Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

5 sorumluluk alma


Salı, 11 Nisan 1961

Dokuz Nisan Pazar günü sabah erkenden don Juan’ın evine ulaştım.

“Günaydın, don Juan,” dedim. “Seni gördüğüm için çok sevinçliyim.”

Don Juan bana bakarak yumuşak bir kahkaha attı. Ben ara­bamı park ederken o arabaya doğru gelmiş, ben ona getirdiğim yiyecek paketlerini çıkarırken o da kapıyı tutmuştu.

Eve doğru yürüdük, kapının önünde oturduk.

Orada ne işim olduğunun bilincine gerçekten ilk kez o sı­rada varmıştım. Üç ay boyunca özlemle hep “oraya” dönece­ğim zamanı beklemiştim. Sanki, içime yerleştirilmiş bir saatli bomba patlamıştı da, birden doğaüstü bir şeyi anımsamıştım. Yaşamımın bir döneminde çok sabırlı ve çok becerikli bir kim­se olduğumu anımsadım.

Don Juan daha bir şey demeden ben ona zihnimi çokça yo­ran bir soruyu sordum. Üç aydır o akşın şahinin anısı aklımdan çıkmıyordu. Ben kendim unutmuşken, don Juan bunu nasıl bil­mişti?

Don Juan güldü ama yanıt vermedi. Anlatması için ona yalvardım.

Don Juan her zamanki tavrıyla, “Önemli bi şey değildi,” dedi. “Senin tuhaf biri olduğunu herkes bilebilirdi. Uyuşuk bi­risin sen, hepsi bu.”

Beni gene gafil avlayıp, hoşlanmadığım bir köşeye sıkış­tırmakta olduğunu sezdim.

Konudan uzaklaşmamaya çalışarak, “Ölümümüzü görme­miz mümkün mü?” diye sordum.

“Elbet,” dedi don Juan, gülerek. “O da bizimle burda ya.” “Bunu nasıl biliyorsun?”

“Yaşlı bi adamım ben; insan yaşlanınca her türlü şeyi öğ­reniyor.”

“Birçok yaşlı insan var tanıdığım, ama onlar bunu hiç öğ­renmemişler. Sen nasıl öğrendin?”

“Ben mi, diyelim ki ben her türlü şeyi biliyorum, zira kişi­sel bi geçmişim yok benim, üstelik başka hiçbi şeyden daha önemli saymam kendimi—ben de ölümüm de işte buramda oturmakta.”

Don Juan sol kolunu uzatıp, birisini gerçekten okşarcasına parmaklarını devindirdi.

Güldüm. Beni nereye sürüklediğini anlamıştım. Yaşlı şey­tan, belki de kendimi beğenmişliğimi parmağına dolayıp beni gene tuşa getirecekti, ama bu kez pek aldırmadım. Bir zaman­lar son kerte sabırlı bir insan olduğumu anımsayışım, içimi ya­bansı, sessiz bir coşkuyla doldurmuş, don Juan’a karşı duydu­ğum tedirginlik ve hoşgörüsüzlüğü büyük oranda silip götür­müştü; artık onun yaptıkları bende sadece hayranlık uyandırıyordu.

“Kimsin sen, gerçekten?” diye sordum.

Don Juan şaşırmış gibiydi. Gözlerini iri iri açıp, göz ka­paklarını bir objektif kapağı gibi kapatarak bir kuş gibi kırptı. Gözkapakları bir aşağı bir yukarı gidiyor, ama gözleri hep oda­ ğında kalıyordu. Bu hareketi beni şaşırtmıştı, irkiliverdim. O da bir çocuk gibi kendisini koyverip güldü, güldü.

Abartılı bir nezaketle, “Senin için ben Juan Matus’um, emrinizdeyim efendim,” dedi.

Sonra ona beni meraktan çatlatan öbür sorumu sordum: “İlk karşılaştığımız gün ne yapmıştın sen bana?”

Bana baktığı zaman neler duyumsamış olduğumu, ve bu yüzden dilimin tutulmasını bir türlü anlayamamış olduğumu anlattım.

Saf saf bakarak, “Ben? Hiçbi şey,” diye yanıtladı.

Don Juan, yanaklarından gözyaşları süzülene dek güldü. İçimde gene ona karşı düşmanca bir duygu yükseldi. Ben öyle ciddi ve saygılı falan olduğumu düşünürken, o, kabalıklarıyla barbar bir “Kızılderili” olup çıkıyordu.

İçimden geçenleri anlamış olacak ki, birden gülmesini kesiverdi.

Uzun süren bir ikirciklenmeden sonra, ciddi bir şekilde kendime ne olduğunu anlamaya çalışırken, bu kahkahasının beni tedirgin ettiğini söyledim ona.

Etkilenmiş görünmüyordu. “Yok ki anlayacak bi şey,” di­ye yanıt verdi.

Bana o giz dolu bakışından başlayarak, çocukluğumun ak­şın şahinini anımsatmasına, ve o iri kaya parçasının üzerinde ölümüm olduğunu söylediği gölgeyi görmeme dek, onu tanıdı­ğımdan bu yana yer alan olağandışı olayları bir bir sıraladım.

“Bütün bunları bana niçin yapmaktasın?” diye sordum.

Sorumu bir tartışı başlatmak amacıyla sormamıştım. Ben yalnızca niçin beni seçtiğini merak etmekteydim.

“Bitkilere değin bildiklerimi anlatmamı istemiştin,” dedi don Juan. Sesinde ince bir alay sezdim. Gönlümü almaya çalışıyor gibiydi.

Karşı çıkarak, “Ama,” dedim, “şimdiye kadar anlattıkları­nın bitkilerle bir ilişkisi yok ki.”

O da, yanıt olarak, bitkileri öğrenmenin zaman aldığını söyledi.

Onunla tartışmanın boşuna olduğu kanısı vardı içimde. O anda, baştan savma ve mantıksız kararlar almış olmanın tüm o ahmaklığını iliklerimde hissettim. Buraya gelmeden önce, don Juan’a artık hiç sinirlenmeyeceğim ya da çileden çıkmayacağım, diye kendi kendime söz vermiştim. Oysa, gerçekte, söyle­diği şey bana ters gelince hemen bir hırçınlık nöbetine daha ya­kalanmıştım. Onunla iletişim kurmanın olanaksızlığını görü­yordum, ki bu da beni ayrıca öfkelendiriyordu.

Don Juan ansızın, “Şimdi ölümünü düşün,” dedi. Şuracık­ ta, bi kol boyu ötende duruyor o. Herhangi bi anda tıpışlayabi­lir seni, o halde saçma düşüncelere, saçma duygulara ayıracak zamanın gerçekten yok senin. Hiçbirimizin zamanı yok bunla­ra ayıracak.

“İlk karşılaştığımızda sana ne yapmıştım, bilmek istermi­sin? Seni görmüştüm, senin bana yalan söylediğini düşündüğü­nü görmüştüm. Ama aslında, yalan söylemiyordun.”

Ben de ona, bu açıklamasının aklımı daha da karıştırdığını söyledim. Buna karşılık, edimlerini açıklamak istememesi­nin nedeninin de bu olduğu, açıklamaların da zaten gerekmedi­ği yanıtını verdi. Önemli olan tek şeyin konuşmak değil, edim­lerle eylemler olduğunu söyledi.

İçi saman dolu bir şilte çıkararak üzerine uzandı, başının altına bir bohça çekti. Rahat bir duruma geldikten sonra, bitki­lere ilişkin bilgi istiyorsam, yerine getirmem gereken bir şey daha olduğunu anlattı.

Yavaş yavaş, söylediklerini anlayabilmem için bana za­man verircesine, “Seni gördüğüm zaman sende yanlış olan şey, ve şimdi de sende yanlış olan şey, yaptığın şeylerin sorumlulu­ğunu almaktan hoşlanmayışındır,” dedi. “Otobüs terminalinde bana o şeyleri anlattığında, onların yalan olduğunun bilincindeydin. Niçin yalan söylüyordun?”

O sıralarda amacımın “güvenilir bir danışman” bulmak oldıığunu belirttim.

Don Juan gülümseyerek bir Meksika türküsü mırıldanma­ya başladı.

“İnsan bi şey yapmaya karar verince sonuna dek gitmeli,” dedi, “ama yaptığı şeyin sorumluluğunu da yüklenmeli. Ne ya­parsa yapsın, en başta yaptığı şeyi kendisinin yaptığını bilme­li, sonra da kuşku ya da pişmanlık duymadan eylemlerini sür­dürmeli.”

Don Juan beni incelemekteydi. Ne diyeceğimi bilmiyor­dum. Sonunda, düşüncemi açıklamaya karar verdim.

Onu yadsıyarak, “Bu söylediğin, imkânsız bir şey!” de­dim.

Don Juan nedenini sorunca, ben de belki ideal olarak bu­nun herkesin yapmak istediği bir şey olduğunu, oysa gündelik yaşamda kuşku ve pişmanlıklardan kaçınmanın bir yolu olma­dığını söyledim.

Don Juan, kesin bir tavırla, “Elbet de var bi yolu,”diye ya­nıtladı.

“Bana bak,” dedi. “Kuşkum da yok, pişmanlığım da yok benim. Yaptığım her şey benim kendi kararım, benim kendi sorumluluğumdur. Yaptığım en önemsiz bi şey, örneğin seni çöl­ de gezdirmek, pekâlâ benim ölümüme yol açabilir. Ölüm sezdirmeden peşimden gelmekte. Demek ki, kuşkulanmaya, piş­manlık duymaya zamanım yok benim. Şayet seni gezmeye çı­karmam ölümüme yol açarsa, buna katlanmak zorundayım.

“Oysa sen, kendinin ölümsüz olduğunu, ölümsüz bi kim­senin kararlarının da silinip bozulabileceğini sanmaktasın. Kı­sacası dostum, bi avcıdır ölüm, pişmanlıklar ve kuşkular için yoktur ki zaman. Yalnızca karar vermeye var zamanımız.”

Her şeyin ideal davranış biçimlerine göre kişisel yorumlar­la oluşturulması, sonra da herkesin buna uymasının beklenil­mesinden dolayı, bu dünyanın hayali olduğunu içtenlikle ileri sürdüm.

Don Juan’a, bir zamanlar daha sağlıklı bir zihinle sağlıklı bir bedenin erdemleri, delikanlıların sıkıntılara katlanarak ve atletik yarışmalarda başarı göstererek bedenlerini nasıl çelikleştirebilecekleri üzerinde sonu gelmez nutuklar çeken babam­dan söz ettim. Babam genç bir adamdı; ben sekiz yaşımdayken o daha yirmi yedisindeydi. Yaz aylarında, genellikle, öğret­menlik yaptığı kentten en az bir aylığına benim yaşadığım de­demin çiftliğine gelir, tatilini benimle geçirirdi. O bir ay bo­yunca cehennem hayatı yaşatırdı bana. Don Juan’a, babamın, o sıradaki görüşmemizle ilgili olduğunu düşündüğüm bir davra­nışından söz ettim.

Babam, nerdeyse çiftliğe gelir gelmez beni yanına alarak uzun bir yürüyüşe çıkarırdı. Yürürken konuşurduk; o, her gün sabahleyin saat altıda yüzmeye gitmemiz için planlar yapardı. Geceleyin çalar saati, yeterli zaman kalsın, diye, beş kırk beşe ayarlardı, zira saat tam altıda suya girmiş olmalıydık. Sonra, sabahleyin çalar saat bizi uyandırırdı; babam yatağından fırlar, gözlüklerini takar, pencereye gidip dışarıya bakardı.

Bu sahneyi izleyen konuşmasını ezberlemiştim hatta.

“Iıh... Bugün hava biraz bulutlu. Bak şimdi, ben beş dakka yatayım gene. Tamam mı? Sadece beş dakkacık? Adaleleri­ mi gevşeteyim de tam olarak uyanayım.”

Sonra da hiç şaşmayan bir şekilde saat ona, kimileyin de öğleye kadar uyuyakalırdı.

Don Juan’a, babamın en fazla tüm o belli ki sahte kararlı­lığından vazgeçmeyi bir türlü kabul etmeyişine sinirlendiğimi söyledim. Her sabah aynı şeyi yinelerdi, ta ki ben çalar saati­ni ayarlamayı reddederek onun duygularını incitene dek.

Don Juan, babamı tuttuğunu gösterircesine, “Onlar sahte kararlar değildi,” dedi. “O yataktan kalkmasını bilmiyordu, hepsi o kadar.”

“Her neyse,” dedim, “ben gerçek olmayan kararlara karşı hep kuşku duymuşumdur.”

Don Juan, çekingen bir gülümsemeyle, “Sence gerçek ka­rar nasıl olur?” diye sordu.

“Eğer babam yüzmeye sabahleyin altıda değil de örneğin öğleden sonra saat üçte gitmeye karar vermiş olsaydı.”

Don Juan, son kerte ağırbaşlı, “Senin kararların tinine za­rar verir,” dedi.

Hatta sesinde bir üzüntü titremi bile sezdiğimi düşündüm. İkimiz uzun süre sessiz durduk. Tersinmem yok olmuştu. Ba­bamı düşündüm.

“Öğleden sonra saat üçte yüzmek istemezdi ki o. Anlamı­yor musun?” dedi don Juan.

Onun bu sözleri beni sarstı.

Don Juan’a, babamın zayıf bir insan olduğunu, bu yüzden onun ideal, diye benimsediği eylemleri bir türlü gerçekleştiremediğini anlattım. Handıysa bağırıyordum.

Don Juan bir şey demedi. Başını yavaş yavaş tartımlı bir şekilde sallıyordu. Son kerte hüzünlenmiştim. Zaten ne zaman babamı düşünsem, içimi bir eziklik duygusu sarardı.

“Yani sen ondan daha güçlü olduğunu sanıyorsun, di mi? diye sordu don Juan kayıtsızca.

Onu onayladım, ve babamın bana çektirdiği tüm o duygu­sal sarsıntıları anlatmaya başladım, ama don Juan sözümü kes­ti. “Sana kaba mı davranırdı?” diye sordu.

“Hayır.”

“Senin için elinden geleni yapar mıydı?”

“Evet.”

“O halde niye beğenmezdin onu?”

Yeniden bağırarak babamın zayıf biri olduğunu söyleme­ye başlamıştım, ama farkına varıp sesimi alçalttım. Don Ju­an’ın beni sorguya çekmesi de tam bir kepazelikti doğrusu.

“Bütün bunları niçin yapıyorsun?” diye sordum. “Biz se­ninle bitkilerden söz edecektik.”

Her zamankinden daha tedirgin, daha kederliydim. Ona, benim davranışlarım üzerinde ahkâm kesmeye ne hakkı ne de en ufak bir yeterliği olmadığını söyledim. O da gürültülü bir kahkaha kopardı.

“Sen öfkelenince hep haklı olduğunu duyumsuyorsun, di mi?” deyip gözlerini bir kuş gibi kırptı.

Doğruydu söylediği. Kızmak için geçerli bir neden var­mışçasına duyumsama eğilimindeydim.

“Babamdan söz etmeyelim artık,” diyerek neşeli görün­meye çalıştım. “Bitkilerden söz edelim.”

Don Juan, “Yoo, babandan söz edelim asıl,” diye dayattı. “Bugün o konuyu çözümleyelim önce. Sen babandan çok daha güçlü idiysen, niçin sabahleyin altıda kendin kalkıp yüzmeye gitmezdin? Onu de bi bakalım.”

Bu soruyu ciddi olarak sorduğuna inanmadığımı, söyle­dim don Juan’a. Sabahleyin altıda yüzmenin hep babama ait bir sorun olduğunu, beni ilgilendirmediğini anlattım.

Don Juan, “Onun fikrini kabullendiğin an bu senin de so­runun olmuştur,” diye kestirip attı.

Ben de ona bunu hiçbir zaman kabul etmemiş, babamın kendi kendine verdiği sözleri tutmadığını zaten bilmiş olduğu­mu anlattım. Don Juan da, o halde bu düşüncelerimi o zaman­lar niçin seslendirmediğimi soruverdi.

Kendimi savunmak için, “İnsan babasına bu türden şeyler söylemez ki,” deyiverdim.

“Niçin söylemesin ki?”

“Bizim evde böyle şeyler konuşulmazdı, hepsi bu işte.” Don Juan, bir yargıç gibi, “Sen evinde daha kötü şeyler de

yapardın,” diye kesip attı. “Yapmadığın tek şey tinini aydınlat­maktı senin.”

Sözlerinde öylesine kahredici bir güç vardı ki, zihnimdeki yankılanması sürdü, sürdü. Tüm savunularım göçüvermişti. Onunla tartışamaz oldum. Not tutmalarıma sığındım.

Dermansızca son bir açıklama yapmaya çalışarak, tüm ya­şamım boyunca babama benzeyen, babam gibi şu ya da bu şe­kilde beni kendi düzgülerine çekmeye çalışan insanlarla karşı­laştığımı ve önünde sonunda kararsızlığa itildiğimi söyledim.

Don Juan, “Yakınmaktasın yani,” dedi yumuşak bir sesle. “Tüm yaşamın boyunca yakınıp durmaktasın, zira kendi karar­larının sorumluluğunu üstlenmemektesin. Babanın sabahleyin saat altıda yüzme inancının sorumluluğunu kendin üstlenseydin, sen kendin, gerektiğinde, gider yüzerdin ya da onun düzgüsünü çaktığında o ağzını açar açmaz ona, canın cehenneme, deyip çıkardın. Ama bi şey demedin sen ona. O yüzden, sen de baban gibi zayıfsın, zayıf.

“Bi insanın kendi kararlarının sorumluluğunu üstlenmesi, o insanın o uğurda ölmeyi göze alması anlamına gelir.”

“Dur biraz, dur,” dedim. “Konuyu çeviriyorsun sen.”

Bitirmemi beklemeden atıldı don Juan. Oysa ben ona ba­bamı sadece gerçekçi olmayan edimlere bir örnek diye kullan­dığımı, aklı başında hiçbir kimsenin böylesi ahmakça bir şey yüzünden ölmeyi göze almayacağını söyleyecektim.

“Kararın ne olduğu önemli değil,” dedi don Juan. “Hiçbi şey başka hiçbi şeyden daha önemli olamaz. Anlamıyor mu­sun? Ölümün bi avcı olduğu bi dünyada kararların küçüğü bü­yüğü yok. Kaçınılmaz ölümümüz karşısında yalnızca aldığı­mız kararlar var.”

Bir şey söyleyemedim. Bir saat kadar konuşmaksızın geç­ti. Don Juan hiç devinmeksizin, ama uyumaksızın da, şiltesin­ de oturuyordu.

“Bütün bunları bana ne diye anlatıyorsun, don Juan?” diye sordum. “Bunları bana neden yapmaktasın?”

Don Juan, “Sen geldin bana,” dedi. “Ama o da değil, sen bana getirildin. Ben de senin hatırın için bi...”

“Anlamadım, ne dedin?”

“Sen de, yüzerek babanın gönlünü alabilirdin, ama yapma­dın bunu, ola ki çok küçüktün de ondan. Senden daha uzun ya­şadım ben. Askıda kalan bi işim yok. Yaşamımda telaşa gerek kalmadı, ondandır senin hatırına bi şeyler yapabilmem.”

Öğleden sonra bir yürüyüşe çıktık. Ona kolayca ayak uydurabiliyor, onun mucizevi fiziksel gücüne bir kez daha tanık oluyordum. Adımları öylesine çevik, yürüyüşü öylesine ken­dinden emindi ki, ben onun yanında bir çocuk gibi kalıyordum. O sırada onun, yürürken konuşmaktan hoşlanmadığını fark et­tim. Ona bir şey söylediğimde beni yanıtlamak için duruyordu.

Birkaç saat sonra bir tepeye varmıştık; don Juan yere otur­du ve yanına oturmamı imledi. Alaylı bir ciddiyetle bana bir öykü anlatacağını açıkladı.

Bir zamanlar genç bir adam varmış, bir kentte beyaz adamların arasında yaşayan yoksul bir Kızılderili. Ne evi var­mış bu adamın, ne bir yakını, ne de bir dostu. Bu kente “köşe­yi dönme” umuduyla gelmiş, ama yoksulluktan, acıdan başka bir şey bulamamış. Arada bir eşek gibi çalışıp birkaç kuruş kazanırmışsa da bu onun ancak karnını doyurmaya yetermiş; ço­ğu zaman aşını dilenerek ya da hırsızlık yaparak bulurmuş.

Bir gün delikanlı kentin pazaryerine gitmiş. Ne yapacağı­nı bilemeden sokakları bir aşağı bir yukarı arşınlamış. Orada satılan nimetleri aç gözlerle izlemiş durmuş. Kendinden geçmişçesine, nereye gittiğini de bilmeksizin, pazardaki kimi se­petleri devirmiş de yaşlı bir adamın üzerine yıkılıvermiş.

Yaşlı adam dört koskoca sukabağı taşıyornıuş; dinlenmek ve yemeğini yemek için henüz oturmuşmuş. Don Juan kurnaz­ca gülümseyerek yaşlı adamın, delikanlının onun üzerine yıkıl­masını hayretle karşılamış olduğunu söyledi. Adamcağız tedir­gin edilmesinden ötürü kızmamış da, o delikanlının kendi üze­rine niçin devrildiğini merak etmiş. Oysa, delikanlı öfkelene­rek yaşlı adama yolundan çekilmesini söylemiş. Bu karşılaş­maların ardındaki nedeni aklına getirmemiş bile. Yolların ke­siştiği gerçeği hiç mi hiç dikkatini çekmemiş.

Don Juan, yuvarlanan bir şeyin ardından giden bir kimse­ye öykünerek, yaşlı adamın devrilen sukabaklarının yokuş aşa­ğı yuvarlanarak gitmiş olduğunu söyledi. Genç adam sukabaklarını görünce, o günkü rızkının çıktığını düşünmüş.

Yaşlı adama yardım ederek, ağır sukabaklarını taşımayı önermiş. Yaşlı adam ona dağlardaki evine gitmekte olduğunu söyleyince, delikanlı da, hiç olmazsa, yolun bir bölümünü onunla birlikte yürümek istemiş.

Yaşlı adam, dağ yolunu tutmuş giderlerken, pazardan aldı­ğı yiyeceklerden bir bölümünü delikanlıya vermişmiş. Genç adam yiyecekleri iştahla gövdeye indirip de karnı doyunca, sukabaklarının ne denli ağır olduklarının farkına varmaya başla­yarak onları sıkıca kavramış.

Don Juan gözlerini açıp şeytanca sırıtarak genç adamın, “Bu sukabaklarında ne var?” diye sormuş olduğunu söyledi. Yaşlı adam yanıt vermemiş, ama genç adama onun acılarını ha­fifletecek, ona dünyanın işlerine değin ışık tutacak, bilgi ve­recek bir yoldaş, bir dost göstereceğini söylemiş.

Don Juan ellerini gösterişlice devindirerek yaşlı adamın ortaya, delikanlının tüm yaşamı boyunca görmediği güzellikte bir geyik çıkarmış olduğunu anlattı. Geyik öyle uysalmış ki, delikanlının yanına gelip çevresinde dolanmaya başlamış. Her yanı pırıl pırıl parlıyormuş geyiğin.

Gözleri kamaşan genç adamın dili tutulmuş da onun bir “tinsel geyik” olduğunu anlayıvermiş. İşte o zaman yaşlı adam delikanlıya, o dostu ve onun bilgeliğini istediği takdirde suka­baklarını bırakıvermesinin yeterli olacağını söylemiş.

Don Juan’ın sırıtışında tutku yansıyordu; bunu işiten genç adamın açgözlülüğünün kamçılanmış olduğunu söyledi. Deli­kanlının sorusunu dile getirirken don Juan’ın gözleri ufalmış, şeytanlaşmıştı: “Senin bu dört koskoca sukabağında ne var?”

Don Juan, yaşlı adamın dingincesine, sukabaklarının için­de yiyecek şeyler bulunduğu yanıtını vermiş olduğunu söyledi: “pinole” (mısır unundan yapılmış bir aş) ve su. Sonra öyküyü anlatmasını keserek bir iki tur attı. Ne yaptığını anlayamamıştım. Ama herhalde öykünün bir parçasıydı bu. Attığı dairesel turlar, genç adamın karar vermek amacıyla kafa yorduğunu simgeliyor olmalıydı.

Don Juan genç adamın, elbet, kendine anlatılanlara inan­mamış olduğunu söyledi. Delikanlı, bir büyücü olduğunu dü­şündüğü yaşlı adamın, sukabakları yerine bir “tinsel geyik” vermeyi önerdiğini, bu durumda sukabaklarının akıl almaz öl­çüde güçlerle dolu olması gerektiğini hesaplamış.

Don Juan yüzünü gene buruşturdu; şeytanca sırıtarak, de­likanlının sukabaklarım istemiş olduğunu söyledi. Öykünün bittiğini imleyen uzun bir suskunluk oldu. Don Juan sessizce duruyordu, ama ona bir soru sormamı beklediğine kuşkum yoktu. Ben de sordum.

“Sonra genç adama ne olmuş?”

“Almış sukabaklarını,” diye keyifli bir gülümsemeyle ya­nıt verdi don Juan.

Uzun bir duraklama daha oldu. Ben güldüm. Bunun ger­çek bir “Kızılderili öyküsü” olduğunu düşünmekteydim.

Don Juan bana gülümserken gözleri ışıldıyordu. Saf saf yüzüme baktı. Birden yumuşakça gülerek sordu, “Sukabaklarında ne vardı, bilmek istemiyor musun?”

“Elbet istiyorum. Ben öykü bitti sanmıştım.”

Don Juan, gözlerinde haşarı ışıltılar, “Yoo, yoo,” dedi. “Delikanlı sukabaklarım alıp ordan kaçmış; gitmiş ıssız bi ye­re açmış onları.” “Ne bulmuş içinde?” diye sordum.

Don Juan bana bir göz attı; zihnimden geçirdiğim tahmin­leri okuduğunu duyumsamaktaydım. Don Juan başını sallayarak rak kıkır kıkır güldü.

“Söyle hadi,” diye asıldım. “Boş muymuş sukabakları?”

“Sadece yiyeceklerle su varmış onlarda,” dedi. “Genç adam da öfkesinden, almış taşlara vura vura parçalamış sukabaklarını.”

Bu tepkisinin pek doğal olduğunu söyledim—onun yerin­ de olan herkes aynı şeyi yapardı.

Don Juan yanıtında, genç adamın ne aradığını bilmeyen bir sersem olduğunu söyledi. “Erk” denilen şeyin ne olduğunu bilmediğinden, onu bulup bulmadığının farkına varamamış. Kendi kararlarının sorumluluğunu üstlenmemiş, bu yüzden, ettiği budalalık onu öfkelendirmişti. Bir şeyler kazanmak iste­miş, hiçbir şey elde edememişti. Don Juan, ben de o genç adam gibi kendi isteklerimin tutsağı olursam, benim de onun gibi öf­keleneceğimi, pişmanlık duyacağımı ve kuşkusuz, yaşamımın geri kalan bölümünü yitirdiğim şey yüzünden başımı taşlara vurarak geçireceğimi söyledi.

Don Juan sonra yaşlı adamın davranışını açıkladı. Genç adama “tok bi midenin getireceği yürekliliği” verebilmek amacıyla onu zekice doyurmuş, delikanlı da sukabaklarının içinde yiyecek bulunca küplere binip, onları parçalamıştı.

“Şayet verdiği kararın bilincinde olsa ve sorumluluğunu üstlenseydi,” dedi don Juan, “o takdirde yiyecekleri alır, öpüp başına koyardı. Ola ki, yiyeceklerin de erk olduğunu kavramış bile olabilirdi.”



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön