Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

4 bir danismandir olum


Çarşamba, 25-Ocak 1961

“Bana peyoteyi ne zaman öğreteceksin?” diye sordum.

Daha önce yaptığı gibi yanıt vermedi don Juan, kaçık biri­siymişim gibi yüzüme baktı yalnızca.

Günlük konuşmalarımız sırasında, birçok kez, sorup dur­muştum zaten, o da her soruşumda kaşlarını çatarak başını sal­ lamıştı. Ne olumlu ne de olumsuz bir devinimdi bu; daha çok bir çaresizlik, bir kanıksamışlık imine benziyordu.

Birden ayağa dikildi. O sırada, evinin önündeki toprak ze­minde oturmaktaydık. Don Juan başının belirsiz bir devinimiy­le onu izlememi imledi.

Güneye, çöldeki çalılığa doğru ilerledik. Yürürken, kendi­mi beğenmişliğimle kişisel geçmişimin yararsızlığının bilin­cinde olmam gerektiğini yineledi durdu.

Ansızın bana doğru dönüp, “Senin arkadaşların,” dedi, “hani şu seni uzun süredir tanıyan kişiler... onları hemen terketmelisin.”

Gene delileştiğini düşündüm; bu konuda diretmesini aptal­ca buluyordum, ama bir şey demedim. Don Juan beni yan göz­le süzdükten sonra gülmeye başladı.

Uzun bir yürüyüşten sonra bir mola verdik. Tam oturmak üzereydim ki, don Juan on beş metre kadar ötemizdeki bitkile­rin yanına gidip onlarla yüksek, anlaşılır bir sesle konuşmamı söyledi. Hemen tedirginleştim, biraz da korkmuştum. Onun te­kinsiz buyrukları dayanılmaz bir kerteye varmıştı, bitkilerle konuşmayı pek gülünç bulduğum için dediğini yapamayacağı­mı ona bir kez daha anlattım. Buna verdiği yanıt sadece, ken­dimi beğenmişliğimin, kendime verdiğim önemin sınırsız ol­duğuydu. Ansızın bir karar vermişcesine, doğal olarak içimden gelmedikçe ve gevşemedikçe bitkilerle konuşmaya çalışma­mamı söyledi.

“Bi yandan onları tanımaya çalışacaksın, bi yandan da ça­lışmadan kıçının üstünde oturacaksın, olmaz öyle şey,” dedi suçlarcasına. “Ne yaptığını sanıyorsun sen?”

Ben de açıklamaya çalıştım, gerçek niyetimin bu bitkilerin kullanımları üzerinde bilgi edinmek olduğunu, bu yüzden beni aydınlatmasını dilediğimi yineledim. Hatta harcayacağı zaman ve emeğin karşılığını ödemeyi önerdiğimi anımsattım.

“Sana biraz para vereyim,” dedim. “O zaman ikimiz de rahatlarız. Sana para verirsem, istediğim her şeyi sorabilirim, sen de benim adamım, benim danışmanım olursun. Senin için kâr­lı bir iş olur bu. Ne dersin, don Juan?”

Don Juan küçümsercesine bana baktı; alt dudağıyla dilini titreştirip zorlu bir soluk vererek yellenme sesi çıkardı.

Yüzümün aldığı aşırı şaşırmışlık görünümüne bakarak, ‘‘İşte bunu derim,” dedi, ardından çılgınlar gibi güldü.

Onunla başa çıkamayacağımı iyice anlamıştım. Onca yaşı­na karşın, coşkun, taşkın ve güçlü mü güçlüydü. Yeni tanıştığımızda, o denli yaşlı oluşu, onun bana yetkin bir danışman, bir bilgi sağlayıcısı olabileceğini düşündürmüştü. En iyi bilgi sağ­layıcılarının, konuşmaktan başka bir şey yapacak takatleri kal­mamış olduğundan ötürü yaşlılar arasından çıktığını işitip duymuşumdur. Gel gelelim, don Juan tam bir musibetti. Beni şaşkına çevirmediği bir gün geçmiyordu, doğrusu çekiniyordum ondan. Bizi tanıştıran arkadaşım haklıydı. Eksantrik bir yaşlı Kızılderiliydi o; arkadaşımın dediği gibi sabah akşam kör kü­tük sarhoş dolaştığı filan yoktu, ama daha da kötüsüydü, bir deliydi o. Daha önce duyumsadığım o ürkünç kuşku ve korkuya bir kez daha kapıldım. Oysa artık bunların üstesinden gelmiş olduğumu sanıyordum. Hatta kendimi, onu gene ziyaret etmek istediğime inandırmakta pek fazla güçlük çekmemiştim. Ne var ki, kendimin de, için için onun gibi olmak istediğimi farkettiğim zaman, ola ki benim de az buçuk bir kaçık olduğumu istemeye istemeye düşünmeye başladım. Benim kendimi beğenmişlik duygumun bir engel oluşturduğu düşüncesi beni ger­çekten sarsmıştı. Ama bütün bunlar besbelli ki sırf, kendi ken­dime yürüttüğüm birtakım önemsiz fikirlerdi; ancak onun o hiç alışmadığım davranışlarıyla karşı karşıya geldiğim zaman, ye­niden korkuya kapılmaya başlamış, ve ondan uzaklaşmaya ka­rar vermiştim.

Çok farklı insanlar olduğumuz inancıyla artık birlikte ça­lışmamız olasılığının söz konusu olamayacağı yargısına var­dım.

Don Juan, gözlerini yere dikerek, “İkimizden birimizin de­ğişmesi gerek,” dedi. “O da kim, biliyorsun.”

Bir Meksika halk türküsünü mırıldanmaya başladı. Başı­nı ansızın kaldırıp bana sertçe baktı. Gözleri alev alevdi. Göz­lerimi, onları başka bir yerlere çevirmeye ya da kapatmaya çalıştıysam da, onun bakışlarından koparamadığımı görerek şaş­kına döndüm.

Don Juan, gözlerinde neler gördüğümü söylememi istedi. Bir şey görmediğimi söylediysemde, gözlerinin bende ne duygular yaratmış olduğunu anlatmam için dayattı. Ona, gözleri­nin bende sadece şaşkınlık duygusu yarattığının bilincinde ol­maktan öte bir şey duyumsamadığımı, bir de bakışlarının beni çok tedirgin ettiğini söylemeye çalıştım.

Ama yakamı bırakmadı. Gözlerini dikerek bana bakmayı sürdürdü, sürdürdü. Tamı tamına gözdağı verici ya da kötü bir bakış değildi bu; giz dolu ama birazcık tatsız bir bakıştı.

Don Juan, bana bir kuşu anımsatıp anımsatmadığını sordu. “Bir kuş mu?” diye bağırdım.

Don Juan bir çocuk gibi kıkır kıkır gülerek gözlerini be­nimkilerden ayırdı.

“Evet,” dedi yumuşak bir sesle. “Bi kuşu, çok ilginç bi ku­şu!”

Bakışlarını gözlerime gene kilitleyerek anımsamamı bu­yurdu, o bakışı daha önce görmüş olduğumu “bildiğini” şaşır­tıcı bir kesinlikle söyledi.

O andaki duygularım yaşlı adamın, ağızını her açışında, tüm içtenliğime karşın beni kışkırttığı şeklindeydi. Ben de açıkça direnerek onun bakışlarına, bakışlarımla karşılık ver­dim. Don Juan kızacak yerde gülmeye başladı. Eliyle kalçası­na vurarak, vahşi bir ata biniyormuşcasına haykırdı. Sonra cid­dileşerek, onunla kavgalaşmayı bırakmamın, ve sözünü ettiği o ilginç kuşu anımsamamın son kerte önemli olduğunu açıkladı.

“Gözlerimin içine bak,” dedi.

Gözleri ateş saçıyordu sanki. Bakışlarında gerçekten bana tam olarak ne olduğunu bilmediğim bir şeyleri anımsatan bir parıltı vardı. Bir süre düşündüm, sonra birden çıkarıverdim; gözlerinin aldığı şekil ya da başının duruş biçimi değil de, ba­kışlarındaki soğuk yabansılık bir şahinin gözlerindeki bakışı anımsatmıştı bana. Tam bunu kavradığım an, don Juan bana yan yan bakmaktaydı. Bir an için zihnim tuhaf bir şekilde ka­rışıverdi. Sanki gördüğüm, don Juan’ın değilde, bir şahinin ba­kşıydı. Ama bu imge uçup gidiverdi de, o anın daha fazla sürme­mesi canımı epey sıktı.

Heyecanlı bir sesle ona, yüzünde bir şahinin çizgilerini gördüğüm üzerine yemin edebileceğimi söyledim. Don Juan gene bir kahkaha attı.

Şahinlerin gözlerindeki bakışları görmüşlüğüm vardı. Ço­cukluğumda şahinleri avlardım, dedem iyi şahin avcısı olduğumu söylerdi. Dedemin bir Leghorn tavuk çiftliği vardı ve ora­ya dadanan şahinler büyük zarar veriyorlardı. Bu yüzden, şa­hinlerin vurulması hem eğlenceli hem de “vacip” oluyordu. O ana dek, bu kuşların gözlerindeki keskin bakışları yıllar boyun­ca zihnimden kovamamış olduğumu unutmuş gitmiştim. Ama bütün bunlar çok eskilerde kaldığından, o günleri artık anımsayamayacağımı sanıyordum.

“Eskiden şahinleri avlardım ben,” dedim don Juan’a.

Don Juan, tınmaksızın, “Biliyorum,” diye yanıt verdi. Sesindeki titremde öylesine bir kesinlik vardı ki, gülmeye

başladım. Onun akıl almaz biri olduğunu geçiriyordum. Benim çocukken şahin avlamış olduğumu bildiğini söyleyecek denli küstah biri... O anda gözümden iyice düşmüştü artık.

Don Juan, içten bir duyarlılıkla, “Niçin böyle öfkeleniyor­sun?” diye sordu.

Nedenini bilmiyordum. Don Juan, hiç beklemediğim bir şekilde bana soru sormaya başladı. Ona yeniden bakmamı ve bana anımsatmış olduğu o “çok ilginç kuşu” ona anlatmamı is­tedi. Ona diş bilediğimden inadım tuttu; konuşacak bir şey ol­madığını söyledim. Sonra dayanamayıp, eskiden şahin avladı­ğımı bildiğini niçin söylediğini sordum. Beni yanıtlayacak yer­de gene davranışlarımı parmağına doladı. En ufak bir şeyden nem kapıp “ağzı köpük saçan” bir çılgına dönüverdiğimi söy­ledi. Karşı çıkarak, bunun doğru olmadığına inandığımı belirt­tim. O beklenmedik sözleri ve eylemleriyle beni zorla çığrımdan çıkaranın kendisi olduğunu ekledim.

“Niye bu öfken?” diye sordu don Juan.

Duygularımı ve tepkilerimi gözden geçirdim. Gerçekten de ona kızmam için bir neden bulamadım.

Don Juan yeniden, gözlerine bakarak o “acayip şahin”i an­latmam gerektiğini söyledi. Kullandığı sözcükleri değiştirmiş­ti; daha önce, “çok ilginç bi kuş” demişti, şimdiyse, “acayip şa­hin” diyordu. Onun kullandığı sözcüklerdeki değişiklik, bende duygu değişikliğine neden oldu. Ansızın içime hüzün çöktü.

Don Juan gözlerini iki ince çizgiye dönüşene dek kısarak pek abartılı bir sesle, çok acayip bir şahin “görmekte” olduğu­nu söyledi. Bu söylediğini, o şahini hemen önünde gerçekten görmüşcesine üç kez yineledi.

“Onu anımsıyor musun?” diye sordu.

Hiçbir şey anımsamıyordum.

“Nesi acayipmiş o şahinin?” diye sordum.

“Onu sen anlatmalısın,” diye yanıtladı don Juan. Dayatarak, neden söz ettiğini bilmemin olanaksız olduğu­nu, onun için hiçbir şey söyleyemeyeceğimi bildirdim.

“Bana karşı gelme!” dedi. “Sen kendi uyuşukluğunu yen­meye bak, ve anımsa.”

Bir an için gerçekten onu anlamaya çabaladım. Onunla ağız dalaşını bırakıp anımsamaya çalışabileceğim hiç aklıma gelmemişti.

Don Juan, “Bi zamanlar biçok kuşu gördün sen,” dedi, ba­na ipucu verircesine.

Ben de ona, çocukluğumda bir çiftlikte yaşadığımı, yüzler­ce kuş avladığımı anlattım.

Don Juan da, o halde anlatmış olduğum o yüzlerce kuşu anımsamamın pek zor olmayacağını söyledi.

Gözleri sorarcasına, yüzüme baktı— bana sunabileceği son ipucu buymuş gibi.

“Öyle çok kuş vurmuştum ki,” dedim, “hiçbirini anımsa­yamıyorum.”

“Ama bu kuş çok özel,” diye fısıldayarak yanıtladı don Ju­an. “Bu kuş bi şahindi.”

Sil baştan, don Juan’ın neyi amaçladığına taktım kafamı. Benimle dalga mı geçmekteydi? Ciddi miydi? Uzun bir süre sonra don Juan gene, anımsamam için dayattı. Artık onun oyu­nuna bir son vermeye çabalamamın boşuna olduğunu düşün­düm; yapabileceğim tek şey onunla işbirliğine geçmekti.

“Benim avlamış olduğum bir şahinden mi söz etmekte­sin?” diye sordum.

Don Juan, gözleri kapalı, fısıldayarak, “Evet,” dedi.

“Yani ben küçükken oldu bu şey, öyle mi?”

“Öyle.”

“Ama sen, önünde şimdi bir şahin gördüğünü söylemiştin.”

“Görüyorum, evet”

“Sen ne yapmaya çalışıyorsun benle?”

“Seni anımsatmaya çalışıyorum.”

“Neyi? Allah Aşkına!”

Don Juan, gözlerime bakarak, “Bi şahini, ışık gibi hızlı bi şahini,” dedi. Yüreğim duruverdi sanmıştım.

“Şimdi bana bak,” dedi don Juan.

Ama bakmadım. Sesi işitilmez olmuştu. Görkemli birta­kım anılar tüm belleğimi sarmıştı. Beyaz şahin!

Her şey dedemin Leghorn piliçlerini saydıktan sonra öfke­sinden çılgına dönmesiyle başlamıştı. Piliçler sürekli ve şaşır­tıcı bir şekilde ortadan kayboluyorlardı. Dedem, gece gündüz tavukların başında nöbet tutmaya başlamış, sonunda iri, beyaz bir kuşun bir Leghorn pilicini pençeleriyle yakalamış, uçarak kaçtığını görmüştü. Kuş hızla uçmakta ve belli bir yöne doğru gitmekteydi. Önce ordaki ağaçların ardında dalışa geçerek pi­lici yakaladığı gibi, iki ağaç arasındaki bir boşluktan uçarak uzaklaştı. Bunlar öyle hızlı olmuştu ki, dedem ne olduğunu an­layamadı. Ama ben her şeyi izlemiş, o kuşun bir şahin olduğu­nu görmüştüm. Dedem, öyleyse onun bir albino yanı bir akşın olduğunu söylemişti.

Hemen harekete geçip o akşın şahinin peşine düştük. İki kez ona vurmama ramak kalmıştı. Hatta avını düşürmüş, ama kaçmayı başarmıştı. Benim için fazlaca hızlıydı. Üstelik, akıllı mı akıllıydı; bir daha dedemin çiftliğine dönmemişti hiç.

Dedem o kuşu vurmam için beni yeniden gayretlendirmemiş olsaydı, unutup gidecektim. İki ay boyunca o akşın şahini yaşadığımız yerdeki vadide kovaladım durdum. Kuşun huyunu suyunu öğrendim; ne zaman nereye uçacağını sezmeye bile başlamıştım. Ama o hızı, o hiç beklenmedik bir anda ortaya çıkıverişi beni hep şaşırttı. Ona her rastlayışımda, ona avını nasıl bıraktırmış olduğumu düşünüp kıvanırdım, ama onu avlamak kısmet olmamıştı.

Akşın şahine karşı giriştiğim bu iki ay süren yabansı savaş sırasında ona yalnızca bir kez yaklaşabilmiştim. Bütün gün onu kovalamış, bitkin düşmüştüm. Dinlemek için yüksek bir oka­liptüs ağacının altında oturmuş, sonra da uyuyakalmıştım. Bir­den bir şahinin çığlığı beni uyandırmıştı. Başka hiçbir hareket yapmaksızın gözlerimi açtım, beyazımsı bir kuşun, okaliptüs ağacının en yüksek bir dalında tünediğini gördüm. Bizim akşın şahindi bu. Kovalamaca bitmişti artık. Pek kolay bir atış olmayacaktı bu; ben sırtüstü yatıyordum, kuş da arkası bana dönük durmaktaydı. Ansızın esiveren rüzgârın sesine sığınarak 22’lik tüfeğimi kaldırıp nişan aldım. Iskalamamak için, kuş dönesiye kadar ya da uçmaya kalkışıncaya dek beklemek istiyordum. Ne ki, akşın kuş hiç devinmeden durdu. Daha iyi nişan alabilmem için hareket etmem gerekiyordu, oysa şahin, ilk kımıldayışım­ da uçup gitmiş olacaktı. Yapılacak en doğru şey beklemekti. Bekledim ben de; uzun, sonu gelmez bir bekleyiş. Belki de be­ni etkileyen şey bu uzun bekleyiş ya da ola ki o kuşla benim bulunduğumuz yerin yalnızlığı olmuştu; birden belkemiğimden yukarıya doğru bir titreme geçirdim, sonra hiç planlamadı­ğım halde kalkıp oradan uzaklaştım. Kuş uçup gitti mi, diye bakmak için başımı bile çevirmedim.

Akşın şahinle aramdaki bu son olaya çiftlikte kuş vurmak ya da herhangi türden bir hayvanı av­lamak çok doğal bir şeydi.

Don Juan, akşın şahine ilişkin anlattıklarımı dikkatle din­liyordu.

Öykümü bitirdiğimde, “O ak şahini nasıl bildin sen?” diye sordum.

“Onu gördüm,” diye yanıtladı don Juan.

“Nerede?”

“Burada, tam senin önünde.”

Artık onunla tartışmak istemiyordum.

“Bütün bunların anlamı nedir?” diye sordum.

Don Juan, onun gibi bir kuşun bir yora olduğunu, onu av­lamamış olmamın da en doğru davranış olduğunu söyledi. Sesinde giz yüklü bir titremle, “Ölümün seni hafif bi uyar­mış,” dedi. “Hep öyle bi titremeyle olur bu.” Sinirlenmiştim.

“Sen ne diyorsun Allah aşkına?” dedim.

Don Juan, o tekinsiz sözleriyle gerçekten sinirlendirmişti beni.

“Kuşlara değin bilgin çok senin,” diye sürdürdü. “Sayısız kuş vurmuşsun. Nasıl bekleneceğini biliyorsun. Saatlerce, sa­bırla beklemişsin. Bunu biliyorsun. Görüyorum bunu.”

Onun bu sözleri benliğimi altüst etmişti. Beni en çok tedir­gin eden şeyin, ondaki bu kesinlik olduğunu düşündüm. Onun, benim kendi yaşamıma ilişkin kendimin bile kuşku duyduğum konular üzerindeki bu inaksallığı, kendine güvenirliği canıma tak etmişti. Beni saran bıkkınlık duygusu içinde, onun üzerime doğru eğilerek kulağımın ta içine bir şeyler fısıldadığını göre­memiştim. Önce ne dediğini anlayamamıştım da, yinelemişti söylediklerini. Yavaşça dönmemi ve solumdaki iri kaya parça­sına bakmamı istiyordu. Ölümümün orada bana bakmakta ol­duğunu, ve imlediği anda dönüp baktığım takdirde onu görme­min mümkün olabileceğini söylemekteydi.

Gözleriyle imini verdi. Döndüm ve iri kaya parçasının üzerinde titreyiveren bir devinme gördüğümü sandım. Tüm gövdemi bir titreme aldı. Karın kaslarım istençsizce kasıldı, bir sarsıntıya, bir ıspazmoza tutuldum. Bir an sonra yeniden din­ginleşmiş, o titreyen gölgeyi görmüş olmamı, başımı öyle hız­lıca çevirmemin yol açtığı görsel bir yanılmaya bağlamıştım.

“Ölüm sürekli bi yoldaştır bi insana,” dedi don Juan, son kerte ağırbaşlı. “Her zaman solumuzda, bi kol boyu uzaklıkta­dır bize. Sen o ak şahine bakıyorken sana bakmaktaydı ölüm; kulağına fısıldamıştı da, bugünkü gibi bi titreme geçirmiştin. Hep sana bakıp durur o zaten. Seni tıpışlayana dek bakıp dura­cak sana.”

Don Juan kolunu uzatarak hafifçe omzuma dokunurken dilini de sertçe şaklattı. Onun bu hareketi beni yıkmış, benliği­mi sarsmıştı.

“Sezdirmeden avına yaklaşan oğlansın sen, ölüm seni bek­lerken sabırla bekleyip duran oğlan; pekâlâ biliyorsun ki ölüm sol yanımızda durup durur—tıpkı senin o ak şahinin, solunda durmuş olduğun gibi.”

Bu sözlerde, nedensiz bir korkuya kapılmama neden olan yabansı bir güç vardı; tek savunum, söylediği her şeyi yazma­ya koyulma zorlanımım şeklinde oldu gene.

Don Juan, “Ölüm bizi bu denli yakından izlerken insan kendini nasıl önemseyebilir ki?” diye sordu.

Gerçekten bir yanıt vermemi beklediğini sanmıyordum.

Zaten söyleyecek bir şeyim de yoktu. Yepyeni bir duyguya bü­rünmüştüm.

“Sabırsızlandığın zaman yapılacak şey,” diye sürdürdü don Juan,” soluna dönüp ölümüne danışmaktır. Şayet ölümün sana bi im verirse, ya da bi an için gözüne ilişiverirse, ya da yoldaşının orada durup sana baktığını duyumsarsan salt, sınır­sız ölçüde bayağılıktan arınmış olursun.”

Gözleriyle zorla seçebildiğim bir im verdi, ama bakmaya cesaret edemedim.

Ona inandığımı ve korktuğumu belirterek, artık üstüme varmamasını söyledim. Gene o gürültülü kahkahalarından biri­ni daha kopardı.

Ölümümüze ilişkin bir konu üzerinde ne kadar çok dursa da gene de yetersiz kalacağı yanıtını verdi. Ben de kendi ölü­müm üzerinde durmamın anlamsız olduğunu, zira böylesi bir yaklaşımın tedirginlik ve korku yaratmaktan başka bir işe yaramayacağını ileri sürdüm.

“İyi saçmaladın ha!” diye haykırdı don Juan. “Ölüm, bi­zim en bilge danışmanımızdır. Her ne zaman işlerin yolunda gitmediğini duyumsadığında, ki senin için bu hep böyledir, ne zaman sonunun geldiğini düşünsen, hemen ölümüne dön ve ona danış. Ölümün sana yanıldığını söyleyecektir o an; onun sana dokunuşu dışında hiçbi şeyin önemi olmadığını söyleye­cektir sana. Ölümün sana diyecektir ki: “Ben daha sana dokun­madım ki’.”

Don Juan başını sallayarak benden bir yanıt beklercesine yüzüme baktı. Yanıt veremedim. Düşüncelerim şahlanmıştı, onları dizginleyemiyordum. Don Juan bencilliğime sendeletici bir darbe indirmişti. Ölümüm söz konusuyken, don Juan’a si­nirlenme gibi incir çekirdeğini doldurmayan şeylere kafamı takmış olmam ahmaklığın ta kendisiydi.

Don Juan’ın bendeki bu duygu değişikliğinin tam bilincin­ de olduğunu duyumsamaktaydım. Olayların akışı bizi onun de­diğine getirmişti. Gülümseyerek bir Meksika türküsünü mırıl­danmaya başladı.

Uzun bir sessizlikten sonra, “Evet,” dedi don Juan. “Bur­da ikimizden birinin değişmesi gerek, hem de çabuk. Burda ikimizden birinin, ölümün bi avcı olduğunu, onun hep solu­muzda bi yerde durduğunu öğrenmesi gerek. Burda ikimizden birinin, ölüme danışması, yaşamlarını ölüm onları hiçbi zaman tıpışlamayacakmışçasına sürdüren insanların o acınası kepaze­liğini bırakması gerek.”

Bir saatten fazla konuşmadan oturduk. Sonra kalkıp yürü­meye başladık. Saatlerce çöldeki çalılıklarda bir sağa bir sola dolaştık durduk. Bu yaptıklarımızın bir anlamı var mı, diye sormadım ona; önemi yoktu ki. Çok eski bir duyguma, çoktan unutmuş olduğum bir şeye—herhangi bir entelektüel gaye yüklemeksizin dolaşıp durmanın o saf sevincine— yeniden ka­vuşmama neden olmuştu don Juan.

O iri kaya parçasının üzerinde görmüş olduğum şeyi bana biraz daha göstermesini istedim ondan.

“O gölgeyi bir kez daha göstersene,” dedim.

Don Juan, alaycı bir sesle, “Ölümünü mü yani?” diye sor­du.

Bir an için onu yanıtlamak istemedim.

Sonunda, “Evet,” dedim. Ölümümü bir kez daha göstermeni istiyorum.”

“Şimdi olmaz,” dedi. “Fazlaca sertsin.”

“Anlamadım, ne dedin?”

Don Juan gülmeye başladı, ancak bilemediğim bir neden­den ötürü gülmesi, eskiden olduğu gibi kırıcı ve sinsi gelme­mişti bana. Gülerken sesinin perdesinde, yüksekliğinde ya da canlılığındaki bir farka bağlamıyordum bunu; burada yeni olan şey benim duygularımdı. Ölümümün burnumun dibinde oldu­ğu bilinci, korkularımın, tedirginliklerimin saçmalığını ortaya çıkarmıştı.

“O halde bitkilerle konuşayım,” dedim don Juan’a.

Bir kahkaha daha patlattı don Juan.

“İlerliyorsun, bakıyorum,” dedi gülmesini sürdürerek. Bi aşırılıktan öbürüne geçiveriyorsun. Durul biraz. Gizlerini öğrenmek istemedikçe, bitkilerle konuşmanın yok ki bi gereği. Üstelik onlarla konuşmak için sarsılmaz bi istencin olmalı. Onun için, bitkilerle konuşma isteğini ertele şimdilik. Ölümünü görmene de yok bi hacet. Onun varlığını çevrende duyumsaman yeter.”



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön