Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

14 erk tirisi


Cumartesi, 8 Nisan 1962

“Ölümün bir kişiliği var mıdır, don Juan?” diye sordum sundurmada otururken.

Don Juan şaşırmışcasına bakakaldı. Marketten ona getirmiş olduğum dolu bir kesekâğıdını tutmaktaydı. Onu dikkatlice yere bıraktı, gelip önümde oturdu. Cesaret bularak, bir savaşçının son dansını seyreden ölümün bir insan şeklinde mi, yoksa insana benzer bir şey mi olduğunu öğrenmek istediğimi anlattım.

“Ne fark eder ki?” diye sordu don Juan.

Ben de ona bu imgenin beni büyülediğini, onun bu fikre nasıl ulaşmış olduğunu öğrenmek istediğimi söyledim. Bunun böyle olduğunu nasıl biliyordu.

“Çok basit bi şey bu,” dedi. “Bi bilgi adamı ölümün son tanık olduğunu bilir, zira görür”

“Yani sen bir savaşçının son dansına tanıklık ettin mi kendin?”

“Yo. İnsan tanıklık edemez buna. Yalnızca ölüm yapabilir bunu. Ne ki, benim kendi ölümümün bana baktığını, benim de ölürmüş gibi dans ettiğimi görmüşlüğüm vardır. Dansımın sonunda ölüm herhangi bi yönü imlemedi, gözümün bebeği gibi sevdiğim yer de benimle vedalaşarak sallanmadı. Demek ki bu dünyadaki zamanım henüz dolmamıştı da, ölmemiştim. Bütün bunlar olduğu zaman, sınırlı erke sahiptim, kendi ölümümün hedefini anlamamıştım, onun için ölüyorum sanmıştım.”

“Senin ölümün bir insana benziyor muydu?”

“Ne kaz kafalısın yarabbi. Soru sorarak bi şeyi anlayacağını mı sanırsın. Hiç sanmam, ama ben kimim ki?

“Ölüm insana filan benzemez. Bi tür varlıktır o. Ama onun hiçbi şey olmadığını söyleyebileceğimiz gibi her şey olduğunu da söyleyebiliriz. Her ikisinde de gerçeklik payı var. Ölüm insanın istediği her bi şeydir.

“Benim insanlarla aram iyidir, onun için ölümü bi insana benzetirim ben. Gizler de çeker beni, onun için gözleri çukurdur ölümün bana göre. Onların içinden ötelere bakabilirim. Bi çift pencere gibidir gözleri, ama gözlerin devindiği gibi devi¬nen. O halde, diyebilirim ki, bi savaşçı yeryüzündeki son dan¬sını oynarken ölüm iki delik gözüyle onu izler.”

“Ama bu yalnız senin için mi böyle, don Juan, yoksa öbür savaşçılar için de mi?”

“Erk dansı yapan her savaşçı için aynıdır, ama değildir de. Ölüm bi savaşçının son dansına tanıklık eder de, bi savaşçının kendi ölümünü ne biçimde gördüğüne gelince kişisel bi meseledir bu. Herhangi bi şey olabilir—bi kuş, bi ışık, bi insan, bi çalı, bi çakıl, bi parça sis, ya da bilinmeyen bi varlık.”

Don Juan’ın ölüm imgeleri beni tedirgin etmişti. Sorularımı seslendirmeye uygun sözcükleri bulamayarak kekelemeye başladım. Don Juan gülümseyerek bana baktı—konuşabilmem için beni teşvik etti.

Ona bir savaşçının kendi ölümünü görme biçiminin yetiştiriliş tarzına dayanıp dayanmadığını sordum. Yuma ve Yaqui Kızılderililerini örnek olarak gösterdim. Benim fikrime göre insanın ölüme ilişkin imgelemlerini, içinde bulunduğu kültür belirledi.

“İnsanın yetiştiriliş tarzıyla yok bi ilgisi,” dedi don Juan. “İnsanın herhangi bi şeyi ne şekilde yapacağını belirleyen şey kişisel erktir. Bi insan yalnızca kendi kişisel erkinin bi toplamıdır, o toplam da, o insanın nasıl yaşayacağını, nasıl öleceğini belirler.”

“Kişisel erk nedir?”

“Kişisel erk bi duygudur,” dedi don Juan. “Şanslı olmak gibi bi şey. Ya da ona bi hava, bi ruh hali de, diyebiliriz. Kişisel erk insanın kökenine bakılmaksızın edindiği bir şeydir. Bi savaşçının bi erk avcısı olduğunu, erkin nasıl avlanıp biriktirileceğini sana öğretmekte olduğumu anlatmıştım. Senin sıkıntın, aslında hepimizin sıkıntısı, ikna olmamaktır. Kişisel erkin kullanılabileceğine, onu biriktirmenin olasılığına inanmaya gereksinmen var; ama şu ana dek ikna olmadın sen.”

Don Juan’a çok mantıklı konuştuğunu, beni ikna etmiş olduğunu söyledim. Güldü.

‘’Ben o tür ikna olmaktan söz etmiyorum.” dedi.

Yumruğuya omzuma iki üç kez hafifçe vurarak kıkır kıkır güldü.

“Bak, piyazlanmaya ihtiyacım yok benim.”

Ciddi olduğum hususunda onu temin etmem gerekirmiş duygusuna kapıldım.

“Hiç kuşkum yok,” dedi don Juan. “Ama ikna olmak, demek kendi başına eyleme geçebilmek, demektir. Bunu yapabilmen için daha epeyce çaba sarf etmen gerekir. Yapman gereken çok şey var daha. Sen daha yeni başladın.”

Don Juan bir an konuşmadan durdu. Yüzüne uysal bir ifade yayıldı.

“Kimi zaman bana kendimi anımsatıyor olman ne tuhaf,” diye sürdürdü. “Ben de savaşçının yolunu izlemek istememiştim. Bütün o çabaların boşuna olduğu inancındayım, sonunda hepimiz öleceğimiz için bi savaşçı olmak ne fark ederdi ki? Yanılmışım. Ama bunu kendi kendime öğrenmem gerekti. Yanılmış olduğunu kavradığın zaman, ne müthiş bi fark ettiğini anladığın zaman, ikna olduğunu söyleyebilirsin. Sonra da kendi başına ilerleyebilirsin. Hatta kendi başına bi bilgi adamı bile olabilirsin.”

Don Juan’dan, bilgi adamı demekle neyi kastettiğini açıklamasını istedim.

“Bi bilgi adamı, öğrenmenin meşakkatlerine gerçekten katlanmış bi kimsedir,” dedi. “Sabırsızlanmadan, savsaklamadan, kişisel erkin gizlerini çözmekte sonuna dek azimle ilerlemiş olan bi insandır.”

Don Juan bilgi adamı kavramını kısaca anlattıktan sonra bu konuyu bi yana bırakmamızı önerdi—benim kişisel erk biriktirme fikriyle ilgilenmemin daha doğru olacağını söyledi.

“Bunu havsalam almıyor,” diye karşı çıktım. “Senin bana ne yaptırmak istediğini bir türlü anlayamıyorum.”

“Erk avlamak yabansı bi iştir,” dedi don Juan. “Onun önce bi fikir olması gerekir, sonra da adım adım ilerlemesi, sonra bi bakmışsın, hoop! Gerçekleşivermiş.”

“Nasıl gerçekleşir yani?”

Don Juan ayağa kalktı. Kollarını gerip sırtını bir kedi gibi kabarttı. Kemikleri, her zamanki gibi, bir dizi kütürtü sesleri çıkardı.

“Haydi, gidelim,” dedi. “Önümüzde uzun bi yolculuk var.”

“Ama sana sormak istediğim o kadar çok şey var ki,” dedim.

“Bi erk yerine gidiyoruz,” dedi eve girerken. “Sorularını oraya vardığımızda sorarsın. Konuşma fırsatı buluruz orda herhal.”

Arabayla gideceğimizi sanmıştım, o nedenle kalkıp arabama doğru yürüdüm, ama don Juan evden bana seslenerek sukabaklarını koyduğu fileyi almamı istedi. Evinin ardındaki çöl çalılığın kıyısında beni beklemekteydi.

“Acele etmemiz gerek,” dedi.

Batı Sierra Madre dağlarının alçaktaki yamaçlarına öğleden sonra üç sıralarında ulaştık. Ilık bir gün olmuştu, ama vakit ilerledikçe rüzgâr üşütmeye başlamıştı. Don Juan bir kayanın üzerine oturarak, benim de aynı şeyi yapmamı imledi.

“Bu defa ne yapacağız, don Juan?”

“Pekâlâ biliyorsun ki buraya erk avlamaya geldik.”

“Biliyorum. Ama burada ne yapacağımızı merak ettim de.”

“Vallahi hiçbi fikrim yok benim de.”

“Yani izlenecek bi programın filan yok mu?”

“Erk avcılığı pek yabansı bir iştir,” dedi don Juan. “Önceden tasarlanması olanaksız bi şeydir. Onu heyecanlı kılan da budur ya. Ne var ki, bi savaşçı bi planı varmışçasına davranır, zira kişisel erkine güvenmektedir. Bu davranışın kendisini en uygun bi biçimde eyleme geçirteceğine kesinlikle inanır.”

Bu anlattıklarının bir bakıma çelişki olduğunu söyledim ona. Şayet bir savaşçı zaten kişisel erke sahipse, o takdirde niçin erk peşindeydi?

Don Juan kaşlarını kaldırarak güya bıkkınmış gibi devindirdi.

“Kişisel erk avlayan kimse sensin,” dedi. “Bense, zaten erke sahip olan bi savaşçıyım. Sen bana bi programım var mı, diye sordun, ben de kendi kişisel erkimin bana kılavuzluk edeceğine güvendiğimi, bi plana gereksinme duymadığımı söyledim.”

Bir an konuşmaksızın durduk, sonra yürümeye başladık. Yamaçlar epey dik olduğundan onlara tırmanmak benim için çok güç, ve son derece yorucuydu. Öte yandan, don Juan’ın takati handıysa tükenmez gibiydi. Koştuğu ya da telaşlandığı yoktu. Değişmeyen bir tempoyla yürüyor, hiç mi hiç yorulmuyordu. Hatta, muazzam, nerdeyse doksan derece diklikte bir yamacı tırmandıktan sonra dahi, terlemediğine dikkat ettim. Ben o yamacın tepesine vardığımda don Juan oraya çoktan ulaşmış, beni beklemekteydi. Ben onun



yanına çökerken kalbimin bağrımdan dışarıya fırlayacağını sanıyordum. Sırtüstü yattım, alnımdan şarıl şarıl terler akıyordu.

Don Juan yüksek sesle gülerek beni bir süre sağa sola salladı. Bu şekilde devinmem soluk alıp vermemi rahatlatmıştı.

Bedensel sağlamlığının beni hayrete düşürdüğünü söyledim ona.

“Daha ilk günden bu yana senin dikkatini bunun üzerine çekmeye çalışagelmekteyim,” dedi.

“Sen hiç de yaşlı değilsin, don Juan!”

“Elbet değilim. Bunun farkına varman için uğraşıyordum hep.”

“Nasıl genç kalıyorsun?”

“Hiçbi şey yapmıyorum ben. Bedenim gayet rahat, hepsi o kadar. Ben de kendime çok iyi bakıyorum, onun için yorulmam, tedirgin olmam için bi neden yok ki. Bunun gizi, kendine neler yaptığında değil, neler yapmadığındadır.”

Bunu açıklamasını istedim. Benim anlamakta yetersiz kaldığımın bilincindeydi sanki. Anlayışlıca gülümseyerek ayağa kalktı.

“Burası bi erk yeridir,” dedi. “Bu tepenin doruğunda kamp kuracak bi yer bul bize.”

Ben karşı çıkmaya başladım. Bedenime neler yapmamam gerektiğini açıklamasını istedim ondan. Elini buyurganca devindirdi.

“Kes şu saçmalıkları,” dedi ılık bir sesle. “Bu kez de salt eyleme geç bakalım ne olacak. Dinlenebileceğin uygun bi yer bulman ne kadar uzun sürerse sürsün, önemi yok. Ola ki bütün gece sürebilir. Hatta o noktayı bulmanın da yok bi önemi; önemli olan şey bulmaya çalışmandır.”

Not defterimi çantama koyup ayağa kalktım. Don Juan, bir dinlenme yeri bulmamı istediğim zamanlar, sayısız kereler yapmış olduğu gibi, gözlerimi herhangi bir nokta üzerinde odaklamaksızın, görüşüm bulanıklaşıncaya dek gözlerimi kısarak bakmamı bana hatırlattı.

Yarı kapalı gözlerimle yeri tarayarak yürümeye başladım. Don Juan bir metre kadar sağımda, birkaç adım arkamdan yürüyordu.

Önce tepe doruğunun çevresini dolaştım. Amacım sarmal bir izlekten merkeze doğru ilerlemekti. Ama ben tepe doruğunun çevresinde ilk turumu bitirirken, don Juan beni önledi.

Alışılmışı yeğleme huyumun gene ortaya çıktığını söyledi. Takılgan bir sesle kuşkusuz bütün alanı sistematik bir şekilde dolaşacağımı, ama bu berbat yöntemle uygun noktayı sezemeyip ıskalayacağımı belirtti. Kendisinin, o noktanın nerede olduğunu bildiğini, o nedenle benim gelişigüzel başka yeri gösterme şansımın da bulunmadığını ekledi.

“Pekâlâ, ne yapmalıyım ya?” diye sordum.

Don Juan beni yere oturttu. Sonra, birkaç ayrı çalılıktan birer yaprak kopararak onları bana verdi. Sırtüstü yere yatmamı ve kemerimi gevşeterek yaprakları göbeğimin etrafında tenimin üzerine yerleştirmemi buyurdu. Hareketlerimi denetleyerek, yaprakları iki elimle bedenime doğru bastırmamı istedi. Sonra gözlerimi kapatmamı buyurdu—sonuçların mükemmel olmasını istiyorsam ellerimi yaprakların üzerinde gevşetmemem, gözlerimi açmamam, bedenimi bir erk pozisyonuna getirdiğinde kalkıp oturmaya çalışmamam hususunda da beni uyardı.

Beni sağ koltuk altımdan kavrayarak döndürmeye başladı. Gözlerimi aralayarak etrafıma bakmak için dayanılmaz bir arzu duymaktaydım, ancak don Juan elini gözlerimin üzerine koydu. Dikkatimi yalnızca yapraklardan gelecek olan sıcaklığı hissetmeye yöneltmemi buyurdu.

Bir süre hareket etmeden yattım, sonra yapraklardan yabansı bir ısının yayıldığını hissetmeye başladım. İlkin ısıyı avuçlarımın içinde duyumsamıştım; sonra ılıklık karnıma da yayılır oldu da, sonunda tüm bedenimi kapladı. Birkaç dakika içinde ayaklarım sıcaktan yanmaya başlamıştı ki, bu da bana ateşimin yükseldiği zamanları hatırlatmıştı.

Don Juan’a, çok rahatsızlık verdiği için ayakkabılarımı çıkarmak istediğimi söyledim. O da ayağa kalkmama yardım edeceğini, ama o söyleyene dek gözlerimi açmamamı, dinleneceğim o uygun noktayı bulmama dek yaprakları karnıma bastırmayı sürdürmem gerektiğini anlattı.

Ayağa kalktığım zaman don Juan kulağıma fısıldayarak gözlerimi açmamı, yapraklardaki erkin beni çekmesi ve gütmesiyle plansız bir şekilde yürümemi söyledi.

Amaçsızcasına yürümeye başladım. Bedenimin yükselen ısısı beni tedirgin ediyordu. Ateşimin yükseldiğine emindim; don Juan’ın bunu nasıl yapmış olabileceğini düşünmeye başladım.

Don Juan ardımda yürümekteydi. Birden, handıysa beni felce uğratan bir çığlık koyuverdi. Sonra, gülerek, ani gürültülerin nahoş cinleri kaçırttığını anlattı. Ben gözlerim kısılı yarım saat kadar bir ileri bir geri dolandım durdum. O süre boyunca bedenimdeki sıcaklık zevkli bir ılıklığa dönüşmüştü. Ben de tepe doruğunu arşınlarken, kendimi kuş gibi hafif hisseder oldum. Ama hayal kırıklığına uğramıştım; ben bir bakıma görsel bir olayla karşılaşacağımı sanmıştım, oysa görüş alanımın içindene olağandışı bir renge, ne bir parıltıya, ne kara kütlelere— hiçbir değişikliğe rastlamamıştım.

Sonunda gözlerimi kısmaktan yorulup onları açmıştım. Tepe doruğundaki birkaç kayalık yerden biri olan kumtaşından küçük bir çıkıntının önünde durmaktaydım; öbür yerler, küçük bitkilerin geniş aralıklarla yer aldığı toprak bir zeminden oluşuyordu. Buradaki bitkiler bir süre önce yanmış da yeniden sürmüş, henüz tam gelişmemiş gibi görünmekteydiler. Bilinmez bir nedenle o kumtaşı çıkıntının güzel bir yer olduğunu düşündüm. Onun önünde uzun bir süre durdum. Sonra gidip üzerinde oturuverdim.

“İyi! İyi!” dedi don Juan sırtımı tıpışlayarak.

Sonra, yaprakları giysilerimin altından özenle çıkararak, onları kayanın üzerine yerleştirmemi söyledi.

Ben yaprakları tenimin üzerinden alır almaz serinlemeye başlamıştım. Nabzıma baktım. Normal gözüküyordu.

Don Juan gülerek bana, “Doktor Carlos,” diye seslendi, onun da nabzına bakmamı istedi. Don Juan hissettiğim şeyin yapraklardaki erk olduğunu, o erkin zihnimi açarak görevimi yerine getirmemi sağladığını söyledi.

Ben bütün içtenliğimle belli hiçbir şey yapmamış olduğu¬mu, o yere sırf yorulmuş olduğumdan, kumtaşının rengini çok çekici bulduğumdan dolayı oturduğumu ileri sürdüm.

Don Juan bir şey demedi. Benden birkaç adım ötede durmaktaydı. Ansızın geriye doğru atlayarak inanılmaz bir çeviklikle kimi çalılıkların üzerinden zıpladı—biraz ötedeki bir kayalığın tepesine kondu.

“Ne oluyor?” diye telaşla sordum.

“Yapraklarına doğru esen rüzgârın doğrultusuna bak,” dedi don Juan. “Çabuk say onları. Rüzgâr geliyor. Yarısını sakla, onları gene karnının üzerine koyarsın.”

Yirmi yaprak saymıştım. Onunu gömleğimin altına soktum, sonra sert bir esintinin öbür yaprakları uçuruşunu seyrederken, gerçek bir varlık onları yeşil çalılığın şekilsiz kütlesine doğru bile bile sürüklüyormuş gibi tekinsiz bir duyguya kapılmıştım.

Don Juan benim bulundğum yere geldi; yanıma, sol tarafıma, yüzü güneye döndük, oturdu.

Uzun süre hiç konuşmadan durduk. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Bitkin bir haldeydim. Gözlerimi kapatmak istiyor ama buna cesaret edemiyordum. Don Juan benim bu halimi sezmiş olmalı ki, istersem uyuyabileceğimi söyledi. Ellerimi karnımın üzerine, yaprakların üstüne yerleştirmemi, “gözümün bebeği gibi sevdiğim o yerde” benim için yapmış olduğu o “ipten” yatağın üzerinde asılı olarak yatmakta olduğumu düşünmemi istedi. Gözlerimi kapattım, öbür tepe doruğunda uyurken duyumsamış olduğum bir huzur ve bereket duygusu gene beni kapladı. Gerçekten havada asılı mı durmaktayım, diye bakayım, derken uyumuş gitmişim.

Güneşin batımına az kala uyandım. Uyku beni tazelemiş, dinçleştirmişti. Don Juan da uyumuştu. O da gözlerini benimle aynı anda açmıştı. Hava rüzgârlıydı, ama üşümüyordum. Karnımdaki yapraklar bir fırın, bir tür ısıtıcı işlevini gömlekteydi.

Çevreye bir göz attım. Dinlenmek için seçtiğim yer küçükçe bir çanağa benziyordu. İçinde, uzun bir sedire oturur gibi durulabilirdi; sırtımızı dayayabilecek kayadan bir duvarı bile vardı. Don Juan’ın not defterimi getirip başımın altına yastık ettiğini de bulguladım.

“Tam yerini bulduydun,” dedi Don Juan, gülümseyerek.

“Her şey tam da sana söylediğim gibi gerçekleşti. Erk seni buraya senin herhangi bi plan yapmana hacet kalmaksızın getirdi.”

“Bana verdiğin o yapraklar neydi öyle?” diye sordum.



Yapraklardan yayılan, battaniye ya da kalın giysiler ol­maksızın beni öyle rahat bir havaya sokan ılıklık gerçekten son kerte merak ettiğim bir olaydı.

“Yalnızca yapraklar işte,” dedi don Juan.

“Yani ben herhangi bir çalıdan yaprak koparsam onlar da aynı etkiyi gösterir mi üzerimde?”

“Yo. Bunu senin yapabileceğini söylemek değildi, mera­mım. Sende kişisel erk yok. Demem şu ki, her bi türlü yaprak sana yarar sağlayabilir, yeter ki onları sana veren kimsede erk bulunsun. Bugün sana yarar sağlayan şey yapraklar değil, erk­ti.”

“Senin erkin mi, don Juan?”

“Benim erkimdi, diyebilirsin herhal, ama bu pek doğru olmaz. Erk hiçbi kimseye ait değildir. Kimilerimiz onu devşire­bilir, o zaman dolaysızcasına başka birisine aktarılabilir. Bak anlatayım, biriktirilmiş erkin gizi öyledir ki, o yalnızca başka bi kimsenin erk biriktirmesine yardımcı olmak amacıyla kulla­nılabilir.”

Don Juan’a, kendisindeki erkin sadece başkalarına yardım etmek amacıyla sınırlı olduğunu mu anlatmak istediğini sor­dum. Don Juan sabırlılıkla, kişisel erkini istediği şekilde kullanabileceğini, onunla canı ne isterse yapabileceğini, ama onu dolaysızcasına bir başka kimseye aktarmaya gelince, o kimse onu kendi kişisel erk arayışında kullanmadıkça hiçbir işe yara­mayacağını anlattı.

“Bi insanın yaptığı her bi şey onun kişisel erkine bağlıdır,” diye sürdürdü don Juan. “Onun için, erkli insanların eylemleri, kişisel erki olmayan kimseleri hayretlere düşürür. Erkin ne ol­duğunu kavramak için bile erkli olmak gerekir. Daha ilk gün­den beri hep bunu anlatıyorum ya sana. Ama anlamadığını bilmekteyim; anlamak istemediğinden değil de kişisel erkinin pek az oluşundan dolayı.”

“Ne yapmam gerekir, don Juan?”

“Hiçbi şey. Şimdi olduğun gibi ilerle yeter. Erk bi yolunu bulur.”

Don Juan ayağa kalkıp, çevresindeki her bir şeye baka ba­ka tam bir daire çizerek döndü. Gözleriyle birlikte bedeni de devinmekteydi; bu hareketi bende sabit bir hızla üç yüz altmış derece dönen mekanik bir oyuncak hissini yaratmıştı.

Ağzım açık ona bakmaktayım. Don Juan, şaşkınlığımın farkında, gülümsemesini gizledi.

“Bugün sen gece karanlığında erk avlayacaksın,” diyerek, oturdu.

“Anlayamadım, affedersin?”

“Bu gece cesaretini toplayıp o bilinmeyen tepelere gideceksin. Karanlıkta tepe değildir oralar.”

“Nedir ya?”

“Başka bir şeydirler. Senin düşünemeyeceğin bi şeyler, zi­ra sen onların varlıklarına asla tanık olmamışsındır.”

“Ne demek istiyorsun, don Juan? Bu tekinsiz sözlerinle beni korkutup duruyorsun hep.”

Don Juan gülerek baldırımı hafifçe tekmeledi.

“Bu dünya gizemli bi yerdir,” dedi. “Senin düşlediğin gibi bi yer değildir kesinlikle.”

Zihnini toparlarcasına duraladı bir an. Bir yandan kafasını tartımlı bir şekilde bir aşağı bir yukarı oynatırken bir yandan da gülümseyerek ekledi: “Bi bakıma da senin düşlediğin gibidir, ama ondan başka şeyler de vardır bu dünyada; hem de daha pek çok şeyler... Onlardan kimilerini zaten bulgulayagelmektesin, ola ki bu gece bi yanını daha öğreneceksin dünyanın.”

Don Juan’ın sesindeki ton tüm bedenimi ürpertti.

“Neler tasarlıyorsun gene?” diye sordum.

“Bi şey tasarlamam ben. Her şey, sana bu noktayı buldu­ran o erkçe belirlenir.”

Don Juan ayağa kalkarak uzaklardaki bir şeyi gösterdi.

Benim de kalkıp bakmamı istediğini sandım. Sıçrayıp ayağa kalkmaya çalışırken, daha tam kalkmadan, don Juan beni bü­yük bir şiddetle yere doğru itti.

“Ben izle demedim ki sana,” dedi haşin bir sesle. Sonra se­sinin tonunu yumuşatarak ekledi: “Bu gece senin için epey zor geçecek, toplayabildiğin tüm kişisel erke gereksinmen olacak. Olduğun yerde kal da, enerjini sonraya sakla.”

Don Juan herhangi bir şeyi göstermek istemediğini, sadece orada bazı şeyler var mı, diye bakmakta olduğunu açıkladı. Her şeyin yolunda olduğuna ilişkin bana güvence vererek ses­sizce oturup bir şeylerle meşgul olmamı, zira zifiri karanlık te­peleri bastırana dek notlarımı yazacak daha epey zamanım ol­duğunu söyledi. Gülümsemesi bana da sirayet etmişti; çokça rahatlamıştım.

“Ama ne yapacağız yani, söylesene, don Juan?”

Don Juan, işittiklerine inanmadığını gösterircesine başını abartılı bir şekilde iki yana salladı.

“Yaz!” diye buyurarak sırtını bana döndü.

Başkaca yapacağım bir şey kalmamıştı. Hava, yazamayacağım denli kararana dek notlarımı yazdım ben de.

Don Juan ben yazdığım sürece hep aynı duruşunda kaldı. Gözlerini batı yönünde uzaklara doğru dikmişti; başkaca hiçbir şey düşünmüyormuş gibiydi. Ama ben yazmayı keser kesmez bana doğru dönüp şakacı bir sesle beni susturmanın tek yolu­nun önüme yiyecek bir şeyler vermek, bana yazı yazdırmak ya da beni uyutmak olduğunu söyledi.

Sırtçantasından küçük bir paket çıkararak alayişle açtı. Pa­kette kurutulmuş et parçaları vardı. Don Juan bana bir parça uzattı; kendisi de bir parça alarak onu çiğnemeye başladı. Üze­rinde durmaksızın bunun, o sırada her ikimizin de gereksindi­ği erk besini olduğunu bildirdi. O et parçasının psikotropik bir madde içerebileceği olasılığını düşünmeyecek denli açtım. Sessizlik içinde et kalmayana dek yememizi sürdürdük, zaten o sırada da ortalık iyice kararmıştı.

Don Juan ayağa kalkıp kollarıyla sırtını devindirerek ge­rindi. Benim de aynı şeyi yapmamı istedi. Uykudan, oturduk­tan ya da yürüdükten sonra tüm bedenin gerinerek esnetilmesinin çok yararlı bir alışkı olduğunu söyledi.

Dediğini uygulamaya çalışırken gömleğimin altında tuttu­ğum yapraklardan bazıları pantolonumun paçalarından aşağı düşüverdiler. Ben onları toplasam mı, diye geçirirken, don Juan onları unutmamı, artık onlara ihtiyacım kalmadığını, düşüp gitmelerinin bir önemi olmadığını anlattı.

Sonra, don Juan bana çokça yaklaşarak kulağıma onu son derece yakından izlemem, yaptığı her şeyi taklit etmem gerek­tiğini fısıldadı. Bulunduğumuz noktada güven içinde olduğu­muzu, zira, bir bakıma, gecenin kıyısında durduğumuzu anlat­tı.

“Gece burası değil,” diye fısıldadı, ayağıyla üzerinde dur­duğumuz kayayı teperek, “Gece işte orada.”

Don Juan bizi çevreleyen karanlığı gösterdi.

Sonra taşıma filemi inceleyerek yiyecek dolu sukabaklarıyla not defterimin emniyette olup olmadıklarına baktı. Yu­muşak bir sesle, girişmek üzere olduğu çetin deneyimden sağ salim çıkacağına inandığından dolayı değil de, kendi kusursuz davranış biçiminin bir gereği olması bakımından, bir savaşçının her zaman her şeyin düzgün bir şekilde bulunduğundan emin olması gerektiğini söyledi.

Yaptığı uyarılar beni rahatlatacağı yerde, sonumun yaklaş­tığının kesin olduğu izlenimini yaratıyordu. Ağlamak istedim. Don Juan’ın, sözlerinin etkisinin bilincinde olduğundan emin­dim.

“Kendi kişisel erkine güven,” diye fısıldadı kulağıma. “Bu gizlerle dolu dünyada sahip olduğun tek şeydir o.”

Beni hafifçe çekerek yürümeye başladı. Birkaç adım önümden gitmekteydi. Gözlerimi yere dikip onu izlemeye baş­ladım. Nedense etrafıma bakmaya cesaret edemiyordum, göz­lerimi yere doğru dikerek yürümek beni garip bir şekilde rahatlatıyordu; adeta beni ipnotize ediyordu.

Kısa bir yürüyüşten sonra don Juan durdu, zifiri karanlığın yaklaşmakta olduğunu, kendisinin benim daha önümden ilerle­yeceğini, ama bulunduğu yeri küçük türden bir baykuş sesini öykünerek bildireceğini fısıldadı. Onun bu öykünmesinin baş­langıçta biraz hırıltılı çıktığını, ama giderek gerçek bir baykuş çığlığı gibi tatlılaştığını bilmekteydim. Yalnız, yanılmamam, öbür baykuşların aynı şekilde çıkmayan seslerine dikkat et­mem hususunda da beni uyardı.

Don Juan bütün bu yönergeleri bana vermeyi bitirdiğinde iyice paniğe kapılmıştım. Koluna yapışarak gitmesini önledim. Söyleyeceklerimi rahatça dile getirebilecek sükûnete kavuşa­bilmem için iki üç dakikanın geçmesi gerekti. Karnımın ve mi­demin üzerinde sinirsel bir ürperme peyda oldu da tutarlı ola­rak konuşamaz oldum.

Don Juan dingin ve yumuşak bir sesle kendime gelmemi, zira dikkatsiz davrandığım takdirde karanlığın da rüzgâr gibi beni kapana düşürebilecek bilinmeyen başıboş bir varlık oldu­ğunu söyledi. Onunla başa



çıkabilmek için son kerte sakin ol­malıymışım.

“Kişisel erkini gecenin erkiyle kaynaştırabilmen için ken­dini bırakabilmelisin,” dedi don Juan kulağımın içine.

Kendisinin benim biraz önümde yürüyeceğini söylediğin­de mantıksız bir korku nöbetine daha yakalandım.

“Çılgınlık bu,” diye karşı çıktım.

Don Juan ne öfkelendi ne de sabırsızlandı. Sakince güle­rek kulağımın içine anlamadığım bir şeyler fısıldadı.

“Ne diyorsun?” diye çatırdayan dişlerimin arasından yük­sek sesle sordum.

Don Juan elini ağzımın üzerine koyarak bir savaşçının, aslında bir şey bilmediği halde ne yaptığını biliyormuşçasına davranması gerektiğini söyledi. Sonra da bir tümceyi, ezberle­memi ister gibi üç dört kez yineledi. Şuydu o tümce: “Bi savaş­çı, kişisel erki ister küçük ister muazzam olsun, ona güvendiği takdirde kusursuzdur.”

Kısa bir bekleyişten sonra nasıl olduğumu sordu. İyi oldu­ğumu söyleyince, don Juan sessiz sedasız yanımdan uzaklaşı­verdi.

Etrafıma bakmak istedim. Kesif çalılıklarla kaplı bir yerde duruyor gibiydim. Bitki kümelerinin karaltısı ya da belki de birkaç bodur ağaçtan gayri hiçbir şeyi ayırt edemiyordum. Dik­katimi seslere yönelttiysem de önemli bir şey işitemedim. Rüz­gârın uğultusu, iri baykuşların zaman zaman attıkları delici çığ­lıklarla birtakım başka kuşların cıvıltıları hariç tüm öbür sesle­ri bastırıyordu.

Bir süre tam bir “teyakkuz” halinde bekledim. Sonra küçük bir baykuşun uzatılmış hırıltı sesini işittim. Onun don Juan olduğuna hiç kuşkum yoktu. Arkamdan bir yerlerden gelmek­teydi. Arkama dönüp o yönde yürümeye başladım. İlerlemem çok yavaş olmaktaydı, zira karanlık hareketlerimi nerdeyse tamamıyla kısıtlamaktaydı.

On dakika kadar yürümüş olacağım. Birden önümde sim­siyah bir kütle atlayıverdi. Çığlığı bastırdığım gibi geriye doğ­ru kıç üstü düşüverdim. Kulaklarım çınlıyordu. Öyle çok kork­muştum ki, nefesim kesilecek gibi oldu. Nefes alabilmek için ağzımı açmak zorunda kaldım.

“Kalk oradan,” dedi don Juan yumuşak bir sesle. “Seni korkutmak istememiştim. Sadece yanına geldiydim.”

Benim o rezil yürüyüşüme baktığını, karanlıkta bir kötürüm kocakarı gibi dakikada iki adım ata ata ilerlemeye çalıştığımı gördüğünü söyledi. Bu benzetmesinden pek hoşlanarak yüksek sesle güldü.

Sonra karanlıkta yürümenin özel bir yöntemini gösterme­ye başladı, don Juan bu yönteme “erk tırısı” diyordu. Önümde eğilerek, bedeninin aldığı pozisyonu anlayabilmem için elleri­mi sırtında ve dizlerinde dolaştırttı. Don Juan’in gövdesi hafif­çe öne eğik duruyordu, ama belkemiği düzdü. Dizleri de hafif­çe bükülmüştü.

Her adım atışında dizlerini handıysa göğsüne kadar kaldır­dığını görebileyim, diye önümde yavaş yavaş yürüdü. Sonra hakikaten koşarak gözden kayboldu, ve gene döndü. Zifiri ka­ranlıkta öyle nasıl koşabileceğini havsalam almıyordu.

“Erk tırısı geceleyin koşmaya yarar,” diye fısıldadı kulağı­mın içine.

Don Juan bunu benim de denememi istedi. Ben, bir çuku­ra düşer ya da bir kayaya toslarım da bacaklarımı kırarım, diye pek oralı olmadım. Don Juan, gayet sakin, “erk tırısı”nın son kerte güvenli olduğunu söyledi.

Onun yaptıklarını ancak bu tepeleri avucunun içi gibi bilmesinden, bu nedenle de tehlikeli noktalardan kaçınabilmesin­den dolayı gerçekleştirdiğine inandığımı söyledim ona.

Don Juan başımı elleriyle tutarak şiddetlice fısıldadı, “Bu, gecedir! O da, erktir!”

Başımı bıraktı, yumuşak bir sesle geceleyin dünyanın farklı olduğunu, onun karanlıkta koşabilme yetisinin bu tepele­ri iyi tanımasıyla bir ilintisi olmadığını açıkladı. Bunun püf noktasının insanın kişisel erkini özgürce akacak, gecenin er­kiyle kaynaşacak biçimde bırakması olduğunu, ve o erk bir de­fa dizginleri ele aldı mı, insanın artık hata yapmasının olanaksızlaşacağını anlattı. Son kerte ciddi bir edayla, şayet bundan kuşku duyuyorsam bir an için cereyan etmekte olan şeylere bakmamı buyurdu. Kendi yaşındaki bir adamın o saatte o tepe­lerde koşmasının, gecenin erki ona kılavuzluk etmediği takdir­de intihar demek olacağını da ekledi.

“Bak!” diyerek hızla koşup karanlığın içine daldı, sonra da geriye döndü.

Bedeninin deviniş biçimi öyle görkemliydi ki, gözlerime inanamıyordum. Don Juan bir süre olduğu yerde zıplayıp dur­du. Bacaklarını kaldırış şekli bana bir kısa mesafe koşucusu­nun yarış öncesi yaptığı ısınma alıştırmalarını anımsattı.

Don Juan sonra onu izlememi istedi. Kendimi iyice sıka­rak, son kerte tedirgin, onu izledim. Büyük bir dikkat sarfederek bastığım yerleri görmek istedim, ama mesafeleri kestirmek olanaksızdı. Don Juan geriye dönüp yanımda benimle birlikte zıplamaya başladı. Fısıldayarak kendimi gecenin erkine bırak­mamı, az da olsa sahip olduğum kişisel erke güvenmem gerek­tiğini, yoksa özgürce devinmenin olanaksızlaşacağını, karanlı­ğın bir engel olarak görülmesinin, bir başka devinme yöntemi­nin de erkin kılavuzluk etmesine izin vermek olduğunu bilmediğimden dolayı, yaptığım her şeyde sırf görme duyusuna gü­venmemden kaynaklandığını söyledi.

Birkaç kez başarısız denemeler yaptım. Ama kendimi bir türlü bırakamıyordum. Bacaklarımı bir yerlere çarpıp kıraca­ğım, diye ödüm kopuyordu. Don Juan, aynı noktada kalarak devinmemi, ve “erk tırısını” gerçekten kullanıyormuşum gibi duyumsamaya çalışmamı buyurdu.

Sonra koşarak ileriye doğru gideceğini, ardından onun baykuş çığlığını beklememi söyledi. Zaman zaman gözlerimi kapayarak, bulunduğum yerde, dizlerim ve gövdem bükülü, zıplamayı sürdürdüm; belki bir saat kadar geçmişti. Üzerimde­ki gerginlik azar azar yok olmaya başlamıştı, nihayet kendimi oldukça rahat hisseder oldum. Ardından, don Juan’ın çığlığını işittim.

Don Juan’ın önerdiği gibi “kendimi bırakmaya” çalışarak sesin geldiği doğrultuda beş altı metre kadar koştum. Ne ki bir çalılığa tökezleyince tüm güvensizlik duygularım yeniden can­lanıverdi.

Don Juan beni beklemekteydi; duruş biçimimi düzeltmeye başladı. Israrla en başta, her iki elimin başparmağıyla işaret parmağını dışa doğru uzatıp öbür parmaklarımı ayalarıma doğ­ru kıvırmamı söyledi. Sonra da benim hâlâ kendimi sırf yeter­sizlik duygularıma kaptırdığımı, hiçbir şeyin üzerinde odaklanmayarak önümdeki yeri taramayı sürdürdüğüm takdirde, gece ne denli karanlık olursa olsun, her zaman gayet iyi bir şekilde görebildiğimi bildiğimi söyledi. “Erk tırısı” da dinlenecek bir yer aramaya benzermiş. Her iki iş de insanın kendisini bıraka­bilmesini, bir güven duygusunu gerektirirmiş. “Erk tırısı” insa­nın gözlerini tam önündeki yere doğru çevirmesini gerektirir­miş, zira sağa ya da sola kısa bir nazar atılması, devinimin akı­şında bir değişikliğe neden olurmuş. Don Juan açıklayarak, gövdenin öne doğru bükülmesinin, gözlerin yere yaklaştırılması açısından gerekli olduğunu, dizlerin göğse kadar kaldırılma­ sının da adımların çok kısa ve güvenli olmasına yol açtığını an­lattı. Don Juan başlangıçta bol bol tökezleyeceğim hususunda beni uyardı, ama alıştırma yapa yapa tıpkı gündüzün olduğu gi­bi hızlı ve güvenli bir şekilde koşabileceğimi söyledi.

Saatlerce onun hareketlerini taklit etmeye, öğütlediği havaya girmeye çalıştım. Don Juan onun hareketlerini görebile­yim, diye büyük bir sabırla önümde durduğu noktada zıplaya­rak deviniyor, kimi zaman da bir koşu uzaklaşıp tekrar yanıma geliyordu. Hatta bazen beni iterek, birkaç metre koşmama neden oluyordu.

Sonra benden uzaklaşıp bir dizi baykuş çığlıkları atarak beni çağırdı. Anlayamadığım bir şekilde hiç beklenmedik ölçü­ de bir özgüveniyle hareket ediyordum. Bildiğim kadarıyla bu duyguyu hak edecek bir şey yapmamıştım, ama bedenim dü­şünmeden de bazı şeyleri seziyora benziyordu. Örneğin, yolu­mun üzerindeki sivri kayaları pek göremiyordum, ama bede­nim, dikkatimin dağılmasından dolayı dengemi yitirerek meydana gelen birkaç aksilik hariç, hep kıyılara basmayı, çukurla­ra hiç düşmemeyi kendi kendine becerebiliyordu. Tam önüme rastlayan yerin taranması için gereken konsantrasyonun önemi çok büyüktü. Don Juan, yana ya da fazlaca ileriye doğru atılan bir nazarın, akışı hemen keseceği uyarısında bulunuyordu.

Uzun bir arayıştan sonra don Juan’ın yerini belirlemiştim. Ağaçlara benzeyen birtakım koyu karaltıların arasında oturmaktaydı. Yerinden kalkıp bana doğru gelerek gayet iyi koştu­ğumu, ama artık bırakma zamanının geldiğini, zira ıslık çala çala başkalarının da ıslığını taklide başlayacaklarından kaygılandığını söyledi.

Ben de dinlenmek istiyordum. Didinmekten bitkin düşmüştüm. Onun sözlerini memnunlukla karşılayarak,



ıslığını ki­min taklit edeceğini sordum.

“Erkler, dostlar, tinler, kim bilir?” dedi fısıldayarak.

Don Juan “gecenin varlıkları” dediği bu şeylerin genellik­le ezgiye benzeyen hoş sesler çıkardıklarını, ancak insan sesi­ne özgü hırıltılarla kuşların cıvıltılı seslerini çıkaramadıklarını açıkladı. Öylesi bir sesi işitir işitmez devinmeyi kesmem ge­rektiği, ve yakın bir zamanda doğru tanılama yapmam icap edeceğinden dolayı bu anlattıklarımı anımsamam hususunda beni uyardı. Sonra beni överek “erk tırısı”nın ne olduğunu iyi­ce anlamış bulunduğumu, bu konuda ustalaşabilmem için biraz daha gayret etmemin yeterli olacağını, ve bunu yapacak fırsatı gecenin ilerleyen saatlerinde tekrar bulacağımı bildirdi. Omzu­mu tıpışlayarak artık gitmeye hazır olduğunu söyledi.

“Haydi gidelim burdan,” diyerek koşmaya başladı.

“Dur! Bekle!” diye çılgınlar gibi haykırdım. “Yüksek ya.”

Don Juan durdu, şapkasını çıkardı.

“Vayy be!” dedi afallamışçasına. “Şimdi ne halt edicez? Karanlıkta yürüyemediğimi biliyorsun. Yalnızca koşabiliyo­rum ben. Yürürsem bacaklarımı kırarım garanti.”

Yüzünü göremiyordum ama, bunları söylerken sırıtmakta olduğuna emindim.

Mahrem bir şey anlatırcasına yürüyemeyecek denli yaş­landığını, o gece öğrenmiş olduğum “erk tırısı”ndan biraz da­ha yararlanmanın hakkımızda hayırlı olacağını bildirdi.

“‘Erk tırısı’ndan yararlanmazsak, çimen gibi biçileceğiz, alimallah,” diye fısıldadı kulağımın içine.

“Kimin tarafından?”

“Gecenin içinde insanları kollayan varlıklar vardır,” diye tüm bedenimi ürperten bir sesle fısıldadı don Juan.

Onunla aynı hızda koşmamın şart olmadığını, sık sık her defasında dört başkuş çığlığıyla sinyal vererek onu izlememi sağlayacağını belirtti.

Şafak sökene dek o tepelerde kalmamızı, yola sonra çıkmamızı önerdim. Son derece dramatik bir sesle orada kalma­mızın intihar demek olacağı karşılığını verdi; oradan canlı çıksak bile, gecenin kişisel erkimizi emip tüketeceğini, günün ilk badiresinin bizi kolayca helak edebileceği bir duruma getirece­ğini anlattı.

“Hiç vakit yitirmeyelim,” dedi, sonra telaşlı bir sesle, “çe­kip gidelim burdan,” diye ekledi.

Beni rahatlatsın, diye, kendisinin mümkün mertebe yavaş koşmaya çalışacağını söyledi. Son yönergesi de ne olursa olsun hiç ses çıkarmamam, nefes alırken bile dikkatli davranmam hususundaydı. Gideceğimiz yönü göstererek her zamankinden daha yavaş bir tempoyla koşmaya başladı. Onu izledim, ama o ne denli yavaş koşsa da ona yetişemiyordum; çok geçmeden, don Juan önündeki karanlığın içinde görünmez oldu.

Yalnız kaldıktan sonra, farkına varmaksızın oldukça hırslı bir tempo geliştirdiğimin bilincine vardım. Bunu görmek beni sarsmıştı. O şekilde koşmayı uzun bir süre devam ettirdim, sonra don Juan’ın sinyalini biraz sağımda işittim. Dört kez art arda öttü.

Çok kısa bir süre sonra don Juan’ın baykuş çığlığını yeniden işittim, bu kez gene sağımdan ama çok daha uzaktan gel­mekteydi ses. Oraya yönelmek amacıyla kırk beş derece kadar döndüm. Öbür üç çığlığın ne tarafa gitmem gerekeceğine iliş­kin daha kesin bir fikir vereceğini düşünerek o yeni yöne doğ­ru ilerledim.

Yeni bir ötüş daha işittim, ama sesin geldiği yön don Juan’la yola çıktığımız noktaya yakın bir yerdi. Durarak dinlen­meye başladım. Kısa bir mesafe ötemde şiddetli bir gürültü işittim. Birbirine çarpan iki kayanın çıkardığı ses gibi bir şey. Kulak kesildim—iki kayanın hafif hafif sürtünmesiyle oluşu­yormuş gibi algıladığım bir dizi hafif gürültüler işittim. Ardın­dan bir baykuş sesi daha geldi; o anda don Juan’ın ne demek istediğini anlayıverdim. Gerçekten ezgiye benzeyen bir sesti bu. Gerçek bir baykuşun sesinden kesinlikle daha uzun ve da­ha tatlı bir ses.

Yabansı bir korku duygusuna kapıldım. Karnımda bir sıkışma peyda oldu— sanki birisi beni belimden kavramış da ye­re doğru çekmekteydi. Geriye dönüp karşıt istikamete doğru yarı zıplayarak koşmaya hazırlandım.

Uzaktan hafif bir baykuş sesi geldi. Ardından üç çığlık da­ha işittim. Don Juan’ın sesiydi bu. O yöne doğru koşmaya baş­ladım. O anda don Juan’dan en azından çeyrek mil uzakta ol­duğumu kestirdim; demek o biraz daha koşmuş olsa çok geç­meden bu tepelerde kaybolup gidebilirdim. Çevremde tur at­mak yerine don Juan’ın ne diye o kadar uzaklara gittiğini bir türlü anlayamıyordum.

Tam o anda sol tarafımdaki bir şeyin benimle birlikte ha­reket ettiğini görür gibi oldum. Görüş alanımın ta dış sınırında belli belirsiz bir şey vardı. Paniğe kapılmak üzereydim ki, ak­lıma içimi rahatlatan bir düşünce geldi. Karanlıkta herhangi bir şey görebilmem olanaksızdı. Gözlerimi o yöne doğru çevirmek istiyor, ama dengemi yitirmekten korkuyordum.

İşittiğim yeni bir baykuş çığlığı beni sarsarak düşüncelerimden uzaklaştırdı. Solumdan gelmişti bu ses. O sesi izleme­dim, zira hiç kuşku yok ki hayatımda işittiğim en tatlı, ezgisel bir sesti bu. Ama beni ürkütmemişti. Çok çekici, hatta büyüle­yici ya da hüzünlü bir şey vardı o seste.

Sonra son derece süratle giden bir karaltı önümde soldan sağa doğru geçiverdi. Hareketinin çevikliğine bakmadan ede­medim; o yüzden dengemi yitirip bir çalı kümesine çarptım. Yana doğru devrildim—birkaç adım ötemden o ezgisel sesi işittim. Ayağa kalktım, ama koşmaya başlamazdan önce birincisinden daha ısrarlı, daha büyüleyici bir çığlık işittim. Orada bir şey sanki benim durmamı, ve onu dinlememi istemekteydi. Baykuş çığlığının sesi öyle uzun ve sevecendi ki, korkum epey azalmıştı. Tam o anda don Juan’ın dört hırıltılı çığlığını işitme­miş olsaydım, gerçekten orada duracaktım. Don Juan’ın sesi yaklaşmış gibiydi. Sıçrayarak o yöne doğru koştum.

Bir an sonra karanlığın içinde gene bir kıpırtı ya da bir dalgalanma görür gibi oldum. Aslında bu bir görüntüden ziyade bir sezgiydi, ama bana onu gözlerimle seziyormuşum gibi ge­liyordu. Benden daha süratli ilerlemekteydi, aynı şekilde sol­dan sağa doğru hareket ettiğinden dengemi yitirmeme neden oluyordu. Bu kez yere düşmedim, gariptir ama düşmemiş ol­mam beni tedirgin etti. Birden öfkelendim; bu kez yersiz heye­canlanışımdan dolayı tam bir paniğe kapıldım. Adımlarımı hızlandırmaya çalıştım. Don Juan’a nerede olduğumu bildirmek amacıyla bir baykuş çığlığı atmak istediysem de onun yönergelerine aykırı bir şey yapmaya cesaret edemedim.

O anda dikkatimi iğrenç bir şey çekmişti. Sol tarafımda hayvana benzeyen bir şey vardı, bana değecek kadar da yakı­nımdaydı. Gayri ihtiyari fırlayıvermiş, sağa doğru yön değiştir­miştim. Korkudan boğulacak gibiydim. Korkum o kadar yo­ğundu ki, karanlıkta gücümün yettiğince koşarken zihnimde düşünce diye bir şey kalmamıştı. Bu hissettiğim korku beden­sel bir duyuya benziyor, düşüncelerimle hiçbir ilgisi bulunmuyordu. Bu durum beni çok şaşırttı. Zira yaşamım boyunca kor­kularım hep zihinsel birtakım süreçlere dayanmış, muhataralı toplumsal durumlardan ya da başkalarının bana karşı tehlikeli davranışlar sergilemesinden kaynaklanmıştı. Oysa şimdi, duy­duğum korku yeni bir şeydi. Dünyanın bilinmeyen bir yanın­dan çıkıp benim kendi bilinmeyen bir yanımı vurmuştu.

Hafif solumda çok yakın bir baykuş çığlığı işittim. Sesin perdesindeki ayrıntıları yakalayamamıştım, ama don Juan’ınkine benziyordu. Ezgiselliği yoktu. Yavaşladım. Bir çığlık da­ha işittim. Don Juan’ın çığlıklarındaki hırıltıyı tanıyıp hızımı artırdım. Çok kısa bir mesafeden üçüncü bir çığlık sesi daha geldi. Bir kayalığın ya da ola ki kimi ağaçların karaltısını seçebiliyordum. Bir baykuş sesi daha işittim, ama tehlikeli alandan çıktığımız için artık don Juan’ın beni beklemekte olduğuna hükmettim. Daha karanlık olan alanın kıyısına varmıştım ki, beşinci bir çığlık yerimde donup kalmama yol açtı. Karanlık alanın içini görmeye çalışıyordum, ama ansızın sol yanımdaki bir hışırtı, gecikmeden dönüp çevremin karanlığında daha si­yah bir nesnenin yanı başımda yuvarlanarak ya da kayarak de­vindiğini görmeme yol açtı. Soluğum kesilerek fırladım. Birisi dudaklarını şapırdatıyormuş gibi sesler işitiyordum; sonra ka­ranlık alandan çok iri ve siyah bir karaltı belirdi. Kare şeklindeydi, iki buçuk üç metre yüksekliğinde bir kapıyı andırıyordu.

Onun apansız çıkıvermesiyle çığlığı koyuvermişim. Bir an için sınırsız bir korku duymuştum, ama bir saniye sonra kendi­mi dingin bir huşu içinde o siyah nesneye bakar buldum.

Tepkilerim, eski tutumlarımı düşününce, tamamıyla yepyeni bir şeydi. Bir yanım beni meşum bir inatla o karanlık ala­na doğru çekiyor, bir başka yanım da ona direniyordu. Sanki bir yandan durup onun ne olduğunu öğrenmek istiyor, öbür yandan ise çılgınlar gibi koşup oradan kaçmak istiyordum.

Don Juan’ın baykuş çığlıklarını işitmekte zorluk çekiyor­dum. Çok yakından geliyormuş da, bana bir tehlikeyi duyuruyormuş gibiydiler; bana doğru koşarken normalden daha uzun ve hırıltılıydılar.

Birden aklımı başıma toplayarak dönebildim; bir süre tam don Juan’ın bana öğrettiği şekilde koştum.

“Don Juan!” diye haykırdım onu bulduğumda.

Don Juan elini ağzımın üzerine koyarak kendisini izleme­mi imledi, sonra ikimiz birden rahat bir tempoyla



koşarak da­ha önce bulunduğumuz kumtaşı çıkıntıya ulaştık.

Çıkıntının üzerinde tam bir sessizlik içinde, şafak sökene dek bir saat kadar oturduk. Sonra sukabaklarımızdan yiyeceği­mizi yedik. Don Juan o çıkıntıda öğleye kadar kalarak uyuma­mamız, anormal hiçbir şey olmamış gibi konuşmamız gerekti­ğini söyledi.

Onun yanımdan ayrılışından sonra cereyan eden her şeyi ona ayrıntılı olarak anlatmamı istedi. Tutup her şeyi bir bir an­lattım. Konuşmam bitince don Juan uzun bir süre sessiz otur­du. Derin düşüncelere dalmışa benziyordu.

“Pek iyi görünmüyor,” dedi sonunda. “Dün gece senin başına gelenler son derece vahim, öyle vahim ki artık sen tek ba­şına gecenin içine girmeye cüret edemezsin. Şu andan itibaren o gecenin varlıkları senin peşini bırakmayacaktır.”

“Dün gece bana neler olmuştu, don Juan?”

“Bu dünyada yer alan ve insanlara musallat olan kimi var­lıklara tosladın. Onlarla hiç karşılaşmadığın için onlar hakkın­da bildiğin bi şey yok. Belki de onlara dağların varlıkları, de­mek daha isabetli olur; aslında geceye ait değildir onlar. Onla­ra gecenin varlıkları deyişimin nedeni, insanların onları karan­lıkta daha kolay sezebilmelerinden ötürü. Her yerde vardır on­lar, her zaman çevremizdedirler. Ancak, gündüzün, onları sezebilmek daha zordur, çünkü dünyaya aşinayizdir—aşina oldu­ğumuz şeyler de öncelik taşır. Oysa, karanlıkta, her bi şey eşit yabansılıkta olduğundan, öncelik taşıyan pek az şey vardır; onun için geceleyin biz o varlıkları daha kolay algılarız.”

“Gerçek midir ama onlar, don Juan?”

“Elbet! Hem de öyle gerçektirler ki, ekseriya insanları öl­dürürler, özellikle kişisel erk sahibi olmayıp da dağda kırda ba­şıboş gezenleri.”

“Madem ki o denli tehlikeli olduklarını bilmektesin, niçin beni orada bir başıma bıraktın?”

“Öğrenmenin tek bi yolu vardır, o da sadede gelmek, otu­rup bi işi bitirmektir. Erk üzerinde yalnızca konuşmanın yoktur bi yararı. Erkin ne demek olduğunu öğrenmek istersen, onu bi­riktirmek istersen, her bi şeyi kendin halletmen gerekir.

“Bilginin ve erkin yolu pek zordur, pek uzundur. Dün geceye dek senin karanlığa tek başına girmene izin vermemiş ol­mam, dikkatini çekmiştir. Bunu yapabilmeye yeterli erkin var, ama karanlıkta kendi başına kalabilecek kadar değil.”

“Ya kalırsam, ne olur?”

“Ölürsün. Gecenin varlıkları seni bi böcek gibi eziverirler.”

“Yani geceyi tek başıma geçiremez miyiz, diyorsun?”

“Geceyi tek başına yatağında geçirebilirsin, ama dağlarda değil.”

“Ya ovalarda?”

“İnsanların yaşamadığı tüm yaban yerlerinde, özellikle yüksek dağlarda. Çünkü gecenin varlıklarının doğal ortamları kayalıklar, yarlardır; şu andan itibaren, yeterince kişisel erk biriktirmediğin takdirde, dağlara çıkamazsın.”

“Ama kişisel erki nasıl biriktirebilirim ki”

“Önerdiğim biçimde yaşayarak bunu yapmaktasın sen. Azar azar tüm sızıntı noktalarını tıkamaktasın. Bunu düşünerek, tasarlayarak yapman gerekmez, zira erk her zaman bi yolunu bulur. Örneğin, ben. Bi savaşçının yöntemlerini öğ­renmeye ilk başladığım zaman erk biriktirdiğimin farkına varmamıştım. Tıpkı senin gibi, özellikle bi şey yapmıyormuşum gibi geliyordu bana, ama mesele öyle değildi. Erkin, biriktirildiği sırada dikkati çekmeme gibi garip bi özelliği vardır.”

Don Juan’a, karanlıkta tek başıma kalmamın benim için tehlikeli olacağı sonucuna nasıl vardığını açıklamasını istedim. “Gecenin varlıkları senin sol yanında devinmişler,” dedi

don Juan, senin ölümünle birleşmeye çalışmaktaydılar. Özel­likle gördüğün o kapı. Bir açılıştı o, ya! Sen onun içinden geçene dek seni çekip duracaktı. Bu da senin sonun demek olacaktı.”

Elimden geldiğince net bir şekilde, tuhaf şeylerin hep onun yanında bulunduğum zamanlarda cereyan ettiğini, sanki bütün o olayları onun yaratmış olduğunu düşündüğümü anlat­maya çalıştım. Daha önceleri dağlarda ya da kırlarda kalışlarım sırasında her şey son derece normal ve olaysız geçmekteydi. Ne bir hayalet görmüş, ne de yabansı sesler işitmemiştim. As­lında, beni herhangi bir şeyin korkuttuğunu hiç hatırlamıyordum.

Don Juan tatlı tatlı kıkırdayarak, her şeyin sayısız şeyi yar­dımıma çağırabilecek kişisel erke sahip olduğumu kanıt­ladığını anlattı. Bir an için onun işbirliği yapmak amacıyla bazı kimseleri birlikte getirdiğini mi anıştırıyor, diye bir kuşku düş­tü içime.

Don Juan aklımdan geçenleri okumuşcasına yüksek sesle güldü.

“Açıklama yapmaya çalışarak kendini helak etme,” dedi. “Benim söylediklerim sana anlamsız geliyor, zira senin henüz yeterince kişisel erkin yok. Ancak başladığın zamankinden daha çok şimdi erkin, onun için başına kimi şeyler gelmekte. Sisle ve şimşekle şiddetli karşılaşmaların oldu. O gece sana olan şeyleri anlamanın yok bi önemi. Önemli olan, onu bel­leğine yerleştirmiş olmandır. O gece gördüğün köprü de, başka her bi şey de, yeterli kişisel erke sahip olacağın bi gün gene yinelenecektir.”

“Bütün bunların yinelenmesindeki amaç nedir, don Juan?”

“Bilmiyorum. Ben sen değilim ki. Onu anca sen yanıtlayabilirsin. Biz hepimiz farklıyız. Ölüm tehlikesi olduğunu bilmeme karşın, dün gece seni yalnız başına o yüzden bırak­mıştım; kendini o varlıklara karşı sınaman gerekiyordu. Bay­kuş sesini seçişimin nedeni, baykuşların o varlıkların ulakları olmalarından dolayıdır. Bi baykuş çığlığı atarsan ortaya çıkıverirler. Onların senin için tehlikeli olmaları özlerindeki kötülükten değil, senin kusursuz olmandan kaynaklanır. Sende bi pespayelik var ki, ne olduğunu bilmekteyim. Benimle hasbi geçiyorsun. Zaten sen herkesle hasbi geçegelmektesin, ki bu da seni otomatik olarak herkesin, ve her şeyin üstünde bi yere oturtuyor. Ama sen kendin bunun öyle olmadığını bilmektesin. Yalnızca bi insansın sen, yaşamın da bu şahane dünyanın tüm o harikalarını, tüm o dehşetlerini ihata edemeyecek kadar kısadır. Onun için, senin hasbi geçişin bi pespayelik; seni pis bi boyuta indirgiyor.”

Karşı çıkmak istedim. Don Juan daha önce pek çok defalar yaptığı gibi gerçek yüzümü ortaya çıkarmıştı. Bir an öfkelen­dim. Ama daha önceleri de olmuştu bu, not tutmak beni sakin­leştirdiği için hemen defterimle kalemimi çıkardım.

“Onun nasıl tedavi edileceğini biliyorum galiba,” dedi don Juan uzun bir aradan sonra. “Dün gece yaptıklarını anımsayabilirsen sen bile bana katılacaksın. Sen bi büyücü gibi koş­maya ancak hasmın çok tehlikeli bi hale geldiği zaman geçmiş­tin. İkimiz de biliyor bunu; ben galiba sana yaraşan bi hasım bulmuş durumdayım.”

“Ne yapacaksın yani, don Juan?”

Don Juan yanıt vermedi. Ayağa kalkıp tüm bedeniyle gerindi. Bütün kaslarını kasar gibiydi. Benim de aynı şeyi yap­mamı buyurdu.

“Gün boyunca sık sık gerinerek bedenini esnetmelisin,”

dedi. “Ne kadar çok yaparsan o kadar iyi, ama yalnızca uzun süren çalışma ya da uzun süren dinlenmelerden sonra.”

“Benim için nasıl bir hasım bulmayı tasarlıyorsun?” diye sordum.

“Ne yazık ki yalnızca insanoğullarıdır bize layık hasımlar,” dedi don Juan. “Öbür varlıklar kendi kendilerine hareket edemezler, onun için insanın çıkıp onları kendine çekmesi gerekir. İnsanoğulları tam tersine, acıma nedir bilmezler.

“Yeterince konuştuk,” dedi don Juan kesin bir dille ve bana doğru döndü. “Gitmeden önce yapmam gereken bi şey daha var, hem de en önemlisi. Şimdi senin zihnini rahatlatacak bi şey söyleyeceğim, niçin burada bulunduğumuza ilişkin. Beni sık sık görmeye gelişinin nedeni çok basit; beni her görüşünde, arzularına aykırı da olsa bedenin yepyeni bi şeyler öğrenmekte. Bunun neticesinde, bedenin daha başka şeyler öğ­renmek için bana dönmek gerektiğini duyumsamakta. Diyelim ki, senin bedenin, sen hiç düşünmesen bile, öleceğini bilmek­tedir. Onun için ben senin bedenine benim de öleceğimi, ve ben ölmeden önce senin bedenine kimi şeyleri, senin kendi bede­nine kendinin veremeyeceği birtakım şeyleri göstermek istediğimi anlatmaktadır. Örneğin, senin bedeninin ürküye gereksinmesi var. Ondan hoşlanır o. Senin bedeninin karanlığa ve rüzgâra gereksinmesi var. Senin bedeninin bitkisel erke gereksinmesi vardır; ona kavuşmak için de sabırsızlanmak­tadır. Kısacası, demem şu ki, senin bedenin beni görmek için dönüp



gene geliyor, zira onun arkadaşıyım ben.”

Don Juan uzun süre sessiz kaldı. Düşünceleriyle cebelleşiyor gibiydi.

“Güçlü bi bedenin gizi senin ne yaptığında değil ne yapmadığındadır, demiştim sana,” dedi sonunda. “Şimdi artık senin her zaman yapmakta olduğun şeyleri yapmamanın sırasıdır. Biz burdan gidene dek şuracıkta otur ve bi şey yap­ma.”

“Seni anlayamadım, don Juan.”

Don Juan ellerini yazdığım notların üzerine koyarak defteri elimden aldı. Kaldığım yeri bir lastik bantla belirleyip, özenle kapattı, ardından bir frizbi gibi uzaktaki çalılığa doğru attı.

Çok şaşırarak karşı çıkmaya başlamıştım ki, don Juan eliy­le ağzımı kapattı. Çalılığı göstererek, dikkatimi yaprakların üzerinde değil de, yaprakların gölgelerinin üzerinde toplamamı söyledi. Karanlıkta koşmanın ille de korku sonucu değil, “yapmamayı” bilen coşkun bir bedenin pek doğal bir tepkisi sonu­cu da olabileceğini açıkladı. Kulağımın içine fısıldayarak, art arda, erkin anahtarının “nasıl yapıldığını bildiğim şeyi yap­mamak” olduğunu yineledi. Yaprakların gölgeleri ya da yap­rakların aralarındaki boşluklar beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor­du. Don Juan’ın verdiği son öğüt, tek bir dalın üzerindeki yap­rakların gölgeleri üzerinde odaklanmaya başlamam, sonra giderek tüm ağacı kapsayarak, gözlerimin yapraklara dön­mesini önlemem şeklindeydi; zira kişisel erk biriktirmek amacıyla insanın atması gereken ilk adım, bedenin “yapmama”sını sağlamakmış.

Yorgunluğumdan mıdır, yoksa sinirlerimin gergin oluşun­dan mıdır, kendimi yaprakların gölgelerine öyle kaptırmıştım ki, don Juan ayağa kalktığında, gölgelerin oluşturduğu kuy­tulukları, normal olarak yaprak ve dalları sınıflandırırkenki uzluğumla sınıflandırabilmiştim. Bunun bende yarattığı etki şaşırtıcıydı. Don Juan’a, biraz daha kalmak istediğimi söyledim. Don Juan gülerek şapkamı tıpışladı.

“Demedim mi ben sana,” dedi. “Beden bu tür şeylerden hoşlanır.”

Sonra, biriktirdiğim erkin bana kılavuzluk ederek beni çalılıklardaki defterime götürmesine izin vermemi söyledi. Beni sevecence çalılığa doğru itti. Bir süre amaçsızca yürüdüm, sonra defterimi buluverdim. Don Juan onu fırlatıp atarken, bilinçaltımdan, attığı yönü bellemiş olmalıydım. Don Juan bu olayı, yani doğruca defterime gitmiş olmamı, bedeni­mi saatlerce “yapmama” ile beslemiş olmanın bir sonucu ol­duğunu söyleyerek açıkladı.



İngilizce kitaplarındaki ismi 'the gait of power',anlam olarak gait:a person's manner of walking. Bu çeviriye tırıs demek çevirmenin kendi yorumu sanırım. Don Juan, karanlıkta yürümenin özel bir biçimi diye bahsediyor. İngilizcesini okuyunca tırıs gitmek manası bulamadım.



Tırıs kısa adımlarla yürümek olarak uygun geliyor bence. Erk yürüyüşü için stil den daha hoş bir tınısı var ayrıca. Nevzat Erkmen'in konu hakkındaki bir çok görüşüne katılmam hatta olayı anlamadığını bile düşünüyorum ama çeviri bakımından dil yapısı vs açısından bence epey başarılı.


Herşeyden önce Güç yerine Erk, Enerji yerine erke kelimelerinin seçimi bile güzel.



Çevirilerin genel durumunu bilemiyorum, ingilizcelerinin hepsine hakim değilim de, bugüne kadar duymadım kötü diyeni de. Zaten ben türkceleri de türkçe sözlükle okuyordum o sebeple değişen birsey olmuyor :). Bu uygulama için gece yaparken, tırıs kelimesi bana atın ritmik yürüyüşünü çağrıştırıyordu. Ritim yine gerekli fakat olayın özü ritmik koşmaya çalışmaktan ziyade daha derin bir konsantrasyonla ilgili.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön