Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

sekizinci bolum 27


Yağmur mevsimi nerdeyse bitmişti ama hâlâ her öğleden sonra yağmur yağıyordu; Gök gürültüsü ve şimşekle birlikte sel gibi inen bir yağış. Genelde bu tür öğleden sonraları dona Mercedes’in odasında geçiriyordum. O, benim odadaki varlığıma ya şaşkın bakarak veya ilgisiz kalarak, hamağında yatıyordu. Eğer ona bir soru sorarsam bana yanıt veriyordu, eğer sormazsam sessiz kalıyordu.


Camdan dışarı bakarak ve fırtınayı izleyerek “yağmurdan sonra hiç hasta gelmez” dedim. Bir süre sonra fırtına dindi ve sokakları sular basmış halde bıraktı. Üç tane akbaba bitişik çatıya kondular. Kanatlarını açıp çatıda sıçrayarak dolandılar. Sonra da çatının kenarındaki oluğun üstüne çıkıp bulutların arasından görünen güneşe doğru baktılar. Yarı çıplak çocuklar evlerinden çıkıp akbabalara bağırdılar ve onları korkutup kaçırdılar. Ardından çamurlu su birikintilerinde birbirlerini kovaladılar.


Hamağında oturan ve bacak bacak üstüne atmış durumda sessizce ucu kesik terliğine bakan dona Mercedes’e dönerek “Yağmurdan sonra hiç hasta gelmez” diye tekrarladım. İskemlemden kalkarak “Leon Chirino’yu ziyaret etmeyi düşünüyorum” dedim. Hâlâ ayak parmaklarına bakmaya devam eden dona Mercedes “yerinde olsam bunu yapmazdım” dedi. Derin düşünceli bir bakışla bana doğru baktı. Kaşlarını çattı, dudaklarını sırıdı, bir şeyler söylemek istemenin tereddüdü içindeydi. Söz etmeden kalktı, kolumdan tutarak beni çalışma odasına götürdü.


İçeri girince çok hızlı hareket etmeye başladı. Eteği hışırtılı sesler çıkararak bir köşeden diğerine masasının üstünü altına getirerek, cam dolabı karıştırarak ve aynı yerlere tekrar tekrar bakarak arandı. Sonunda “bulamıyorum” dedi. “Ne kaybettin? Belki de yerini biliyorum” dedim. Bir şey söylemek için ağzını açtı ama yerine sunağa dönüp bir mum ve ardından bir puro yaktı. Gözlerini önündeki metal kül tablasına düşen küllerden hiç ayırmıyordu. Puro tükenip bir izmarit olarak kalana kadar aralıksız güçlü nefesler çekmeye devam etti. Sonunda aniden dönüp bana baktı ve yere oturdu. Masanın altına doğru eğildi ve şişelerin arkasından, üzerinde birtakım madalyaların bağlı bulunduğu uzun bir altın zincir çıkardı.


“Ne yapmak..” diye söze başlamıştım ki, zinciri havaya fırlattığı geceyi hatırlayarak cümlemin yarısında aniden durdum. “Bu madalyaları tekrar gördüğünde Caracas’a geri döneceksin” demişti. Madalyalı zincirin geri düştüğünü görmemiştim. Bu olayın bir hile mi içerdiği veya sadece benim çok yorgun olmamla ilgili olduğu konusunu hiç açıklığa kavuşturmamıştım. Madalyaları o günden beri hiç görmemiş olduğumdan, bu olayı tamamen unutmuştum.


Mercedes Peralta ayağa kalktığında sırıtıyordu. Zinciri boynuma taktı ve “bunların ne kadar ağır olduklarını hisset. Tamamen saf altındandırlar” dedi. Madalya demetini elimde tartarak “gerçekten da ağırlar” dedim. Düzgün ve parlak, madalyaların Venezuela altınına has zengin portakal sarısı renkleri vardı. Boyları küçük çeyrek altın boyundan tam altın paraların boylarına kadar değişiyordu. Hepsinde dini simgeler yoktu. İspanyol istilasından kalmış olan bazılarında Kızılderiliye benzeyen yüzler görülüyordu.


“Bunlar ne işe yarar?” diye sordum. Dona Mercedes “teşhis etmeye, şifa vermeye, onlarla ne yapmak istersem o işe yararlar” dedi. Derin bir iç çekerek masanın yanındaki iskemleye oturdu. Zincir hâlâ boynuma takılı olarak karşısında durdum. Zinciri nereye koymamı istediğini soracaktım ki derin bir hüzün duygusu beni sessiz bıraktı. Gözlerine baktığımda, onlardan da sınırsız bir hüzün ve özlem yayılıyordu.


“Şimdi tecrübeli bir medyumsun ama buradaki zamanın sona erdi” diye mırıldandı. Bir haftadan beri atasının ruhunu çağırmaya çalışmıştık ama ilahilerimin etkisi bitmiş gibiydi. Daha önce her gece tek başıma aylar boyunca yaptığım halde, hayaletin görünmesini başaramamıştık. Dona Mercedes kulağa meşum gelen çınlayan bir kahkaha attı ve “hayalet bize, senin hareket etme zamanının geldiğini söylüyor. Buraya gelmene neden olan amacı başardın. O amaç da benim için şans çarkını hareket ettirmekti. Leon Chirino’nun arabasından seni meydanda gördüğüm gece şans çarkını senin için harekete geçirdim. Senin buraya gelmeni o belirgin anda istemiştim. Eğer ben öyle yapmamış olsaydım, seni kapıma kim göndermiş olursa olsun, beni bulamayacaktın. Gördüğün gibi, ben de cadı gölgemi kullanarak senin için bir bağ kurdum.”


Dağılmış olan kavanozları, kutuları, mumları ve masa üzerindeki küçük nesneleri kolları arasında biriktirerek dikkatle iskemlesinden kalktı. Çenesiyle cam dolabı işaret ederek “yardım et” dedi. Tüm nesneleri dolaba düzgün bir şekilde yerleştirdikten sonra sunağa dönüp devrilmiş olan aziz heykellerini düzelttim. Dona Mercedes hafif bir sesle “bir parçam daima seninle birlikte olacaktır. Nereye gidersen, ne yaparsan görünmez olan ruhum daima orada olacaktır. Kader görünmez bağlarını örüp ikimizi birbirine bağladı” dedi. Bana elveda dediği düşüncesi gözlerime yaşlar getirdi. Bir uyanış gibi beni çarpan gerçek, onu kolaylıkla bir büyüğüm olarak kabullenmiş ve hesapsızca sevmiş olduğumdur.


Duygularımı ifade etmeme vakit kalmadı, zira o anda yaşlı bir kadın odadan içeri girdi. Ellerini buruşuk göğsünün üstüne koyarak “Dona Mercedes Clara’ya yardım etmen lâzım. Yine bir havale geçiriyor. Buraya getirmeme imkân yok, çünkü yatağında ölü gibi yatıyor” diye seslendi. Kadın hızla ve ağzının kenarından konuşuyordu. Şifacıya doğru yaklaşırken sesi tizleşerek “Ne yapacağımı şaşırdım. Doktor çağırmanın faydası yok, çünkü karabasan geçirdiğini biliyorum” dedi. Durup haç çıkardı ve etrafına bakınca beni keşfetti. Pişman olmuş bir edayla “bir hasta ile birlikte olduğunu bilmiyordum” diye mırıldandı.


Dona Mercedes onu bir iskemleye oturtarak rahatlattı. “Dert etme Emilia, Misuya bir hastam değil, yardımcımdır” diye açıkladı ve beni mutfağa yollayıp sepetini getirmemi istedi. Dışarı adımı atınca dona Mercedes’in Emilia’ya, teyzelerin gelip Clara’yı ziyaret edip etmediklerini sorduğunu duydum. Kadının yanıtını duyabilmek için perdeyi kapatmakta yavaş davrandım. Emilia “nihayet bu sabah terk ettiler” dedi. Yaklaşık bir haftadan beri buradaydılar. Buraya geri dönmek istiyorlar. Luisito da geldi. Her zaman olduğu gibi Clara’yı Caracas’a geri götürmek istiyor. Bu bilgilerin ne anlama geldiklerini bilmeme imkân olmasa da, dona Mercedes’in ev halkını tedavinin bir öğesi yapmayı gerekli bulduğunu biliyordum. Zira Candelaria’yı eczaneye gönderip “Altın yağmur”, “gümüş yağmur” ve “güçlü el” ilaçlarından birer şişe satın almasını istedi. Bu çiçek özleri suyla karıştırılıp hem büyülenmiş olan evin, hem de büyünün etkisi altında bulunanın yıkanmaları için kullanılırdı. Bu görevler büyülenmiş olan kişi tarafından yapılması gerekliydi.


****====****


Bir zamanlar şeker kamışı tarlası olan kasabanın güneyindeki ova ile hafif eğimli araziyi sevimsiz kutu şeklindeki evlerle endüstri merkezleri işgal etmişti. Onların arasında, geçmişten bir kalıntı gibi, bir meyve bahçesi içinde büyük pembe bir ev olan “hacienda El Rincon” kalmıştı. Uzunca bir süre, dona Mercedes ile birlikte bu eve, kapalı kapıları ve pencerelerine, dökülen sıvalarına baka kalmıştık. İçerden tek ses gelmiyordu ve ağaçlarda tek yaprak kımıldamıyordu. Evin giriş kapısına doğru yürüdük. Caddenin trafik gürültüsü, binayı çevreleyen harap duvarlar ile meyve ağaçları tarafından kesilmişti. Yüksek ağaçlar güneş ışığına da engel oluyorlardı.


Sihirli sessizlikten ve geniş yürüme yoluna düşmüş olan öğleden sonrası gölgelerden etkilenerek “Emila’nın dönmüş olduğunu sanıyor musun?” diye fısıldadım. Dona Mercedes yanıt vermeden kapıyı itip açtı. Çürüme kokan bir hava esintisi yerdeki ölmüş yaprakları etrafa saçtı. Gölgeli ve rutubetli iç avluyu çevreleyen koridor boyunca yürüdük. Avludaki tombul bir melek heykelinin elleri arasında dengede duran bir tabaktan su damlıyordu.


Bir köşeyi dönüp diğer bir koridor boyunca sayısız odanın yanından geçtik. Yarı açık kapılardan odalara gelişi güzel fırlatılmış eşyalar ve nesneler göze çarpıyordu. Üzerleri çarşaflarla örtülü koltuklar, kıvrılmış halılar ve heykeller görebiliyordum. Duvarlara eğik şekilde yaslanmış aynalar, tablolar ve portreler sanki yeniden yerlerine asılmayı bekliyorlardı. Bu karmaşık durumdan en ufak bir rahatsızlık duymayan dona Mercedes’e evin haliyle ilgili yorum yaptığımda omuzlarını silkmekle yetindi. Evi iyi tanıyan birinin güvenli haliyle yarı aydınlık bir yatak odasına girdi. Odanın ortasında üzeri ince tülden bir cibinlik ile örtülü maun bir karyola duruyordu. Pencereler koyu, ağır perdelerle, giyim masanın aynası siyah bir kumaşla örtülüydü. Balmumu, tütsü ve kutsal su kokusu bana kilise havasını hatırlattı.


Her yer gelişi güzel dizilmiş kitapla kaplıydı. Yatağın üzerinde, iki koltukta, yerde, giyim masasında, hatta bir lazımlığın üzerinde dahi kitaplar vardı. Mercedes Peralta yatağın yanındaki gece masasının üzerindeki ışığı açtı. Cibinliği kenara iterek yavaşça “Clara” diye seslendi. Bir çocuk görmeyi beklerken, ileri yirmi yaşlarında ve başı yatağın arkalığına dayalı durumda, bir bez bebek gibi yatağa serilmiş bir genç kadına şaşkın ve çenem düşmüş olarak bakakaldım. Şehvetli vücudunu ejderha şekli işlenmiş ipekli sabahlığı ancak örtüyordu. Darmadağın görüntüsüne rağmen müthiş bir güzelliği vardı. Çıkık elmacık kemikleri, çekik gözleri, dolgun dudakları ve parlayan esmer bir cildi vardı.


Dona Mercedes hafifçe omzunu sallayarak “Negrita, Clarita” diye seslendi. Genç kadın bir kâbustan uyanır gibi büyümüş göz kapaklarıyla hafifçe gözlerini açtı ve anında tekrar kapadı. Gözlerinden yaşlar aktı ama yüzünde herhangi bir ifade yoktu. Dona Mercedes kitapları yere iterek sepetini yatağın ayakucuna koydu ve içinden bir mendil çıkarıp, tercihli ilacı olan amonyak ile gül suyu karışımını üzerine serpti. Islak mendili genç kadının burnuna tuttu.


Dona Mercedes’in ruhsal iğne dediği karışım genç kadına pek etki etmedi, sadece biraz yatağında kımıldamasına neden oldu. Kadın yorgun ve mızmız bir sesle “neden huzur içinde ölemiyorum?” diye sordu. Dona Mercedes sepetini karıştırarak “saçmalama Clara. Eğer bir insan ölmeğe hazırsa o kişinin sonsuz yolculuğa hazırlanmasına seve seve yardım ederim. Bazı hastalıklar bedenin ölümüne neden olur, ama senin ölme vaktin henüz gelmedi” .


Dona Mercedes aradığını bulunca ayağa kalktı, beni yanına çağırıp kulağıma eğildi ve “onunla kal, birazdan gelirim” diye fısıldadı. Tedirgin durumda odayı terk etmesini izledim ve dikkatimi yatağa çevirerek genç kadının yüzündeki ölü sabitliğini izledim. Nefes bile almıyor gibiydi fakat benim onu dikkatle izlediğimin farkında olmalıydı, çünkü zayıf ışıktan etkilenmiş gibi, göz kapaklarını kırpıştırarak gözlerini hafifçe araladı. Gece masasının üzerindeki fırçaya uzanarak “benim için saçlarıma örgü yapar mısın?” diye sordu. Gülümseyerek fırçayı aldım ve saçlarını düzgün hale getirmek için defalarca fırçaladım. Saçları dona Mercedes’in ve Candelaria’nın saçları gibi biberiye kokuyordu.


“Tek bir kalın örgüye ne dersin?” diye sordum. Clara yanıt vermedi. Dalgın bakışlarını karşı duvarda bir haç şeklinde örülmüş palmiye yaprakları arasında duran oval çerçeveli fotoğraflara sabitledi. Acı ile buruşmuş yüzünü bana doğru çevirdi, kolları ve bacakları şiddetle titremeye başladı. Nefes almakta zorlanırken yüzü karardı ve kendini yatağın arkalığından ayırmaya çalıştı. Kapıya doğru koştum ama onu odada tek başına bırakmak istemediğimden, odadan dışarı çıkmaya cesaret edemedim. Dona Mercedes’e seslendim ama hiç yanıt gelmedi.


Temiz havanın Clara’ya iyi geleceği düşüncesiyle pencereye gidip perdeyi açtım. Dışarıda varlığını sürdüren zayıf günışığı meyve ağaçlarının yapraklarını rengârenk titreştiriyor ve odanın gölgelerini kovuyordu. Fakat pencereden gelen hafif esinti Clara’yı daha da kötü etti. Nefes almakta zorlanarak göğsü inip kalktı ve sonunda yatağa yığıldı. Bir sara nöbeti geçirdiği düşüncesiyle, dilini ısırmasın diye fırçanın sapını çarpışan dişlerinin arasına sokmaya çalıştım. Bu davranışım onu dehşet içine soktu. Gözleri daha da büyüdü. Tırnaklarının rengi koyu kırmızıya döndü ve kalp atışlarının delice hızlanmasıyla ense damarları şişti.


Çaresizlik içinde boynumda hâlâ durmakta olan altın madalyalı zinciri çıkardım ve Clara’nın gözleri önünde ileri geri sallamaya başladım. Belirli bir düşünce veya fikirle hareket etmemiştim. Tamamen otomatik bir tepkiydi bu. Dona Mercedes’ten daha önce duymuş olduğum gibi “Negrita, Clarita” diye seslendim. Clara zorlanarak elini kaldırmaya çalıştı. Zinciri ulaşabileceği mesafeye yaklaştırdım. Hafifçe inleyerek zinciri göğüslerine bastırdı. Sihirli bir kaynaktan güç emiyormuş gibi, boynunun şiş damarları söndü, nefesi ve gözbebekleri normale döndü. Gözbebeklerinin renginin siyah olmayıp açık kahverengi hatta kehribar renginde olduklarını fark ettim. Dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi, gözlerini kapadı ve zinciri bırakarak yatağa yan dönerek uzandı.


Dona Mercedes odaya öyle hızlı girdi ki, odadaki gölgelerin yardımıyla aniden peydahlanmış gibi yatağın ayakucunda belirdi. İçinde sert kokan bir sıvının bulunduğu alüminyum bir kabı elleri arasında ve bir tomar gazeteyi koltuğunun altında sıkıca tutuyordu. Dudaklarını sıkarak sessiz kalmam için işaret etti. Ardından elindeki kabı gece masasının üstüne koydu ve gazeteleri yere serdi. Yatağın üstündeki altın zinciri aldı ve gülümseyerek boynuna taktı.


Bir mum yaktı ve dua mırıldanarak sepetinin içini karıştırmaya başladı. Sepetten yapraklara sarılı siyah bir hamur yumağı çıkarıp avuçları arasında bir top haline getirdi ve alüminyum kabın içine attı. Hamur hışırtı çıkararak süratle sıvıda çözüldü. Parmağıyla sıvıyı karıştırdı ve tattıktan sonra kabı Clara’nın dudaklarına uzatıp “hepsini iç” diye emretti. Dona Mercedes Clara’nın sıvıyı yudumlayarak içişini yüzünde kayıtsız bir ifade ile izledi. Clara belli belirsiz gülümsedi. Ardından sert bir kahkaha atarak tek bir sözünü dahi anlayamadığım dehşet dolu bir gevezeliğe girişti. Bu da bitince kendini yatağa sırtüstü atarak özür ve af dilemeye başladı.


Bu heyecanlı çıkışlardan zerre kadar etkilenmeyen dona Mercedes, Clara’nın üzerine eğildi ve parmakları eşit daireler çizerek gözlerinin etrafını ovaladı. Şakaklarına doğru devam etti ve bir maskeyi aşağı doğru çeker gibi yüzüne masaj yaptı. Ustaca Clara’yı yatağın kenarına yuvarladı ve başı gazetelerin tam üstünde olduğundan emin olunca sırtına bastırıp kusmasını sağladı. Başını onaylayan bir hareketle sallayan dona Mercedes, yerdeki siyah kusmuğu inceledi, gazetelere sarıp paketi sicimle bağladı.


“Şimdi bu pisliği dışarıya gömmeliyiz” diyerek Clara’yı hızlı bir hareketle yataktan kaldırdı. Nazikçe ağzını sildi ve sabahlığının kemerini sıktı. Bana doğru dönen dona Mercedes “Musiuya, Clara’nın diğer kolunu tut” dedi. Aramızda genç kadınla birlikte koridor boyunca yürüyüp avluya ve geniş beton merdivenlerden inerek meyve ağaçlarının bulunduğu bahçeye yöneldik. Orada, dona Mercedes bana kazdırdığı derin çukura paketi gömdü. Taş merdivenlere oturmuş olan Clara ilgisiz bir şekilde bizleri izledi.


Clara peşpeşe altı gün çok az yedi. Her öğleden_sonra, tam saat altıda dona Mercedes’i El Ricon’a arabamla götürdüm. Clara’yı tamamen aynı tarzda şifa verdi. Her şifa seansının sonunda gazete kâğıdına sarılı paket, bir meyve ağacının dibine gömüldü. Altıncı günün sonunda Clara, ne kadar gayret etse de kusamadı. Buna rağmen, dona Mercedes boş gazete paketini ona gömdürdü.


Eve dönerken “Şimdi iyileşti mi? Seanslar sona erdi mi?” diye sordum. “Her iki soruya da henüz değil. Yarından itibaren her gün, tedavinin bir parçası olarak, Clara’yı ziyaret edeceksin” dedi ve “sana konuşmasını sağla. Ona çok faydalı olacaktır”. Biraz düşündükten sonra “sana da çok faydası dokunacaktır” diye ekledi.


****====****


Elinde elbiseler ve bir ayakkabı kutusu tutan Clara aceleyle banyoya doğru, koridor boyunca ilerledi. Her şeyi yere bıraktı ve gece kıyafetini çıkararak hayranlıkla aynalı duvarlarda kendini izledi. Henüz ufak olan göğüslerinin bir gecede büyüyüp büyümediklerini görmek için aynaya yaklaştı. Tatmin olmuş bir gülümseme ile eğilip yeni beliren tüylerini saydı. Hafiften bir şarkı mırıldanarak istiridye şeklindeki küvetin sıcak ve soğuk su musluklarını açtı. Ardından mermer kaplı giyim masasına gidip, üzerinde dizili duran şişeleri dikkatle inceledi. Banyo için hangi tuzu veya sıvı sabunu kullanacağına karar veremeyince hepsinden az miktarda suya döktü. Bir süre bekleyip köpüren sabun baloncuklarını izledi.


Piritu’da ne kadar da farklı idi. Su dereden veya yeni konmuş olan yol kenarı çeşmesinden tenekelere doldurulup tepelere taşınması gerekiyordu. El Ricon’a geleli sadece bir yıl olmuştu ama ona sanki tüm yaşamı bu eski ve büyük evde geçmiş gibi geliyordu. Piritu’daki yaşamını unutmak için şuurlu bir gayret göstermemişti. Fakat anıları, bir rüyanın görüntüleri gibi silinmeye başlamıştı. Gecekondudaki son gününden belleğinde geriye kalmış olan anneannesinin yüzü ve onun toprak zemin üstünde sallanan iskemlesinin gıcırtısıydı.


Yüzü her zamankinden daha yaşlı ve yorgun görünen anneannesi “artık hemen hemen yetişkin bir insan oldun, Negra” demişti. Dünyada sahip olduğu tek insanın öleceğini o anda anlamıştı. Genç kızın durumu sezişini fark eden anneanne “İleri yaş bunu yapar” demiş ve “beden ölmeye hazır olunca insanın yapabileceği tek şey sırtüstü yatıp gözleri kapamaktır. Bu sallanan iskemleyi bir tabuta karşılık ve gecekonduyu da bir Hıristiyan cenazesi yapılsın diye şimdiden verdim” diye eklemişti.


“Fakat anneanne…”


“Sus çocuğum” diye yaşlı kadın sözünü kesti. Gömlek cebinden bir mendil çıkardı, düğümünü açtı ve acil bir durumda kullanılmak üzere sakladığı paraları saydı. “Bunlar seni El Ricon’a götürmeye yeter” dedi. Elleriyle çocuğun yüzünü okşadı ve uzun saçlarını örgü haline getirdi. “Babanın kim olduğunu kimse bilmiyor. Ama annen, yani kızım, don Luis’in gayrimeşru kızıdır. Sen doğduktan hemen sonra servet aramak için Caracas’a gitti; ama servet aranmayı gerektirmez”. Sesi azaldı ve düşünceleri onu ötelere taşıdığından sustu. Uzun bir sessizlikten sonra “Eminim ki don Luis seni torunu olarak tanıyacaktır. Kendisi El Ricon’un sahibi olup yaşlı ve yalnız bir adamdır” dedi. Çocuğun ellerini ellerine aldı, buruşuk yanağına sürüp sağ avuncundaki yaprak şeklindeki siğili öptü ve “bunu ona göster” dedi.


Siyah İsa heykeli önünde yanan mumun ışığı bulanıklaştı. Genç kız, bakışlarını köşede duran basit yatağın, sepette birikmiş olan kolalı ve ütüsüz gömleklerin ve anneannesini gezdirdiği duvara dayalı tekerlekli el arabasının üstünde gezdirdi. Son bir kere yaşlı kadına baktı. Sallanan iskemlesine oturmuş, yüzünde ölümün çöküntüsüyle uzaklara doğru boş gözlerle bakıyordu.


Otobüs şoförü kendisini El Ricon’u çevreleyen duvara gömülü, kavisli giriş kapısına bıraktığında akşam olmak üzereydi. Kademeli arazide yetişen eşit aralıklı meyve ağaçları arasından tepeye doğru yürüdü. Yarı yolda aniden durdu ve hareketsiz kaldı. Tüm dikkatini beyaz çiçeklerle kaplı küçük bir ağaç çekmişti. Bir ses “Bu bir elma ağacı” dedi ve ardından “Ya sen kimsin? Nerden geliyorsun?” diye sordu. Genç kız bir an için elma ağacının konuştuğu kanısına kapıldıysa da yanında duran yaşlı adamın farkına vardı. Elini selamlaşmak için uzatarak “elma ağacından düştüm” dedi.


Bu resmi hareketten şaşıran adam kızın eline baktı. Eli sıkacağı yerde avucu yukarı dönük durumda elinde tuttu. Başparmağını yaprak şeklindeki siğil üzerinde gezdirerek “tuhaf” dedi ve “kimsin sen?” diye yeniden sordu. Ümitlenerek “sanırım senin torununum” dedi. Yaşlı adama ani bir yakınlık duymuştu.


Adam çelimsiz görünüşlüydü. Gümüşi beyaz saçları esmer teni ile belirgin bir tezat oluşturuyordu. Burnu ile ağzının iki kenarı arasında iki derin çizgi oluşmuştu. Genç kız bu çizgilerin dertlerden ve ağır çalışma şartlarından mı, yoksa fazla gülümsemekten mi oluştuklarını merak etti. Yaşlı adam kızın avucundaki yaprak şeklindeki siğili ovuşturarak “seni buraya kim gönderdi?” diye sordu.


“Anneannem, Piritu’lu Eliza Gomez. Burada çalışmıştı. Dün sabah vefat etti”.


Geniş kehribar rengi gözleri, ince burnu, dolgun dudakları ve kararlı çenesini inceleyen yaşlı adam “Peki, adın ne?” diye sormaya devam etti. “Bana La Negra derler…” dedi ama inceleyen bakışlar onu duraklattı. Yaşlı adam “La Negra Clara, benim anneannemin adıydı. Senin kadar koyu tenliydi”.


Sözlerini hafifletmek için kızı elma ağacının etrafında dolaştırdı. “Bunu bir Avrupa gezisinden getirdiğimde bir maydanoz fidanı kadardı. İnsanlar bu ağacın tropikal iklimde büyümeyeceğini söyleyip bana güldüler. Şimdi yaşlandı. Çok uzamadı ve hiç meyve vermedi ama arada bir böyle beyaza bürünür”. Özlemle ağacın nazik çiçeklerine baktı. Ardından çocuğun meraklı yüzüne baktı ve “Elma ağacından düşmüş olman uygun oldu. Böylece bu hediyeyi her zaman önemseyeceğim” dedi.


****====****


Emilia’nın sesi onu hayallerinden kopardı. Başını kapıdan uzatan Emilia “Negraaa, acele et kızım, yoldan gelen bir araba sesi duydum” diye selendi. Aceleyle Clara banyodan çıktı, kurulandı ve yarı ıslak durumda en beğendiği elbiseyi giydi. Sarı elbisesinin yakasında, kol yenlerinde ve belinde papatya motifleri işliydi. Aynaya baktı ve güldü. Sarı elbise onu olduğundan daha da koyu tenli gösterse de ondan hoşlanıyordu. Yeğeni Lusito’nun da bu elbiseyi beğeneceğinden şüphesi yoktu. Yazı El Ricon’da geçirmek için geliyordu. Onu hiç görmemişti. Geçen yaz ailesi onu Avrupa’ya götürmüşlerdi.


Bir araba sesini duyunca, Clara koridor boyunca koşarak oturma odasına girdi ve açık pencereden parlak siyah büyük bir arabanın bahçeden içeri girdiğini gördü. Üniformalı bir şoförün ve beyaz kıyafetli iri bir kadının arabadan indiğini hayretle izledi. Ciddi tavırlarla arabadan kutular, bavullar, sepetler ve kuş kafesleri indirdiler. Dışarıya koşan Emilia’nın yardım teklifini küçümseyerek eşyaları sessizce içeri taşıdılar. Onlar işlerini bitirmeden yoldan yüksek bir korna sesi duyuldu. Ardından birinci araba kadar iri, siyah ve parlak ikinci bir araba içeri girdi.


Bej bir kıyafet giymiş, başında panama şapkası ve yeni oldukları belli olan ve ses çıkaran parlak çizmeleri için sokulmuş pantolonu ile kısa boylu şişman bir adam arabanın şoför koltuğundan indi. Clara onun dedesinin damadı ve hükümette çok önemli bir kişi olan Raul olduğunu biliyordu. Raul “Don Luis, kızlarını, üç güzeli getirdim” diye bağırdı. Nerdeyse yeri süpüren şapkasıyla eğilip derin bir selam verdi ve elini uzatıp üç kadının arabadan çıkmasına yardım etti. Bunlar, ikiz olan Maria del Rosario ve Maria del Carmen ile Raul’un karısı olan genç kız kardeş Maria Magdalena idiler.


Raul arabanın ön kapısını açarak “Luisito, sana onlarla yardım…” derken Clara gerisini dinlemeden arabaya doğru koştu. “Luisito, senin gelmeni bekli…” derken yarıda durdu. İki koltuk değneğine dayanan çocuğa baktı ve şaşkın halde “bir kaza geçirmiş olduğunu bilmiyordum” dedi. Çocuk ters bir bakış atarak “kaza geçirmedim” dedi. Bedeni zayıf ve çelimsiz olmasına karşın sesi gür çıkıyordu. Doğal bir ifadeyle “çocuk felci geçirdim” dedi ve Clara’nın anlamayan bakışlarını fark edince “ben sakatım” diye açıkladı. Clara biraz şakacı fakat durumu kabul eden sakin bir tavırla “sakat olduğunu bana kimse dememişti” dedi.


Luisito küçük beyaz elleriyle, renksiz fakat narin yüzünü çevreleyen koyu renkli saçlarıyla dünya dışından gelmiş bir varlık gibiydi. Clara’ya elma ağacının çiçeklerini hatırlatıyordu. Clara Lusito’nun kendisinden bir yaş büyük, onüç yaşında olduğunu biliyordu. Fakat görünüşü yedi veya sekiz olduğunu düşündürüyordu. Clara’nın düşüncelerini okumuş ve bir gülüşü bastırır gibi Luisito’nun dudakları büzülüp seğirdi.


Clara omuz silkti ve eğilerek “Oh Luisito. Bir meleğe benziyorsun” diyerek yanağından öptü. İkizlerden biri Emilia’ya dönerek “O kim? Mutfakta sana yardım edecek birini mi buldun? Senin akraban mı?” diye sordu. Clara teyze ile Emilia arasına girerek “ben Clara’yım. La Negra Clara, senin yeğenin”. Teyze Clara’yı kolundan tutup sallayarak “benim neyim?” diye bağırdı.


Oğlan “Negrita, Clarita” diye bağırarak tek değneğin yardımıyla yanına koştu. Teyzesine dönerek “Maria del Rosario teyze duymadın mı? O benim yeğenim”. Teyzelerinin ve anne ile babasının şaşkın bakışları altından Clara’yı çekerek “Hadi, dedemin ne yaptığını bulalım” dedi. Daha Clara dedesinin kasabada olduğunu açıklayamadan Luisito evin arkasındaki meyveliğe doğru giden çakıl yola koyuldu. Koltuk değneklerini öyle hızlı ve ustaca hareket ettiriyordu ki Clara özürlü bir insandan çok, bir maymunu izlediğini düşündü.


Maria del Rosario Luisito’nun peşinden “Luisito, uzun ve yorucu yolculuktan sonra dinlenmen gerekir. Dışarıda durmak için fazla sıcak” diye seslendi. Raul üç kadını evin içine doğru yönlendirerek “onu rahat bırak. Temiz hava ona iyi gelecektir” dedi. Luisito kendini duvarın yanındaki mango ağacının gölgesinde yere bırakarak “Büyükbaba nerde?” diye sordu. Clara onun yanına oturarak “kasabada” dedi. Her zaman yaptığı gibi dedesi ile birlikte kasabaya gitmemiş olmasından dolayı mutluydu.


Dedesiyle birlikte berbere, hiç içmediği ilaçları satın aldığı eczaneye ve bir bardak kanyak içip domino oynadığı bara gitmekten hoşlanıyordu. Fakat bugün, Luisito’nun gelişini hayatta hiçbir şeye değişmezdi.


“Gel büyükbabaya sürpriz yapalım. Gelişinin öğleden sonra geç saatlerde olacağını sanıyordu. Hiç kimseye haber vermeden kasabaya gidelim”. Luisito koltuk değneklerini uzağa itip başını öne eğdi ve “O kadar uzağa yürüyemem” dedi. Clara alt dudağını emerek kararlı bir tarzda “başarırız. Seni el arabasında iterim.” İtiraz etmesin diye parmağını Luisito’nun dudağına koyarak “Bunda ustayım. Yapacağın tek şey el arabasının içine kayıp oturmaktır” dedi. Duvardaki kavisli kapı girişini işaret ederek “seninle orda buluşuruz” dedi. Ona itiraz etme fırsatını vermeden bahçenin ilerisindeki aletlerin bulunduğu kulübeye koştu.


Luisito’nun el arabasına oturmasına yardım eden Clara “gördün mü ne kadar da kolay. Bizim nerde olduğumuzu kimse bilmeyecek” dedi. Koltuk değneklerini kucağına verdi ve onu fabrikalarla boş arazilerin kenarından yeni yapılmış geniş yol boyunca itti. Derin bir iç çekişle el arabasını aniden durdurdu. Uzakta görünen manzara sıcağın etkisiyle dalgalanıyordu. Parıldayan ışık gözlerini acıtıyordu. Anneannesi, ufak tefek ve zayıf olmasına rağmen Luisito’dan kesinlikle daha ağırdı. Buna rağmen onu itmek için şimdiki kadar zorlandığını hiç hatırlamıyordu.


Yüzündeki terleri ve tozu elinin tersiyle silerek “Bu yoldan kasabaya gitmek çok zaman alacak” dedi. El arabasını son yağmurun etkisiyle yabani otların kapladığı boş bir tarlaya sürerek “sıkı tutun Luisito” diye bağırdı. Çocuk gülerek “sen bir dahisin. Bu her şeyden daha zevkli. Beni çok mutlu ettin. İnsanları sağlıklı yapan mutluluktur. Bunu biliyorum çünkü ben bir sakatım”.


Koltuk değneklerinden birini göğe doğrultarak heyecanla “bak Clara, şu akbabalara bak. Ne kadar güçlü ve özgürler” dedi ve Clara’nın kolunu tutarak “Şunlara bak, siyah kanatlarına, kuyruklarının altında gerili ayaklarına, gagalarından damlayan kana bak. Eminim ki onlar da çok mutludur” diye ekledi. Clara “mezbaha ötede” diye açıkladı. Luisito mezbahanın yan tarafında siyah gölgeler gibi yere konmuş olan akbabaları işaret ederek “beni onların yanına it” dedi ve ardından “hızlı, daha hızlı” diye bağırdı.


Akbabalar öteye sıçradılar, sonra da tembelce havalanıp gittikçe daralan daireler çizdikten sonra biraz ileriye yeniden kondular. Luisito’nun kızarmış yüzünü ve heyecanla parlayan gözlerini görünce, Clara onu mutlu ettiğini anladı. Bir an dikkati dağıldı ve düzensiz tarlada el arabasını iri bir taşın etrafından dolandırmayı başaramadı. Luisito ileri doğru fırlayıp yüksek otların arasına düştü. Ölü gibi öylece hareketsiz kaldı. Clara heyecanla yanına çömelerek “Luisito” diye seslendi. Yanıt gelmedi. Dikkatle onu çevirdi. Anlından kan damlıyordu ve dikenler yanığını çizmişti.


Luisito gözlerini titreterek açtı. Gözleri şaşkınlıktan irileşmiş halde Clara’ya baktı. Clara “yaralandın” dedi ve Luisito’nun elini yaralı anlına bastırdı ve kana bulaşmış parmaklarını kendisine gösterdi. Luisito’nun mutlu ve kendiyle barışık hali Clara’yı güldürdü. Clara “bakalım başka bir yerinden yaralandın mı? Bacağın ne durumda?” diye sordu. Luisito yere oturdu ve pantolonunun paçasını çekerek “protezler sağlam. Eğer bükülürlerse babam onları düzeltmeyi biliyor” dedi. “Fakat, bacağın nasıl? İyi durumda mı?” diye Clara ısrarla sordu. Luisito hüzünle başını salladı, pantolonunu geri iterek “hiçbir zaman iyi olmayacak” dedi.


Clara’ya çocuk felcinin ne olduğunu anlattı. “Birçok doktora gittim. Babam beni Amerika’ya ve Avrupa’ya götürdü ama ben hep özürlü kalacağım” dedi. Özürlü sözünü defalarca ve o kadar yüksek sesle bağırdı ki sonunda öksürüğe boğuldu. Calara’ya mahzun bakarak “seninle istediğin her yere gideceğim. Benim gerçekten yeğenim misin?”. Clara “senin yeğenin olmam için çok koyu olduğumu mu düşünüyorsun?” diye sordu. Düşünceli bir tarzda “Hayır ama yeğenim olmak için çok iyisin. Benim alay etmeyen, acımayla ve küçümsemeyle bakmayan tek kişisin”.


Cebinden beyaz bir mendil çıkardı, üçgen haline getirdi, yuvarlayıp anlına bağladı. Mutlulukla “bu hayatımın en mükemmel yazı olacak. Hadi gel kuzenim, büyükbabayı bulalım” dedi.


****====****


Yemek odasının kapısını açmadan, Clara birkaç saç telini kulağının arkasına itti. Caracas’tan teyzeleri geldiğinden beri dedesiyle birlikte mutfakta kahvaltı etmiyordu. Maria del Rosario masanın uzak ucunda oturmuş önündeki vazoda duran çiçeklere şekil vermek için, sabırsız hareketlerle onları kurcalıyordu. Maria del Carmen başı dua kitabına gömülmüş durumda yanında sakince oturuyordu. Luisito’nun ebeveynleri El Rincon’da sadece birkaç gün kalmış, ardından Avrupa’ya gitmişlerdi.


Clara uzun maun masada Luisito’nun yanına oturarak “günaydın” diye mırıldandı. Don Luis tabağından başını kaldırarak ona hınzırca göz kırptı. İkizleri kızdırmak amacıyla ekmeğini kahvesine batırıp gürültüyle emdi. İkizler kiliseye gitmeden önce herhangi bir şey yemiyorlardı. Clara sıcak çukulata fincanının üzerinden ikizlerin onaylamayan yüzlerine bir göz attı. İkizlerin, oturma odasının duvarında asılı olan tabloda görülen iki genç ve güzel kızla hiçbir benzerlikleri kalmamıştı. Renksiz yüzleri, çökük yanakları ve topuz haline getirdikleri siyah saçlarıyla, ona okulda din dersi veren rahibeleri anımsatıyorlardı. İkisinden Maria del Rosario en zor olanıydı. Clara onun yanında tedirgin ve huzursuz hissediyordu.


Maria del Rosario uykusuz insanların sabırsız ve telaşlı bakışlarına sahipti. Daima tenkit için izleyen gözler. Sadece kendi istediği olduğunda tatlı ve uysal davranıyordu. Buna karşılık, Maria del Carmen’in varlığı belli bile olmuyordu. Gözkapaklarında sanki nesillerin yorgunluğu vardı. Sessiz yürüyor ve o derece hafif sesle konuşuyordu ki, sadece dudakları kıpırdıyor hissini veriyordu.


Clara’nın düşüncelerini Maria del Rosario’nın keskin sesi böldü. “Clara, bu Pazar sabahı Luisito’yu seninle birlikte kilise ayinine gelmesi için ikna eder misin?”. Sesi sanki kendi isteğinin dışında çocukla konuşuyormuş kanısını uyandırıyordu. Luisito “hayır, etmeyecek. Biz akşam üstü Emilia ile birlikte gideceğiz” diye onun yerine yanıtladı. Clara gülümsemesini gizlemek için ağzına bir kızarmış börek tıktı.


Maria del Rosario’nun ısrar etmeyeceğini biliyordu. Çünkü Pazar sabahları bir olay çıkmasını asla istemezdi ve istediğini elde etmekte Luisito’dan üstün hiç kimse yoktu. Luisito dedesinin dışında kimsenin nasihatini önemsemezdi. İstediklerine teyzeleri karşı çıktığında koltuk değnekleriyle önündeki her şeye öyle vurup bağırmaya başlıyordu ki, teyzeleri bayılacak duruma geliyorlardı.


Maria del Rosario “Kahvaltını bitir Clara. Hizmetçi kadın biz ayrılmadan önce her şeyi toplamak istiyor. O da kiliseye gitmek istiyor” diye emretti. Clara sıcak çukulatasından geriye kalanını bir yudumda bitirdi ve ikizlerin Caracas’tan birlikte getirdikleri ciddi bakışlı uzun boylu kadına bardağını uzattı. Kadın Kanarya adalarındandı ve evin yönetimini yüklenmişti. Emilia bu durumdan hiç rahatsız olmamıştı, çünkü şimdi tek yapması gereken don Luis’in yemeği idi. Zira büyükbaba teyzelerin tercih ettikleri vejetaryen yemekleri yememekte ısrar ediyordu. Sofraya her birlikte oturduklarında “bu yemeği köpekler bile yemez” diyordu.


Vejetaryen yemeklerden Clara da hoşlanmıyordu ama Maria del Rosario’nun isteği üzerine her sabah Portekizli çiftçilerin bahçelerine şoförü tarafından götürülmesi ve Emilia’nın Cumartesi pazarında ödeyeceği fiyatın iki katını ödeyerek günün yemeği için taze sebzeler satın alması, ona acayip havalı geliyordu.


Clara, Luisito’nun koridordan gelen koltuk değneklerinin sesini duyunca pencereden dışarı çıkıp bahçenin alt tarafındaki duvara yakın duran Mango ağacının yanına koştu. Sarı elbisesinin kirlenmesine aldırmadan yere boylu boyunca uzandı ve ayakkabılarını ayağından fırlattı. Rahat bir pozisyon bulmak için bir o yana bir bu yana döndü. Kanının şakaklarında, göğsünde ve kalçalarında kaynadığını hissetti. Şimdiye kadar tanımadığı tuhaf bir tuhaf bir arzu ile dolmuştu. Luisito’nun gelişini duyunca hızla yerinde doğruldu.


Luisito yanına otururken koltuk değneklerini ulaşabileceği bir mesafede bıraktı ve “neden cevap vermedin? Hepsi kiliseye gittiler. Büyükbaba dahil..” dedi. Clara gülümsedi ve Luisito’nun yüzüne hayranlıkla baktı. Luisito’nun buğulu, tatlı fakat cüretkâr bakışları vardı. Clara’nın söylemek istediği o kadar çok şey vardı ki..ama hiç birini ifade edemiyordu. “beni sinemada yaptıkları gibi öp” diye istekte bulundu. Luisito “evet” diye mırıldandı ve bu tek sözcük onun ifade edemediği tüm kafa karışıklığının, anlam veremediği arzularının yanıtı oldu.


Luisito onun güneş ve toprak kokan boynuna başını gömerek, “Oh, Negrito” diye mırıldandı. Clara’nın açılan dudaklarından hiç ses çıkmadı. Hayretle Luisito’nun pantolonunun önünü açışını büyülenmiş bakışlarla seyretti. Luisito’nun gözleri, uzun kirpikleri altında eriyor gibiydiler. Heyecanlı yüzü Clara’nın üzerinde parlıyordu. Luisito, çelik bacak desteklerinin Clara’yı incitmemesine dikkat ederek üzerine uzandı ve “hep bir arada kalacağız. Ebeveynlerimi burada daha mutlu olacağım konusunda ikna ettim. Buraya bir eğitmen gönderecekler” dedi. Clara gözlerini kapattı. Son üç ayda Luisito’ya olan aşkı dev boyutlara ulaşmıştı. Her gün mango ağacının gölgesinde uzanıyorlardı. Clara “evet” diye mırıldandı ve kollarıyla Luisito’ya sarıldı.


Birden, Luisito’nun iç çekişini mi, yoksa Maria del Rosario’nun dehşete kapılmış çığlığını mı daha önce duyduğunu ayırt edemedi. Teyze çığlık atarak yaklaştı ve sesini alçaltarak ”Luisito, ailenin yüz karasısın. Bu yaptığına söz bulamıyorum”. Sert bakışlarını duvardaki kırmızı beyaz çiçeklere çevirerek “Sana gelince Clara. Davranışın bana hiç de sürpriz olarak gelmedi. Sonunda gideceğin yerin, zaten ait olduğun çöplük olacağından hiç şüphem yok” dedi. Merdivenlerden yukarı doğru tırmandı. Üst basamağa vardığında durdu ve “Bugün hemen Caracas’a döneceğiz, Luis. Senin o öfke nöbetlerini de istemiyorum. Bu sefer faydası olmayacak. Hiçbir terbiyesiz hareket ve küfürlü söz senin bu yaptığını örtbas edemez”.


Luisito ağlamaya başladı. Clara onun solgun yüzü elleri arasına aldı, gözyaşlarını parmaklarıyla sildi ve “birbirimizi sonsuza kadar seveceğiz. Her zaman birlikte olacağız” dedi. Ondan sonra da Luisito’nun gitmesini seyretti.


****====****


Clara akşamın gölgelerinin etrafındaki her şeyi koyulaştırmasını izledi. Bir gözyaşı perdesi ardından üzerindeki ağaca bakıyordu. Yıldızlarla kaplı gökte sadece çeperleri belli olan yapraklar, tuhaf ve tanıyamadığı şekiller oluşturuyorlardı. Hızlı bir rüzgâr görüntüleri siliyordu. Geriye kalan, yazı sonlandıran, hüzün dolu bir sesten ibaretti.


Büyükbabası “Clara” diye seslendi. Kaygı ve suçluluk duyguları arasında bocalayan Clara yanıt vermedi. Meyve ağaçlarının arasından parıldayan ışık hareket etmedi. Yanıt vermesi tüm bir gecenin süresini de alsa büyükbabasının onu bekleyeceği güveni, Clara’yı minnet duygusuyla doldurdu. Yavaşça kalktı ve eteğindeki yaprakları ve çiğ tanelerini silkeledi. Kendini bekleyen sevgi ve anlayış dolu ışığa doğru basamakları tırmanırken “Büyükbaba” diye hafifçe seslendi. Don Luis “Elma ağacına bir bakalım. Belki gelecek yaz yeniden çiçek açar” dedi.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön