini açtı. Dumanın arasından uzun boylu bir kadının bir sunakta bir mum yaktığını gördü. Mumun titrek ışığında kadının yüzü, çıkık elmacık kemikleri üzerinde gerili esmer cildiyle, cilalı bir tahta maskeyi andırıyordu. Ağır göz kapaklarının altından kendisine bakan kadından herhangi bir duygu sezilmiyordu.


Ayağına doğru bakarak “Seni mutlaka bir Macagua ısırdı” diye teşhis koydu. “Bu yılan tüm zehrini akıttı. Şansın var ki hemşire seni buraya getirdi. Bu tür bir zehre karşı herhangi bir serum yoktur” dedi. Yatağın yanına bir iskemle çekti ve yaranın etrafına ince uzun parmaklarıyla dikkatle bastırarak ayağını inceledi. “Üzülmene gerek yok. Genç olduğundan zehir seni öldürmeyecek ve bedenin benim tedavime dayanacak”.


Arkasındaki masaya dönerek yeşil kahverengi bir sıvı içinde köklerin, yaprakların ve yılan bağırsaklarının yüzdüğü iki tane sürahiye uzandı. Birinden bir miktar sıvıyı metal bir tabağa aktardı, diğerinden küçük teneke bir kabı yarıya kadar doldurdu. Bir puro yaktı ve derin nefesler çekerek başını sağa sola salladı. Aniden ayağın üzerine eğilerek, purodan biriken tüm dumanı daha önce bıçakla kesilmiş olan parmak arası yarığın üzerine üfledi.


Şifacı kanı emip süratle tükürdü, ağzını şeffaf ve güçlü kokan bir sıvı ile çalkaladı. Yedi kere aynı işlemi tekrarladı. Tamamen tükenmiş durumda başını iskemlenin arkalığına dayadı. Bir süre sonra bir ilahi mırıldanmaya başladı. Adamın gömleğinin düğmelerini çözdü. Puro küllerine batırdığı orta parmağı ile boğazının dibinden apış arasına kadar düz bir çizgi çizdi. Büyük bir rahatlıkla onu ters çevirip gömleğini çıkardı ve sırtı boyunca benzer bir çizgi çizdi. “Şimdi seni yarıladım. Zehir öteki tarafa geçemez” diye adama bildirdi. Hafif vuruşlarla aynı çizgilerin üzerinden taze küllerle bir kere daha geçti.


Federico ağrılarına rağmen güldü ve “Zehrin tüm bedenime uzun süre önce yayıldığından eminim” dedi. Federico’nun yüzünü iki eli arasında tutup kendisine bakmasına zorlayan şifacı “Misiyu, eğer bana itimat etmezsen öleceksin” diye onu ikaz etti. Ardından metal kaba aktardığı sıvı ile ayağını yıkamaya başladı. Küçük teneke kaba uzanıp onun dudağına doğru uzattı ve “Hepsini iç. Eğer kusarsan mahvoldun” dedi. Kontrolü mümkün olmayan bulantı dalgaları onu kötü tatlı sıvıyı kusmaya itiyordu. İçi mısır taneleri ile dolu küçük bir yastığı adamın ensesine yerleştirerek “Sıvıyı içerde tutmaya kendini zorla” diye ısrar etti.


Bir mendile amonyak ile gülsuyu karışımından bir miktar dökerken adamı dikkatle izliyordu. Mendili burnuna tutarak “Şimdi nefes al” diye emretti. “Yavaşça ve derin nefes al”. Şifacının elinin boğucu baskısı altında bir süre mücadele etti, ama yüzüne yapılan masajın etkisiyle yavaşça gevşedi. “Hamile kadınların yanına gitme. Panzehiri etkisiz hale çevirirler” diye ihtar etti. Anlamayan bakışlarla şifacıya baktı ve hiç hamile kadın tanımadığını mırıldanarak söyledi. Söylediklerinden tatmin olan Mercedes Peralta sunağa yönelip Aziz Yuhanna’nın heykeli çevresinde yedi tane mum dikti ve onları yaktı. Sessizce mumları izledi ve aniden başını geriye atıp uyumsuz bir melodiden oluşan bir dua okudu. Sözler nefesine uygun olarak inip çıkan çığlıklara dönüştü. Bu insanlık ötesi ağıt duvarları sallıyor, mumların alevlerini titreştiriyordu. Ses odayı, evi doldurdu ve uzak bir kuvvete ulaşacakmış gibi çok ötelere yayıldı.


Federico başka bir odaya taşındığının belli belirsiz farkına vardı. Peş peşe gelen ateş ve ürperti nöbetleri arasında, günler ve geceler yarı ayık durumda birbirine karıştı. Gözlerini ne zaman açsa, karanlıkta şifacının yüzünü ve fazladan iki göz gibi parlayan kırmızı taşlı küpelerini görüyordu. Şifacı yumuşak ve melodik bir sesle kâbuslarındaki gölgelerin ve korkunç hayaletlerin köşelere doğru kaçışmalarını sağlıyordu. Veya sanrılarının içindeymiş gibi, o bilinmeyen güçleri teşhis edip onlarla mücadele etmesini emrediyordu. Ardından ter içindeki bedenini yıkıyor ve cildini yeniden serinleyene kadar ovuyordu. Bazı günler Federico odada bir başka şahsın varlığını hissediyordu. Şifacı sert bir ifadeyle kötü tatlı karışımı dudaklarına tutup içmesi için zorlarken, farklı, daha büyük ve güçlü, fakat şifacınınkiler kadar nazik eller başını özenle ovalıyordu.


Bir sabah, pirinç ve sebzeden oluşan ilk yemeğini kendisine getiren şifacının yanında, elinde gitarıyla genç bir adam odaya girdi. Kendisini “Benim adım Elio” diye tanıttı. Gitarını tıngırdatarak Federico’nun zehir ile olan mücadelesini komik bir şekilde anlatan küçük ve basit bir şarkı söyledi. Elio ayrıca, hemşire tarafından annesinin evine getirildiği gün tepelere çıktığını ve onu ısırmış olan Macagua yılanını palası ile öldürdüğünü söyledi. Eğer yılan yaşamış olsaydı içtiği panzehir ile söylenmiş olan ilahilerin etkileri olmayacaktı.


Sabahın birinde şiş yaranın etrafındaki derinin normal rengine dönmüş olduğunu fark eden Federico, yatağın baş tarafına yıkanıp asılmış elbiselerine uzandı. Gücünü denemek isteğiyle bahçeye çıktı ve içinde gülsuyu bulunan bir leğenin üzerine eğilmiş olan şifacıyı buldu. Sessizce şifacının ellerini kırmızı sıvıya batırışını izledi. Kadın gülümseyerek ona baktı ve ”Ellerimin beyaza dönmelerini engelliyor” dedi ve parmaklarıyla saçlarını taradı. Kendisinde yükselen arzunun etkisine şaşırarak kadına doğru yaklaştı. Yüzünden ve boynundan süzülüp göğsüne damlayan gülsuyu damlalarını öpmeyi arzuladı. Kadının, annesinin yaşında olması ihtimali onun için önemli değildi. Ona göre yaşı belirsiz, gizemli ve son derece çekici bir kadındı.


Kadının yüzüne dokunarak “Hayatımı kurtardın” diye mırıldandı. Parmaklarını kadının yanaklarında, dolu dudaklarında ve sıcak parlak boynunda dolandırdı. “Bana her gün içirdiğin o kötü tatlı karışıma aşk iksiri katmış olmalısın” dedi. Adamın doğrudan gözlerine bakan şifacı herhangi bir söz etmedi. Kadının alındığından korkarak bir özür mırıldandı. Kadın başını salladı, boğuk kahkahası boğazının derininden başlıyordu. Adam böyle bir sesi hayatında hiç duymamıştı. Kadın tüm varlığıyla, sanki dünyada başka hiçbir şey önemli değilmiş gibi güldü. Adamın sarı saçlarını karıştırarak “Burada istediğin kadar kalabilirsin” dedi. Dumanlı gözlerinde bir miktar alay bir miktar da arzu vardı.


Aylar çabuk geçti. Şifacı adamı sevgilisi olarak kabul etti. Buna rağmen odasında tüm gece kalmasına hiç izin vermiyordu. Arzusuna boyun eğeceğini umarak ve ipeksi cildini okşayarak, her seferinde “Biraz daha kalayım, ne olur” diye yalvarıyordu. Ama kadın daima gülerek onu karanlığın içine, odanın dışına doğru itip kapıyı ardından kapıyordu. Her seferinde “Eğer üç yıl boyunca sevgili olarak kalırsak olabilir” diyordu.


Federico tepelere doğru gezilerine yeniden başladığında yağmur mevsimi bitmek üzereydi. Elio önceleri onu korumak için bu gezilere katılırdı. Fakat sonraları o da kuşlara kapan kurup içlerini doldurmanın tutkunu oldu. Daha önce Federico hiç kimseyi yanına almamıştı. Aralarındaki on yıllık yaş farkına rağmen çok iyi arkadaş oldular. Elio’nun uzun saatler boyu sessizce bir kuşun kurdukları kapana düşmesini beklemesi ve rüzgâr ile sisin süratle kapladığı serin tepelerde dolanmayı sevmesi Federico’yu şaşırtıyordu.


Federico birçok kere Elio’ya Yüzbaşı Medina’dan söz etmek istemişse de aralarındaki hassas sessizliği bozmak cüretini bulamamıştı. Federico tepelerde geçirdiği sorumsuz günlerden ve şifacı ile geçirdiği gizli gecelerden dolayı hafif bir suçluluk duyuyordu. Yüzbaşı Medina’nın, doldurmuş olduğu kuşları okullara, müzelere ve ilginç eşyalar satan dükkânlara pazarlayan bir aracı olduğunu hem Elio’ya hem de şifacıya inandırmakla kalmamış, ayrıca kendi de inanır olmuştu. Günün birinde yerel barlardan birinde bira içerlerken, Yüzbaşı Medina ona “bu Tanrı’nın cezası kuşları tutmaktan daha iyi bir iş yapman gerek. Şifacının hastaları ile daha yakın ilişkiler kur. Dedikodu sayesinde insan şaşılacak şeyler öğrenir. Her halükârda parlak manevranı sonuçlandırman gerek” dedi. Yüzbaşı Medina’nın kendisini parlak manevrasından dolayı kutlaması Federico’yu hem şaşırtmış hem de kızdırmıştı. Yüzbaşı, Federico’nun yılana kendini kasten ısırttığını sanıyordu.


Federico “Diktatörlüğe karşı plan kuranlar tahsilli olanlar ve entelektüellerdir. Fakir köylüler ve balıkçılar değil. Onlar gündelik yaşamlarını idameye çalıştıklarından ne tür bir hükümete sahip olduklarını fark edemezler” dedi. Medina onun sözünü keserek “Misuyu, sana fikrini söylemen için para ödemiyoruz. Ne yapman isteniyorsa onu yap” dedi. Medina boş bira bardağını elinde çevirip Federico’ya baktı “Bir süre önce fanatik ihtilalcı bir grubun lideri hapisten kaçtı. Onun bu civarlarda saklandığını sanıyoruz” diye fısıldadı. Medina gülerek sağ elini masanın üzerine koydu ve “Hapiste elinin ilk boğumlarını bıraktı. Bu yüzden ona şimdi El Mocho diyorlar”.


Yağmur öğleden beri yağıyordu. Penceresinin arızalı pervazından gelen ses Federico’yu uyutmuyordu. Koridora çıktı ve bir sigara yakmak üzere iken şifacının odasından hafif bir mırıltının geldiğini duydu. Mırıltıların şifacıdan gelmediğini biliyordu. Bu sabah onu yakındaki bir kasabaya bir seans için arabasıyla götürmüştü. Federico parmakları ucunda koridor boyunca yürüdü ve çeşitli sesler arasında Elio’nun heyecanlı sesini tanıdı. Önce konuşmalardan bir anlam çıkaramadı ama “dinamit”, “tepelere kurulması teklif edilen baraj” ve “diktatörün gayrı resmi ziyareti” sözleri birkaç kere ortaya atılınca, istemeden de olsa, tedirgin edici bir berraklıkla askeri hükümetin başını öldürme planını duyduğunu anladı.


Federico kalbi şiddetle çarparak duvara yaslandı. Sonra da iki basamağı tırmanıp karanlık odaya girdi. “Elio bu sen misin? Bazı sesler duydum ve merak ettim” dedi. Odada birkaç adam vardı, hızla karanlığa çekildiler. Elio hiç rahatsız olmadı. Federico’yu kolundan tutarak sunağın yanındaki bir iskemlede oturan adama doğru götürdü. “Babacığım, bu kişi sana sözünü ettiğim Misiyu’dur. Ailenin dostudur ve itimat edilebilir” dedi.


Adam yavaşça yerinden kalktı. Soğuk bir güç yansıtan gözlerinde, esmer derisi altından yükselen elmacık kemiklerinde ve kemikli yüzünde ilahi bir şeyler vardı. Adam elini uzatarak “Sizi tanımaktan memnun oldum, ben Lucas Nunez” dedi. Bir an için Federico parçalanmış ele baktı ve sonra eli sıktı. Elin parmaklarının ilk boğumları yoktu. Lucas Nunez “Sana itimat edeceğimizi seziyorum. Elio, bize yardımcı olabileceğini söylüyor” dedi. Federico, heyecanının açığa çıkacağından korkarak gözlerini kapadı ve başını salladı. Lucas Nunez onu diğer adamlara tanıştırdı.


Teker teker elini sıktılar ve geriye çekilip yere yarım daire oluşturarak oturdular. Sunaktaki mumların zayıf ışığı yüzlerini belli belirsiz aydınlatıyordu. Federico, Lucas Nunez’in Venezuela’nın geçmiş ve şimdiki politik durumunu tartışan sakin ve açık yorumlarını dikkatle dinledi. Konuşmasının sonunda Federico “Nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu. Lucas Nunez’in yüzü düşünceli ve üzgün bir görüntüye büründü. Yüzü istenmeyen hatıraların etkisiyle bulutlandı.


Ama sonra gülümsedi ve “Eğer diğerleri uygun görürse arabanla, tepelere bir miktar patlayıcıyı götürebilirsin” dedi. Diğerleri hemen kabul ettiler. Federico, kendisini o kadar kolay kabul etmelerinde, Mercedes Perlata’nın sevgilisi olduğunu bilmelerinin etkisi bulunduğunu hissetti.


Adamların sohbeti gece yarısından sonra, yaralı bir kuşun kanatlarını yavaşça çırpışı gibi, tükenerek sona erdi. Adamların beti benzi atmıştı, bitkin görünüyorlardı. Ona sarıldıklarında Federico’yu bir ürpertti kapladı. Hiç ses çıkarmadan odayı terk edip karanlığa karıştılar. Durumunun şeytani rastlantısı onu afallatmıştı. Lucas Nunez’in son sözleri kulaklarında çınladı “Bu iş için biçilmiş kaftansın. Hiç kimse dağlarda kuşlara tuzak kuran bir Misiyu’dan kuşkulanmaz”.


Federico cipini yolun kenarındaki küçük bir düzlüğe park etti. Hafif bir yağmur tepeleri bürümcük gibi örtmüş, sisli bulutların arasından süzülen ay ışığı çevreye değişken bir parlaklık vermişti. Sessizce o ve Elio iyice sarmalanmış dinamit çubukları ile dolu sandıkları arabadan indirdiler. Elio güven veren bir gülümsemeyle “Malzemeleri kulübeye ben taşıyacağım. Bu kadar endişeli bakma Federico, şafak vaktine kadar köprüyü mayınlarlar”.


Federico onun azman otlarla kaplı patika boyunca tepeden aşağı gölgelere doğru inişini seyretti. Şifacının en sevdiği gül yaprağı gibi kokan vahşi pomarosa meyvesini aramak için Elio ile buraya daha önce birkaç kere gelmişti. Federico ölü bir ağaç kütüğüne oturup elleriyle yüzünü örttü. Medina’ya teslim ettiği en nadir kuşların değerini çok aşan ücretleri alırken hissettiği hafif suçluluk dışında, yapmakta olduğu işin sonuçlarını hep göz ardı etmişti. Şimdiye kadar her şey ona bir romandaki veya bir kurgu filmindeki macera gibi gelmişti. Onun tanıdığı, sevdiği ve ona itimat eden insanlara ihanet etmekle ilgili değildi.


Elio’nun acele etmesini arzuladı. Zira kasabanın kenarında, gizlice park etmiş ve onu uzaktan izleyen Medina’nın cipini görmüştü. Federico, Medina’ya her şeyi söylemişti ve şimdi, pişmanlık duymak için çok geçti. Göğü göz kamaştırıcı bir şimşek aydınlatınca ayağa fırladı. Gök gürültüsü sağır edici bir gümbürtüyle derin vadinin dibinden yankılandı. Aniden yağan güçlü yağmur etrafındaki her şeyin görüntüsünü bulanıklaştırdı. “Ben ne aptalım” diyerek dik yoldan yokuş aşağı koşmaya başladı. Federico, Medina’nın vermiş olduğu sözü tutmayacağından emindi. Şifacı ile oğluna dokunmayacağını vaat etmiş olması sadece onun tüm bildiklerini söylemesini sağlamak içindi.


Federico “Elio!” diye bağırdı ama sesi bir makineli tüfeğin takırtısı ve göğe doğru fırlayan kuşların çığlıkları arasında kayboldu. Kulübeye ulaşması için geçen birkaç dakika ona kâbus gibi geldi. Çarpıcı bir berraklıkla yaşamının vahim bir felakete dönüştüğünü gördü. Düşünmeden Elio’nun hareketsiz ve parçalanmış bedeni üstüne kapaklanarak ağlamaya başladı. Medina’nın ve iki askerin kulübeye girişlerini ne gördü ne de duydu. Medina adamlarından birine bağırıyordu ama sesi uzak bir fısıltı gibi geldi. “Tanrı’nın cezası salak, sana ateş etme demiştim. Bu dinamitle hepimizi havaya uçurabilirdin”. Asker “Birinin karanlıkta koşmakta olduğunu duydum. Bir tuzak olabilirdi. Bu Misiyu’ya itimadım yok” diye kendini savundu. Medina, Federico’nun yüzüne doğru elindeki el fenerini çevirerek “Sandığımdan daha da aptalmışsın. Bunun ne olacağını sanıyordun, bir tiyatro mu?” Ardından askerlere dinamitleri tepeye taşımalarını emretti.


Federico cipini şifacının kapısında öylesine ani bir fren yaparak durdurdu ki, başı ön cama çarptı. Bir an için şaşkın ve anlamaz durumda kapalı kapıya ve kapalı panjurlara baktı. Tahta aralıklardan hiç ışık sızmıyordu ama popüler bir şarkıyı yüksek perdeden çalan radyonun sesi kilometrelerce uzaktan duyulabiliyordu. Federico bahçeyi dolandı ve askeri bir cipin yan sokakta park etmiş olduğunu gördü. “Medina” diye bağırarak avlu boyunca koştu mutfağı geçti ve şifacının odasına girdi. Tükenmiş ve tamamen bitkin durumda yere düştü. Köşedeki sunağın yanında şifacı yerde inleyerek yatıyordu.


Federico “O bu işin içinde değil. Hiçbir şeyden haberi yok” diye bağırdı. Medina başını geriye atarak kahkaha ile güldü. Altın kaplamalı dişleri sunak üzerinde yanmakta olan mumun ışığıyla parladı. “Çifte casus olman için benden çok daha zeki olmalısın. Benim tecrübem var. Kurnaz ve şüpheci olmak yaşamımın can damarlarıdır” dedi ve Federico’nun karnını tekmeledi. “Eğer şifacıyı ikaz etmek isteseydin önce buraya gelmeli ve öldürdüğün oğlan için ağlayarak vakit kaybetmemeliydin”.


İki asker şifacıyı kollarından tutup ayağa kalkması için zorladılar. Yarı kapalı gözü bereli ve şişmişti. Burnu ve dudakları kanıyordu. Serbest kalmak için silkinip Federico’yu görene kadar etrafına bakındı ve “Elio nerde?” diye sordu. “Söyle ona” diyerek güldü Medina; “Elio’yu nasıl öldürdüğünü söyle”. Şifacı, kudurmuş bir hayvan gibi ve son gücünü toplayarak, Medina’yı sunağa doğru itip askerlerden birine doğru dönerek silahına doğru uzandı. Asker tek bir mermi ateşledi.


Şifacı ellerini göğsüne bastırarak ve akan kanı durdurmaya çalışarak yerinde kaldı ve “Günlerinin sonuna kadar sana lanet ediyorum, Federico” dedi. Sesi düştü, sözler bulanıklaştı, nerdeyse duyulmayan bir ilahi söyler gibiydi. Ardından bir bez bebek gibi hafifçe yere yığıldı. Federico, yarı bilinçli halde son bir karar aldı; ölümde ihanet ettiği insanlara kavuşacaktı. Beyni hızla, önce her şeyden sorumlu kişi olan kendisi ile ortağı olan Medina’yı birlikte öldürme kararını aldı. Federico av bıçağını kınından çıkarıp Medina’nın kalbine sapladı. Anında öldürülmeyi bekliyordu ama askerlerden biri onu sadece bacağından vurdu.


Kelepçeli, gözleri bağlı ve ağzında tıkaçla, Federico dışarıya, bir arabaya taşındı. Sabah olup olmadığını merak etti, zira bir papağan sürüsünün gökte uçarken çıkardıkları sesleri duydu. Saatler sonra araba durduğunda Caracas’a vardıklarından emindi. Bir hücreye kondu. İşkencecilerin kendisine isnat ettikleri tüm suçları kabul etti. Söylediği hiçbir şeyin artık onun için önemi kalmamıştı. Yaşamı zaten sona ermişti.


Hücrede kaldığı süre hakkında Federico’nun hiçbir fikri yoktu. Diğer mahkûmlardan farklı olarak günleri, ayları ve yılları saymadı. Onun için her gün aynıydı. Günün birinde serbest bırakıldı. Aşırı heyecan dolu bir sabahtı. İnsanlar sokakta gülüyor, bağırıyor ve heyecandan ağlıyordu. Diktatörlük dönemi sona ermişti.


Federico şehrin eski bir mahallesine taşındı ve yeniden kuşları doldurmaya başladı ama onları tuzağa düşürmek için bir daha tepelere çıkmadı.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön