Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

bolum bir erk edimlerinin bir tanigi


--Bilgiyle Buluşma


Don Juan’ı birkaç aydır görmemiştim. 1971 yılının güzüydü. Onun, .don Genaro’nun orta Meksika’daki evinde olduğundan emindim. Arabayla altı ya da yedi gün sürecek bir yolculuğun hazırlığını yaptım. Ne var ki, yola çıkışımın ikinci gününde öğleden sonra bir dürtüyle Don Juan’ın Sonora’daki yerinde durdum. Arabayı park edip eve giden kısa yolu yürüdüm. Şaşkınlıkla, orada olduğunu gördüm.

“Don Juan! Seni burada bulmayı ummuyordum,” dedim.

Güldü; şaşkınlığım onu hoşnut etmiş gibiydi. Ön kapıya doğru, boş bir süt sandığının üzerinde oturuyordu. Beni bekliyormuş gibi bir hali vardı. Kolay kazanılmış bir başarı havasıyla beni selamladı. Şapkasını çıkararak gülünç bir şekilde salladı. Sonra, yeniden başına geçirip asker selamı verdi. Semer gibi üzerine oturduğu sandığın üzerinde, arada bir duvara yaslanıyordu.

“Otur, otur,” dedi neşeli bir sesle. “Seni yeniden görmek güzel.”

“Bütün orta Meksika yolunu boşuna kat edecektim,” dedim. Sonra yeniden Los Angeles’a dönmem gerekecekti. Seni burada bulmak, beni günlerce direksiyon sallamaktan kurtardı.”

“Nasıl olsa bulacaktın beni,” dedi, gizemli bir sesle, “oraya gitmen için gereken altı günü bana borçlusun, diyelim. Bu günleri, arabanın gaz pedalına basmaktan daha ilginç şeylerle geçirirsin artık.”

Don Juan’ın gülüşünde çekici bir şeyler vardı. Sıcaklığı bulaşıcıydı.

“Yazı taklavatın nerde?” diye sordu.

Arabada bıraktığımı söyledim; onlar olmadan çok tuhaf göründüğümü belirtti, gidip onu getirmemi istedi.

“Yeni bir kitabın yazımını bitirdim,” dedim. Öylesine uzun, yabansı, bir biçimde baktı ki bana, sonunda, karnımın gıdıklandığını duyumsadım. Sanki bedenimin orta kesimini yumuşak bir nesneyle itiyordu. Sıyrılacağımı sandım, ama başını yana çevirdi de, ben de eski sağlıklı konumuma dönebildim.

Kitabımdan söz etmeyi arzuladım, ne var, eliyle bu konu hakkında, bir şey duymak istemediğini belirten bir harekette bulundu. Güldü. Çekici, rahat bir havası vardı. Beni çabucak, insanlarla, günlük olaylarla ilgili, sıradan bir konuşmanın içine çekli. Sonunda, konuşmayı kendi ilgi alanıma çevirmeyi becerdim. Eski notlarımı yeniden gözden geçirdiğimi, onun, birlikteliğimizin başından bu yana, büyücülerin dünyasıyla ilgili ayrıntılı tanımlamalar verdiğinin ayırdına vardığımı belirterek başladım sözlerime. O dönemlerde bana söylediklerinin ışığında, sanrılandırıcı bitkilerin işlevini sorgulamaya başlamıştım.

“Erk bitkilerini bol bol yutmamı neden istedin?” diye sordum.

Kahkahayla gülerek çok yavaşça mırıldandı, “Çünkü sen budalanın tekisin.”

Bunu ondan ilk kez işitiyordum. Söylediğinden emin olmak istediğimden, anlayamamış gibi yaptım.

“Ne dedin, işitemedim,” dedim.

“Ne dediğimi biliyorsun,” diye yanıtladı; ayağa kalktı.

Bana doğru yürüyerek kafama vurdu. “Sen biraz yavaşsın,” dedi. “Seni sarsmanın başka bi yolu yoktu.”

“Dernek ki, bunların hiçbiri, kesinlikle gerekli değildi?” diye sordum.

“Yo, sana gerekiyordu. Ama kimi insanlar var ki onlar için yok bi gereği.”

Evinin solunda yer alan çalılıkların uçlarına gözü takılmış bir biçimde yanımda, ayakta durdu. Ardından, yeniden oturdu, öbür çömezi Eligio’dan söz etmeye başladı. Eligio’nun, psikotropik bitkileri, çömez olduğundan bu yana, yalnızca bir kez kullandığını, üstelik belki de benden çok daha ilerilerde olduğunu söyledi.

“Duyarlı olmak kimi insanların doğasında var,” dedi. “Sen öyle değilsin. Ama ben de öyle değilim. Ne var, duyarlı olmanın yok fazla bi önemi.”

“Nedir o halde önemli olan?” diye sordum.

Doğru yanıtı arıyormuş gibiydi.

“Önemli olan bi savaşçının kusursuz olmasıdır!” dedi, sonunda. “Ama yalnızca bi lakırdı salatası bu. Sen, büyücülüğün kimi gereklerini yerine getirdiğine göre, en önemli şeyden söz etmenin zamanı. Geldi galiba. Diyeceğim o ki, bi savaşçının varacağı en önemli yer özün bütünselliğidir.”

“Özün bütünselliği nedir, don Juan?”

“Yalnızca söz edeceğim, dedim. Özün bütünselliğini açıklamadan önce, yaşamında tamamlaman gereken bi dolu yarım kalmış iş var.”

Konuşmamızı burada bitirdi. Elleriyle konuşmamı durdurmamı imlercesine, bir hareket yaptı. Yakınlarda biri, ya da bir şey olmalıydı. Başını, dinliyormuş gibi soluna eğdi. Gözünü, evin ötesinde sol yandaki çalılıklara odaklamıştı. Gözlerinin akını görebiliyordum. Bir süre dikkatlice ortalığı dinledi. Sonra ayağa kalkarak yanıma geldi, kulağıma fısıldayarak evi terk edip yürüyüşe çıkmamız gerektiğini söyledi.

Ben de, fısıltıyla, “Yolunda gitmeyen bir şey mi var?” diye sordum.

“Hayır, ters bi şey yok,’’dedi. “Aksine, her şey doğru.”

Beni, çöldeki çalılıklara doğru götürdü. Yarım saat kadar yürüdükten sonra, bitkiden arınmış, küçük, değirmi, üç buçuk dört metre çapında, kızıl çamurdan temizlenmiş, çok düz bir alanın yanına geldik. Ne var, buranın makineyle temizlenip düzeltildiğine ilişkin hiçbir iz gözükmüyordu. Don Juan, yüzü güneydoğuya dönük biçimde, bu alanın merkezine oturdu. Kendinden bir buçuk metre ötede bir yeri göstererek, yüzüm ona dönük oturmamı buyurdu.

“Burada ne yapacağız?” diye sordum.

“Burada bi buluşma var bu gece,” diye yanıtladı beni. Oturduğu yerin etrafında yeniden güneydoğu yönüne gelinceye dek dönerek, çevreyi gözleriyle çabucak taradı.

Devinimleri beni korkutmuştu. Ona, kiminle buluşacağımızı sordum.

“Bilgiyle,” dedi. “Diyelim ki, bilgi buralarda sinsi sinsi dolaşıyor.”

Bu gizli kapaklı yanıta karşılık vermeye bırakmadı beni. Konuyu çabucak değiştirerek neşeli bir sesle, doğal olmamı, yani evdeymişiz gibi, konuşup notlar almamı buyurdu.

O sıralar, altı ay önce bir çakalla “konuşmuş” olmamla ilgili canlı duygular aklımdan hiç çıkmıyordu. Bu olay, ilk kez, dengeli bilinçle ve duyularım aracılığıyla, büyücülerin dünya betimlemesini, hayvanlarla konuşarak iletişime girmenin mümkün olduğu bir betimlemeyi gözümde canlandırabildiğimi ya da kavrayabildiğimi göstermişti.

“Bu türden hiçbi deneyime girmeyeceğiz,” dedi don Juan, sorumu duyduktan sonra. “Dikkatini geçmiş olaylara odaklamana izin vermek doğru olmaz. Onlardan ancak söz edebiliriz.”

“Neden böyledir bu, don Juan?”

“Büyücülerin açıklamasının peşine düşecek denli kişisel erkin yok, senin.”

“Demek ki büyücülerin de açıklaması var!”

“Tabii ki var. Büyücüler de insan. Biz de düşünen yaratıklarız. Biz de açıklamaları gereksiniriz.”

“En büyük kusurumun açıklamaları gereksinmek olduğu düşüncesindeydim.”

“Hayır. Senin en büyük kusurun, hem sana hem de senin dünyana uyan açıklamalar aramak. Benim en çok karşı çıktığım, senin mantıklılığın. Bi büyücü de açıklar dünyasındaki şeyleri, ama o hiçbir zaman senin gibi katı olmaz.”

“Peki, büyücülerin açıklamasına nasıl ulaşabilirim?”

“Kişisel erk toplayarak. Kişisel erk, senin kolayca büyücülerin açıklamasına kayabilmeni sağlar. Açıklama, senin açıklama dediğin şey değil aslında; ne var, dünyayı da gizemlerini de açığa çıkaramazsa bile, daha az korku verici kılar. Açıklamanın özü bu olmalı. Ama bu senin aradığın değil. Ya! Sen kendi fikirlerinin yansımalarının peşindesin.”

Soru sorma isteğimi yitirmiştim. Ama onun gülümsemesi beni yeniden konuşmaya yöneltti. Benim için çok önemli bir başka konu da, dostu don Genaro’yla onun edimlerinin üzerimde yaptığı olağandışı etkiydi. Onunla her bir araya gelişimizde, en çarpıcı duygusal bozulmaları yaşamıştım.

Sorumu dile getirdiğimde, don Juan kahkahalarla güldü.

“Genaro akıl almaz bi heriftir,” dedi. “Ne var, şu anda ondan da sana yaptıklarından da söz etmenin yok bi anlamı. Gene diyorum, bu konuyu çözümleyecek yeterli kişisel erkin yok senin. Oluncaya dek bekle, sonra gene konuşuruz.”

“Ya hiçbir zaman olmazsa?”

“Hiçbi zaman olmazsa, hiçbi zaman konuşmayız.”

“Bu gidişle, hiçbir zaman elde edemeyecek miyim acaba?” diye sordum.

“Bu sana bağlı,” diye yanıtladı. “Gereken tüm bilgiyi verdim sana. Yeterince kişisel erk kazanmak, kantarın topuzunu kırmak senin elinde.”

“Kinayeli konuşuyorsun,” dedim. “Şunu doğrudan anlat.

Tam olarak ne yapmanı gerektiğini söyle, daha önce söyledim diyorsan, varsay ki unuttum.”

Don Juan kıkırdadı, ellerini başının ardına koyarak yere uzandı.

“Tam olarak ne gerektiğini biliyorsun,” dedi.

Ona, kimi zamanlar bildiğimi sandığımı, ama çoğunlukla özgüvenimi yitirdiğimi söyledim.

“Ola ki, konulan karıştırıyorsun, sen,” dedi. “Savaşçının özgüveniyle, sokaktaki adamın özgüveni aynı şey değildir. Sokaktaki adanı, seyircinin gözündeki kesinliği arar, buna da özgüven der. Savaşçı ise kendi gözlerinde kusursuzluğu arar, buna alçakgönüllülük der. Sokaktaki adam arkadaşlarına çengellenmiştir. Savaşçı ise yalnızca kendine bağlıdır. Belki de sen akıntıya kürek çekiyorsun. Savaşçının özgüveninin ardında olman gerekirken, sokaktaki adamın özgüveninin peşindesin. Bu ikisinin arasında olağanüstü bir fark var. Özgüven, bi şeyi kesin biçimde bilmeyi gerektirir; alçakgönüllülük, kişinin eylemlerinde ve duygularında kusursuzluğu gerektirir.”

“Senin telkinlerine uygun biçimde yaşamaya çabalıyordum,” dedim. “En iyisi olmayabilirim, ama ben kendimin en iyisiyim. Kusursuzluk değil ki bu?”

“Hayır. Bundan daha iyisini yapman gerekir. Kendi sınırlarını zorlamalısın, her zaman!”

“Ama bu insafsızlık olur, don Juan. Kimse yapamaz bunu.”

“Şu anda yaptığın bi dolu edim var, on yıl önce sana insafsızlıkmış gibi gelen. Bu şeylerin kendisi değişmedi. Ama senin kendinle ilgili fikirlerin değişti. Önceleri olanaksız olan, şimdi olanaklı. Senin kendini değiştirmede tanı anlamıyla başarıya ulaşman, belki de yalnızca bi zaman sorunu. Bu olayda bi savaşçının izleyeceği, olası tek yol, tutarlı, ikirciksiz eylemlerde bulunmaktır. Bi savaşçının yoluyla ilgili yeterli bilgin var, senin. Ama eski alışkanlıkların da yöntemlerin de kesiyor yolunu.”

Ne demek istediğini anlamıştım.

“Yazma işinin bırakmam gereken eski alışkanlıklarımdan biri olduğuna inanıyor musun?” dedim. “Yeni kitabımın metnini yırtıp atayım mı?”

Yanıt vermedi. Ayağa kalktı, gür çalılıkların kenarına bakmak amacıyla döndü.

Ona, kimi insanlardan, çömezliğimi yazmamın doğru olmadığını belirten mektuplar aldığımı söyledim. Doğulu gizli doktrinlerin ustalarının, öğretileri konusunda kesin gizlilik istediklerinden söz ettiklerini belirttim.

Don Juan, bana bakmadan, “Belki de o ustalar, yalnızca usta olma düşkünlüğü içindedirler,” dedi. “Ben usta değil, bi savaşçıyım yalnızca. Bi ustanın neler duyumsadığını bilemem. Ya!”

“Ama belki de açığa çıkarmamam gereken şeyleri açığa çıkarıyorumdur, ha don Juan?”

“Birinin bi şeyleri açığa çıkarması ya da kendine saklaması önemli değil,” dedi. “Yaptığımız ve olduğumuz her şey, kişisel erkimizde kalır. Eğer yeterince erkimiz varsa, bize edilen tek bi söz bile yaşamımızın akışını değiştirmeye yeter. Ne var, yeterince kişisel erkimiz yoksa bilgeliğin en görkemli parçası bile bi gıdam fark etmez.”

Ardından, gizli bir şey söyleyecekmiş gibi, sesini alçalttı.

“Belki de dile getirilebilecek en büyük bilgi parçasını söyleyeceğim sana,” dedi. “Görelim, bakalım, ne yapacaksın bununla. Tam şu anda, çevrenin sonsuzlukla kaplı olduğunu, üstelik eğer çok istersen, bu sonsuzluğu kullanabileceğini biliyor musun?”

Gözlerinin belirsiz devinimleriyle beni yanıt vermeye yönelttiği uzunca bir sessizliğin ardından, söylediklerinden bir şey anlamadığımı belirttim.

“Orada! Sonsuzluk orada!” dedi, ufku imlerken. Ardından göğün doruğunu imledi. “Ya da orada, belki de sonsuzluk şöyle bi şey." Doğuyu ve batıyı imlemek amacıyla her iki elini de uzattı.

Birbirimize baktık. Gözlerinde bir soru ifadesi vardı.

“Buna ne dersin?” diye sordu, beni sözleri üzerinde düşünmeye yönelterek.

Ne diyeceğimi bilemedim.

“Kendini, imlediğim yönlere doğru sonsuza dek uzatabileceğini biliyor muydun?” diye sürdürdü. “Tek bi anın sonsuzluk olabileceğini biliyor muydun? Bu bi bilmece değil, bi gerçek, buna, yalnızca o ana binip, özünün bütünselliğini herhangi bi yöne doğru taşımada kullanabilirsen, eğer.”

Bana baktı.

“Daha önce bu bilgi yoktu sende,” dedi, gülümseyerek, “Şimdi var. Bunu sana açıkladım, ama bi nebze değişiklik olmadı sende, çünkü açıklamamı kullanacak yeterince kişisel erkin yok. Olaydı, yalnızca şu sözlerimin aracılığı bile, özünün bütünselliğini yakalayıp, en önemli parçasını sınırları içinden çekip almana yeterdi.”

Yanıma gelip, parmaklarıyla göğsüme vurdu; çok hafif bir dokunuştu, bu.

“İşte, sözünü ettiğim sınırlar bunlar,” dedi. “İnsan bunların içinden çıkabilir. Biz burada saklı bi duyguyuz; bi bilinçliliğiz.”

Elleriyle, omuzlarımı hafifçe sarstı. Kalemimle defter altlığım yere düştü. Don Juan altlığa ayağıyla bastı, bana bakıp kahkahayı patlattı. Not almamı kafasına takıp takmadığını sordum. Güven verici bir titremle, “Hayır,” diyerek ayağını çekti.

“Bizler ışıldayan varlıklarız,” dedi, kafasını tartımla sallarken. “Işıldayan bi varlık için önemli olan tek şey kişisel erktir. Ama kişisel erkin ne olduğunu soracak olursan, benim açıklamam bunu açıklayamaz derim, sana.” Don Juan batı ufkuna bakarak, hâlâ birkaç saatlik günışığı kaldığını söyledi.

“Burada uzun bi süre kalmamız gerek,” diye açıkladı. “Ya sessizce otururuz, ya da konuşuruz. Sessiz durmak senin için doğal değil. O halde, konuşmaya devam! Bu nokta bi erk yeri, akşam karanlığı düşmeden önce de bize alışması gerek. Korku ya da sabırsızlık göstermeden, olabildiğince doğal biçimde oturmalısın burada. Senin için, dinginleşmenin en doğal yolu yazmak. Doya doya yaz bakalım!

“Şimdi de varsay ki, bana rüya görmenden söz ediyorsun.”

Bu ani değişime karşı hazırlıksız yakalanmıştım. Arzusunu yineledi. Bu konuda söylenecek çok şey vardı. “Rüya görme”, insanın kendi rüyaları üzerinde belirli bir denetim geliştirerek rüya boyunca yaşanan deneyimlerle uyanıkken yaşananların, kılgısal açıdan aynı değerde olmasını gerektirmekteydi. Büyücülerin savına göre, "rüya görme”nin etkisi altındayken rüya ile gerçeği ayırmanın sıradan ölçütleri etkisizleşiyordu.

Don Juan’ın “rüya görme” uygulaması, kişinin, rüyada ellerini bulmasını içeren bir çalışmaydı. Bir başka deyişle, kişinin, rüyasında, ellerini göz düzeyine kaldırdığını basitçe rüyada görerek, onları arayıp bulduğunun “rüyasını görmesi” gerekiyordu.

Başarısız denemelerle geçen yılların ardından, bu eylemi sonunda başarabilmiştim. Geriye dönüp baktığımda, bunu günlük yaşamımı bir derece denetim altına aldığımda başarabildiğimi gördüm.

Don Juan dikkat çekici noktaları dinlemek istedi. Ellerime bakma komutunu düzenlemenin çoğunlukla üstesinden gelinemez olduğunu söyleyerek başladım sözlerime. Onun, “rüya görmeye geçme” adını verdiği, hazırlık aşamasının ilk ayağının, kişinin zihninin oynadığı ölümcül bir oyun olduğunu söylemiş, özümün bir tarafının bunu başarmamı engellemek amacıyla elinden geleni ardına koymayacağı konusunda beni uyarmıştı.

Don Juan’ın dediğine bakılırsa beni anlam yitimine, kara kaygıya, hatta kendime kıymaya varan bir çöküntüye bile götürebilirmiş. Ne var, iş oralara kadar gelmemişti. Benim deneyimimin daha yalın, daha gülünç bir tarafı vardı; bununla birlikte, sonuç o denli asap bozucuydu. Rüyamda, tam ellerime bakacağım sırada olağanüstü bir şey oluyordu. Rüyadaki her şey, canlılık açısından “normal”in ötesine uzandığı gibi son kerte sürükleyici de olabiliyordu. Ellerimi inceleme biçimindeki başlangıç amacım, yeni konunun gölgesinde kalıp, unutuluyordu.

Bir gece, hiç beklemediğim bir anda, rüyamda ellerimi buldum. Yabancı bir kentin tanımadık bir sokağında yürüdüğümü görüyordum ki birden ellerimi kaldırıp başımın hizasına getirdim. Sanki özümde bir şey teslim olmuştu da ellerimin tersini incelememe izin vermişti.

Don Juan’ın yönergelerine göre, ellerimin görüntüsü gözlerimin önünde dağılmaya başlayınca, bakışımı, rüyamda yer alan herhangi bir başka öğeye çevirmeliydim. Söz konusu rüyada, bakışımı sokağın sonunda yer alan bir yapıya yönelttim. Yapının görüntüsü yok olmaya başlayınca dikkatimi rüyamı çevreleyen öteki öğelere odakladım. En sonunda, tanımadığım, yabancı bir kentin boş bir sokağının inanılmaz derecede berrak, tam bir görüntüsünü elde etmiştim.

Don Juan, “rüya görme”de yaşadığım başka deneyimleri anlatmayı sürdürmemi istedi. Uzun bir süre konuştuk.

Açıklamalarım bilince ayağa kalkarak çalılıklara gitti. Ben de kalktım. Sinirliydim. Korku ya da endişe verici bir durum olmadığına göre, bu gerekçesiz bir duyguydu. Don Juan birden döndü. Heyecanımın farkındaydı.

“Dinginleş,” dedi, hafifçe kolumu tutarak.

Beni oturttu, defterimi kucağıma koyarak beni yeniden yazmaya yöneltti. Ona bakılırsa, gereksiz korku ya da kararsızlık duygularıyla, bu erk yerini tedirgin etmemeliydim.

“Neden bu denli sinirliyim?” diye sordum.

“Doğal bu,”dedi. “İçindeki bi şey, rüya görme etkinliklerin nedeniyle yılmış durumda. Kafan bu tür düşüncelerle meşgul değilken daha iyi hissediyordun kendini. Ne var, açığa çıkardığım eylemler nedeniyle bayılacaksın neredeyse, şimdi.

“Her savaşçının kendine özgü bi rüya görmesi vardır. Her yöntem bi başkasından değişiktir. Hepimizin içine düştüğü bi tuzak var: küçük dalavereler çevirerek kendimizi bu serüvenden kopmaya zorlamak. Alınabilecek tek karşı önlem ise, her türlü engel ve umutsuzluğa karşın direncini yitirmemek.”

Ardından, rüya görme için konu seçebiliyor muyum, diye sordu. Bunu nasıl yapacağım hakkında en ufak bir fikrim olmadığını söyledim.

“Büyücülerin rüya görmeyle ilgili açıklaması şöyledir,” dedi, “bi savaşçı içsel söyleşisini kestiği anda zihnindeki bi imgeyi bilerek tutup, konusunu seçer. Başka bi deyişle, bi süre boyunca kendisiyle konuşmamayı becerebilir; ardından rüya görmede karşılaşmak istediği şeyi imge ya da konu olarak bi an boyunca bile olsa zihninde tutabilirse, istenen konuyu yakalar. Ayırdında değilsin ama bunu yaptığına eminim.”

Uzun bir sessizlik oldu, ardından don Juan havayı koklamaya başladı. Gören, burnunu temizliyor sanırdı; burun deliklerinden üç ya da dört kez nefes verdi, büyük bir güçle. Karın kasları çırpınmalarla kasıldı. Bunu, küçük nefes alışlarla denetledi.

“Rüya görmeden söz etmeyeceğiz, artık,” dedi. “Takılıp kalırsın sonra buna, alimallah. Herhangi bi şeyi başarma yolunda, başarı yavaş yavaş, büyük bi güç harcayarak gelmeli ama; asla takınak ya da gerginliğe yer yok bu yolda.”

Kalktı, çalılığın kenarına yürüdü. Öne eğilip yaprakların arasına baktı. Yapraklara pek yanaşmadan, aralarında bir şey arıyormuş gibiydi.

“Ne yapıyorsun?” diye sordum, merakımı yenemeyip. Bana dönüp gülümseyerek kaşlarını kaldırdı.

“Çalılık garip şeylerle dolu,” dedi, yeniden yerine otururken.



Sesinde öyle bir rahatlık vardı ki birdenbire bağırsaydı daha az ürkerdim. Defterimle kalemim elimden düştü. Don Juan kahkahayı basarak taklidimi yaptı. Abartılı devinimlerimin, yaşamımda hâlâ var olagelen, yarım kalmış işlerden biri olduğunu söyledi.

Karşılık vermek istedim ama beni konuşturmadı.

“Çok az bi gün ışığı kaldı,” dedi. “Alacakaranlık bastırmadan değineceğimiz başka şeyler de var.”

Ardından, “rüya görme” konusunda söylediklerimi yeniden gözden geçirdiğimde, benim istencimle içsel söyleşimi durdurmayı öğrenmiş olmam gerektiğini belirtti. Ben de ona haklı olduğunu söyledim.

Don Juan birlikteliğimizin başlangıcında bir başka yöntem daha betimlemişti: gözlerini hiçbir şeye odaklamadan uzun uzun yürümek.

Hiçbir şeye doğrudan bakmadan, gözleri hafifçe kısıp, göz önüne gelen her şeyin çevresel bir görüntüsünü tutturmayı önermişti. O zamanlar pek anlamamama karşın, kişinin odaklanmamış gözlerini ufkun hemen üzerinde bir noktada tutarak, gözünün önünde yer alan her şeyi neredeyse 180 derecelik bir açıyla görebileceği konusunda diretmişti. Bu alıştırmanın içsel söyleşiyi susturmanın tek yolu olduğu konusunda güvence vermişti. Gösterdiğim ilerlemelerle ilgili olağan soruların ardından sorgulamayı durdurdu.

Don Juan’a bu yöntemi hiçbir değişim gözlemlemeden yıllarca uyguladığımı; kaldı ki, hiçbir şey beklemediğimi belirttim. Ne var, sonunda bir gün, tam on dakika boyunca, özüme tek bir sözcük bile söylemeden yürüdüğümün şaşkınlıkla ayırdına varmıştım.

Don Juan’a bunun yanı sıra, içsel söyleşiyi durdurmanın, kendime söylediğim sözcükleri kesip atmaktan çok başka bir şey olduğunu anladığımı da söyledim. Bütün bir düşünce sürecim durmuştu, hemen hemen asılı kaldığımı, boşlukta yürüdüğümü duyumsamıştım. Bu bilinçliliğin arasından bir ürkü duygusu çıkmıştı ortaya, onun için içsel söyleşime, panzehirmiş gibi sarılmıştım.

“Bizi yere çivileyen şeyin içsel söyleşi olduğunu söylediydim, sana,” dedi don Juan. “Kendimizle, dünya şöyle ya da böyledir diye konuştuğumuz için dünya şöyle ya da böyle oluyor.”

Don Juan, büyücülerin dünyasına geçiş yolunun, savaşçının içsel söyleşiyi durdurmayı öğrendikten sonra açıldığını açıkladı.

“Dünya görüşümüzü değiştirmek büyücülüğün dönüm noktasıdır,” dedi. “İçsel söyleşiyi durdurmaksa bunu becerebilmenin tek yoludur. Gerisi boş laf. Artık, içsel söyleşiyi, durdurmanın dışında, yaptığın ya da gördüğün hiçbi şeyin, tek başına, sende ya da dünya görüşünde kendiliğinden hiçbi şey değiştiremeyeceğini bilme durumunda olman gerekir. Bu değişimin düzenini bozmamak şart, Bi öğretmen neden çömezinin üzerine düşmez anlamışsındır belki. Saplantıyı, hastalığı beslemekten başka bi boka yaramaz bu.”

İçsel söyleşiyi sustururken yaşadığım başka deneyimlerle ilgili ayrıntıları sordu. Anımsayabildiğim her şeyi anlattım.

Karanlık basıncaya dek konuştuk. Artık, rahatça not alamıyordum; yazıma dikkat etmem gerekiyordu. Bu da dikkatimi dağıtıyordu. Bunun farkına varan don Juan gülmeye başladı. Bir başka büyücülük edimini, kendimi yoğunlaştırmadan yazmayı becerebildiğimi belirtti. Bunu söylediği an, not alma işini, gerçekten dikkatsizce yaptığımın ayırdına vardım. Sanki benim değil de bir başkasının etkinliği gibiydi. Bir gariplik hissettim. Don Juan, kendi yanına, çemberin merkezine oturmamı istedi. Artık çok karanlık olduğunu, çalılığın o denli yakınında oturmamın benim için uygun olmayacağını söyledi. Sırtımda bir ürperme hissedip onun yanına zıpladım.

Yüzümü güneybatıya döndürdü; kendime, sessiz durmayı, düşünmemeyi buyurmamı istedi. Önce, bunu beceremeyip, bir sabırsızlık anı yaşadım. Don Juan, bana arkasını dönerek destek olmam için sırtına yaslanmamı söyledi. Düşüncelerimi dindirdikten sonra, gözelerimi açıp güneybatı yönündeki çalılıklara bakmam gerektiğini belirtti. Gizemli bir sesle, benim için bir problem düzenlediğini, bunu çözersem büyücülerin dünyasının bir başka yüzüyle karşılaşmaya hazır olacağımı ekledi.

Problemin türü hakkında belirsiz bir soru sordum. Yavaşça kıkırdadı. Yanıtını beklerken, içimde bir şey ters döndü. Askıda kalmışım sandım. Kulaklarım, mantarı patlamış şişeler gibiydi, çalılıklardan gelen binlerce ses duyuyordum. Bu sesler öylesine çoktu ki, birer birer ayırt edemiyordum. Tam uyumak üzereyken birdenbire bir şey dikkatimi çekti. Benim düşünce sürecimi etkileyen bir şey değildi, bir görüntü ya da çevrenin bir parçası da değildi bu. Gene de bilinçliliğim bir şey taralından çekilmişti. Tamamıyla uyanıktım. Gözlerim çalılığın köşesindeki bir noktaya odaklanmıştı; ne var, bakmıyor, düşünmüyor ya da kendimle konuşmuyordum. Duygularım, berrak, bedensel duyulardı; sözlere gerek yoktu. Belirsiz bir şeye doğru çekildiğimi duyumsuyordum. Belki de, “düşüncelerim” dediğim şeyler çekiliyordu. Her nasılsa, bir toprak kaymasına kapıldığımı, bir tepeye doğru sürüklendiğimi sandım. Midemde devinmeler hissettim. Bir şey beni çalılığa doğru çekiyordu. Önümde çalılıkların karanlık kütlesini ayırt edebiliyordum. Ne var, sıradan bir karanlık değildi bu. Her bir çalılığı, koyu bir alacakaranlığın içinden bakıyormuş gibi tek tek görebiliyordum. Deviniyormuş gibiydiler. Yapraklarının kütlesi rüzgârda oynuyormuşçasına, üzerime doğru dalgalanan kara eteklere benziyordu. Ama rüzgâr esmiyordu. Cezp edici devinimlerinin içine çekildim. Titreşimli dalgalar gibi yavaş yavaş üzerime geliyorlardı. Sonra, koyu çalılıkların üzerinde duran daha açık bir karaltıyı ayırt ettim. Gözlerimi bu karaltının yanında bir noktaya odakladım, çok geçmeden sarımtırak bir parıltı yakaladım. Birden, odaklanmadan karaltıya baktım. Bunun, çalılıkların ardına gizlenen bir insan olduğu kesindi.

O anda çok tuhaf bir bilinçlilik durumundaydım. Çevremin de, çevremin bende uyandırdığı zihinsel süreçlerin de ayırdındaydım. Gene de, her zaman düşündüğüm gibi düşünmüyordum. Örneğin, çalıların üstündeki karaltının bir insan olduğunu anlayınca, çölde geçen bir başka olayı anımsadım; bir gece don Genaro’yla çalılıklar arasında yürürken bir adamın arkamızdaki çalılığın ardına saklandığının ayırdına varmıştım. Olayı mantıksal açıdan açıklamayı denediğim anda adamın görüntüsünü yitirmiştim. Ne var, bu kez kendimi yenerek, açıklama yapmayı, ya da düşünmeyi geri çevirdim. Bir an, adamı yakalayıp olduğu yerde kalmaya zorlayabileceğim kanısına vardım. O anda, midemin üstünde garip bir acı duydum. Sanki bir şey beni yarıp içime girmişti da, mide kaslarımı gergin tutamaz olmuştum. Kendimi bıraktığım anda, büyük bir kuşun ya da uçan bir hayvanın koyu karaltısı bana doğru silkelendi. Sanki adamın karaltısı bir kuşun karaltısına dönüşmüştü. Üzerime, berrak, bilinçli bir korku duygusu gelmişti. Nefes nefese kaldım, ardından güçlü bir çığlık atarak arka üstü düştüm.

Don Juan kalkmama yardım etti Yüzü benimkine çok yakındı. Kahkahalar, atıyordu.

“Neydi o?” diye bağırdım.

Elini ağzımın üstüne koyarak beni susturdu. Dudaklarını kulağıma yaklaştırıp, oradan sessiz ve dingin biçimde, hiçbir şey yokmuş gibi ayrılmamız gerektiğini fısıldadı.

Yan yana yürüdük. Dingin, düzenli bir biçimde yürüyordu. Birkaç kez hızla kendi çevresinde döndü. Ben de aynı şeyi yaptım—-iki kez, bizi izliyor gibi görünen bir kütlenin görüntüsünü yakaladım. Tekinsiz bir çığlık koptu arkamdan. Katışıksız bir korku anı yaşadım. Mide kaslarım dalgalandı, kasılmalar bedenimi koşmaya zorlayan bir yoğunlukta arttı.

Tepkilerimi en iyi don Juan’ın terimleriyle açıklayabilirim: bedenim, yaşadığım korku deneyimine bağlı olarak, onun “erk tırısı” adını verdiği şeyi gerçekleştirebilmişti. Bu, bana don Juan’ın yıllarca önce öğrettiği, insanın karanlıkta kendini berelemeden, sağa sola çarpmaksızın koşabilmesini içeren bir yöntemdi.

Neyi nasıl yaptığımın tam ayırdında değildim. Birdenbire kendimi yeniden don Juan’ın evinde buldum. Görünüşe bakılırsa, o da koşmuş ve oraya benimle aynı zamanda varmıştı. Gaz lambasını yaktı, tavandaki bir kirişe astı ve teklifsizce, oturup gevşememi söyledi.

Sinirliliğim daha dayanılır bir hale gelinceye dek, aynı noktada yerimde saydım. Sonra da yere oturdum. Bana, zorla, hiçbir şey olmamış gibi davranmamı buyurarak defterimi elime tutuşturdu. Çalılığı aceleyle terk ederken bunları düşürdüğümün ayırdına varamamıştım.

“Orada ne oldu?” diye sorabildim, sonunda.

“Bilgiyle buluşacaktın,” dedi, çenesiyle çölün koyu çalılarını imleyerek. “Seni oraya götürdüm, çünkü günün erken saatlerinde evin çevresinde dolanan bilginin bakışını yakaladım. Ola ki, bilgi senin geleceğini biliyordu da, seni bekliyordu. Burada buluşmak yerine bi erk noktasında karşılaşmayı yeğledim. Sonra da bilgiyi çevremizdeki öbür şeylerden ayrıştırabileceğinden emin olmak için bi deney hazırladım. Aferin, iyi becerdin.”

“Bir dakika!” diye karşı çıktım. “Önce çalılığın ardında gizlenen bir insan karaltısı gördüm, ardından da koca bir kuş.”

“Sen bi adam görmedin!” dedi, kesinlikle. “Ne de bi kuş. Çalılıklardaki karaltı da, üzerimize uçan şey de bi güveydi. Eğer büyücülerin terimlerine alışmak istersen, gerçi senin terimlerine göre gülünç bi şey bu ama sen bi güveyle buluştun. Bilgi bi güvedir.”

Delici bir bakışla bana baktı. Lambanın ışığı yüzünde garip gölgeler oluşturmuştu. Gözlerimi başka yöne çevirdim.

“Bu gizi bu gece çözmek için yeterli erkin olur belki. Bu gece olmazsa, yarın. Unutma, bana hâlâ altı gün borçlusun.”

Don Juan ayağa kalkıp evin arka yanındaki mutfağa yürüdü. Lambayı alıp, sıra gibi kullandığı çotuğun üzerine yerleştirdi. Sırt sırta yere oturup, bir tencereden kendimize fasulye ile et aldık. Sessizlik içinde yedik.

Zaman zaman, hızlı bakışlar fırlatıyordu benden tarafa. Gülmesini zor tutuyormuş gibiydi. Gözleri iki yarığı andırıyordu. Bana baktığında, gözlerini biraz açtı; nemli, saydam tabakadan lambanın ışığı yansıdı. Işığı bir ayna etkisi yaratmak istercesine kullanıyormuş gibiydi. Bununla oynadı bir süre; gözlerini üzerime her odakladığında başını neredeyse algılanamayacak biçimde sallıyordu. Çekici bir ışık titreşimi oluşuyordu böylece, Yaptıklarının ayırdına bir süre sonra varabildim. Kalasında belirli bir düşünceyle devindiğine inanıyordum. Ne yaptığını sormak gereğini duydum.

"Bi başka nedeni var," dedi güven verici bir titremle. "Gözlerimle seni yatıştırıyorum. Artık sinirli değilsin, di mi?"

Kendimi daha iyi hissettiğimi teslim etmeliydim. Gözlerinde sürekli ışıyan parlaklık korkutucu değildi. Ne sıkıldım ne de irkildim.

"Beni gözlerinle nasıl yatıştırıyorsun?" diye sordum.

Başını yeniden algılanamaz biçimde salladı. Gözlerinin saydam tabakaları lambanın ışığını gerçekten yansıtıyordu.

"Sen de yapmaya çalış," dedi, bana bir tabak yemek daha verirken, "Kendini dinginleştirebilirsin, istersen."

Başımı sallamayı denedim. Devinimlerim sakarcaydı.

"Böyle yaparsan, anca sallabaş olursun," diyerek güldü. "Dikkat et, başın ağrıyacak. Bunun gizi kafada değil, devinim, göze midenin altındaki bölgeden gelen duyguda. İşte, başı sallatan da bu!"

Göbek deliği bölgesini okşadı.

Yemeği bitirdikten sonra sırtımı odun destesiyle çuvallara dayayıp oturdum. Onun baş sallamasına öykünmeyi denedim. Don Juan çok eğleniyor gibiydi. Kıkırdayıp kalçalarını tokatladı.

Apansız duyulan bir gürültü, kahkahalarını kesmesine neden oldu. Tahtaya vuruluyormuş gibi derinden bir ses geldi çalılık tarafından. Don Juan, çenesiyle tetikte olmamı imledi.

"Bu, seni çağıran güve," dedi, kesin bir ifadeyle.

Yattığım yerden zıpladım. Ses birden kesildi. Bir açıklama beklercesine don Juan'a baktım. Omuzlarını sallayarak gülünç bir umursuzluk deviniminde bulundu.

"Buluşmanı gerçekleştirmedin, henüz," diye ekledi. Kendimi buna hazır hissetmediğimi, eve gidip kendimi güçlü duyumsadığımda dönersem daha iyi olacağını söyledim, ona.

"Anlamsızca konuşma," dedi. "Bi savaşçı, payına düşeni sonsuz bi alçakgönüllülükle kabul eder. Ne olduğunu, kim olduğunu da alçakgönüllülükle kabullenir; üzülerek değil, hem de canlı bi meydan okuyuşla!

"Bu noktayı anlayıp, tümüyle yaşamak, hepimiz için zaman gerektiren bi olay. Örneğin ben, ‘alçakgönüllülük’ sözcüğünün yanımda dile getirilmesinden bile nefret ederdim. Ben bi Kızılderiliyim. Biz, Kızılderililer hep alçakgönüllüydük, başımızı öne eğmekten başka bi şey yapmadık. Bi savaşçının yolunda alçakgönüllülüğe yer olmadığını düşünürdüm. Ne büyük yanılgı! Şimdi, bi savaşçının alçakgönüllülüğünün, bi dilencininkine benzemediğini çok iyi biliyorum. Savaşçı başını kimseye eğmez, ama aynı zamanda kimsenin ona baş eğmesine de izin vermez. Öte yandan, bi dilenci kendisinden daha yüce olduğuna inandığı birisinin önünde isteyerek diz çöker, bi de yerleri silmeye başlar. Ne var, kendinden aşağı birisinin de kendi önünde yerleri silmesini ister.

"İşte demin onun için ustaların ne hissettiklerini anlayamadım," dedi. "Ben yalnızca savaşçıların alçakgönüllülüğünü bilirim, işte bu da benim, başkalarının ustası olmama asla izin vermez."

Bir süre sessiz kaldık. Sözleri içimde derin bir sıkıntıya yol açmıştı. Etkilenmiş ve üzülmüştüm. Aynı zamanda, çalılıklarda tanık olduklarım da beni endişelendiriyordu. Don Juan'ın benden bir şeyler gizlediğine emindim; gerçekten neler döndüğünü biliyor olmalıydı.

Tam bu fikirler üzerinde kafa yorarken, yeniden duyulan o garip vuruş sesi beni düşüncelerimden kopardı. Don Juan önce güldü, sonra yeniden kıkırdamaya başladı.

"Dilencinin alçakgönüllülüğüne bayılıyorsun sen," dedi tatlılıkla. “Aklın önünde başını eğiyorsun.”

“Nedense, hep oyuna getirildiğimi düşünüyorum,” dedim. “Bu da benim açmazım.”

“Haklısın. Oyuna getirildin,” diye ekledi dinginleştirici bir gülüşle. “Ama senin asıl açmazın olamaz bu. Sen aslında, benim sürekli, bilerek sana yalan söylediğime inanıyorsun, haksız mıyım!”

“Evet. İçimde bir yerlerde, şu olanların gerçekliğine inanmamı önleyen bir şeyler var.”

“Gene haklısın. Burada olanların hiçbiri gerçek değil.”

“Bununla ne demek istiyorsun, don Juan?”

“Olaylar ancak, kişinin onların gerçekliğini kabul etmesinin ardından gerçektirler. Örneğin, şu akşam olanlar senin açından gerçek olamaz. Çünkü hiç kimse sana bunların gerçekliğini kabul ettiremez.”

“Olanları görmediğini mi söylemeye çalışıyorsun?”

“Tabii ki gördüm. Ama ben sayılmam. Sana yalan söyleyen benim, unuttun mu?”

Don Juan öksürükten tıkanıncaya dek güldü. Her ne kadar benimle dalga geçiyorduysa da, gülüşü dostçaydı.

“Benim laf oyunlarıma kafanı çok takma,” dedi güven verici bir biçimde. “Yalnızca seni dinginleştirmeye çabalıyorum, senin anca şaşkınlaşınca kendini iyi hissettiğini dünya âlem biliyor.”

Yüz ifadesini öylesine gülünçleştirdi ki, buna ikimiz de çok güldük. Ona, biraz önce söylediklerinin beni, şimdiye kadar olduğundan çok daha fazla korkuttuğunu söyledim.

“Benden korkuyor musun?” diye sordu.

“Senden değil, senin simgelediklerinden.”

“Ben savaşçının özgürlüğünü simgeliyorum. Korkuyor musun bundan?”

“Hayır. Ben senin bilginin ürkünçlüğünden korkuyorum. Ne bir avuntum var, ne de sığınacak bir yerim var.”

“Sen gene konuları karıştırıyorsun. Avuntu, sığınak, korku... Tüm bunlar, değerlerini sorgulamadan benimsediğin havalar. Herkesin de görebileceği gibi, kara büyücüler senin basiretini bağlamış.”

“Kara büyücüler kim, don Juan?”

“Arkadaşlarımızdır, kara büyücüler. Onlarla birlikte olduğuna göre, sen de bi kara büyücüsün. Düşün bi an bunu. Senin için çizdikleri yoldan ayrılabiliyor musun? Hayır. Düşüncelerin de, edimlerin de daima onlar tarafından belirlenmiş. Tutsaklık bu. Öte yandan, ben sana özgürlük getirdim. Özgürlük pahalıdır ama ödenemez bi değer değil bu. Sen ustalarını, seni tutsak edenleri korkut. Beni korkutmak için zaman ve erk harcama. Ya!”

Haklı olduğunu biliyordum. Ne var, onunla bu içtenlikli anlaşmamıza karşın, yaşam boyu süren alışkanlıklarım nedeniyle yolumdan kolay kolay kopamayacağımı da biliyordum. Kendimi gerçekten bir tutsak gibi hissettim.

Uzun bir sessizliğin ardından, don Juan bilgiyle yeniden karşılaşabilecek denli güç toplayıp toplayamadığımı öğrenmek istedi. “Güveyle mi demek istiyorsun?” dedim, şaka yollu.

Gülmekten iki büklüm oldu. Sanki ona dünyanın en gülünç fıkrasını anlatmıştım.

“Bilgi bir güvedir demekle aslında neyi anlatmak istedin?” diye sordum.

“Başka bi anlamı yok bunun,” diye yanıtladı. “Güve güvedir. Şimdi düşündüm de, tüm bu başarılarının ardından, görmek için yeterli erkin olmalıydı. Ama bi insan görüntüsü yakaladın. Bu da gerçek görme değil.”

Don Juan, çömezliğimin en başından bu yana, görme kavramını, kişinin geliştirebileceği ve varoluşun “çözümlenemez” doğasını anlamaya yardımcı olabilecek özel bir yetenek biçiminde tanımlamıştı.

Birlikte olduğumuz yıllar boyunca, onun “görme” dediği olgunun, şeyleri sezgi yoluyla kavrama, bir şeyi önceden anlama ya da insan etkileşimlerinin satır aralarını görerek örtülü anlamlarıyla güdüleri bulgulama olduğu yolunda bir kavram geliştirmiştim.

“Şunu belirtmeliyim ki, bu gece güveyle karşılaştığında, yarı bakıyor, yarı görüyordun,” diye başladı, don Juan. “O aşamada, sen her ne kadar, tam anlamıyla bilinen sen değildiysen de dünya anlayışını kullanacak denli, tam bi bilinçlilik durumundaydın.”

Don Juan susarak bana baktı. Önce, ne söyleyeceğimi bilemedim.

“Dünya anlayışımı nasıl kullanıyordum?” diye sordum.

“Dünya anlayışın, çalılıkların arkasında yalnızca gizli gizli dolaşan hayvanların bulunabileceğini ya da yaprakların ardında gizlenen insanlar olabileceğini söyledi sana. Bu düşünceye yapıştın, bu yüzden doğal olarak, dünyayı bu düşünceye uygun kılacak yolları bulman gerekiyordu.”

“Ama o sırada hiçbir biçimde düşünmüyordum ki, don Juan.”

“Buna düşünme demeyelim, o halde. Bu, daha çok dünyayı daima düşüncelerimize uydurma alışkanlığı. Uymayınca, uydurmak için, elimizden geleni ardımıza koymuyoruz. İnsan kadar büyük güveler düşünülemez bile. O halde, sana göre çalılıklardaki şey insandan başka bir şey olamazdı.

“Çakalla da aynı şey geldi başına. Eski alışkanlıkların bu karşılaşmanın da türünü belirledi. Seninle çakal arasında bi şey gerçekleşti. Ama bu, konuşma değildi. Ben de aynı şaşkınlığa düşmüştüm. Sana, bi zamanlar bi geyikle konuştuğumu anlatmıştım. Şimdi de sen bi çakalla konuştun. Ama ne sen, ne de ben o zaman ne olduğunu asla bilemiycez.”

“Bana ne anlatmaya çalışıyorsun, don Juan?”

“Büyücülerin açıklaması benim için bi anlam kazandığında geyiğin bana neler yaptığını anlamak için artık çok geçti. Konuştuk demiştim ama öyle olmadı. Söyleştiğimizi söylemek, bu konu hakkında konuşabilmeyi ayarlamanın bi yolu yalnızca. O geyikle ben bi şeyler yaptık ama o sıralarda, tıpkı senin gibi ben de dünyayı düşüncelerime uygun kılmayı gereksiniyordum. Tıpkı senin gibi, yaşamım boyunca konuşmuştum. Alışkanlıklarım ağır bastı, geyiği de içine aldı. Geyik yanıma gelip, yapacağını yaptığında, bunu konuşma olarak almak için kendimi zorlamıştım.”

“Büyücülerin açıklaması bu mu?”

“Hayır, bu sana yaptığım bi açıklama, ama büyücülerin açıklamasıyla da pek çatışmıyor.”

Bu söylediği, bende büyük bir zihinsel çalkantı yaratmıştı. Bir süre için sinsi güveyi de not tutmayı da unuttum. Anlatımını yeniden dile getirmeyi denedim, ardından dünyamızın yansımalı doğasını konu eden uzun bir tartışmanın içinde bulduk kendimizi. Don Juan’a göre, dünya, tanımına uygun olmalıydı. Bir başka deyişle tanım kendini yansıtmalıydı.

Açıklamasının bir başka noktası da, kendimizi, “alışkanlıklar” adını verdiği kavram bağlamında, dünya tanımlamasıyla birleştirmeyi öğrenmiş olduğumuz yolundaydı. Ben ise, buna daha kapsamlı bir kavram olduğunu düşündüğüm niyetlilik terimini getiriyordum—yani, insan bilinçliliğinin bir nesneye göndermede bulunmasını, ya da bir şeye niyetlenmesini sağlayan özellik.

Söyleşimiz daha da ilginç bir çözümlemeyi ortaya çıkardı. Çakalla yaptığım “konuşma”, don Juan’ın açıklamasının ışığında yeni bir görünüme büründü. Niyetli iletişimin bir başka yolunu bilmediğime göre bu “konuşmaya” niyetlenmiştim. Bunu iletişimin söyleşi yoluyla oluştuğu yolundaki tanıma da uydurmayı başarıp, tanımlamanın kendini yansıtmasını sağlamıştım.

Büyük bir kıvanç anı yaşadım. Don Juan gülerek sözcüklerden bu denli etkilenmemin, deliliğimin bir başka yanı olduğunu söyledi. Ses çıkarmaksızın konuşmayı içeren gülünç bir devinimde bulundu.

“Hepimiz aynı maskaralığın peşinde koşuyoruz,” dedi uzun bir suskunluğun ardından. “Bunun üstesinden gelmenin tek yolu, savaşçı gibi davranmayı sürdürmek. Gerisi kendiliğinden gelir.”

“Nedir, gerisi, don Juan?”

“Bilgi ve erk. Bilgi adamlarında her ikisi de vardır. Ne ki, hiçbiri bunları nasıl elde ettiğini anlatamaz. Savaşçı gibi devindikleri ve bi gün her şeyin değiştiği dışında, tabii.”



Bana baktı. Kararsız gibiydi. Sonra, birden kalkıp, bilgiyle olan buluşmayı gerçekleştirmekten başka bir çarem olmadığını belirtti.

Bir ürperti geçirdim. Yüreğim daha hızlı atmaya başladı. Ayağa kalktım. Don Juan bedenimi her açıdan incelermişçesine, çevremde döndü. Oturmamı ve yazmamı imledi.

“Bu denli ürkersen, buluşmana sadık kalamazsın,” dedi. “Bi savaşçı sakin olmalı, kendine hakim olmalı, denetimini hiçbi zaman yitirmemdi.”

“Gerçekten korktum,” dedim. “Güve ya da her neyse, çalıların orada dolanan bir şey var.”

“Tabii ki var!” diye bağırdı. “Benim karşı çıktığım şey, tıpkı çakalla konuştuğunu düşündüğün gibi, bunun da bi insan olduğunu düşünmeyi sürdürmen.”

Bir tarafım, öne sürdüğü şeyi tamamıyla anlamıştı. Gene de özümün bir başka yanı kendimi bırakmamı önlüyor, beni “akla” uygun davranmaya zorluyordu.

Don Juan’a, her ne kadar onunla tam bir ussal anlaşma içinde olsam da açıklamasının duyularımı tam anlamıyla tatmin etmediğini söyledim.

“Bu,” dedi, “sözlerin sakatlığından ileri geliyor. Sözcükler kendimizi aydınlanmış gibi hissetmeye zorlar bizi, hep. Ama dünyayla yüzleşmeye kalktığımızda, bizi daima yalnız bırakırlar; biz de dünyayla, her zaman yaptığımız gibi, aydınlanmasız biçimde yüzleşmek durumunda kalırız. Bu nedenle, bi büyücü konuşmaktansa yapmayı yeğler, bu bağlamda yeni bi dünya tanımlaması çıkarır ortaya; konuşmanın önemini yitirdiği, yeni edimlerin yeni yansımalar getirdiği bi dünya tanımlaması.”

Yanıma oturdu. Gözlerime bakıp, çalılıkta, gerçekte ne “görmüş” olduğumu dile getirmemi buyurdu.

O anda boğucu bir tutarsızlıkla karşı karşıya kalmıştım. Bir insanın karaltısını görmüştüm, ama öte yandan, bir kuşun karaltısını da görmüştüm. O halde, aklımın “yeter” dediğinden fazlasına tanık olmuştum. Ama içimde bir şey, aklı tümden göz ardı etmeden, deneyimin, karaltının boyu poşu gibi parçalarını seçip bunları mantıklı olasılıklar olarak kabul etmiş, kuşa dönüşen karaltı gibi parçalarını ise doğrudan göz ardı etmişti. Böylece, bir insan gördüğüme inanmıştım.

Kuşkularımı dile getirdiğimde, don Juan kahkahalarla güldü. Büyücülerin açıklamasının, er ya da geç yardıma koşacağını, böylece her şeyin, mantıksal ya da mantık dışı olması gerekmeden berraklık kazanacağını söyledi.

“Bu arada, senin için yapabileceğim tek şey gördüğünün gerçekten bi insan olmadığını söylemektir,” dedi.

Don Juan’ın bakışı gittikçe sinir bozucu oldu. Bedenim istem dışı bir biçimde titremeye başladı. Sıkıntı hissetmeme neden oluyordu.

“Bedenindeki izleri arıyorum,” diye açıkladı. “Belki ayırdında değilsin ama bu akşam büyük bi güç gösterisiyle karşı karşıya kaldın, orada.”

“Ne tür izler, bunlar?”

“Bildiğin türden bedensel izler değil bunlar, ışıldayan telciklerinle parlak bölgelerinin üzerindeki imleri arıyorum. Biz ışıldayan varlıklarız. Olduğumuz, duyumsadığımız her şey telciklerin üzerinde belirir. İnsanların kendilerine özgü bi parlaklığı vardır. Bu, onları yaşayan, ışıldayan varlıklardan ayırt etmenin tek yoludur.

“Eğer bu gece görebilmiş olsaydın, çalılıklardaki karaltının ışıldayan bi canlı varlık olmadığının, ayırdına varabilirdin.

Bir şeyler daha sormak istedim ama elini ağzıma dayayıp beni susturdu. Ağzını kulağıma yaklaştırıp, bir hışırtı, bir güvenin kuru yaprakların, dalların üzerinde çıkardığı yumuşak adım seslerini duymam gerektiğini fısıldadı.

Hiçbir şey duyamadım. Don Juan birden kalktı. Lambayı yerinden alarak sundurmanın altında, ön kapıya doğru oturacağımızı söyledi. Evin içine girmektense çevresinde yürümeye, çalılıkların kenarına doğru gitmeye yönlendirdi beni. Varlığımızı belirgin kılmanın vazgeçilmez olduğunu açıkladı. Evi, sol tarafına doğru yarı yarıya çevreledik. Don Juan’ın yürüyüşü aşırı yavaştı. Adımları zayıftı, sendeliyordu. Lambayı taşıyan eli titriyordu.

Ona, yolunda gitmeyen bir şeyler mi olduğunu sordum. Bana göz kırparak, çevrede dolanan büyük güvenin genç bir insanla buluşacağını, zayıf bir yaşlı adamın yavaş yürüyüşünün, buluşulacak kişinin kim olduğunu gösteren çok belirgin bir yol olduğunu fısıldadı.

Sonunda, evin önüne geldiğimizde don Juan, lambayı bir kirişe asıp beni sırtım duvara gelecek biçimde oturttu. Sağıma da kendisi oturdu.

“Burada oturacağız,” dedi, “sen de tüm doğallığınla yazacak, benimle konuşacaksın. Sana bugün pusu kuran güve, şu anda buralarda, çalılığın içinde. Bi süre sonra gelip, sana bakacak. Lambayı, işte bu nedenle senin tepene astım. Işık, güvenin seni bulmasına yardımcı olacak. Çalılığın kenarına geldiğinde, çağıracak seni. Çok özel bi sesle yapacak bunu. Sesin salt kendisi bile sana yardımcı olabilir.”

“Ne tür bir ses bu, don Juan?”

“Bi ezgi. Güvelerin oluşturduğu, akıldan çıkmaz bi sestir bu. Aslında duyamazsın ama oradaki güve bi başka güve. Çağrısını açıkça duyacaksın; ola ki kusursuzsan eğer, yaşamın boyunca seninle birlikte kalır.”

“Ne işime yarayacak ki?”

“Bu gece, daha önce başlattığını bitirmeye çabalayacaksın. Görme, savaşçı ancak iç söyleşisini kesince gerçekleşir.

“Bugün çalıların orada konuşmanı istencinle durdurdun. Ve gördün. Gördüğün şey berrak değildi. Onun bi insan olduğunu sandın. Ben de, o bi güveydi, diyorum. İkimiz de doğru değiliz, çünkü konuşmak durumunda kalıyoruz. Ben gene de senden bi kerte üstünüm. Çünkü senden daha iyi görüyorum, üstelik büyücülerin açıklamasına da sahibim. Yani, belirgin olmasa da bu gece gördüğüm şeyin bi güve olduğunu biliyorum.

“Şimdi de sessizce, düşünmeden küçük güvenin yeniden sana gelmesini bekle, bakalım.”

Not tutmakta güçlük çekiyordum. Don Juan güldü, hiçbir şey beni rahatsız etmiyormuşçasına, not almayı sürdürmemi istedi. Koluma dokunarak, yazı yazmanın sahip olduğum en iyi koruyucu kalkan olduğunu söyledi.

“Güvelerden hiç konuşmadıydık,” diye sürdürdü. “Şu ana değin zamanı değildi. Senin de önceden bildiğin gibi, tinin dengesizdi. Bunun üstesinden gelmen için, sana savaşçının yolunu yaşamayı öğrettim. Evet, bi savaşçı ruhun dengesiz olduğu düşüncesinden yola çıkarak işe koyulur. Tam denetim ve bilinçlilik, acele etmeden yaşar, dengesini kazanmak için elinden gelenin daha iyisini yapar.

“Senin konumunda, aslında hemen her insanın konumunda, dengesizliğe neden olan şey edimlerinin tümünden birden kaynaklanıyor. Ne var, tinin şu anda güvelerden söz edecek denli hafiflemiş gibi görünüyor.”

“Güvelerden söz etmek için doğru zaman olduğunu ne bildin?”

“Sen buraya geldiğin sırada, çevrede dolaşan güvenin bakışını yakaladım. İlk kez dostçaydı ve açıktı. Onu daha önce, Genaro’nun evinin çevresindeki dağlarda gördüğümde senin düzen eksikliğini yansıtan, göz korkutucu bi biçimi vardı.”

O anda garip bir ses duydum. Bir dalın boğuk bir tınıyla kırılmasını ya da uzaktan gelen küçük bir motor sesini andırıyordu. Müzikteki perdelerin gam değiştirmesi gibi, tekinsiz bir tartım oluşturdu. Sonra birdenbire kesildi.

“Bu, güveydi,” dedi don Juan. “Belki daha önce ayırdına varmışsındır; lambanın ışığı güveleri çekecek denli aydınlık, ama çevrede bi tane bile yok.”

Daha önce buna dikkat etmemiştim; don Juan, bunun bilincinde olmamı sağladığı andan başlayarak evin çevresindeki çölde de inanılmaz bir sessizliğin hüküm sürdüğünün ayırdına vardım.

“Diken üstünde durma,” dedi dingince. “Yeryüzünde bi savaşçının yüz yüze gelemeyeceği hiçbi şey olamaz! Anlamıyor musun, kendisini zaten ölü kabul ettiği için yitirecek bi şeyciği kalmaz. En kötüsü başına gelmiştir. E, o halde dingin ve durudur. Onu edimlerine ve sözlerine göre yargılayan bi kişi, her şeye tanık olduğunu anlayamaz.”

Don Juan’ın sözleri, her şeyin ötesinde de havası beni yatıştırmıştı. Ona, günlük yaşamımda o eski saplantılı korkuları uzun süredir yaşamadığımı; ne var, bedenimin, karanlıkta beni bekleyen şey nedeniyle korku kasılmalarına uğradığını söyledim.

“Orada, yalnızca bilgi var,” dedi sıradan bir meseleden söz ediyormuşçasına. “Doğru, bilgi korku vericidir. Savaşçı bilginin korku verici doğasını olurlarsa, korkutuculuğunu da geçersiz kılar.”

O alışılmadık ses yeniden duyuldu. Daha patırtılı, daha yakından geliyor gibiydi. Dikkatlice dinledim. Dikkatimi arttırdıkça doğasını belirlemek güçleşiyordu. Kuş ya da hayvan sesine benzemiyordu. Gürültüler dolgun, derin bir titremdeydi. Kimisi pes, kimisi de tiz perdeden geliyordu. Bir tartımı, belirli bir süresi vardı; bazıları uzundu. Bunları tek bir ses birimi gi­bi duydum. Öteki sesler makineli tüfek gürültüsü gibi kesik kesik geliyordu.

“Güveler sonsuzun habercileridir. Yok, daha da doğrusu bekçileridir,” dedi don Juan, sesler kesildikten sonra. “Bazı nedenlerden ötürü, ya da hiçbi nedensiz, sonsuzluğun altın tozunun emanetçileridir.”

Bu benzetmeyi anlamamıştım. Açıklamasını istedim.

“Güveler kanatlarında bi toz taşırlar. Koyu altın tozu. İşte bu, bilginin tozudur.

Açıklaması, mecazı daha da belirsizleştirmişti. Sorumu, söze en iyi biçimde aktarabilmek amacıyla bir süre durdum. Ama o, yeniden konuşmaya başladı. “Bilgi en önemli bi iştir,” dedi, “özellikle de bi savaşçı için. Savaşçıya bilgi bi seferde gelir, onu içine çeker, sonra gecikmeden yoluna devam eder.”

“Bilginin, güvenin kanadındaki tozla ne işi olabilir ki?” diye sordum, uzun bir aranın ardından.

“Bilgi havadan uçarak gelir, altın toz zerrecikleri gibi. Ayın toz, güvenin kanatlarını kaplar. Yani, savaşçı için bilgi, yoğun koyu altın tozuyla duş yapar, ya da yıkanır gibidir.”

Takınabildiğim en nazik tavırla, açıklamasının kafamı daha da karıştırdığını belirttim. Kahkahalarla gülerek bana, olayı tam anlamıyla doğru biçimde aktardığı, ne var ki, inançlarımın beni rahat bırakmadığı konusunda güvence verdi.

“Güveler,” dedi, “çok uzun süreden beri büyücülerin dostu ve yardımcısı olmuştur. Bu konuya, senin hazırlığın tam olmadığı için daha önce değinmediydim.”

“İyi de, kanatlarındaki toz nasıl bilgi olabilir?”

“Görürsün.”

Ellerini defterimin üzerine koydu, gözlerimi kapayıp sessiz ve düşüncesiz, öylece oturmamı söyledi. Çalılıklardaki güvenin çağrısının bana yardımcı olacağını söyledi. Dikkatimi verirsem, bana yakında gerçekleşecek olayı anlatacaktı. Güveyle aramdaki iletişimin nasıl kurulacağını, bunun ne çeşit bir iletişim olacağını bilmediğini vurguladı. Kendimi rahat ve güvencede hissetmemi, ayrıca kişisel erkime de güvenmemi istedi.

Sabırsızlık ve sinir içinde geçen ilk anların ardından sessiz kalmayı başardım. Düşüncelerim, zihnim tamamıyla boşalana dek, teker teker azaldı. Ben dinginleştikçe çöldeki çalılığın gürültüleri artıyor gibiydi.

Don Juan’ın, bir güveden geldiğini söylediği o şaşırtıcı ses yeniden duyuldu. Bunu zihnimde bir düşünce olarak değil de bedenime yansıyan bir duygu biçiminde algıladım. Göz korkutucu ya da kötü bir şey değilmiş gibi geldi bana. Yalın ve sevimliydi. Bir çocuğun çağrısı gibiydi. Bir zamanlar tanışmış olduğum küçük bir çocuğun anısını aklıma getirmişti. Uzun sesler, onun yuvarlak, sarışın kafasını anımsatmış, kısa kesik sesler ise gülüşünün tınısını hatırlatmıştı. Aklımda hiçbir düşünce olmamasına karşın çok kaygı verici bir duygu beni ağırlığı altına aldı: kaygıyı bedenimde de hissettim. Oturduğum yerde bundan daha fazla kalamazdım. Yanıma doğru kaydım. Hüznüm öylesine yoğundu ki yeniden düşünmeye koyuldum. Acıyla keder kapladı içimi, birden kendimi çocukla ilgili bir içsel tartışmanın ortasında buldum. Bağlantısız immişçesine gelen ses kesilmişti. Gözlerim kapalıydı. Don Juan’ın ayağa kalktığını duydum. Benim de kalkmama yardım ettiğini hissettim. Canım konuşmak istemiyordu. O da tek bir sözcük etmedi. Bana doğru yöneldiğini duydum. Gözlerimi açtım. Tam önümde diz çökmüş, lambayı bana tutarak yüzümü inceliyordu. Ellerimi karnımın üstüne koymamı buyurdu. Ayağa kalktı, mutfağa giderek bana su getirdi. Bir kısmını yüzüme vurdu, gerisini de içmem için bana verdi.

Yanı başıma oturup, bana notlarımı verdi. Ona, seslerin beni en acı verici düşlere sürüklediğini söyledim.

“Kendine acımada kendi sınırlarını da aştın,” dedi, ince bir alayla.

Yapacağı en doğru yorumu dile getirmek istermişçesine düşünceye dalmış gibiydi.

“Bu gecenin sorunu, insanları görmek” dedi sonunda. “Önce içsel söyleşini kes, sonra da görmek istediğin kişinin imgesini getir. Kişi sessiz bi anında, kafasında başka bi düşünce yokken tek bi düşünceyi tutabilirse, bu bi komut olur, işte,” dedi. “Bu gece, güve sana yardımcı olmak istiyor, az sonra senin için şarkı söyleyecek. Ezgisi, altın zerrecikleri getirecek. Sen de, seçtiğin her kimse, onu göreceksin.”

Daha fazla ayrıntı istedim, ne var, ani bir devinim yaparak işe koyulmamı imledi.

İçsel söyleşimi durdurmak için birkaç dakika çabaladıktan sonra, tamamıyla sessizleşmiştim. Bir dostumun düşüncesini kısa bir süre kafamdan geçirdim. Bir an olduğuna inandığım bir süre boyunca gözümü kapalı tutmuştum ki, birisinin omuzlarımı sarstığının ayırdına vardım. Yavaş bir farkındalıktı bu. Gözlerimi açtığımda, kendimi sol yanıma yatmış buldum. Görünüşe bakılırsa, o kadar derin bir uykuya dalmıştım ki, düştüğümü anımsamıyordum bile. Don Juan doğrulmama yardım etti. Gene gülüyordu. Horlamamı taklit ederek, şayet kendisi tanık olmasaymış, bir insanın bu denli hızlı biçimde uykuya dalabileceğine onu kimsenin inandıramayacağını söyledi. Aklımın anlamadığı bir şey yapmak zorunda kaldığımda benim çevremde olmasının onun için bir zevk oluşturduğunu belirtti. Defterimi benden uzağa iterek her şeye yeni baştan başlamamız gerektiğini söyledi.

Gerekli adımları yeniden attım. O şaşırtıcı kesik ses yeniden duyuldu. Ne var, bu kez çalılıklarından değil de, daha çok içimden geliyormuş gibiydi. Sanki dudaklarımla, bacaklarımla ya da kollarımla ben çıkarıyordum bu sesi. Ses beni çabucak içine aldı. Birtakım yumuşak toplar bana doğru ya da benden dışarıya doğru fırlatılıyormuş gibiydi; ağır pamuk balyalarıyla bombardımana tutulmuşçasına yatıştırıcı, farklı bir duyguydu bu. Birden, bir kapının rüzgârın etkisiyle ardına dek açıldığını işiterek yeniden düşünmeye başladığımın ayırdına vardım. Bir başka şansı da berbat ettiğimi sanmaktaydım. Gözlerimi açtım, kendimi odamda buldum. Masanın üzerindeki nesneler onları bıraktığım gibi duruyordu. Kapı açıktı, dışarıda yeğin bir rüzgâr esiyordu. Aklımdan, su ısıtıcısına bir göz atmam gerektiği düşüncesi geçti. Bunun ardından, kendi yaptığım, ama çerçevesine pek de iyi oturmayan sürmeli pencereden tırmalamaya benzer bir ses geldi. Sanki birisi içeri girmek istiyordu. Korkuyla sarsıldım. Oturduğum iskemleden kalktım. Bir şeyin beni çektiğini duyumsadım. Bağırdım.

Don Juan omuzlarımdan sarsıyordu. Heyecanlı bir biçimde gördüklerimi anlattım. Bunlar öylesine canlıydı ki, hâlâ titriyordum. Masanın yanında tüm bedenimle öylece durmakta olduğumu duyumsamıştım.

Don Juan, anlattıklarıma inanmazmışçasına başını sallıyor, kendimi aldatma konusunda bir dâhi olduğumu söylüyordu. Yaptıklarımla ilgilenmemiş gibiydi. Kısa yoldan sözümü kesti; her şeye yeniden başlamamı buyurdu.

O gizemli sesi yeniden duydum. Don Juan’ın betimlediği gibi, onları altın zerrecikler yağmuru olarak algıladım. Aslında bunları, bana anlatmış olduğu gibi, zerrecik ya da parçacık olarak değil de, küresel baloncuklar biçiminde duyumsamıştım. Çevremde yüzüyorlardı. Bunlardan biri ansızın açılı vereli ve bir görüntüyü açığa çıkardı. Sanki garip bir nesneyi göstermek amacıyla açılmıştı da tam gözlerimin önünde durmuştu. Bir mantara benziyordu. Kesinlikle ona bakmaktaydım, tanıklık ettiğim her neyse, bir rüya değildi. Mantara benzeyen nesne “görüntü” alanımın içinde değişmeden kaldı, sonra birden içindeki ışık söndürülmüşçesine patladı. Bunu, tanımlanamaz bir karanlık izledi: bir ürperme, rahatsız edici bir sarsıntı duyumsadım. Birden birisinin beni salladığının ayırdına vardım. Duyularını yeniden devinmeye başlamıştı. Don Juan şiddetli biçimde beni sarsıyor, ben de ona bakıyordum. Gözlerimi o anda açmış olmalıydım.

Don Juan yüzüme su serpti. Suyun serinliği oldukça çekiciydi. Kısa süren bir aranın ardından, ne olduğunu sordu.

Gördüklerimin her ayrıntısını aktardım.

“Peki, ben ne gördüm!” diye sordum.

“Arkadaşını,” diye yanıtladı.

Güldüm, sabırla, mantara benzer bir biçim “görmüş” olduğumu açıkladım. Her ne kadar, boyutlar konusunda fikir yürütecek durumda olmasam da bunun otuz santimetre dolayında olduğu düşüncesindeydim.

Don Juan duygunun en önemli şey olduğunu belirtti. Duygularımın, “görmekte” olduğum nesnenin varoluş halini belirleyen ölçüt olduğunu söyledi.

“Tanımlamalarından ve duygularından anladığıma göre arkadaşın iyi bi adam,” dedi.

Sözleri beni bocalatmıştı.

Mantara benzer biçimin, bir büyücünün insanları uzaktan “gördüğü” zamanki asıl biçimleri olduğunu, doğrudan yüz yüze baktığında ise kişiyi parlak telciklerden oluşan, yumurtamsı bir salkım biçiminde gördüğünü söyledi.

“Arkadaşına bakmıyordun, sen,” dedi. “O nedenle mantar gibi göründü.”

“Bu neden böyle, don Juan?”

“Kimse bilmez nedenini. Kısacası bu tür görmede insanlar böyle görünür.”

Mantara benzer biçimin her bir bölümünün ayrı bir anlama geldiğini, ama bir çömezin bu anlamı doğru biçimde yorumlamasının da olanaksız olduğunu ekledi.

Sonra, aklıma ilginç bir anı geldi. Birkaç yıl önce psikotropik bitkilerin alımına bağlı olağandışı bir gerçeklik anı sırasında, bir su akıntısına baktığımda, bir baloncuk salkımının çevremde yüzüp beni içine aldığını yaşamış ya da sezgilemiştim. Biraz önce tanık olduğum altın baloncuklar da beni aynı biçimde içlerine almıştı. Aslında, her iki baloncuk salkımının da aynı yapı ve biçime sahip olduklarını söyleyebilirdim.

Don Juan yorumlarımı ilgisizce dinledi.

“Erkini bu önemsiz şeylerle harcama,” dedi. “Şu anda seni çevreleyen bi sonsuzlukla cebelleştiğini unutma.” Elinin bir devinimiyle çalılıkları imledi.

"Bu büyüklüğü mantıklılığa dönüştürmek hiçbi işine yaramaz. Burada bizi çevreleyen şey sonsuzluğun ta kendisi. Bunu, üstesinden gelinebilir bi anlamsızlığa dönüştürmek hem abestir, hem de yıkım getirir.”

Ardından, tanıdıklarımdan bir başka kişiyi “görmem” konusunda üsteledi. Görüntü sona erdiğinde gözlerimi kendim açmam ve yakın çevrenin tam farkındalığına varmam gerektiğini ısrarla belirtti.

Mantara benzer bir başka biçimin görüntüsünü yakalamayı başardım. Ne var, birincisi sarımsı ve küçük, İkincisi beyazımsı, daha büyük ve buruşuktu.

“Görmüş” olduğum iki biçim üzerinde konuşmayı bitirdiğim sırada, çok kısa bir süre önce o denli bunaltıcı gelen “çalılardaki güveyi” çoktan unutmuştum. Don Juan’a benim için çok gizemli olan bir şeyi bu kadar kısa bir süre içinde göz ardı edebilmesinin beni gerçekten şaşırttığını söyledim. Sanki ben, kendim olduğumu bildiğim insan değildim.

“Bu konuda neden bu denli gürültü kopartıyorsun, anlamıyorum,” dedi don Juan. “Söyleşi durduğunda dünya da durur, o zaman özümüzün olağandışı yanları, sözlerimizin bekçiliğinden kurtulurmuşçasına su yüzüne çıkar. Sen neysen osun, çünkü kendine bunun böyle olduğunu söylüyorsun.”

Kısa bir dinlenmenin ardından, don Juan yeniden arkadaşlarımı “aramamı” istedi. Duyguya kılavuzluk etmek açısından, olabildiğince çok “görmenin” en önemli nokta olduğunu belirtti.

Ardı ardına otuz iki kişiyi çağırdım. Don Juan, her denemenin ardından, görüntümde sezgilediğim her şeyi dikkatli ve ayrıntılı biçimde betimlememi istedi. Deneyimlerimde yetkinleştiğimi, içsel söyleşimi birkaç saniye içinde susturmama, her deneyimimin ardından gözlerimi açabilmeme ve sıradan etkinlikleri ara vermeden gerçekleştirmeme bakarak anladıktan sonra bu yöntemi bıraktı. Bu değişimin ayırdına, mantara benzer biçimlerin renk değiştirmesini tartıştığımız sırada, vardım. Benim renk değiştirme adını verdiğim şeyin gerçekte renk değiştirme olmadığını, bunun değişik yoğunlukların akışı olduğunu daha önce belirtmişti. Görüntülemiş olduğum sarımsı bir akışı betimlemek üzereydim ki beni susturarak ne “görmüş” olduğumu kendisi açık ve seçik bir biçimde betimledi. O andan başlayarak, her görüntü üzerinde, hem de benim söylediklerimi anlamış gibi değil de kendi “görmüş” gibi tartıştı. Bu konuda bir yorum yapmasını istediğimde doğrudan konuşmayı reddetti.

Otuz iki kişiyi çağırdıktan hemen sonra, bir dizi mantara benzer biçim ve akış görmüş olduğumun, onlar hakkında hoşnutluktan iğrenmeye kadar uzanan bir dizi duygu geliştirdiğimin ayırdına vardım.

Don Juan, insanların arzu, sorun, üzüntü, kaygı gibi görünüşlerle dolu olduğunu açıkladı. Yalnızca derin ve güçlü bir büyücünün bu görünüşlerin anlamlarını açıklayabileceğini ve benim, insanların dış görünüşlerini gözlemlemekle yetinmem gerektiğini anlattı.



Çok yorulmuştum. Bu garip görüntülerde, aslında yorgun düşürücü bir şey vardı. Mide bulantısı hissi hepsinden ağır basmaktaydı. Gördüklerimi beğenmemiştim. Kendimi tuzağa düşmüş, lanetlenmiş gibi hissediyordum.

Don Juan, bu kötümserlik duygusunu dağıtmak amacıyla yazı yazmamı buyurdu. Hiçbir şey yazamadığım uzun ve sessiz bir sürenin ardından kendisinin seçeceği kişileri çağırmamı istedi.

Bir dizi yeni biçim görünmeye başladı. Bunlar mantardan çok ters çevrilmiş Japon pirinç-rakısı kadehlerini andırıyordu; kimileriyse daha değirmiydi. Biçimleri çekici ve dingindi. Onlardan yayılan bir mutluluk duygusu algıladım. Bir önceki dizide duyumsadığım ağırlık ve dünyaya bağımlılık onlarda gözlemlenmiyordu. Bir biçimde, az önceki yorgunluğumu gidermişlerdi.

Seçtiği kişilerin arasında çömezi Eligio da vardı. Eligio’nun görüntüsünü aldığımda, beni bu görsel durumunun dışına iten bir sarsıntı geçirdim. Eligio’nun sallanan ve bana doğru geliyormuş duygusunu veren uzun, beyaz bir biçimi vardı. Don Juan, Eligio’nun çok yetenekli bir çömez olduğunu, hiç kuşkusuz, birisinin kendisini “gördüğünü” anladığını açıkladı.

Don Juan’ın bir başka seçimi de, Don Genaro’nun çömezi Pablito’ydu. Pablito’nun görüntüsünün verdiği sarsıntı, Eligio ’nunkinden bile büyüktü.

Don Juan öylesine güldü ki, gözyaşları yanaklarından aktı.

“Bu insanların biçimleri niye farklı?” diye sordum.

“Onların daha fazla kişisel erki var,” diye yanıtladı. “Sen de görmüşsündür, onlar toprağa bağlı değil.”

“Bu hafifliği sağlayan nedir? Böyle mi doğmuşlar?”

“Hepimiz hafif ve devingen doğar, sonradan da böyle ağırlaşır ve sabitleriniz. Bu duruma kendimizi biz kendimiz sokarız. Belki şöyle diyebiliriz: bu insanlar hafif, çünkü savaşçı gibi yaşıyorlar. Neyse, bu o kadar önemli değil. Önemli olan, senin şu anda bi şeylerin kıyısına gelmiş olman. Kırk yedi kişiyi aradın ve özgün kırk sekizi tamamlamana bi kişi kaldı.”

O anda, yıllar önce, mısırlarla yapılan büyücülük ve önbili eylemleri üzerinde tartışırken, bana bir büyücünün sahip olduğu mısır tanelerinin sayısının kırk sekiz olduğunu söylediğini anımsadım. Nedenini hiçbir zaman açıklamamıştı.

Ona yeniden sordum. “Neden kırk sekiz?”

“Kırk sekiz bizim sayımız,” dedi. “Bizi insan kılan budur. Nedendir, bilinmez. Aptalca sorularla erkini boşa harcama.”

Ayağa kalktı, kollarını, bacaklarını uzatıp açarak gerindi. Bana da aynısını yapmamı söyledi. Gökte, doğuya doğru bir ışık çizgisinin ayırdına vardım. Yeniden oturduk. Öne doğru eğilip ağzını kulağıma yaklaştırdı.

“Çağıracağın son kişi, can dostumuz Genaro olsun,” diye fısıldadı.

Bir merak ve heyecan dalgası sardı beni. Gerekli adımları uygulamaya koyuldum. Çalılığın kıyısından gelen ses, canlılık ve yeni bir güç kazandı. Bunu neredeyse tümden unutmuştum. Altın baloncuklar beni yeniden yuttu, bunlardan birinde Don Genaro’nun kendisini gördüm. Şapkası elinde, tam önümde duruyordu. Gülümsüyordu. Çabucak gözlerimi açtım. Tam don Juan’la konuşmak üzereydim ki, daha tek bir sözcük bile edemeden bedenim tahta gibi sertleşti, saçlarım diken diken oldu. Uzun bir süre ne yapacağımı ya da ne diyeceğimi bilemedim. Don Genaro önümde duruyordu! Kendisi!

Don Juan’a döndüm; gülümsüyordu. Sonra, ikisi birden korkunç bir kahkaha tufanına yakalandılar. Ben de gülmeyi denedim. Gülemiyordum. Öylece kaldım.

Don Juan bana bir bardak su verdi. Ne yaptığımın ayırdında olmadan içtim. Yüzüme su serpeceğini sanıyordum. Bunun yerine bardağımı yeniden doldurdu.

Don Genaro yüzünü buruşturup, sırıttığını gizledi.

“Don Genaro’ya merhaba demek yok mu?” diye sordu, don Juan. Düşüncelerimi ve duygularımı düzene koymak için olağanüstü çaba harcamam gerekti. Sonunda ağzımdan birkaç selam sözcüğü çıkabildi. O da yerlere kadar eğildi.

“Beni çağırdın, di mi?” dedi gülümseyerek. Onu burada görmekten dolayı duyduğum şaşkınlığı dile getirmeye çalıştım.

“Seni çağırdıydı,” diye araya girdi, don Juan.

“İyi, buradayım işte,” dedi don Genaro bana. “Senin için ne yapabilirim?”

Yavaş yavaş aklım bir düzene kavuştu, sonunda bir içgörüyle uyandım. Düşüncelerim su gibi berraklaşmıştı—gerçekle ne olduğunu “biliyordum”. Don Genaro’nun, don Juan’ı görmeye geldiğini ve benim arabamın yaklaştığını duydukları anda don Genaro’nun çalılıkların ardına gizlendiğini, sonra karanlık basıncaya kadar orada sessiz ve devinimsiz kaldığını düşündüm. Sahne gayet inandırıcıydı. Olayı, kuşkusuz, don Juan tasarlamıştı. Arada, bana küçük ipuçları vererek sonuna vardırmıştı. Don Genaro tam anında varlığını bana duyumsatmış, don Juan’la ben eve dönmek için yola koyulunca, korkmamı sağlamak amacıyla bizi gayet aşikâr bir biçimde izlemişti. Ardından evin yanındaki çalılıkta beklemiş ve don Juan’ın her imleyişinde, o yabansı sesi çıkarmıştı. Son işaret, gözlerim kapalıyken verilmiş, don Genaro sundurmaya kadar yürüyüp gözlerimi açmamı beklemişti. Ben de gözlerimi açmış ve korkudan deliye dönmüştüm.

Mantıksal açıklamama uymayan iki şey vardı. Çalılıkların ardına saklanan kişinin bir kuşa dönüştüğünü gerçekten görmüştüm, ayrıca don Genaro’yu ilk olarak altın baloncuğun içinde bir imge biçiminde görüntülemiştim. Görüntümdeki giysisiyle, karşımdaki adamın giysisi aynıydı. Bu aykırılıkları mantıklı biçimde açıklamanın bir yolu olmadığı için, benzer durumlarda her zaman yapmış olduğum gibi, duygusal gerginliğimin, “gördüğüme inandığım şeyi” belirlemede önemli bir rolü olduğunu kabul ettim.

Yaptıkları akıl almaz numaraları düşündüğümde kendimi tutamayarak gülmeye başladım. Onlara bu olayı nasıl açıkladığımı anlattım. Kükrercesine gülmeye başladılar. Safçasına, bu kahkahalarını, foyalarının ortaya çıkmış olduğunu kabul ettiklerine bağladım.

“Çalılıkların ardındaydı, değil mi?” diye sordum, don Genaro’ya.

Don Juan yere oturup kafasını ellerinin arasına aldı.

“Hayır, saklanmıyordum,” dedi don Genaro, sabırla. “Buralardan uzaktaydım; sonra, sen çağırdın, ben de seni görmeye geldim.”

“Neredeydin, don Genaro?”

“Çok uzakta.”

“Ne kadar uzakta?”

Don Juan beni susturup, don Genaro’nun, bana saygıda kusur etmemek için ortaya çıktığını, ona nerede olduğunu soramayacağımı, çünkü hiçbir yerde olmadığını söyledi.

Don Genaro yardımıma koşarak, ona her şeyi sorabileceğimi söyledi.

“Eğer evin çevresinde gizlenmiyorduysan, nerelerdeydin don Genaro?” diye sordum.

Büyük bir açık yüreklilikle, “Evimdeydim,” dedi.

“Nerede, orta Meksika’da mı?”

“Evet, sahip olduğum tek ev orada.”

Birbirilerine bakıp yeniden gülmeye koyuldular. Benimle dalga geçtiklerini biliyordum, ama bu konuda artık tartışmamaya karar vermiştim. Böylesine görkemli bir işe kalkışmalarının önemli bir nedeni olmalı diye düşündüm. Yerime oturdum.

Gerçekte ikiye bölündüğümü duyumsadım; bir tarafım hiç şaşırmamıştı, üstelik don Juan ya da don Genaro’nun yapabileceği her şeyi göründüğü gibi kabul etmeye hazırdı. Bir de sorgusuz sualsiz reddeden bir tarafım vardı; bu benim en güçlü yanımdı. Bilinçli değerlendirmem, don Juan’ın dünyayı büyücülük açısından tanımlamasını ussal açıdan kabul ederken, bedenimin tamamıyla reddettiği yolundaydı. Bu da benim ikilemimdi. Ne var ki, don Juan ve don Genaro’yla birlikte olduğum yıllar boyunca, olağandışı olaylar yaşamıştım— bunlar ussal değil, bedensel deneyimlerdi. Daha o gece “erk tırıs”ını uygulamıştım ki, bu bile ussal bakış açıma göre havsalanın alamayacağı bir edimdi. Her şeyin ötesinde, istemim dışında gerçekleşemeyecek, inanılmaz görüntülere tanık olmuştum.

Onlara, bu acı veren ama aynı zamanda gerçek akıl karışıklığımın mahiyetini açıkladım.

Don Juan duyduklarına inanamazmışçasına kafasını sallayarak, don Genaro’ya, “Bu oğlan bi deha,” dedi.

“Sen kocaman bir dâhisin Carlitocuk” dedi, don Genaro, bir iletiyi aktarırmışçasına.

Don Juan sağıma, don Genaro da soluma gelecek biçimde iki yanıma oturdular. Don Juan yakında sabah olacağını söyledi. O anda güvenin çağrısını yeniden duydum. Yer değiştirmişti; karşı yönden geliyordu. Bakışlarını yakalamak amacıyla ikisini de gözden geçirdim. Mantıklı planım parçalanmaya başladı. Sesin cezp edici bir zenginliği ve derinliği vardı. Sonra, kurumuş yaprakları ezen yumuşak adımların sesini duydum. Kesik kesik gelen tını daha da yakınlaştı. Don Juan’a doğru seğirttim. O ise bana “görmemi” buyurdu. Onun hoşuna gitmek için değil de, kendi hoşuma gitmek için olağanüstü bir çaba gösterdim. Don Genaro’nun güve olduğundan emindim. Ama don Genaro benimle oturuyordu; peki, o halde çalılıklardaki neydi? Güve mi?

Kesik gelen ses kulaklarımda yankılandı. İçsel söyleşimi durduramamıştım. Sesi duymuş, ama daha önce yaptığım gibi bedenimde duyumsayamamıştım. Belirgin adım sesleri duydum. Karanlıkta, bir şey sokuluyordu. Bir dal kırılıyormuş gibi bir gürültü duyuldu, birden ürküntü verici eski bir anı beni yakaladı. Yıllar önce, bir dağ başında korku dolu bir gece geçirmiştim; bir şey, çok yumuşak, çok hafif bir şey bana saldırmış, yerde kapaklanmış yatarken ensemde dolanıp durmuştu. Don Juan bu olayı, büyücünün bir varlık gibi kabul ettiği, gizemli bir güç olan “dost”la bir karşılaşma biçiminde açıklamıştı.

Don Juan’a biraz daha yaklaşarak, anımsadıklarımı kulağına fısıldadım. Don Genaro bize yaklaşmak amacıyla dört ayak oldu.

“Ne dedi, o?” diye fısıldayarak sordu, don Juan’a.

“Oralarda bi yerde, bi dost var, dedi,” diye yanıtladı don Juan, alçak bir sesle.

Don Genaro yerine doğru emekleyip oturdu. Sonra bana dönüp yüksek bir fısıldamayla, “Sen dâhisin,"dedi.

Sessizce güldüler. Don Genaro çenesiyle, çalılığı imledi.

“Git, yakala şunu,” dedi. “Çıkar şu giysilerini de, git dostun ödünü patlat.”

Kahkahadan kırıldılar. Bu sırada ses de kesilmişti. Don Juan, düşüncelerimi durdurmamı, ama gözlerimi çalılığın kenarına odaklayarak açık tutmamı imledi. Güvenin konum değiştirdiğini, zira don Genaro’nun burada bulunduğunu, eğer bana görünmeye karar verirse ön taraftan geleceğini söyledi.

Düşüncelerimi durdurmak amacıyla bir an çaba harcadıktan sonra sesi yeniden duydum. Her zamankinden daha güçlüydü. Önce, kuru yapraklar üzerinde yürüyen adım seslerini duydum, ardından bunları bedenimde duyumsadım. O anda, çalılığın kenarında, tam önümde bir karaltı sezinledim.

Birisi beni sarsıyordu. Gözlerimi açtım. Don Juan’la don Genaro önümde, ayakta duruyorlardı. Ben ise çömelerek dizlerimin üstündeydim, uyuyakalmış gibiydim. Don Juan bana su verdi, sonra yeniden, sırtımı duvara dayayıp oturdum.

Kısa bir süre sonra şafak sökmüştü. Çalılık uyanıyormuş gibiydi. Keskin, insanı canlandıran bir sabah ayazı vardı.

Don Genaro, güve değildi. Mantıksal yapılanmam parçalanıyordu. Artık, soru sormak istemiyordum. Bunun yanı sıra sessiz kalmak da istemiyordum. Sonunda konuşmam gerekmişti.

“Orta Meksika’da idiysen, buraya nasıl geldin don Genaro?” diye sordum.

“Kusura bakma,” dedi bana, “ağzım konuşmak istemiyor.”

Sonra, don Juan’a döndü, sırıtarak, "Neden sen söylemiyorsun?” diye sordu.

Don Juan kararsızdı. Sonra, don Genaro’nun yetkin bir büyücü olarak, olağanüstü devinimlerde bulunabileceğini söyledi.

Don Genaro’nun göğsü, sanki don Juan’ın sözleriyle dolmuş gibi şişti. İçine öylesine çok hava çekmişti ki, göğsü olağan boyutunun iki katına çıkmış gibiydi. Havalanmanın sınırındaydı sanki. Havaya zıpladı. Ciğerlerinin içindeki havanın onu sıçramaya zorladığı duygusuna kapıldım. Sözde, göğsünü tümüyle denetim altına almayı becerinceye kadar toprak zeminin üzerine öne arkaya sallanıp durdu. Sonra, bir araba tekerleğinin iç lastiğini indiriyormuş gibi, ayalarını olanca gücüyle bastını bastıra göğüs kaslarından midesine doğru sürttü. Sonunda oturdu.

Don Juan sırıtıyordu. Gözleri kıvançla parlıyordu. “Notlarını yaz,” diye buyurdu, şefkatle. “Yaz, yaz yoksa öleceksin!”

Ardından, yazı yazmamın artık don Genaro tarafından bile o denli şaşırtıcı karşılanmadığını ekledi.

“Bak, bu doğru!” diye araya girdi, don Genaro. “Ben de yazsam nasıl olur diye düşünmeye başladıydım.”

“Don Genaro bi bilgi adamıdır,” dedi don Juan kısaca; “ve bi bilgi adamı olarak kendini çok uzak yerlere yollama yetisi vardır.”

Sonra bana, bir keresinde, yıllar önce üçümüz dağlardayken, don Genaro’nun benim aptal aklımın üstesinden gelmeme yardımcı olmak için Sierralar’ın doruklarına, ta yirmi kilometre uzağa müthiş bir sıçrama yapmış olduğunu hatırlattı.

Don Juan, don Genaro’nun kimi zamanlarda olağanüstü işler becerdiğini de ekledi.

“Genaro bazen Genaro değil, kendisinin çiftidir,” dedi.

Bunu üç ya da dört kez yineledi: sonra, ikisi de, ortaya çıkmak üzere olan tepkimi beklercesine beni izlemeye başladı.

“Kendi çifti” sözleriyle ne demek istediğini anlamamıştım. Bundan daha önce hiç söz etmemişti. Açıklık getirmesini istedim.

“Bi başka Genaro daha var,” diye açıkladı.

“Üçümüz de birbirimize bakmaya başladık. Oldukça kaygılandım. Don Juan, gözlerinin bir devinimiyle beni yeniden konuşmaya yönlendirdi.

Don Genaro’ya dönerek, “Yoksa bir ikiz kardeşin mi var?” diye sordum.

“Tabii,” dedi, “bir ikizim var.”

Benimle dalga geçip geçmediklerini anlayamıyordum. İkisi de, şaka yapan çocukların neşesiyle kıkırdayıp durdu.

“Şunu da bil ki,” diye sürdürdü don Juan, “Genaro şu anda kendi ikizi.”

Bu açıklamanın ardından ikisi de kahkahalar içinde yerlerde kıvranmaya başladı. Ne yazık ki, onların bu neşeli haline eşlik edemiyordum.

Bedenim, istem dışı olarak titremeye başladı.

Don Juan acımasız bir sesle, çok usandırıcı olduğumu, kendime çok önem verdiğimi söyledi.

“Koyuver kendini!” diye buyurdu kısaca, “Don Genaro’nun bi büyücü, kusursuz bi savaşçı olduğunu biliyorsun. Demek ki, sıradan birisinin aklından bile geç iremeyeceği edimleri yapabilir, di mi? Çifti, öteki Genaro da bu edimlerden biri işte. Ya!”

Söyleyecek söz bulamıyordum. Benimle eğlenip eğlenmediklerini anlayamamıştım.

“Genaro gibi bi savaşçı için,” diye sürdürdü, “ötekini üretmek öyle erişilmez bi iş değil.”

Ne söyleyeceğimi toparlamak için uzun bir süre geçtikten sonra sordum. “Öteki dediğin de kendin gibi midir?”

“Öteki, kendindir,” diye yanıtladı, don Juan.

Açıklaması inanılamaz bir durum almıştı, gene de yaptıkları tüm o şeylerden daha inanılmaz da değildi.

Kararsızlıkla geçen dakikaların ardından, “Öteki, ne gibi şeylerden oluşmuştur?” diye sordum.

“Bunu bilemeyiz,” dedi.

“Gerçek mi yoksa bir yanılsama mı yalnızca.”

“Tabii ki gerçek.”

“Etten ve kemikten oluşmuştur diyebilmek mümkün mü, o halde?” diye sordum.

“Yok. Mümkün değil,” diye, don Genaro yanıtladı.

“Ama eğer benim kadar gerçekse...”

“Senin kadar gerçek mi?” Don Juan’la don Genaro tek bir ağızdan, aynı anda sözümü kesti.

Birbirilerine bakıp öyle bir gülmeye başladılar ki, hastalanacaklar sandım. Don Genaro şapkasını yere attı, sonra çevresinde dans etti. Çevik, çok hoş bir danstı bu— bir yandan da anlaşılamayan bir nedenle son kerte gülünçtü. Mizah duygusu belki de, gereğinden fazla “profesyonelce” uyguladığı figürlerden ileri geliyordu. Öylesine mahir ve aynı zamanda benzersiz bir uyumsuzluk örneği gösteriyordu ki gülmekten ikiye katlandım.

“Senin derdin ne, biliyor musun Carlitocuk?” dedi, yeniden otururken, “Dâhisin sen, dâhi!”

“Ama çift hakkında öğrenmem gerekenler var,” dedim.

“Etten kemikten mi olduğunu bilmenin yok bi yolu,” dedi, don Juan. Çünkü o senin kadar gerçek değil. Genaro’nun çifti Genaro denli gerçektir, ne demek istediğimi anladın mı?”

“Ama don Juan şu da bir gerçek ki bunu bilmenin bir yolu olmalı, değil mi?”

“Çift insanın kendisidir; bu açıklama yeterli olmalı. Ne var, eğer görebilseydin, Genaro ile çifti arasında büyük bi fark olduğunu anlayacaktın. Gören bi büyücü, çiftin daha parlak olduğunu bilir.”

Başka soru soramayacak denli zayıf olduğumun ayırtına vardım. Yazı tahtamı yere bıraktım, bir an için, bayılacağımı sandım. Bir tünelin içindeydim sanki; gözlerimin önündeki yuvarlak, açık seçik noktanın dışındaki her şey karanlıkta kalmıştı.

Don Juan yemek yemem gerektiğini söyledi. Aç değildim. Don Genaro açlıktan midesinin kazındığını söyledi, ayağa kalkarak evin arkasına doğru yürüdü. Don Juan da ayağa kalkıp, onu izlememi imledi. Don Genaro, mutfakta kendine yemek hazırladı, sonra yemek isteyip de lokmaları yutamayan bir adamı, olabilecek en gülünç biçimde oynadı. Bir ara don Juan ölecek sandım; kükredi, kıkırdadı, bağırdı, ağladı, gülmekten öksürüğü tuttu. Ben de az kalsın yere düşüyordum. Don Genaro’nun soytarılıklarına değer biçilemezdi.

Sonunda durarak sırayla don Juan’a ve bana baktı; gözleri parlak, gülüşü ışıltılıydı.

“Olmadı,” dedi, omuzlarını silkerek.

Çok yemek yedim. Don Juan da öyle yaptı. Sonra, üçümüz de yeniden evin ön tarafına geçtik. Gün ışığı parlak, gök berraktı; sabah yeli havayı keskinleştiriyordu. Kendimi mutlu ve güçlü hissettim.

Yüzümüz birbirine dönük, üçgen biçiminde oturduk. Kısa bir suskunluğun ardından, kafamın içindeki açmazı açıklığa kavuşturmak amacıyla onlara soru sormaya karar verdim. Kendimi, gücümün doruğunda hissediyor, bundan yararlanmak istiyordum.

“Bana, bu çift nedir, onu anlat, don Juan,” dedim.

Don Juan, don Genaro’yu gösterdi, don Genaro da başını yerlere eğip bizi selamladı.

“İşte sana çift” dedi, don Juan. “Söyleyecek başka bi şey yok. İşte o, sen göresin diye burada.”

“Ama o, don Genaro,” dedim, zayıf da olsa, söyleşiyi yöneltmek amacıyla.

“Tabii ki Genaro’yum,” dedi, omuzlarını dikleştirerek.

“Peki, çift dediğiniz nedir o halde, don Genaro?” diye sordum.

“Ona sor,” dedi, parmağını şaklatıp don Juan’ı göstererek. “Konuşan o. Ben dilsizim.”

“Çift, büyücünün bizzat kendisidir, onu rüya görmesi sırasında geliştirir,” diye açıkladı don Juan. “Çift bi büyücünün erk eylemidir, senin içinse, yalnızca bi erk öyküsü. Genaro’nun durumunda, çift özgün Genaro’dan ayırt edilemez. Çünkü onun savaşçı olarak kusursuzluğu en üst düzeydedir; nitekim sen



hiçbi zaman bu farkın ayırdına varamadın. Ama onunla tanıştığından bu yana özgün don Genaro’yla yalnızca iki kez birlikte oldun; tüm öbür zamanlarda onun çiftiyle beraberdin.”

“Ama bu akıl almaz bir şey!” diye ünledim.

Göğsümün sıkıştığını hissettim. Öylesine huzursuzlaşmıştım ki yazı tahtamı yere attım; kalemim gözden uzak bir yere yuvarlandı. Don Juan’la Don Genaro yere eğilip, en maskaraca edimlerle kalemimi aramaya başladılar. Bu türden bir sahne sihirbazlığını, böyle bir el çabukluğu marifetini daha önce hiç izlememiştim. Aslında, sahnenin de donanımın da olmaması hiç önemli değildi; ayrıca, sanatçılar el çabukluğu da yapmıyorlardı.

Baş sihirbaz don Genaro’yla yardımcısı don Juan, birkaç dakika içinde, sundurmanın çevresinde, sağda solda, her gediğin içinden, bulunabilecek en garip, en beklenmedik, en şaşırtıcı nesneleri bir araya topladılar.

Yardımcısı, belirgin bir sahne sihirbazlığı uzluğuyla donanımı bir araya getirdi: kaya parçaları, çuvallar, tahta parçaları, bir süt şişesi kasası, bir fener, bir de benim ceketim; ardından, sihirbaz don Genaro, bakıp da benim kalemim olmadığını anladıktan sonra fırlatıp attığı bir dizi nesneyi arama eylemine koyuldu. Bu nesnelerin arasında, giysiler, peruklar, gözlükler, oyuncaklar, gereçler, makine parçaları, kadın iç çamaşırları, insan dişleri, sandviçler hatta dinsel nesneler de yer alıyordu. Bunlardan biri gerçekten imrendiriciydi. Bu, don Genaro’nun benim ceketimin altından çıkardığı, bütün bir insan dışkısıydı. Sonunda don Genaro kalemimi buldu, gömleğiyle tozunu aldıktan sonra bana verdi.

Şeytanlıklarını bağırmalarla, kıkırdamalarla kutladılar. Kendimi, onlara katılamadan, onları izlerken buldum.

“Böyle şeyleri o kadar ciddiye alma Carlitocuk,” dedi don Genaro, anlayışlı bir sesle, “yoksa...”

Her anlama çekilebilecek gülünç bir devinim yaptı.

Kahkahaları dindikten sonra, don Genaro’ya, çiftin neler yaptığını, ya da büyücünün çiftiyle neler yaptığını sordum.

Don Juan yanıtladı. Çiftin erki olduğunu, sıradan anlayışa göre düşlenemeyecek edimlerde bulunabileceğini söyledi.

“Sana kim bilir kaç kez dünyanın anlaşılamaz olduğunu söylemişimdir,” dedi. “Bizler de öyleyizdir, dünyada yaşayan her varlık da böyledir. Bu durumda, çifti akıl çerçevesine oturtmak olası değil. Buna tanıklık etmene izin verildi işte. E, bu da yetmiyorsa?..”

“İyi de, bundan söz etmenin bir yolu olsa gerek,” dedim. “Sen kendin bana geyikle söyleşmene bu konuda konuşabilmek amacıyla bir açıklama getirdiğini söylemiştin. Aynı şeyi çift için de yapamaz mısın?”

Bir süre sessiz kaldı. Ona yalvardım. O anda geçirmekte olduğum sıkıntıyı daha önce yaşadığım hiçbir şeyle karşılaştıranı azdım.

“Eh işte, bi büyücü kendini çiftleyebilir,” dedi don Juan. “Söylenebilecek tek şey bu.”

“Peki, çiftlediğinin ayırdında mıdır?

“Tabii!”

“Aynı anda iki yerde birden bulunduğunu bilebilir mi?”

İkisi de birbirine bir bakış fırlattı.

“Öteki don Genaro nerede?” diye sordum.

Don Genaro bana doğru yaklaşıp gözlerimin içine baktı.

“Bilmiyorum,” dedi, yavaşça, “Ötekinin nerede olduğunu hiçbir büyücü bilemez.”

“Genaro haklı,” dedi don Juan. “Büyücünün kafasında aynı anda iki yerde olmak diye bi kavram yer almaz. Bunun bilincinde olmak çiftinle yüz yüze gelmek gibi bi şey olsa gerek, oysa kendisiyle yüz yüze gelen büyücü ölü bi büyücüdür. Bu işin kuralı bu. Erkin, işleri yola koyuş biçimdir bu... Neden böyledir, kimsecikler bilemez.” Don Juan, bir savaşçının “rüya görme” ve “görmenin” üstesinden gelip, bir de çift geliştirdiği sırada, aynı anda kişisel öyküsünü, kendine önem vermeyi ve alışkanlıklarını silip atmayı bilmesi gerektiğini de açıkladı. Bana öğrettiği ve benim boş laf sandığım tüm yöntemlerin, aslında güncel yaşamda bir çift üretebilmenin zorluğunu ortadan kaldırmaya yönelik olduğunu, bunu yapmak için de kişinin özünü ve dünyayı akmaya bırakması ve bunları kehanetlerin ötesinde bir yere koyması gerektiğini söyledi.

“Seyyal bir savaşçı dünyayı artık tarih sırasına göre düşleyemez,” diye açıkladı don Juan. “Dünya da kendisi de artık onun için bi nesne olmaktan çıkar. O, ışıyan bi dünyanın ışıldayan bi varlığıdır artık. Çift, büyücü için sıradan bi iştir, çünkü ne yaptığını bilir, o. Not tutmak senin için basit bi iş, ama o kaleminle hâlâ Genaro’yu korkutabiliyorsun.”

“Peki, dışarıdan birisi, büyücüye baktığında, onun aynı anda iki yerde olduğunu görebilir mi?” diye sordum don Juan’a.

“Tabii. Belki de bunu bilmenin tek yolu bu.”

“Ama bu durumda insan, bir büyücünün de iki yerde birden olduğunun ayırdına varmış olabileceğini mantıksal açıdan varsayamaz mı?”

“Ooo!” diye bağırdı don Juan. “Belki de ilk kez on ikiden vurdun. Bi büyücü, tabii ki, sonradan aynı anda iki yerde birden bulunmuş olduğunun ayırdına varabilir. Ne var, bu gene de yalnızca bi tür kâtiplikten başka bi bok değildir, üstelik de yapacağını yaparken, ikiliğinin ayırdına varamadığı gerçeğiyle de bi alâkası yoktur.”

Kafam karışmıştı. Yazmayı bırakırsam patlayabileceğimi hissettim.

“Şöyle düşün,” diye sürdürdü don Juan. “Dünya doğrudan bize teslim olamıyor, çünkü dünyanın tanımı araya giriyor. Yani, doğru dürüst konuşmak gerekirse, biz hep bi adım gerideyiz, dünya deneyimimiz de, bu deneyimin anımsanmasından başka bi şey değil. Şimdi şu anda olan ve geçen anı hiç durmadan anımsıyoruz. Yalnızca anımsıyor, anımsıyor, anımsıyoruz.”

Ne demek istediğiyle ilgili duyguyu bana aktarabilmek amacıyla, elini havada çevirdi de çevirdi.

“Eğer dünyayla ilgili tüm deneyimimiz bu anılar topluluğuysa, bi büyücünün aynı anda iki yerde bulunabilmesi de o denli şaşırtıcı olmasa gerek. Hâlbuki onun sezgisi açısından bu böyle değil, çünkü dünya deneyimi için bi büyücünün de öteki insanlar gibi, tam şu anda yapmış olduğunu, tanık olduğu olayı, yaşadığı deneyimi anımsaması gerek. Bilinçliliğinde yalnızca tek bi anı vardır, onun da. Büyücü dediğin, gene de iki tek ve ayrı anı anımsayabilir, çünkü zaman betimlemesinin zamkı artık onu bağlamıyordun”

Don Juan konuşmasını bitirdiğinde ateşimin yükselmiş olduğundan emindim.

Don Genaro meraklı gözlerle beni inceledi.

“Adam haklı,” dedi, “Her zaman bir zıplama boyu gerideyiz.”

Elini don Juan’ın yapmış olduğu gibi devindirdi; bedeni sarsılmaya başlayarak geriye, oturduğu yere sıçradı. Sanki hıçkırık tutmuştu da bu hıçkırıklar onun sıçramasına neden olmuştu. Tüm sundurmayı bu biçimde dolaşıp geri döndü.

Don Genaro’nun kalçaları üzerinde geri sıçraması her zamanki gibi gülünç olması bir yana, beni bir korku selinde boğmuştu. Bu duygu öylesine yoğundu ki don Juan parmaklarının eklemleriyle art arda başımın üstüne vurmak zorunda kaldı.

“Tüm bunları bir kerede kavrayamam don Juan.”

“Ben de,” dedi, don Juan, omuzlarını silkerek.

“Ne de ben, sevgili Carlitocuk,” diye ekledi, don Genaro.

Yorgunluğum, duygusal deneyimimin yükü, ortalığı saran hafiflik ve mizah havası, üstelik bir de don Genaro’nun maskaralıkları sinirlerimin kaldıramayacağı denli ağır gelmişti. Karın kaslarımdaki hareketlenmeyi durduramıyordum.

Don Juan, dinginliğimi yeniden kazanana dek beni yerde yuvarladı. Sonra da, yeniden yüzüm onlara dönük biçimde oturdum.

Uzun bir sessizliğin ardından, don Juan’a, “Çift dediğin katı bir madde midir?” diye sordum.

Bana baktılar.

“Çiftin bedenselliği var mıdır?” diye sordum, bu kez.

“Tabii,” dedi, don Juan. “Katılık, bedensellik, bunlar hepsi anılar. Demek ki, kendileri yoluyla dünyayı duyumsadığımız tüm öbür şeyler gibi topladığımız anılar bunlar da. Sende, benim katı olmamın anısı vardı, tıpkı sözcüklerle konuşmanın anısı olduğu gibi. Böylece, bi çakalla konuştun sen, beni de katı olarak anımsıyorsun.”

Don Juan omzunu omzuma yaklaştırarak hafifçe dirseğiyle dürttü beni.

“Dokun bana, dedi.

Ona elimle dokundum sonra da sarıldım. Gözümden yaşlar gelmek üzereydi.

Don Genaro yerinden kalkıp daha da yakınıma geldi. Haylazca parıldayan gözleriyle, küçük bir çocuğa benziyordu. Dudaklarını büzüp uzun bir süre bana baktı.

“Ya ben?” diye sordu, bir gülüşü saklamaya çalışarak. “Bana da sarılmayacak mısın?”

Ayağa kalkıp kollarımı uzattım: bedenim o anda buz gibi oldu. Kımıldayacak gücüm kalmamıştı. Ona doğru yaklaşmayı denedim ama çabalamam boşunaydı.

Don Juan’la don Genaro yan yana ayakta beni izliyorlardı. Bedenimin bilinmez bir güç altında ezildiğini hissettim.

Don Genaro oturdu; ona sarılmadığım için, bozulmuş adamı oynamaya başladı.

Yüzünü ekşitti, toprağı topukladı. Sonra ikisi birden daha da korkunç bir kahkaha seline kaptırdılar kendilerini.

Karnımın kasları tüm bedenimin sarsılmasına yol açacak denli titremeye başladı. Don Juan kafamı, daha önce göstermiş olduğu gibi sallamamı buyurdu. Böylece gözümün bebeğinden bir güneş ışınını yansıtarak kendimi yatıştırma şansını yakalayacaktım. Beni zorla sundurmanın altından kaldırdı, açığa çıkarıp bedenimi gözlerimin doğu ışığını yakalayacağı biçimde devindirdi; ama o böyle bedenimi döndürürken yatışmıştım bile. Don Genaro’nun, kâğıtların ağılığının bana titreme verdiğini söyledikten hemen sonra defterimi sıkıca kavradığımın ayırdına vardım.

Don Juan’a bedenimin oradan ayrılmak için neredeyse beni sürüklediğini söyledim. Don Genaro’ya el salladım. Onlara, düşüncemi değiştirebilecekleri kadar zaman tanımak istemedim.

“Haydi, eyvallah, don Genaro,” diye bağırdım. “Şimdi gitmem gerek.”

O da bana el salladı.

Don Juan benimle birlikte, arabaya doğru birkaç metre yürüdü. “Senin de çiftin var mı, don Juan?” diye sordum.

“Tabii!” diye bağırdı.

O anda çılgınca bir düşünce geldi, aklıma. Bunu kafamdan atıp aceleyle oradan ayrılmalıydım, ama içimde bir şey sanki beni oraya yapıştırmıştı. Tüm birlikte olduğumuz yıllar boyunca benim için, buraya her geldiğimde don Juan’ı bulmak amacıyla Sonora’ya, ya da orta Meksika’ya gitmem yetiyordu, onu orada beni bekler buluyordum. Bunu öylece kabullenmeyi öğrenmiştim, bu ana dek de bu olgudan kuşkulanmak gelmemişti aklıma.

“Söyle bana, don Juan,” dedim, yarı şaka yarı ciddi, “sen sen misin yoksa çiftin misin?”

Bana yaklaştı. Sırıtıyordu.

“Çiftimim,” diye fısıldadı.

Bedenim, inanılmaz bir güç tarafından itilmişim gibi havada sıçradı. Arabama koşmaya başladım.

“Şaka ediyordum,” diye bağırdı. “Gidemezsin daha. Bana hâlâ beş gün borçlusun.”

Ben hızla geri sürerken ikisi de arabama doğru koşuyorlardı. Gülüyor, hoplayıp zıplıyorlardı.

“Carlitocuk, istediğin zaman beni ara!” diye bağırdı, don Genaro.



--Rüya Görenle Rüyada Görülen


Arabamı don Juan’ın evinin olduğu yere doğru sürüyordum.

Günün erken saatleriydi. Geceyi yol üzerinde bir motelde geçirmiştim. Böylece, öğleden önce don Juan’ın evine varabilirdim.

Don Juan arka bahçedeydi. Çağırınca geldi. Selamı içten ve sıcaktı. Beni gömlekten memnun olmuşa benziyordu. Beni yatıştıracağına inanmış olduğunu düşündüğüm bir yorumda bulunduysa da bu gene de ters bir etki yaptı.

“Geldiğini duyduydum,” dedi sırıtarak. “Hemen evin ardına koştum. Beni burada görünce korkmandan ürktüm.”

Yeterince sıkıntılı ve kötümser olduğumun ayırtına varmıştı. Ona Eligio’yu anımsattığımı söyledi. Dediğine bakılırsa, Eligio büyücü olmak için yeterince maraziymiş. Ama bilgi adamı olmak için gereğinden öte maraziymiş. Büyücülerin dünyasının insanı yutan etkilerinin üstesinden gelmenin tek yolunun buna gülüp geçmek olduğunu belirtti.

Havam hakkındaki yorumunda isabetsiz değildi. Aslında, endişeli ve sıkıntılıydım. Uzun bir yürüyüşe çıktık. Duygularımın hafiflemesi saatler aldı. Kötümserliğim hakkında konuşmaktansa, onunla birlikte yürümek çok daha iyi geldi bana.

Evine, akşamüstüne doğru döndük. Acıkmıştım. Yemeğimizi yedikten sonra sundurmanın altında oturduk. Gökyüzü açıktı. Öğleden sonraki aydınlık beni kendime getirmişti. Konuşmak istedim.

“Aylarca kötü hissetim kendimi,” dedim. “Geçen sefer geldiğimde, senin ve don Genaro’nun dediklerinizde ve yaptıklarınızda çok ürkütücü bir şeyler vardı.”

Don Juan hiçbir şey söylemedi. Ayağa kalkarak sundurmanın çevresinde dolanmaya başladı.

“Seninle bunu konuşmam gerek,” dedim. “Beni çok ürküten bu konuyu kafamda sürekli tartmaktan alamıyorum kendimi.”

“Korkuyor musun?”

Korkmuyordum belki ama duyup gördüklerim nedeniyle bocalıyordum, bana fazla geliyordu. Aklımdaki delikler öylesine büyümüştü ki, ya bunları onaracak ya da aklımı toptan yitirecektim.

Söylediklerim onu güldürdü.

“Daha aklını fırlatıp atma,” dedi. “Henüz bunun zamanı değil. Üzülme, o da olacak ama sanırım daha zamanı değil.”

“Olanlara bir açıklama getirmeye çalışayım mı, yani?” diye sordum.

“Tabii, niye olmasın!” dedi. “Zihnini sağlam tutmak senin görevin. Savaşçılar kafalarını duvara vurarak zafer kazanmazlar; duvarların üstünden geçerek kazanırlar. Savaşçılar duvarların üstünden atlarlar; onları yıkmazlar.”

“Bunun üstünden nasıl atlarım?” diye sordum.

“Öncelikle, senin yaptığın gibi her şeye çok ciddi yaklaşmak ölümcül bi yanlış,” diyerek yanıma oturdu. “Alışılmadık olaylarla karşılaştığımızda hiç durmadan yinelediğimiz üç kötü alışkanlığımız vardır. İlki şudur: her ne oluyorsa ya da olduysa bunu görmezden gelir ya da hiç olmadı sayarız. Bu, bağnazların yoludur. İkinci olarak, olanı göründüğü gibi kabullenir, ne olup bittiğini biliyormuşuz hissine kapılırız. Bu da softanın yoludur. Üçüncüsü de, olan biten bizi baskı altına alır. Çünkü ne görmezden gelebiliriz ne de kabullenebiliriz. Bu da aptalların yoludur. Senin yolun mu bu, acaba? Bi de dördüncü yol vardır, en doğru olanı: savaşçının yolu. Bi savaşçı hiçbi şey olmamış gibi davranır, çünkü hiçbi şeye inanmaz, ama her şeyi de görece değeriyle kabullenir. Kabullenmeden kabul eder, görmezden gelmeden görmezden gelir. Hiçbi zaman biliyormuş gibi yapmaz, hiçbi zaman da hiçbi şey olmuyormuş gibi. Altına yapacak denli korksa bile denetimi elinden bırakmaz. Böyle davranarak takıntılarını, kaygıyı yok eder.”

Bir süre sessizce oturduk. Don Juan’ın sözleri kokulu merhem gibiydi.

“Don Genaro ile çifti hakkında konuşabilir miyim?” diye sordum.

“Onun hakkında ne söylemek istediğine bağlı,” diye yanıtladı. “Yine kaygılarını, takınaklarına düşkünlüğünü mü sergileyeceksin?”

“Açıklamalarla ilgili düşkünlük göstereceğim,” dedim. “Takmak sahibi oldum, çünkü gelip seni görmeyi göze alamadım. Kuşkularımı, umutsuzluğumu kimselere açamadım.”

“Dostlarınla konuşmuyor musun?”

“Konuşuyorum, ama onlar bana nasıl yardım etsinler ki?”

“Sana yardım gerektiği hiç gelmemişti aklıma. Bi savaşçının hiçbi şeye gerek duymadığı duygusuna alışmalısın artık. Yardım gerek diyorsun. Niçin yardım gerek? Yaşam denen şu çılgın yolculuk için gereken her şey var sende. Sana, gerçek deneyimin insan olabilmek, tek geçerli şeyin yaşamak olduğunu öğretmeye çabaladım; yaşam, şu anda üzerinde yürüdüğümüz dolambaçlı yoldur. Yaşam, kendi içinde yeterli, açıklayıcı ve tamdır.

“Bi savaşçı bunu anlar ve buna uygun biçimde yaşar; bu nedenle, pek de abartmadan, deneyimlerin deneyimi savaşçı olmaktır diyebiliriz.”

Bir şeyler söylememi bekliyor gibiydi. Bir an için ne diyeceğimi bilemedim. Sözlerimi dikkatle seçmek istedim.

“Eğer, bi savaşçı teselliye gerek duyuyorsa,” diye sürdürdü, “yalnızca birini seçip, karmaşasını, son ayrıntısına varıncaya kadar bu kişiye anlatır. Bi savaşçının, anlaşılmaya ya da yardım görmeye gereksinimi yoktur; konuşarak, üstündeki baskıyı az da olsa azaltır. Tabii, eğer konuşmaktan hoşlanıyorsa. Yok, öyle değilse, kimseye bi şey anlatmaz. Ama sen tam anlamıyla bi savaşçı gibi yaşamıyorsun henüz. Karşılaştığın boşluklar da son kerte büyük olmalı. Tamamıyla anlıyorum seni.”

Şaka yapmıyordu. Gözlerindeki yakınlığa bakılırsa, kendisini benim yerime koymuştu. Ayağa kalkarak hafifçe başıma vurdu. Sundurma boyunca ileri geri yürümeye, rastgele evin çevresindeki çalılıklara bakmaya başladı. Devinimleri beni işkillendirmişti.

Gevşemek amacıyla, ikilemimle ilgili konuşmayı sürdürdüm. Hiçbir şeyden habersiz bir seyirci gibi davranmanın benim için artık imkânsız olduğunu hissettim birden. Onun denetimi altında, “içsel söyleşiyi durdurmak” gibi tuhaf sezgileri geliştirmiş, rüyalarımı denetim altına almayı başarmıştım. Bunlar, rol keserek yapılacak şeyler değildi. Her ne kadar, harfi harfine olmasa da, önerilerini yerine getirmiş, günlük alışkanlıklarımı sürdürmeyi kısmen bırakmış, kişisel tarihimi silmiş, edimlerimin sorumluluğunu üstlenmiş, yıllar önce çok ürktüğüm bir noktaya sonunda ulaşabilmiştim; bedensel ya da duygusal erincimi bozmadan tek başıma olabilmeyi becerebiliyordum. Bu, benim belki de biricik şaşırtıcı haşarımdı. Eski beklentilerim ve ruhsal konumum açısından gözlemlendiğinde, hem tek başıma olmayı becerebilmem hem de “aklımı yitirmemiş olmam” yepyeni bir olaydı. Yaşamımda, dünya görüşümde süregelen tüm değişikliklerin kesin biçimde bilincine varmıştım. Ayrıca, don Juan’la don Genaro’nun “çift” hakkındaki açıklamalarından bu denli etkilenmenin gereksiz olduğunun da bilincindeydim.

“Benim neyim var böyle, don Juan?” diye sordum.

“Düşkünlük gösteriyorsun,” diye atıldı. “Kuşkulara, sıkıntılara düşkünlük göstermeyi, duyarlı bir insan olmanın işareti sayıyorsun. Eh işte, işin gerçeği şu ki, duyarlılıktan en uzak olan kişi sensin. O halde niye öyleymiş gibi yapıyorsun? Geçenlerde, sana bi savaşçının kendisini olduğu gibi, alçakgönüllülükle kabullendiğini söylememiş miydim?”

“Kafamı bilerek karıştırdığımı söylemeye getiriyorsun,” dedim.

“Hepimiz kafamızı bilerek karıştırırız,” dedi. “Hepimiz ne yaptığımızın da ayırdındayız. O çelimsiz aklımız, kendini büyüleyen aptal devi oynamaya bayılır. Kısaca, dağ fare doğuruyor.”

Ona, ikilemimin dile getirdiğinden belki de daha karmaşık olduğunu açıklamaya çalıştım. Kendisinin de don Genaro’nun da benim gibi bir insan olmalarına karşın, üstün denetim güçlerinin bana örnek oluşturduğunu söyledim. Ama eğer, bana oranla çok büyük bir farklılığa sahiplerse, benim için örnek değil, olsa olsa aşık atamayacağım bir gariplikler kumkuması oluşturabilirlerdi.

“Genaro bi insandır,” dedi don Juan, güven verici bir sesle. “Senin gibi bi insan değil artık, doğru. Ama zaten başarması gereken de buydu; neden korkuyorsun ki? Senden farklı olduğu için daha çok değer vermelisin ona.”

“Ama ondaki fark, insani bir fark değil ki,” dedim.

“Peki, öyle değilse nedir, sence? Bi insanla bi at arasındaki fark mı yani, bu?”

“Bilmem. Ama o benim gibi değil.”

“Bi zamanlar senin gibiydi.”

“Peki, ben bu değişimi anlayabilir miyim?”

“Tabii! Sen kendin bile değişiyorsun.”

“Benim de bir çift oluşturabileceğimi söyleyebilir misin?”

“Hiç kimse çift oluşturmaz. Lafın gelişi bu. Senin dırdırına bakıldığında, bi sözcük manyağı olduğun açıkça görülüyor. Sözlerin anlamları seni tuzağa düşürüyor, her zaman. Sen simdi, Allah bilir, insanın, çifti kötü yollardan oluşturduğunu düşünüyorsundur. Tüm biz ışıldayan varlıkların bi çifti vardır. Hepimizin! Bi savaşçı bunun farkında olmayı öğrenir, hepsi bu. Tabii ki, bu farkındalığı keşfetmemizi zorlaştıran aşılmaz engeller var. Ama bu beklenen bi şey; bu engeller o bilinçliliğe ulaşma yolunda karşılaştığımız, benzersiz bi meydan okumadır.”

‘'Ben, neden bu denli korkuyorum, don Juan?”

“Çünkü sen, çiftin, sözlerin sana anlattığı şey olduğunu, bi çift ya da bi başka sen olduğunu sanıyorsun. Bu sözcükleri, bunu tanımlamak açısından seçtim. Çift, insanın kendisidir, bununla başka türlü yüzleşilmez.”

“Ya ben buna sahip olmak istemiyorsam?”

“Çift, kişisel seçim konusu değildir. Büyücülerin, farkındalığı kazandıran bilgilerini öğrenmek için yapılan kişisel bi seçim de değildir söz konusu olan. Sen hiç kendine, neden özellikle sen, diye sordun mu?”

“Her zaman. Sana bu soruyu belki de yüz kere sordum, ama sen beni hiç yanıtlamadın.”

“Ben sana, yanıt gerektiren bi soru gibi sor demedim; bi savaşçının, sahip olduğu hazinenin, meydan okuyabilme hazinesinin üzerinde düşünüp, taşınması anlamında söyledim.

“Bunu, sıradan bi soruya dönüştürmek, beğenilmek ya da kendini acındırmak isteyen, kibirli, sıradan bi insanın işi olsa gerek. Bu tür sorularla işim yok benim, çünkü bunları yanıtlamanın yolu da yok. Senin seçilmen erkin bi edimiydi; erkin edimlerine kimse karşı gelemez. Şimdi, sen seçilmiş olduğuna göre bu edimin sonuca ulaşmasını hiç kimse engelleyemez.”

“Ama insanın her an başarısızlığa uğrayabileceğini sen kendin söylemiştin, don Juan.”

“Doğru. İnsan her an başarısızlığa uğrayabilir. Ama sen başka bi şey söylemeye çalışıyorsun, galiba. Sen bi çıkış yolu bulmak istiyorsun. Başaramama özgürlüğüne sahip olup, ayrımı kendi anladığın biçimde terk etmek istiyorsun. Çok geç arlık. Bi savaşçının, erkin eline düştükten sonraki tek özgürlüğü, kusursuz bi yaşam yolu seçmektir. Uyduruk bi zafer ya da yenilgi yaratamazsın. Aklın, senden özünün tamlığını kırman için yenilgiyi kabullenmeni istiyor da olabilir. Öte yandan, yalancı bi zafer ya da yenilgi ilan etmeni önleyecek bi karşı önlem de yok değil. Yenilginin huzurlu cennetine çekilmeyi düzlüyorsan çıldırmış olmalısın. Bedenin buna karşı gelir de, seni hiçbi yere bırakmaz.”

Sessizce kıkırdamaya başladı.

“Niye gülüyorsun?” diye sordum.

“Berbat bi noktaya ulaştın,” dedi. “Gerçi çekilmen için çok geç, eyleme geçmen içinse çok erken. Yapabileceğin tek şey olaylara tanık olmak. Sen şu anda, ne anasının rahmine dönebilen, ne de istediği gibi devinebilen bi çocuğun o sefil durumundasın. Çocuğun yapabileceği tek şey, seyredip, kendisine anlatılan akıl almaz eylem öykülerini dinlemek. İşte şimdi sen de tam bu noktadasın. Ne eski dünyanın rahmine kaçabilirsin, ne de erkle edimlerde bulunabilirsin. Yapabileceğin tek şey erk edimlerine tanık olmak, öyküler, erk öyküleri dinlemek

“İşte çift de, bu öykülerden biri yalnızca. Biliyorsun bunu. Zaten, aklının buna bu kerte takılmasının nedeni de bu. Anlarmış gibi yaptığındaysa, kafanı duvarlara vurmuş oluyorsun. Sana açıklama kabilinden söyleyebileceğim tek şey şu: çift, her ne kadar rüya görme sonucunda ortaya çıksa bile, olabildiğince gerçektir.”

“Senin söylediklerine bakılırsa, don Juan, çift, edimlerde bulunabiliyor. Peki, o halde çift...?”

Yürüttüğüm mantığı sürdürmeye bırakmadı beni. Çiftin varlığına tanıklık ettikten sonra, bana bu konuda bir şeyler anlatmasının yakışık almayacağını anımsattı.

“Çift, tabii ki edimde bulunabilir,” dedim.

“Tabii ki,” diye yanıtladı.

“Peki, çift öz adına edimde bulunabilir mi?” diye sordum.

“O, bizzat özdür, kahretsin!”

Ne demek istediğimi anlatmanın çok zor olduğunun ayırdına vardım. Kafamda, eğer bir büyücü aynı anda iki eylem birden gerçekleştirebiliyorsa, yararcı üretkenliğinin de ikiye katlanması gerektiği yolunda bir düşünce dolanıyordu. Aynı anda iki işte çalışabilir, iki yerde olabilir, iki kişiyle görüşebilirdi.

Don Juan sabırla dinledi.

“Şu biçimde açıklamama izin ver," dedim. “Don Genaro, varsayımsal açıdan bakıldığında, çiftine, binlerce kilometre uzaklıktaki bir adamı öldürtebilir mi?”

Don Juan bana baktı. Başını salladı, gözlerini benden uzaklaştırdı.

“Şiddet öyküleri sarmış, her bi tarafını,” dedi. “Genaro kimseyi öldüremez. Nedeni çok basit, çünkü artık insan dostlarıyla arasında alıp verecek hiçbi şey kalmadı. Bi savaşçı görme ve rüya görme yetisini yakaladıktan, ışıltısının bilincinde olduktan sonra, içinde başka şeylere karşı ilgi kalmaz.”

Çömezliğimin ilk günlerinde, bir büyücünün, “dostunun” yardımıyla kendini yüzlerce kilometre uzağa taşıtıp, düşmanlarına darbe indirebileceğine ilişkin bir açıklama yapmış olduğunu anımsattım.

“Kafanın karmaşıklığından ben sorumluyum,” dedi. “Ama unutma ki başka kez de, öğretmenimin bana uygulattığı adımları sana uygulamadığımı söylediydim sana. Bi büyücüydü o, seni de o dünyaya tam anlamıyla sokmalıydım. Yapmadım, çünkü artık insan kardeşlerimin şusuyla busuyla ilgilenmiyorum. Gerçi, öğretmenimin sözlerine saplanıp kalmışımdır. Seninle onun konuştuğu biçimde konuşmuşumdur çoğu zaman.

“Genaro, bi bilgi adamıdır. Hem de en hasıdır. Eylemleri kusursuzdur. Sıradan insanın da, büyücünün de çok ötesindedir. Onun çifti, neşesinin ve mizahının ifadesidir, o bunu, sıradan durumlar yaratmak ya da çözümlemek amacıyla ortaya çıkarmaz. Bilebildiğim kadarıyla çift, bizim ışıldayan varlık olma durumumuzun farkındalığıdır. O, her şeyi yapabilirse de kimseye karışmamayı yeğler, sevecen olmayı yeğler.

“Ödünç alınmış sözcüklerle, seni yanlış biçimde yönlendirmiş olmak benim hatamdı. Öğretmenimin, don Genaro’nun yapabildiklerini yapmaya gücü yetmezdi. Ne yazık ki kimi şeyler, öğretmenim için, tıpkı senin için olduğu gibi, yalnızca bi erk öyküsü olmaktan ileri gidemedi.”

Bakış açımı savunmak zorunda hissettim kendimi. Varsayımsal açıdan konuştuğumu söyledim.

“Bilgi adamı söz konusu olduğunda varsayımsal açı diye bi şey kalmaz,” dedi. “Bilgi adamının insan kardeşlerine zarar vermesi olanaksızdır; ister varsayımsal olsun isterse başka bi şey.”

“Peki, ya insan kardeşleri onun güvenliğine ve sağlığına zarar vermeyi planlarsa? O zaman, kendini korumak amacıyla çiftini kullanabilir mi?”

Umarsızlık içinde, dilini şaklattı.

“Bu ne inanılmaz, şiddet dolu düşünceler böyle,” dedi. “Hiç kimse, bi bilgi adamının güvenliğine ve sağlığına zarar vermeyi planlayamaz. O, bunu görür, önlemek amacıyla gerekeni yapar. Genaro, örneğin, sana ulaşayım derken hesaplı bi tehlikeye atıldı. Ama sen, onun güvenliğine zarar verecek hiçbi şey yapamazdın, zaten. Öyle bi şey olsaydı, görmesi ona söylerdi bunu. Ama eğer, senin doğanda ona zarar verecek bi şey varsa ve görmesi buna ulaşamıyorsa bu da onun yazgısıdır, zaten ne Genaro ne de bi başkası bunu önleyebilir. Gördüğün gibi, bilgi adamı hiçbi şeyi denetlemeden denetimi elinde tutar. Ya!”

Sessiz kalmıştık. Güneş evin batı yanındaki sık, uzun çalılıkların ucuna ulaşmak üzereydi. Gün ışığının yitmesine iki saat kadar daha vardı.

Don Juan teklifsizce, “Neden Genaro’yu çağırmıyorsun?” dedi.

Bedenim sıçradı. İlk tepkim elimdeki her şeyi atıp arabama koşmak oldu. Don Juan kahkahadan kırılıyordu. Ona, kendime hiçbir şey kanıtlamak zorunda olmadığımı, kendisiyle konuşmaktan çok hoşnut olduğumu söyledim. Don Juan, gülmesini durduramıyordu. Sonunda, don Genaro’nun böyle bir sahneyi kaçırmasının utanç verici olduğunu söyledi.

“Bak, don Genaro’yu sen çağırmazsan, ben çağırırım,” dedi, kararlı bir ses tonuyla. “Onun arkadaşlığına bayılıyorum.”

Üst damağımda korkunç ekşi bir tat oluşmuştu. Kaşlarımdan, üst dudağımdan ter boşandı. Bir şey söylemek istedim ama aslında söyleyecek bir şey yoktu.

Don Juan, uzun dikkatli bir bakış fırlattı bana.

“Hadi,” dedi. “Bi savaşçı her zaman hazırdır. Salt savaşçı olmayı dilemekle savaşçı olunmaz. Yaşamımızın son anına dek süren bitmeyen bi savaşımdır, bu. Kimse savaşçı doğmaz, tıpkı kimsenin mantıklı bi varlık olarak doğmadığı gibi. Birine ya da ötekine dönüşmeyi biz beceririz.

“Topla kendini! Genaro’nun, seni böyle titrerken görmesini istemem.”

Ayağa kalktı, sundurmanın temiz tabanı üzerinde ileri geri gezinmeye başladı. Hiçbir şey yapmadan durmam olanaksızdı. Sinirlerim öylesine gerilmişti ki, sonunda tek bir sözcük yazamaz oldum, ayağa fırladım.

Don Juan, yüzüm batıya dönük biçimde noktamın üzerinde yerimde saydırdı. Aynı devinimleri birçok kez uygulatmıştı. Amaç, kişinin oluşan alacakaranlıktan “erk” çekmesiydi. Bunun için, kollar havaya



kaldırılıyor, parmaklar pervanenin kanatları gibi geriliyor, sonra kollar tepe noktasıyla ufkun tam ortasındayken kuvvetice sıkılıyordu.

Devinimler işe yaradı, olabildiğince dinginleşip kendimi topladım. Gene de, bu yalın, aptalca devinimlerle asla bu denli dinginleşemeyecek olan eski “ben”ime, ne olduğunu merak etmekten de kendimi alamadım.

Dikkatimi, don Juan’ın don Genaro’yu çağırmak amacıyla kuşkusuzca izleyeceği yöntem üzerinde yoğunlaştırmak istedim. Don Juan, yüzü güneydoğuya dönük biçimde sundurmanın kenarında durdu, ellerini ağzına götürüp bağırdı, “Genaro! Buraya gel!”

Don Genaro bir an sonra çalılığın ardından ortaya çıktı. Her ikisi de ışıldıyorlardı. Önümde, neredeyse dans ettiler.

Don Genaro beni taşkınca selamladı, ardından süt sandığının üstüne oturdu.

Kesinlikle yolunda gitmeyen bir şey vardı, bende. Dingindim, telaşlanmıyordum. İnanılmaz bir vurdumduymazlık, uzaktalık hali tüm varlığımı kaplamıştı. Sanki bir yere saklanmış, kendimi seyrediyordum. Don Genaro’ya, oldukça kayıtsız bir tavırla, geçen görüşmemiz sırasında beni ölesiye korkuttuğunu, hatta psikotropik bitkilerle olan deneyimlerim sırasında bile bu denli bir kargaşaya sürüklenmediğimi anlatmaya girişlim. Her ikisi de, anlattıklarımı, sanki gülünçmüş gibi karşıladılar. Ben de onlara güldüm.

Duygularımdaki uyuşukluğun kesinlikle bil İncilideydiler. Beni seyredip, sanki sarhoşmuşum gibi dalga geçtiler.

İçimde bir şey, durumu aşina bir konuma getirmek amacıyla umutsuz bir savaş veriyordu. İlgilenmiş ve korkmuş olmak istiyordum.

Don Juan, sonunda yüzüme su serperek, oturup bir şeyler yazmaya yöneltti beni. Daha önce de söylediği gibi, not almamı, yoksa öleceğimi belirtti. Yalnızca birkaç sözcük yazmak bile, beni o eski bildik halime döndürmeye yetmişti. Önceden bulanık olan bir şey, sanki yeniden eski berraklığına kavuşmuştu.

Bilinen özümün ortaya çıkması, bilinen korkularımın da ortaya dökülmesi anlamına geliyordu. Korkmamış olmaktansa, korkmaktan şaşırtıcı bir biçimde daha az ürkmüştüm. Tatsız da olsalar, eski alışkanlıkların getirdiği tanışıklık duygusu hoş bir dinlence gibiydi.

Sonra, Don Genaro’nun, çalılığın oradan ortaya çıktığının tam anlamıyla ayırdına vardım. Bilinen düşünce süreçlerim çalıştı. İşe olay hakkında yorum yapmayı reddetmekle başladım. Ona hiçbir şey sormamaya karar verdim. Bu kez sessiz bir tanık olacaktım.

“Genaro duvara dayanmıştı. Hem sırtını duvarda dinlendiriyor, hem de oynak süt sandığı üzerinde oturmayı sürdürüyordu. Tıpkı at binmiş de sürüyormuş gibi görünüyordu. Elleri önündeydi, bir atın dizginini tutuyormuş izlenimini veriyordu.

“Çok doğru, Carlitocuk,” diyerek süt kasasını yere oturttu.

Sağ ayağını düşsel bir atın boynunun üzerinden geçirerek at indi ve yere atladı. Devinimlerinde öylesine bir kusursuzluk vardı ki, bende at sırtında yolculuk yapıp gelmiş olduğu yolunda sarsılmaz bir kanı oluşturmuştu. Yanıma gelerek soluma oturdu.

“Genaro geldi, çünkü sana ötekinden söz etmek istiyor,” dedi, don Juan.

Sahneyi don Genaro’ya bırakırmışçasına bir deviminde bulundu. Don Genaro eğildi. Yüzümü görmek amacıyla hafifçe döndü. “Ne öğrenmek isterdin, Carlitocuk?” diye sordu, yüksek perdeden bir sesle.

“Eh, eğer çift hakkında konuşacaksan, bana her şeyi anlat,” dedim, yapma bir kayıtsızlıkla.

Her ikisi de birbirileriyle bakışıp başlarını salladılar.

“Genaro sana rüya gören ile rüyada görülenden söz edecek,” dedi don Juan.

“Senin de bildiğin gibi Carlitocuk,” dedi don Genaro, ısınmaya başlayan bir konuşmacı havasıyla, “çift, rüya görme sırasında başlar.”

Bana uzun uzun bakarak gülümsedi. Bakışlarını, yüzümden defterime ve kalemime kaydırdı.

“Çift, bir rüyadır,” dedi, kollarını kaşıdı ve ayağa kalktı. Sundurmanın sonuna doğru yürüdü, çalılığa doğru yoluna devam etti. Yüzünün dörtte üçünü bize gösterecek biçimde çalılığın ardında durdu; görünüşe bakılırsa işiyordu. Bir süre sonra, yolunda gitmeyen bir şeyler varmış gibi geldi bana. Sanki umarsızca işemeye çalışıyor, ama beceremiyordu. Don Juan’ın kahkahası, don Genaro’nun gene soytarılık ettiği anlamına geliyordu. Don Genaro bedenini öylesine gülünç durumlara sokuyordu ki, don Juan da ben de gülmekten neredeyse sinir nöbetine tutulmak üzereydik.

Don Genaro sundurmaya dönerek oturdu. Gülüşünden, pek az rastlanan bir sıcaklık yayılıyordu.

“Yapamadın mı, yapamazsın işte,” deyip omuzlarını silkti.

Sonra, bir anlık sessizliğin ardından içini çekerek, “Evet, Carlitocuk, çift, bir rüyadır,” diye ekledi.

“Gerçek değil midir demek istiyorsun?” diye sordum.

“Hayır, bir rüyadır demek istiyorum,” diye karşılık verdi.

Don Juan araya girerek, don Genaro’nun, bilinçliliğin ilk belirmesine, bir başka deyişle bizim ışıldayan varlıklar oluşumuza gönderme yaptığını açıkladı.

“Her birimiz farklıyız; bu, savaşımlarımızın ayrıntılarını da farklı kılıyor,” dedi don Juan. “Aslına bakarsan, çifte ulaşmak amacıyla attığımız adımlar aynı. Özellikle de pek belirgin ve emin olmayan ilk adımlar.”

Don Genaro da bunu kabul ederek büyücünün bu aşamada yaşadığı belirsizlik üzerinde bir yorumda bulundu.

“Benim, ilk başıma geldiğinde, ne olduğunu anlamadıydım,” diye açıkladı. "Bir gün, dağlarda bitki topluyordum. Başka ot toplayıcılarının da çalışmış oldukları bir yöreye gitmiştim. İki kocaman torba bitki toplamıştım. Eve dönmeye hazırdım, ama önce bir süre dinlenmeye karar verdim. Patika taralında bir ağacın gölgesinde uzanarak uyuyakaldım. Sonra, tepenin altından doğru gelen insanların sesini duyup uyandım. Aceleyle koşup, yattığım yere yakın bir çalının ardına gizlendim. Orada öylece beklerken bir şey unuttuğum duygusuna kapıldım. Torbalarımı almış mıyım, diye bakındım; almamıştım. Yolun karşısında, uyuduğum yere bakıyordum ki korkudan öleyazdım. Hâlâ orada uyuyordum! Bendim, o! Bedenime dokundum. Kendimdim! Bu arada, gelenler uyuyan bana iyice yaklaşmışlardı. Tam anlamıyla uyanık olan ben ise gizlendiğim yerde umarsızca bakınıyordum. Kahretsin! Beni bulacaklar, çantalarımı yürüteceklerdi. Ama sanki orada değilmişim gibi bana doğru gelmeyi sürdürdüler.

“Gördüklerim öylesine canlıydı ki, çıldırmak üzereydim. Bir çığlık attım ve yeniden uyandım. Kahretsin! Bir rüyaydı bu!”

Don Genaro öyküsünü kesti, benden bir soru ya da yorum beklermiş gibi durdu.

Don Juan, “İkinci kez nerede uyandığını söyle ona,” dedi.

“Patikanın yakınında, uyuyakaldığım yerde uyandım,” dedi don Genaro. “Ama bir süre nerde olduğumu bilemedim. Yalnız, şunu diyebilirim ki, sanki hâlâ kendimi uyanırken izlemekteydim. Sonra, birden bir şey beni patikanın yanına çekti, kendimi, gözlerimi ovalarken buldum.”

“Peki, sonra ne yaptın?” diye sordu don Juan.

İkisi birden gülmeye başlayınca, don Juan’ın bana takıldığını anladım. Sorularıma öykünüyordu.

Don Genaro konuşmasını sürdürdü. Bir an durup kaldığını, ardından gidip her şeye baktığını söyledi.

“Gizlendiğim yer tam gördüğüm gibiydi,” dedi. Bana doğru gelen adamlar da yollarına gidiyorlardı. Bunu biliyorum, çünkü koşarak arkalarından baktım. Bunlar, gördüğüm adamlardı. Onları kasabaya dek izledim. Her halde deli olduğumu sandılar. Yolun yanında uyuyan arkadaşımı görüp görmediklerini sordum. Hiçbiri görmemişti.”

“Gördüğün gibi,” dedi don Juan, “hepimiz aynı kuşkulara düşüyoruz. Delirmekten korkuyoruz; ne yazık ki bizler zaten deliyiz.”

Don Genaro, bana, “Sen bizden bir kerte daha delisin aslında,” diyerek kıkırdadı. “Daha da kuşkucu.”

Kuşkuculuğumla dalga geçtiler. Sonra, don Genaro yeniden konuşmaya başladı.

“Hepimiz yoğun varlıklarız,” dedi. “Sen tek değilsin, Carlitocuk. Rüya nedeniyle birkaç gün biraz sarsıldım, ama yaşamımı kazanmam için çalışmam gerekiyordu, rüyalarımın gizemleri üzerine düşüncelere dalmaya gerçekten zamanım yoktu. Böylece, çabucak sildim bunları kafamdan. Sana çok benzerdim, ben.

“Ama bir gün, birkaç ay sonra yorucu çalışmayla geçen bir sabahın ardından, ikindiüstüne doğru, bir kütük gibi yatıp uyudum. Sonra, yağmur yağmaya başladı, tavandaki delikten damlayan su beni uyandırdı. Yataktan fırladım, çatıya tırmanıp içeriyi su basmadan, deliği tamir etmek istedim. Kendimi öyle iyi, öyle güçlü hissediyordum ki, işi bir dakikada bitirdim. Islanmamıştım bile, O kısa şekerlemenin bana çok iyi geldiğini düşündüm. İşim bitince eve dönüp bir şeyler yemek istedim. Ama lokmaları yıllamadığımın ayırdına vardım. Hastalandım sandım. Kimi otları, yaprakları çiğneyip boynuma bağladım, yatağıma döndüm. Yatağın yanına gelince, korkudan dizlerimin bağı çözüldü gene. Yataktaki bendim; uyuyordum! Beni dürtüp uyandırmak istedim, ama bunun kesinlikle yapılmaması gereken bir şey olduğunu biliyordum. Böylece, evden dışarı kaçtım. Çok fena ürkmüştüm. Ne yaptığımı, nereye gittiğimi bilmeden tepelerde dolaştım, oysa tüm yaşamım oralarda geçmişti. Yağmurda, damlaları duyumsamadan yürüdüm. Sanki düşünmüyordum. Sonra, şimşekler, yıldırımlar öylesine yoğunlaştı ki yeniden uyandım.”

Bir süre sustu.

“Nerde uyandığımı bilmek ister misin?” diye sordu bana.

“Tabii,” diye yanıtladı, don Juan.

“Yağmur altında, tepelerde uyandım,” dedi.

“Ama uyandığını nasıl anladın?” diye sordum.

“Bedenim anladı,” diye yanıtladı.

“Aptalca bi soruydu bu,” diye girdi araya don Juan. “Savaşçının içinde, bi yerlerdeki bi şeyin tüm değişimlerin bilincinde olduğunu sen de biliyorsun. Savaşçının kesin ereği bu bilinci güçlendirmek ve sürdürmektir. Savaşçı, bunu temizler, parlatır ve çalışır durumda tutar.”

Haklıydı. İçimdeki bir şeyin her şeyi kaydettiğini, yaptığım her şeyin bilincinde olduğunu bildiğimi onlara söylemeliydim. Ayrıca bunun sıradan bil inçi iliğimle de bir ilgisi yoktu. Tam anlamıyla saptayamadığım, değişik bir şeydi. Onlara, belki de Don Genaro’nun bunu benden daha iyi tanımlayacağını söyledim.

“Bakma, sen de iyi gidiyorsun,” dedi don Genaro. “Sana neyin ne olduğunu söyleyen bir iç sestir. İşte o sırada bana da ikinci kez uyandığımı söyledi. Tabii, uyanır uyanmaz rüya görmüş olduğum kanısına vardım. Belli ki sıradan bir rüya değildi bu. Ama tam anlamıyla rüya görme de değildi. Böylece başka bir kanı oluşturdum: sanırım yarı uyanık halde uykumda yürümüştüm. Bunu başka türlü anlayamıyordum.”

Don Genaro, velinimetinin ona, yaşadıklarının bir rüya olmadığını, bunu kesinlikle uyurken rüya görmek biçiminde ele almaması gerektiğini açıkladığını söyledi.

“Bunun ne olduğunu söyledi sana?” diye sordum.

Birbirlerine baktılar.

“Bana bunun bir hayalet olduğunu söyledi,” dedi, sesinde küçük bir çocuğun titremiyle.

Onlara, don Genaro’nun velinimetinin, olayları onların bana açıkladıkları gibi mi açıkladığını öğrenmek istediğimi söyledim.

Don Juan, “Tabii ki öyle açıkladı,” dedi.

“Velinimetimin açıkladığına göre,” diye söze girdi don Genaro, “kişinin içinde kendini uyurken gördüğü rüya, çiftin zamanıymış. Bana, meraklanıp kendime sorular sorup erkimi ziyan edeceğime, hazırlıklı olmamı öğütlemişti.

“Bir sonraki deneyimimi velinimetimin evinde yaşadım. Ona ev işlerinde yardımcı oluyordum. Bir ara dinlenmek için biraz uzandım, her zamanki gibi uyuyakaldım. Evi, kesinlikle bir erk yeriydi ve bana yardım etmişti. Bir gürültüyle uyandım, birden. Velinimetimin büyük bir evi vardı. Varlıklı bir adamdı, yanında çalışanı çoktu. Gürültü, çakıl taşlarına çarpan bir küreğin sesine benziyordu. Oturup dinledim. Sonra da ayağa kalktım. Ses çok tedirgin ediciydi ama neden böyle olduğunu kavrayamıyordum. Yerde uyumakta olduğumun ayırdına vardığım sırada dışarı çıkıp sesin kaynağını arayıp bulmam gerekir mi, diye düşünüyordum. Bu kez neyi nasıl yapmam gerektiğini biliyordum. Sesi izledim. Evin arkasına yürüdüm. Kimse yoktu. Ses, evin uzaklarından geliyor gibiydi. İzlemeyi sürdürdüm. Ne kadar izlersem o denli hızlı devinebiliyordum. Uzak bir yere geldim ve inanılmaz şeyler gördüm.”

Bu olayların başına geldiği sırada çömezliğinin başlangıç aşamalarında olduğunu, “rüya görme” alanında pek az ilerlediğini, ama kendine baktığı türden rüyaları anlaşılmaz bir kolaylıkla gördüğünü açıkladı.

“Nereye gittin don Genaro?” diye sordum.

“Rüya görme sırasında ilk kez gerçekten devinmiştim, o gün,” dedi. ’’Aslına bakarsan doğru davranacak denli bilgim vardı bu konuda. Hiçbir şeye doğrudan bakmadım; sonunda kendimi, velinimetimin kimi erk bitkilerinin yer aldığı derin bir koyakta buldum.”

“İnsan, rüya görme konusunda ne denli az şey bilirse daha mı iyi oluyor?” diye sordum.

“Hayır,” diye girdi araya don Juan. “Herkes belirgin konularda kimi kolaylıklara sahiptir. Genaro’nun ustalığı da rüya görme üzerine.”

“Koyakta neler gördün, don Genaro?” diye sordum.

“Velinimetimin kimi adamlarla birlikte tehlikeli uygulamalarda bulunduğunu gördüm. Orada ona yardım etmek için bulunduğumu düşündüm, ağaçların ardına gizlendim. Ne var ki, nasıl yardım edeceğimi bilmiyordum. Kafasız da değildim; sonunda, gözümün önündeki sahnenin rol almak için değil, seyretmek için olduğunu anladım.”

“Ne zaman, nasıl ve nerede uyandın?”

“Ne zaman uyandığımı bilemem. Saatler sonra olmalı. Bütün bildiğim, velinimetimi ve adamları izlediğimdir. Velinimetimin evine vardıklarında çıkardıkları gürültü, çünkü tartışıyorlardı, beni uyandırdı. Kendimi uyurken seyrettiğim yerdeydim.

“Uyanmamın ardından, gördüklerimin ve yaptıklarımın rüya olmadığının ayırdına vardım. Sesin kılavuzluğunda uzak bir yere gitmiştim.”

“Velinimetin, senin ne yaptığının farkında mıydı?”

“Tabii ki. Yapacaklarımı yerine getirmemde yardımcı olmak amacıyla, kürekle o sesleri çıkaran kendisiydi. Eve girdiğinde, uyuduğum için beni azarlarmış gibi yaptı. Beni gördüğünü biliyordum. Daha sonraları, dostları evinden gittiğinde bana, ağaçların ardında gizlenen parıltımı fark ettiğini söyledi.”

Don Genaro, bu üç olayın ona rüya görme yolunda birkaç adım attırmış olduğunu, bir sonraki sefer için on beş yıl geçmesi gerektiğini söyledi.

“Dördüncüsü çok daha garip, çok daha tam bir görsüydü,” dedi. “Kendimi, işlenmiş bir tarlanın ortasında buldum. Kendimi yan tarafıma yatmış derin derin uyurken gördüm. Bunun rüya görme olduğunu biliyordum, çünkü her gece kendimi rüya görmeyi uygulamak için hazırlıyordum. Çoğunlukla, ne zaman kendimi uyurken görsem uyuduğum yerin yanında olurdum. Bu kez yatağımda değildim, oysa o akşam yatağıma yattığımı çok iyi biliyordum. Hâlbuki rüya görme, bu sefer gündüzün oluyordu. Uzandığım yerden ayrılıp bir yöne doğru gittim. Nerede olduğumu biliyordum. Evimden pek uzakta değildim; olsa olsa birkaç kilometre. Her ayrıntıya bakarak çevrede dolandım. Büyük bir ağacın gölgesinde durup bir tepenin yamacındaki kimi mısır tarlalarının hemen yanı başındaki düz bir toprak parçasını gözledim. Sonra, olağandışı bir şey çekti dikkatimi, ne denli uzun bakarsam bakayım çevremdeki ayrıntılar değişmiyor ya da gözden yitmiyordu. Ürkerek, uyumakta olduğum yere doğru koştum. İşte gene tam oradaydım. Kendime bakmaya başladım. Baktığım bedene karşı ürkütücü bir kayıtsızlık duygusu içindeydim.

“Sonra, yaklaşan insanların sesini duydum. İnsanlar hep çevremde gibiydi. Küçük bir tepenin üzerine koşup onları dikkatlice izledim. Bulunduğum tarlaya gelen on kişi vardı. Hepsi de gençtiler. Yattığım yere koştum ve kendimi orada bir domuz gibi horlarken gördüğümde yaşamımın en bunaltıcı anlarından birini yaşadım. Benimi uyandırmam gerektiğini de biliyordum. Ama nasıl? Kendimi uyandırmanın öldürücü olabileceğini de biliyordum. Ama genç insanlar beni orada bulurlarsa altüst olacaklardı. Usumdan geçen tüm bu irdelemeler aslında tam anlamıyla düşünce değildi. Bunlar daha çok gözümün önündeki sahnelere benziyordu. Endişe duymam, örneğin, kendimi, kapana kısılmışlık duygusu içindeyken görmemdi. Buna endişelenme diyordum. Ondan sonra da çok geldi bu başıma.

“Eveet, ne yapacağımı bilemediğim için olacağın en kötüsüne hazırlanarak, kendime bakarak orada öylece bekledim. Bir sürü imge gözümün önünden uçuşarak geçti. Bir tanesine özellikle asıldım. Bu, evimin ve yatağımın görüntüsüydü. Görüntü oldukça netleşti. Ah, evimde olmayı öylesine isterdim ki! Sonra, bir şey sarstı beni; birisi beni itti gibi geldi ve uyandım. Yatağımdaydım! Belirgin biçimde rüya görmüştüm. Yatağımdan fırlayıp, rüya görme sırasında bulunduğum yere koştum. Tümüyle gördüğüm gibiydi. Gençler orada çalışıyordu. Uzun süre onları izledim. Bunlar, onlardı.

"Günün sonunda, herkes gittikten sonra uyuduğumu gördüğüm yere geldim. Biri burada uzanmıştı. Ekinler ezilmişti.”

Don Juan’la don Genaro beni gözlüyorlardı. Garip hayvanlara benziyorlardı. Sırtımda bir titreme hissetim. Onların benim gibi bir insan olmadığı yolunda gayet kesin bir korkuya kapılmak üzereydim ki, don Genaro bir kahkaha patlattı.

“O günlerde,” dedi, “tıpkı senin gibiydim, Carlitocuk. Her şeyi araştırmak isterdim. Senin gibi kuşkucuydum.”

Durdu, parmağını kaldırıp sallayarak don Juan’a döndü.

“Sen de bu çocuk kadar kuşkucu değil miydin?” diye sordu.

“Nerde,” dedi, don Juan. “Şampiyon, o.”

Don Genaro bana dönüp özür diler gibi bir devinimde bulundu.

“Galiba, yanıldım,” dedi. “Ben, senin kadar kuşkucu değildim.”

Gürültü çıkarmak istemez gibi hafifçe kıkırdamaya başladılar. Don Juan’ın bedeni sessiz kahkahalarla kırılıyordu.

“Bir erk yeri burası, senin için,” dedi don Genaro, fısıltıyla. “Oturduğun yerde, parmakların kopuncaya dek yazıp durdun. Şöyle zorlu bi rüya görme yaşadın mı hiç burada, sen?”

“Hayır,” dedi don Juan, alçak sesle. “Ama zorlu bi yazı yazma yaşadı.”

Artık, ikiye katlandılar. Sanki yüksek sesle gülmek istemiyorlardı. Bedenleri sarsılıyordu. Sessiz kahkahaları, tartımlı bir gıdaklamayı andırıyordu.

Don Genaro dik oturdu, sonra yanıma doğru kaydı. Art arda sırtıma vurup benim bir alçak olduğumu yineledi; birden sol kolumdan tutup büyük bir güçle kendine doğru çekti. Dengemi yitirip, öne doğru yuvarlandım. Yüzümü sert toprağa çarpmak üzereydim. Düşünmeden, sağ kolumu öne uzatıp, düşüşümü yavaşlattım. İkisinden biri, ensemden bastırarak beni yere yapıştırdı. Kim olduğundan emin değildim. Beni tutan el, don Genaro’nunkiymiş gibiydi. Yok, edici bir ürkü anı yaşadım. Bayılıyorum sandım, belki de bayıldım. Midemdeki baskı öylesine yoğundu ki, sonunda kustum. Buradan sonraki ilk duru sezgim, birisinin oturmama yardım ettiğinin ayırdına varmak oldu. Don Genaro önüme çömelmişti. Don Juan’ı görmek için çevreye bakındım. Göremedim. Don Genaro’nun ışıldayan bir gülüşü vardı. Gözleri parlıyor, doğrudan bana bakıyordu. Bana ne yapmış olduğunu söyledi. Sesinde sitemli bir titrem vardı; benden sıkılmış ya da memnun değilmiş gibiydi. Birçok kez, parçalandığımı yineleyerek bir araya gelmem gerektiğini söyledi. Acımasız bir sesle konuşmayı denedi ama tam söylevinin ortasında kahkahayı patlattı. Benim parçalara ayrılmamın korkunç bir şey olduğunu, yeniden bir araya getirmek için bir süpürge kullanması gerektiğini söylüyordu. Parçaları yanlış birleştirebilirmişim de, sonunda başparmağımın olduğu yere kamışım gelebilirmiş. Gülmekten çatlıyordu. Ben de gülmek istedim ve olağanüstü bir duygu algıladım. Bedenim parçalanıverdi! Sanki mekanik bir oyuncaktım da, parçalara ayrılmıştım. Ne bedensel bir duyum alıyordum, ne de bir korkuya kapılmıştım. Paramparça olmak, algılayanın bakış açısından tanık olduğum bir sahneydi, ama duygusal bir noktadan baktığımda hiçbir şey sezgileyemiyordum.

Bunun ardından sezgileyebildiğim şey ise don Genaro’nun bedenimi oynatabilmesiydi. Sonra, bedensel bir duyum, çevremdeki görüntüleri yitirmeme neden olan bir titreşim hissetim.

Birisinin, yeniden dik oturmama yardım ettiğinin ayırdına vardım. Don Genaro gene önümde çömelmişti. Beni koltuk altlarımdan tutup çekerek yürümeme yardımcı oldu. Nerede olduğumu anlayamıyordum. Bir rüyadaymışım duygusu içindeydim, ama zaman kavramını da yitirmemiştim. Don Juan’ın evinin sundurmasında, don Genaro ve don Juan’la birlikte olduğumun sarsılmaz bilinci içindeydim.



Don Genaro sol koltuk altımdan tutup destek vererek yürümeme yardım etti. Seyrettiğim sahneler sürekli değişmekteydi. Ne var ki, izlediklerimin ne olduğunu belirleyemiyordum. Gözlerimin önünde belirenler daha çok bir duyguyu ya da bir hali andırıyordu, bu şeyleri değiştiren yerin merkezi kesinlikle midemdeydi. Bu bağlantı, bir düşünce ya da kavrama biçiminde oluşmamıştı. Çabucak belirginleşip, her şeyin önüne geçen bedensel bir duyguydu bu. Beni çevreleyen bu düzensiz değişimler doğrudan midemden geliyordu. Duygu ve görüntülerin sonsuz akışından oluşan bir dünya kurmuştum. Tanıdığım, bildiğim her şey oradaydı. Bu, bir düşünce ya da bilinçli bir değerlendirme değil, kendi içinde bir duyguydu.

Her şeyi değerlendirmeye yönelik o onulmaz alışkanlığım nedeniyle, olanları bir süre izlemeyi denedim. Ama öyle bir an geldi ki, o kaydetme süreci kesildi ve isimsiz bir şey, her türden duygularla görüntüler beni içine aldı.

Bir an, içimde bir şey bu değerlendirmeye karşı çıkmaya başladı, bir görüntünün sürekli yinelendiğini ayırt ettim: don Juan’la don Genaro bana ulaşmaya çalışıyorlardı. Bu uçuşan görüntü, bir süre sonra hızla kayıp geçli. Sanki hızlı giden bir aracın camından onlara bakıyordum. Beni yakalamaya çalışır gibiydiler. Görüntü durulaştı, daha uzun sürmeye başladı. Binlerce değişik görüntü arasından bunu durdurduğumun bilincine vardım. Bu belirgin görüntüye ulaşmak için öbürlerini yel gibi üfürmüştüm. Sonunda, düşünme yoluyla bunu sürdürmeyi becermiştim. Düşünmeye başlayınca, olağan süreçlerim denetimi ele aldı. Günlük etkinliklerimde tanımlandığınca belirgin olmasalar bile, yalıttığım görüntünün ya da duygunun, don Juan’la don Genaro’nun, don Juan’ın evinin sundurmasında, beni koltuk altlarımdan tuttuklarını anlatacak denli berraktı. Başka görüntü ve duyguların arasına kaçmak istedim ama olmadı. Bir süre bununla uğraştım. Mutluydum, canlıydım. Her ikisinden de hoşlandığımı, onlardan korkmadığımı biliyordum. Onlarla şakalaşmak istedim! Bunu nasıl yapacağımı bilemedim, öylece, sırtlarına vurarak gülmeye başladım. Çok belirgin bir başka sezgim de vardı. “Rüya gördüğümden” kesinlikle emindim. Gözümü bir şeye odakladığım an hemen bulanıklaşıyordu.

Don Juan ile don Genaro benimle konuşmaktaydılar. Sözcükleri doğrudan algılayamıyor, kimin konuştuğunu ayırt edemiyordum. Sonra, don Juan bedenimi döndürerek yerdeki bir öbeği gösterdi. Don Genaro, beni bunun yakınına çekip, çevresinde döndürmeye başladı. Yerde yatan bir adamdı bu öbek. Yüzü sağa dönmüş, sırtüstü yatıyordu. Benimle konuşurken, adamı imlemeyi sürdürdüler. Beni çekip, çevresinde döndürdüler. Gözlerimi adama odaklayamıyordum. Ama sonunda, bir dinginlik, bir ılımlılık duygusu kapladı beni—adama baktım. Yerde yatan adamın ben olduğuma ilişkin bir algı yavaşça her yanımı sardı. Bu algılama hiçbir korku ya da rahatsızlık yaratmadı. Bunu heyecan duymadan kabullenmiştim. O anda ne tam anlamıyla uyuyordum, ne de tümden uyanık ve bilinçliydim. Don Juan ile don Genaro’yu daha çok ayırt etmeye, kimin konuştuğunu da anlamaya başlamıştım. Don Juan, çalılıklardaki yuvarlak erk yerine gideceğimizi söyledi. Bunu söyler söylemez, orasının görüntüsü usumda patladı. Çevremdeki kara, yoğun çalılıkları görüverdim. Sağıma döndüm, don Juan ile don Genaro da oradaydılar. Bir sarsıntı geçirdim—onlardan ürkmüşüm gibi bir duyguya kapıldım. Belki de tehlikeli iki gölge gibi görünmelerindendi bu. Yakınıma geldiler. Biçimlerini görür görmez korkularım dağıldı. Onları yeniden sevdim. Sanki esrimiştim, ama hiçbir şeyi kavrayamıyordum. Beni omuzlarımdan tutup aynı anda sallamaya başladılar. Uyanmamı buyurdular. Seslerini ayrı ayrı ve açık seçik işitebiliyordum. Sonra, benzersiz bir an yaşadım. Usumda iki görüntüyü, iki rüyayı birden tuttum. İçimde derin derin uyuyan bir şeyin uyanmak üzere olduğunu hissettim ki kendimi sundurmada, don Juan ile don Genaro’yu beni sallarken buldum. Ama aynı anda erk yerindeydim, don Juan ile don Genaro beni hâlâ sarsıyorlardı. Ne sundurmada ne de çalılıkta olmadığım, buna karşın iki görüntüyü birden izleyen bir seyirci gibi, aynı anda iki yerde birden bulunduğum can alıcı bir an yaşadım. O an, istersem, her iki yere de gidebilirmişim gibi inanılmaz bir duygu yaşadım. Yapacağım tek şey perspektifi değiştirerek her iki görüntüyü dışarıdan seyretmek yerine, kişinin bakış açısından hissetmekti.

Don Juan’ın evinde pek ılık bir şeyler vardı. Bu görüntüyü yeğledim.

Bunun ardından korkunç bir nöbet yaşadım. Bu, öylesine sancıydı ki, sıradan bilinçliliğim bir anda geri geldi. Don Juan’la don Genaro üstüme kova kova su döküyorlardı. Don Juan’ın evinin sundurmasındaydım.


Saatler sonra mutfakta oturuyorduk. Don Juan, hiçbir şey olmamış gibi davranmam konusunda dayatmıştı. Bana yemek verdi, gücümü yitirdiğim için yok yemem gerektiğini söyledi.

Yemeğimizi bitirdikten sonra saatime baktığımda sabahın dokuzunu biraz geçtiğini gördüm. Bu deneyim birkaç saat sürmüştü. Bununla birlikte, anımsadıklarım açısından baktığımda, bana çok kısa bir süre önce uyuyakalmışım gibi gelmişti.

Tümüyle kendimde olmama karşın, hâlâ aptal gibiydim. Defterime yazmaya başlayıncaya dek her zamanki bilinçliliğime kavuşamadım. Not almaya başlar başlamaz ayıkmam, şaşkınlık vericiydi. Yeniden kendim olduğum an bir dizi mantıklı düşünce usumu doldurdu; yaşadığım olayı açıklamaya yönelik düşüncelerdi bunlar. Öncelikle don Genaro’nun beni, yere mıhladığı an, ipnotize ettiğini “biliyordum” ama bunu nasıl becerdiğini anlayamıyordum. Düşüncelerimi dile getirdiğimde, gülmekten ikisinin de sinirleri bozuldu. Don Genaro kalemimi inceleyerek, bunun benim zembereğimi kuran anahtar olduğunu söyledi. Bir an kendimi kavgaya hazır hissettim. Yorgun, iğrenç bir durumdaydım. Kendimi onlara neredeyse bağırırken buldum. Onlarsa gülmekten kırılıyorlardı.

Don Juan treni kaçırmamın izin verilebilir bir şey olduğunu, ama bu denli olmaması gerektiğini, don Genaro’nun yalnızca bana yardım etmek, rüya görenle rüyada görülenin gizemini bana göstermek için geldiğini söyledi.

Tedirginliğim doruğa ulaşmıştı. Don Juan, don Genaro’yu başının bir devinimiyle uyardı. İkisi birden kalkıp, beni evin çevresinde bir yere götürdüler. Orada, don Genaro bana o müthiş hayvan çığlıklarıyla homurtuları seçkisini gösterdi. Aralarından birini seçmemi istedi ve o sesi nasıl çıkaracağımı öğretti.

Saatler süren çalışmanın ardından sesi oldukça iyi taklit edebiliyordum. Onlar ise benim beceriksiz denemelerimle eğleniyor, gülmekten gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Sonunda bir hayvanın gürültülü çığlığına öykünüp gerginliğimi düşürebilmiştim. Öykünmemde gerçekten huşu verici bir şey olduğunu söyledim onlara. Bedenimi benzersiz bir dinginlik kaplamıştı. Don Juan, eğer çığlığı yetkinleştirebilirsem bunu bir erk nesnesine dönüştürebileceğimi ya da yalnızca, gerektiğinde gerginliği gidermek amacıyla kullanabileceğimi söyledi. Uyumamı önerdi. Ama uyuyamayacak denli ürkmüştüm. Bir süre mutfaktaki ocağın yanı başında onlarla birlikte oturdum. Sonra birdenbire derin bir uykuya daldım.

Gün ağarırken uyandım. Don Genaro kapıya yakın bir yerde uyuyordu. Görünüşe bakılırsa, benimle aynı anda uyandı. Üstümü örtmüş, ceketimi de dürüp bana yastık yapmışlardı. Dinlenmiştim, dinginleşmiştim de. Don Genaro’ya, önceki gece çok yorulmuş olduğumu açıkladım. Kendisinin de aynı durumda olduğunu söyledi. Bana günah çıkarırmış gibi fısıldayarak don Juan’ın daha da yorgun düştüğünü, çünkü bizden daha yaşlı olduğunu söyledi.

“Sen de ben de genciz,” diye ekledi, gözünde bir parıltıyla. “Ama o yaşlı. Şimdilerde üç yüz yaşında olmalı.”

Hemen, yattığım yerden doğruldum. Don Genaro, yüzünü örtünün altına saklayarak kahkahayı patlattı. Don Juan o an odaya girdi.

Bir bütünlük, barış duygusu her yanımı sardı. İlk kez, hiçbir şeyin önemi kalmamıştı. Kendimi öylesine iyi hissediyordum ki ağlamak istedim.

Don Juan, önceki gece ışıltımın bilincine varmaya başladığımı söyledi. Kendimi iyi hissetme konusunda düşkünlük göstermemem için beni uyardı. Yoksa bu kendini beğenmişliğe dönüşebilirdi.

“Şu anda,” dedim, “hiçbir şey açıklamak istemiyorum. Don Genaro’nun tüm gece bana ne yapmış olduğu hiç önemli değil.”

“Sana hiçbir şey yapmadım,” diye araya girdi don Genaro. “Bana bak, ben Genaro’yum, senin Genaro’n! Dokun bana!”

Don Genaro’ya sarıldım; ikimiz de çocuklar gibi gülüştük.

Geçen kez ona dokunamazken şimdi ona sarılabilmiş olmayı biraz tuhaf bulup bulmadığımı sordu bana. Ona bu tür konuların benim için önemi kalmadığına ilişkin güvence verdim.

Don Juan’ın yorumu, iyi ve açık fikirli olma konusunda düşkünlük gösterdiğim yolundaydı.

“Dikkat et!” dedi. “Bi savaşçı ihtiyatı hiçbi zaman elden, bırakmaz. Bu denli mutlu olmayı sürdürürsen, sende kalan az buçuk erki de tüketirsin.”

“Ne yapmalıyım?” diye sordum.

“Kendin ol,” dedi. “Her şeyden şüphelen. Kuşkucu ol.”

“Ama öyle olmaktan hoşlanmıyorum, don Juan.”

“Hoşlanıp hoşlanmamak önemli değil. Önemli olan, kalkan olarak neyi kullanabileceğindir. Ölümcül yarık açıldığında, savaşçı elinin altındaki her şeyi bunu kapamak için kullanmalıdır. Kuşkucu olmaktan ya da soru sormaktan hoşlanmamanın yok bi önemi. Bu senin tek kalkanın şimdi. Ya!

“Yaz, yaz yoksa ölürsün! Kıvanç içinde ölmek saçma bi ölüm biçimi.”

“Peki, bi savaşçı nasıl ölmeli?” diye sordu don Genaro, aynı benim sesimin titremiyle.

“Savaşçı zorlu ölümle ölür,” dedi don Juan. “Ölümü, onu almak için savaşım vermelidir. Bi savaşçı kendini ona teslim etmez.”

Don Genaro gözlerini koca koca açtı, sonra kırptı.

“Genaro’nun dün sana gösterdiklerinin önemi çok büyük,” diye sürdürdü, don Juan. “Bunu, softaca başından savamazsın. Dün bana, çiftin düşüncesine saplanıp kalmış olduğunu söyledin. Ama şimdi şu haline bak! Artık hiç önem vermiyorsun. Çıldıran insanların sorunu da bu zaten. Çıldırdılar mı tam çıldırırlar. Dün her yanın soruydu, bugün tam bi olurlaşma içindesin.”

Neyi nasıl yaptığıma bakmadan, her yaptığımda bir kusur bulduğunu belirttim.

“Doğru değil!” diye bağırdı. “Savaşçının yolunda, kusura yer yoktur. Sen yeter ki bu yolu izle, o zaman hiç kimse seni eleştiremez. Örneğin, dün. Savaşçının yolu, öncelikle, korku ve kuşku duymaksızın soru sormaktı; don Genaro’yla dövüşmeksizin ya da kendini tüketmeksizin, onun sana rüya görmenin gizemini göstermesine izin vermekti. Savaşçı bugün küstahlık etmeksizin, softalığına saplanmaksızın öğrendiklerini bi araya getirmeliydi. Böyle yap, kimse de sana kusur bulmasın.”

Don Juan’ın sesinden, yaptığım hatalardan ötürü korkunç sıkılmış olabileceğini düşündüm. Ama bana gülümseyerek, kendi sözleri onu güldürmüş gibi kıkırdadı.

Yalnızca kendimi tutmaya çalıştığımı, sorularımla onları sıkmak istemediğimi söyledim. Aslında, don Genaro’nun yaptıkları beni son kerte etkilemişti. Gerçi artık önemi kalmasa da, don Genaro’nun, çalıların ardından, don Juan’ın, kendisini çağırmasını beklediğine inanmış olduğumu söyledim. Sonra da korkumun üstüne oynayıp beni şaşırtmış. Zorla yere yatırıldıktan sonra hiç kuşkusuz bayılmıştım, don Genaro da beni ipnotize etmişti.

Don Juan, öyle kolayca boyun eğmeyecek kadar güçlü olduğumu söyledi.

“Peki, ne oldu öyleyse?” diye ona sordum.

“Genaro, sana çok özel bir şey söylemeye geldi,” dedi. “Çalıların ardından ortaya çıktığında o kendinin çiftiydi. Olanları açıklamamın bi başka yolu daha var ama şimdi olmaz.”

“Neden, don Juan?”

“Çünkü sen henüz özün bütünselliğinden söz etmeye hazır değilsin. Şu anda sana yalnızca bu Genaro’nun, kendisinin çifti olmadığını söyleyebilirim.”

Kafasının bir devinimiyle don Genaro’yu gösterdi. Don Genaro, sürekli gözünü kırpıyordu.

“Dün geceki Genaro, kendisinin çiftiydi. Sana daha önce de söylediğim gibi, çiftin göz ardı edilemeyecek bi erki vardı. Sana çok önemli bi sorunu açıkladı. Bunu yapmak için sana dokunması gerekti. Çift, dostun yıllar önce üzerinde dolaştığı noktaya, ensene hafifçe dokundu. Sen de doğal olarak, bi şimşek gibi dışarı çıktın. Ve gene doğal olarak tam bi orospu çocuğu gibi düşkünlük gösterdin. Seni toparlamak saatler aldı. Böylece, erkini harcadın, savaşçının başarması gerekenleri saati gelip çatınca da yeterli yaşam özün kalmadığı için başaramadın.”

“Nedir bu, savaşçının başarması gereken, don Juan?”

“Sana, Genaro’nun bi şey göstermeye, ışıldayan varlıkların rüya görenler olarak gizini göstermeye geldiğini söylediydim. Çift hakkında bi şeyler bilmek istiyordun. Rüyalarda başlar bu. Ama sen, “Çift nedir?” diye sordun. Ben de, çift, özdür dedim. Öz, çifti rüyasında görür. Bu çok yalın olmalıdır, bizimle ilgili, yalın olan hiçbi şey yok, o da başka. Özün sıradan rüyaları belki yalındır, ama bu, özün de yalın oluğu anlamına gelmez. Çifti düşlemeyi öğrenmeye görsün; öz, işte o an o tekinsiz yol ayrımına varır. Bi de bakmışsın çift, özü düşlüyor.”

Söylediği her şeyi yazmıştım. Yazarken, söylediklerine dikkat etmeye de çalışıyordum ama anlamı kaçırmıştım.

Don Juan açıklamalarını yineledi.

“Dün gecenin dersi rüya görenle, rüyada görülen, ya da kim kimi düşlüyor hakkındaydı.”

“Özür dilerim, anlayamadım,” dedim

İkisi birden gülmeye başladılar.

“Dün gece,” diye, sözü yeniden ele aldı, “neredeyse, erk yerinde uyanmayı seçmek üzereydin.”

“Ne söylemek istiyorsun, don Juan?”

“Başarılması gereken buydu. Aptalca nedenlerinden ötürü düşkünlük göstermeseydin, doruğa ulaşmak için yeterince erkin olacaktı ve kuşkusuz, ölesiye korkutacaktın kendini.

“İyi ki, ya da duruma göre ne yazık ki yeterince erkin yoktu. Aslında sen, erkini kafanın karışıklığı nedeniyle yitirdin. Öylesine karışmıştı ki kafan, neredeyse yaşamaya erkin kalmayacaktı.

“Senin de çok iyi anlayabileceğin gibi, düşkünlük göstermek yalnızca aptallık ve güç yitimi demek değil, aynı zamanda ölüm de demektir. Kendisini yitiren bi savaşçı yaşayamaz. Beden yıkılmaz diye bi şey yok. Tehlikeli biçimde hastalanabilirdin. Öyle olmadı, çünkü Genaro’yla ben senin kimi saçmalıklarını saptırmayı becerebildik.”

Sözlerinin çarpıcı etkisi yavaş yavaş tüm benliğime sindi.

“Dün gece don Genaro, çiftin anlaşılmazlıklarına giden yolda sana kılavuzluk etti,” diye sürdürdü don Juan. “Bunu senin için yalnızca o yapabilirdi. Sen kendini yerde yatarken gördüğünde bu bir görsü ya da sanrı değildi. Düşkünlükler içinde kendini yitirmeseydin, dün gece kendinin bi rüya olduğunun, çiftinin seni rüyada gördüğünün, aynı zamanda senin de onu rüyanda gördüğünün, açık seçik biçimde ayırdına varabilirdin.”

“Ama bu nasıl mümkün olabilir?” don Juan.

“Nasıl olduğunu kimseler bilmez. Biz yalnızca, olabildiğini biliriz. Bu bizim, ışıldayan varlıklar olarak gizimizdir. Dün gece iki rüya gördün, sen, herhangi birinde uyanabilirdin, isteseydin. Ama bunu anlayacak denli erkin kalmamıştı.”

Bir süre gözlerini üstümden çevirmeden bana baktılar.

“Anladığını sanıyorum,” dedi don Genaro.



--Işıldayan Varlıkların Gizi


Don Genaro, saatler boyunca, günlük yaşamımı düzenlemem konusunda akıl almaz yönergeler vererek, beni mutlu etti. Don Juan, don Genaro’nun verdiği yönergeler konusunda çok dikkatli olmamı, zira bunların gülünç de olsa pek ciddi şeyler olduklarını söyledi.

Öğleye doğru, don Genaro ayağa kalktı, tek söz söylemeden çalılara yöneldi. Ben de kalkıyordum ki don Juan beni özenle tutup yerime oturtarak ağırbaşlı bir edayla, don Genaro’nun benimle bir şey daha deneyeceğini bildirdi.

“Neyin peşinde?” diye sordum. “Ne yapacak bana?”

“Bi yol ayrımına yaklaşıyorsun,” dedi. “Her savaşçının geldiği, belirli bi yol ayrımına.”

Ölümümden söz ediyor, diye düşündüm. Soracağım soruyu önceden sezinlemiş gibiydi, hiçbir şey söylememem konusunda beni uyardı.

“Bu konuyu tartışmayacağız,” dedi. “Değindiğim yol ayrımının, büyücülerin açıklaması olduğunu bilmen yeterli. Genaro, buna hazır olduğuna inanıyor.”

“Bu konuda ne zaman konuşacaksın?”

“Bilemem. Alıcı sensin. Sana bağlı. Ne zaman olduğuna sen karar ver.”

“Şu anın nesi var?”

“Karar vermek, öylesine zaman seçmek değildir,” dedi, “karar vermek, ruhunu kusursuzca pekiştirmen, bilgi ve erk sahibi olmak konusunda gereken her şeyi yapmış olman demektir.

“Neyse, bugün Genaro için küçük bi bilmece çözmen gerekecek. Bizden önce gitti—çalığın orda bi yerde seni bekleyecek. Durduğu noktayı ya da ona gidilmesi gereken belirli anı kimse bilmiyor. Evden ayrılma anını belirlemenin de üstesinden gelebilirsen, kendini onun bulunduğu yere götürmenin de üstesinden gelebilirsin.”

Don Juan’a, kimsenin böyle bir bilmeceyi çözemeyeceğini söyledim.

“Evden belirli bir anda ayrılmam, beni don Genaro’yla nasıl buluşturabilir ki?” diye sordum.

Don Juan gülümseyerek bir ezgi mırıldanmaya başladı. Sıkıntılı durumumla eğleniyormuş gibiydi.

“Genaro’nun sana hazırladığı problem işte bu,” dedi. “Eğer yeterince erkin varsa, evden ayrılma zamanını mutlak bi kesinlikle belirlersin. Doğru zamanda ayrılmanın, sana nasıl rehberlik edeceğiniyse kimse bilemez. Ayrıca, yeterince erkin varsa eğer, bunun böyle olacağını sen kendin de göreceksin.”

“Ama bu kılavuzluk nasıl olacak, don Juan?”

“Bunu da kimse bilemez.”

"Don Genaro, herhalde bacağımdan çekecek.”

“O halde, sen de çok dikkatli ol,” dedi. “Eğer Genaro bacağını çekerse, yerinden bile çıkartır.”

Don Juan kendi şakasına güldü. Ona kanlamıyordum. Don Genaro’nun edimleriyle ilgili korkularım oldukça canlıydı.

“Biraz ipucu verebilir misin?” diye sordum.

“İpucu yok,” deyip, kısa kesti.

“Don Genaro bunu neden yapmak istiyor?”

“Seni denemek istiyor,” diye yanıtladı. “Diyelim ki, büyücülerin açıklamasını alıp alamayacağını bilmek, onun için çok önemli. Bilmeceyi çözersen eğer, yeterince erk biriktirdiğin ve hazır olduğun anlaşılacak. Ama yüzüne gözüne bulaştırırsan, buna neden yeterince erkin olmamasıdır, o zaman da büyücülerin açıklaması, senin için hiçbi anlam taşımaz. Bana kalırsa, anlasan da, anlamasan da açıklamayı vermeliyiz; tabii bu benim fikrim. Genaro daha tutucu bi savaşçı; her şeyin yolunda gitmesini ister. Hazır olduğunu kafası almadan bunu sana vermeyecektir.”

“Büyücülerin açıklamasını neden sen hemen söylemiyorsun?”

“Çünkü sana yardım eden don Genaro olmalı.”

“Neden öyle, don Juan?”

“Genaro nedenini sana söylememi istemiyor,” dedi. “Henüz değil.”

“Büyücülerin açıklamasını bilmek beni zedeler mi?” diye sordum.

“Sanmam.”

“Lütfen don Juan, söyle o halde.”

“Şaka mı bu? Genaro’nun bu konularda kesin fikirleri vardır. Ona saygı duymalı, onu onurlandırmalıyız.”

Beni susturan, buyurganca bir devinimde bulundu.

Uzun, sinir bozucu bir suskunluğun ardından bir soru sordum.

“İyi ama bu bilmeceyi nasıl çözerim, don Juan?”

“Gerçekten bilmiyorum. İşte bundan dolayı şöyle ya da böyle yap, diyemem sana,” dedi. “Genaro çok daha yeterli. Bilmeceyi yalnızca senin için tasarladı. Bunu senin için yaptığından ötürü, şu anda yalnızca sana kilitlenmiş durumda. Evden ayrılmanın tam zamanını bi tek sen anlayabilirsin. Seni çağıracak, çağrısıyla da sana rehberlik edecek.”

“Bu çağrı neye benzeyecek?”

“Bilemem. Çağrıyı sana yapacak, bana değil. Doğrudan istencine dokunacak. Başka deyişle, çağrıyı anlamak için istencini kullanmalısın.

“Genaro, bu aşamada, senin istencini çalışan bi birime dönüştürecek denli kişisel erk toplayabildiğinden emin olması gerektiğini düşünüyor.”

“İstenç”, don Juan’ın büyük bir özenle altını çizdiği, ama açık seçik anlatmadığı bir başka kavramdı. Açıklamalarında, “istencin”, karın bölgesinde oluşan, “yarık” adını verdiği, göbek deliğinin altında yer alan bir yerden dışarı çıkan bir güç olduğunu anlamıştım. “İstenç”, yalnızca büyücüler tarafından oluşturulabiliyordu. Kullanabilenler, bununla o olağanüstü edimlerin üstesinden gelebiliyorlardı.

Don Juan’a, benim için bu kerte belirsiz bir şeyin asla çalışan bir birime dönüşemeyeceğini anımsattım.

“İşte, yanıldığın nokta da bu,” dedi. Savaşçıdaki istenç her türlü mantıksal karşı çıkışa rağmen gelişir.”

“Bir büyücü olan don Genaro, hazır olup olmadığımı beni denemeden bilemez mi?” diye sordum.

“Hem de nasıl,” dedi. “Ama bu bilginin hiçbi değeri ya da önemi olmaz, çünkü bunun seninle bi ilgisi yoktur. Öğrenen sensin; o halde, erk demek olan bilgiyi sen istemelisin, Genaro değil. Genaro'yu senin bilmen ilgilendirir, kendi bilmesi değil. İstencinin çalışıp çalışmadığını kendin anlamalısın. Bu, oldukça zor bi nokta. Benim ya da Genaro’nun senin hakkında bildiklerimize bakmaksızın, erk demek olan bilgiyi isteyecek konuma geldiğini kendine kanıtlamalısın. Başka deyişle, istencini çalıştırabileceğine sen inanmalısın. İnanmadıysan, bugün inanmalısın. Bu görevi başaramazsan, Genaro sende ne görürse görsün, henüz hazır olmadığın sonucunu çıkaracaktır.

Karşı konulmaz bir endişe yaşadım.

“Gerekli mi tüm bunlar?” diye sordum.

“Bunlar Genaro’nun isteğidir ve yerine getirilmelidir,” dedi, kesin ama dostça bir sesle.

“Peki, don Genaro’nun benimle ne alıp veremediği var?”

“Belki bugün anlarsın,” dedi ve gülümsedi.

Don Juan’a, beni bu zorlu durumdan kurtarması, gizemli konuşmalarını açıklaması için yalvardım. Güldü, çenemi okşadı; olağanüstü göğüs kaslarına sahip olan, ama sırtı zayıf kaldığı için ağır kiloları kaldıramayan Meksikalı bir halterciyle ilgili şakalar yaptı.

“Şu kaslara bak, hele,” dedi. “Yalnızca göstermek için olmalıydı bunlar.”

“Kaslarımın senin söylediklerinle hiçbir ilgisi yok,” dedim, kavgacı bir tutumla.

“Var, var," diye yanıtladı. “istenç, işleyen bi birim olmadan önce, beden kusursuzluğa ulaşmalı.”

Don Juan, sorgulamanın yönünü yeniden saptırmıştı. Rahatsızdım, hedefime ulaşamamıştım.

Kalktım, mutfağa gidip su içtim. Don Juan beni izledi, don Genaro’nun öğrettiği hayvan çığlığını çalışmamı önerdi. Evin yan tarafına doğru yürüdük; bir odun yığınının üzerine oturdum, kendimi bu çığlığı çıkarmaya verdim. Don Juan kimi düzeltmeler yaparak nefes alma yöntemi hakkında yararlı bilgiler verdi; sonuçta, tam bir bedensel rahatlama hali yaşadım.

Sundurmaya dönüp yeniden oturduk. Bu denli umarsız olmam nedeniyle kimi zaman kendimden usandığımı söyledim ona.

“Umarsız olduğunu hissetmenin kötü bi yanı yok,” dedi. “Hiçbirimiz bu duygunun yabancısı değiliz. Umarsız bebecikler olarak sonsuz zamanlar harcadığımızı unutma. Şu anda karyolasından inemeyen bi bebeciğe benzediğini daha önce de söylemiştim sana. Genaro, sözün gelişi, seni o karyoladan çekip alıyor, işte. Bebecik devinmek ister, beceremeyince yakınır. Bunda bi yanlış yok. Ama yakınmayı, karşı çıkmayı düşkünlüğe varacak denli arttırmak da bi başka konu.”

Benden, kendimi gevşek bırakmamı istedi; daha uygun bir ruh haline gelene dek, ona soru sormamı önerdi.

Bir an kendimi yitmiş gibi hissettim, ne soracağıma karar veremedim.

Don Juan yere bir hasır yaygı sererek oturmamı söyledi. Sonra, büyük bir sukabağını suyla doldurup bir filenin içine yerleştirdi. Bir gezi için hazırlanıyormuş gibiydi. Yeniden yerine oturup kaşlarının bir devinimiyle sorularıma başlamaya yöneltti beni.

Ondan, güve hakkında daha çok şey anlatmasını istedim.

Uzun, araştıran bir bakışla bakıp kıkırdamaya başladı.

“Dosttu, o,” dedi. “Biliyorsun bunu.”

“Tamam da, dost nedir aslında, don Juan?”

“Dostun tam anlamıyla ne olduğunu söyleyemeyiz, tıpkı bi ağacın, aslında ne olduğunu söyleyemeyeceğimiz gibi,”

“Ağaç, canlı bir varlıktır,” dedim.

“Pek bi şey anlatmıyor bana bu," dedi. “Ben de dostun bi güç, bi gerilim olduğunu söyleyebilirim. Bunu daha önce de demiştim, ne var, dost hakkında tek bi şey açıklamıyor.

“Tıpkı ağaçta olduğu gibi, dostu da ancak yaşayarak anlayabilirsin. Yıllarca, seni bi dostla yapacağın o önemli karşılaşmaya hazırlamak için didinip durdum. Bunu anlamayabilirsin ama, ağaçla karşılaşman bile yıllarını aldı. Dostla buluşmak farklıdır. Öğretmen, dostu, çömezine yavaş yavaş, parça parça tanıtmalıdır. Sen, yıllar geçtikçe önemli bilgi birikimine ulaştın. Şimdi bu bilgiyi bi araya getirip, ağacı yaşadığın gibi dostu da yaşayabilirsin.”

“Bunu yaptığımı bilmiyordum, don Juan.”

“Aklın bunun bilincinde değil, çünkü öncelikle dostun olabilirliğini kabul edemez. Neyse ki, dostu bi araya toplayan, akıl değildir. Bedendir. Dostu, aşama aşama sezgiledin sen. Tüm bu sezgiler, bedeninde toplandı. Dost, bu parçaların toplamıdır işte. Bunu tanımlayacak başka bi yol bilmiyorum.”

Bedenimin, aklımın dışında ayrı bir varlık gibi tek başına edimlerde bulunabileceğine inanamadığımı söyledim.

“Bulunmaz zaten, ama biz o hale getiririz. Aklımız pek önemli değildir—o her zaman bedenimizle çelişki içindedir. Tabii yalnızca bi lakırdı bu. Akılla bedeni birleştirmek, bilgi adamının utkusudur. Sen bilgi adamı olmadığına göre, bedenin de aklının almadığı işler yapar. Dost da bunlardan biri. O gece, tam burada dostun varlığını sezdiğinde ne delirmiştin ne de rüya görüyordun.”

Kendisinin ve don Genaro’nun, dostun, beni kuzey Meksika dağlarında, bir yaylanın kenarında bekleyen bir varlık olduğu hakkında içime yerleştirmiş oldukları o korkutucu düşünce ile ilgili sorular sordum. Bana, er ya da geç onunla buluşup güreşmem gerektiğini söylemişlerdi.

"Bunlar, sözle anlatılamayacak gizemlerin dile getiriliş biçiminden başka bi şey değil. Genaro’yla ben, dostun seni o düzlüğün kenarında beklediğini söylediydik. Bak, bu anlatım doğru, ama içinde senin çıkarmak istediğin anlam yok. Dost seni bekler hiç kuşkusuz, ama bi düzlüğün kenarında değil. Tam burada, orada, ya da herhangi başka bi yerde, tıpkı ölümün seni her yerde ve hiçbi yerde beklediği gibi.”

"Dost neden beni bekliyor?”

"Ölüm seni neden bekliyorsa,” dedi, “çünkü sen doğdun. Bunun ne anlama geldiğini bu aşamada açıklayabilmek olası değil. Öncelikle, dostu yaşamalısın. Onu, tam gücündeyken sezgilemelisin. Ancak ondan sonra büyücülerin açıklaması bunu aydınlatabilir. Eninde sonunda, sen de bi noktayı açığa çıkarabildin: dost bi güvedir.

"Yıllar önce seninle dağlara gitmiştik, hani bi şey sana saldırmıştı. Olanları sana anlatamıyordum. Ateşin önünde uçuşan yabancı bi gölge görmüştün. Sen kendin bunun güveye benzediğini söylediydin; ne dediğini bilmesen de doğruyu söylüyordun: bi güveydi o gölge. Bi başka sefer de, gene ateşin başında uyuyakaldığın sırada, bi şey aklını başından alacak kerte korkutmuştu seni. Uyuyakalmaman konusunda seni uyarmıştım, ama bunu göz ardı ettin; bu edim seni dostun insafına bıraktı, öylece güve de ensende tepindi durdu. Hâlâ yaşıyor olman benim için bi muamma olarak kalacak. Bilmiyorsun ama, öldün diye bıraktıydım seni. İşte, yaptığın düşüncesizlik bu kerte ciddiydi.

“O zamandan bu yana, dağlara ya da bozkıra her çıkışımızda, sen ayırdına varmasan da güve bizi sürekli izledi. Sonuç olarak, dost senin için bi güvedir, diyebiliriz. Ama bunun bildiğimiz türden bi güve olduğunu söyleyemem. Dosta güve demek, bi dile getiriş biçimi, oradaki sonsuzluğu anlaşılabilir kılma yolu.”

“Peki, dost senin için de bir güve mi?” diye sordum.

“Hayır. İnsanın, dostu anlayış biçimi kişiseldir,” dedi.

Yine başa dönmüş olduğumuzu belirttim, dostun aslında ne olduğunu söylememişti.

“Kafaları karıştırmanın gereği yok,” dedi. “Şaşkınlık insanın içine düştüğü bi durumdur. Ama çıkmasını da bilmek gerek. Bu aşamada, bi şeyleri açıklığa kavuşturmanın yolu yok. Günün geç saatlerinde bu konuları yeniden ayrıntısıyla ele alabiliriz belki; bu sana bağlı. Ya da, daha çok kişisel erkine bağlı.”

Tek bir söz daha söylemeyi reddetti. Denemede başarılı olamayacağım korkusuyla endişelenmiştim. Don Juan beni evinin arkasına götürdü, sulama kanalının yanına, hasır yaygının üstüne oturttu. Su, öylesine yavaşça deviniyordu ki, bir an akmıyor sandım. Sessizce oturmamı, içsel söyleşimi kesmemi ve suya bakmamı buyurdu. Yıllar önce, su perilerine yakınlık duyduğumu bulguladığını, girişmiş olduğum işlere uygun düştüklerini hissettiğini söyledi. Su perilerinden ne hoşlandığımı, ne de hoşlanmadığımı anımsattım. İşte bundan dolayı suyun bana yararlı olacağını söyledi, çünkü suya kayıtsızmışım. Su, gerilim altındayken beni ne tuzağa düşürebilir ne de reddedebilirmiş.

Hemen ardımda bir yere oturdu; kendimi bırakmamı, korkmamamı, eğer gerekirse kendisinin yardım için orada bulunduğunu söyledi.

Ürkünç bir an yaşadım. Ona bakıp başka yönergeler bekledim. Kafamı zorla suya çevirerek başlamamı buyurdu. Ne yapmamı istediği hakkında hiçbir fikrim yoktu, böylece, ben de dinginleşmekle yetindim. Suya bakarken, karşı kıyıdaki kamışların görüntüsünü yakaladım. Gözlerimi odaklamadan, bilinçsizce bunların üstünde gezdirdim. Suyun yavaş yavaş akışı kamışları titreştiriyordu. Su, bozkır toprağı rengindeydi. Kamışların çevresindeki dalgacıkları, yumuşak bir yüzey üstündeki saban izlerine ya da yarıklara benzettim. Bir an, kamışlar birden devleşti, suyun üstü aşıboyası rengine büründü ve düzleşti; birkaç saniye içinde uyuyakaldım, ya da o ana dek hiç yaşamamış olduğum, sezgisel bir duruma geçtim. Uyuyup harikulade bir rüya görmüş olmam, bunu tanımlamanın en doğruya yakın olan yoluydu.

İstemiş olsaydım, bunu sonsuza dek sürdürebileceğimi ayrımsadığım için, kendimi kişisel bir söyleşiye çektim. Gözlerimi açtım. Hasır yaygının üzerine uzanmış, yatıyordum. Don Juan üç beş karış ötemdeydi. Rüyam öylesine görkemliydi ki, hemen ona anlatmaya başladım. Sessiz kalmamı imledi. Uzun bir sopayla, öte çalılılıktaki iki kuru dalın yerde oluşturdukları uzun gölgeleri gösterdi. Sopasının ucu gölgelerden birinin uzantısını çizermişçesine izledi, birden ötekine atlayıp aynı şeyi yaptı; gölgeler hemen hemen bir ayak uzunluğunda, iki parmak genişliğindeydi; araları bir karış kadardı. Sopanın devinimi, gözlerimin odaklanmasını bozdu; kendimi şaşı bakan gözlerle dört uzun gölgeye bakarken buldum. Ortadaki iki gölge aniden teke inerek olağanüstü bir derinlik duygusu oluşturdu. Bu biçimde oluşmuş gölgede anlatılmaz bir değirmilik ve oylum vardı. Bilinmez bir maddeden yapılmış saydam bir tüp gibiydi. Gözlerimin şaşı baktığını bilmeme karşın, tek bir noktaya odaklanmış olmaları gerçeği çok ilginçti; görüntü öylesine berraktı ki gözlerimi oynatsam da bunu yitirmiyordum.

Tetikteliğimi azaltmaksızın, izlemeyi sürdürdüm. İçimde, gidip o sahneye katılmak gibi beklenmedik bir dürtü duyumsadım. İzlemekte olduğum görüntünün içindeki bir şey beni kendisine çekiyor gibiydi; ama içimde açığa çıkan başka bir şey de yarı bilinçli bir söyleşi başlatmama neden oldu; neredeyse bir anda, kendimi günlük yaşam çevremin içinde buluverdim.

Don Juan beni izliyordu. Şaşırmışa benziyordu. Yanlış bir şey mi var diye sordum. Yanıtlamadı. Oturmama yardım etti. Ancak o an, sırtüstü yatıp göğe bakmakta olduğumu ve don Juan’ın yüzüme doğru eğildiğini ayrımsayabildim. İlk tepkim, uzanmış göğe bakarken gölgeleri görebildiğimi ona anlatmak istemek oldu, ama eliyle ağzımı kapadı. Bir süre sessizce oturduk. Kafamda hiçbir düşünce yoktu, çok belirgin bir dinginlik içindeydim, birden çalılığa gidip don Genaro’yu aramak için karşı konulmaz bir dürtü hissetim.

Don Juan’la konuşmayı denedim; çenesini kaldırıp dudaklarını büzerek, sessizce, konuşmamamı buyurdu. Durumumu mantıklı biçimde değerlendirmeyi denedim; ne yar, bu sessizliğimden öylesine horlanmıştım ki, bunu mantıksal çıkarsamalarla bozmak istemedim.

Kısa bir aradan sonra, o karşı konulmaz araştırma arzusunu yeniden hissettim. Bir patikayı izlemeye başladım. Don Juan, ben önderiymişim gibi ardım sıra geliyordu.

Bir saat boyunca yürüdük. Düşünmemeyi başarmıştım. Sonra, bir tepenin yamacına geldik. Don Genaro oradaydı, kayadan bir duvarın üstünde oturuyordu. Bağırarak, coşkuyla selamladı beni; yerin on beş metre kadar yukarısındaydı. Don Juan beni oturttu, kendisi de yanıma oturdu.

Don Genaro, beklediği yeri bulduğumu, çünkü çıkardığı bi sesle bana kılavuzluk etmiş olduğunu açıkladı. Sözcüklerini seslendirince, kulağımdaki bir vızıltı olduğunu düşündüğüm özel bir sesi gerçekten duyduğumu anladım; bu, bedensel bir durum, içsel bir olay, bilinçle değerlendirilemeyen, anlatılamayan, belirsiz bir ses duygusu gibiydi.

Don Genaro’nun sol elinde küçük bir çalgı var sandım. Oturduğum yerden, bunu tam anlamıyla ayırt edemiyordum. Ağız tamburasına benziyordu; bununla, neredeyse anlaşılmaz, yumuşak, tekinsiz bir ses çıkardı. Ne yaptığını tam olarak anlamam için çalmayı bir süre daha sürdürdü. Sonra, bana sol elini gösterdi. Elinde hiçbir şey, hiçbir çalgı yoktu. Elini ağzına götürüş biçimi nedeniyle bir çalgı çalıyor gibi gelmişti bana. Aslında sesi, dudaklarıyla ve sol elinin yan tarafının, başparmakla işaretparmağı arasında kalan bölümüyle çıkarıyordu.

Don Juan’a dönüp, don Genaro’nun hareketlerine aldandığımı söylemek istedim. Hızlı bir devinim yaparak konuşmamamı, don Genaro’nun yaptıklarına aşırı dikkat göstermemi söyledi. Dönüp don Genaro’ya baktım ama yerinde yoktu. Aşağıya inmiş olduğunu düşündüm. Bir süre bekledim, çalıların ardından ortaya çıksın diye. Üzerinde durduğu kayanın değişik bir biçimi vardı, kayadan bir duvarın yanındaki büyükçe bir çıkıntıyı andırıyordu. Gözümü ondan yalnızca birkaç saniye boyunca ayırmış olmalıydım. Yukarı tırmansa, daha kayadan duvarın doruğuna ulaşmadan onu görürdüm. Aşağı indiyse, oturduğum yerden görünürdü.



Don Juan’a, don Genaro’nun nerede olduğunu sordum. Hâlâ çıkıntının üstünde durduğunu söyledi. Görebildiğim kadarıyla orada kimse yoktu ama don Juan, don Genaro’nun hâlâ kayanın tepesinde durduğu savından vazgeçmiyordu.

Şaka yapar hali de yoktu. Bakışları keskindi. Kesip atarcasına, aklımı, don Genaro’nun yaptıklarını değerlendirecek biçimde kullanmadığımı söyledi. İçsel söyleşimi susturmamı buyurdu. Bir süre çabaladıktan sonra gözlerimi kapamaya başladım. Don Juan üstüme gelip omuzlarımı sarstı. Bakışımı kaya çıkıntısının üstünde tutmamı fısıldadı.

Uyuşukluk içindeydim, don Juan’ın sözleri çok uzaktan geliyor gibiydi. Düşünmeden çıkıntıya baktım. Don Genaro gene oradaydı. Bu, beni hiç meraklandırmadı. Yarı bilincimle, çok zor nefes aldığımı ayırt ettiğim sırada, daha bu konuda tam anlamıyla düşünemeden, don Genaro aşağıya atladı. Bu edim de ilgimi çekemedi. Yanıma geldi, kolumu tutup kalkmama yardım etti; don Juan da öbür kolumdan tuttu. Beni iki yandan desteklediler. Daha sonra yalnızca don Genaro yardımcı oldu yürümeme. Kulağıma, anlayamadığım şeyler fısıldadı, hemen ardından bedenimi yabansı biçimde çektiğini ayrımsadım; deyim yerindeyse, karnımın üstünden kavrayıp çıkıntının ya da başka bir kayanın üstüne çekip almıştı beni. Bir anda kayanın üstüne çıktık. Bunun, o kaya çıkıntısı olduğuna yemin edebilirdim; ne var, görüntü öylesine titrekti ki, tam ayrıntısıyla değerlendiremiyordum. Sonra, içimde bir şey sarsıldı—sırtüstü düştüm. Bir kaygı ya da belki bedensel bir rahatsızlık duygusu içindeydim. Bunun ardından, don Juan’ın benimle konuştuğunu gördüm. Onu anlayamıyordum. Dikkatimi dudaklarında yoğunlaştırdım. Rüya gibi bir duygu yaşıyordum; ben, her yanımı saran, filme benzer bir maddeden yapılmış bir torbayı içeriden yırtmaya çalışırken, don Juan da dışarıdan parçalamaya çabalıyordu. Sonunda torba patladı; don Juan’ın sözleri anlaşılır hale geldi, anlamları berraklaştı. Kendimi yüzeye çıkarmamı buyuruyordu. İtidalimi yeniden kazanmak için umarsızca çabalıyordum; başaramamıştım. Tüm bilincimle, neden başımı bu denli belaya soktuğumu düşündüm. Konuşabilmek için deli gibi çabaladım.

Don Juan, çektiğim zorluğu anlamışa benziyordu. Daha çok çaba göstermem için zorladı beni. Dışımda bir şey, içsel söyleşiye dalmamı engelliyordu. Sanki yabancı bir güç beni uyuşukluğa sürüklüyor, her şeye karşı kayıtsız kılıyordu. Nefesim tükeninceye dek buna direndim. Don Juan’ın benimle konuştuğunu duydum. Bedenim, istemeden, gerilim nedeniyle sarsıldı. Ölümcül bir savaşın göbeğinde, beni nefes almaktan alıkoyan bir şey tarafından sarmalanmışım, kilitlenmişim gibi hissettim. Korkmuyordum, ama denetimsiz bir öfke her yanımı sarmıştı. Öylesine gazaba geldim ki, bir hayvan gibi kükreyip çığlık attım. Sonra, bir nöbete tutuldum; tüm bedenimi saran bir sarsıntı o an durdurdu beni. Yeniden nefes alabiliyordum, don Juan’ın, beni kendime getirmek için karnıma ve boynuma, sukabağındaki suyu boşalttığını ayrımsadım.

Don Juan oturmama yardım etti. Don Genaro, çıkıntının üstünde duruyordu. Adımı söyledi, sonra birden aşağıya atladı. Onun, on beş metre yükseklikten dikine düştüğünü gördüm, karın bölgemde dayanılmaz bir sancı hissettim; aynı duyguyu, rüyalarımda aşağıya düşerken de hissetmiştim.

Don Genaro yanıma geldi, gülerek, uçuşunu beğenip beğenmediğimi sordu. Don Genaro yeniden adımı söyledi.

“Carlitocuk! Bana bak!” dedi.

Sanki hız kazanmak istermiş gibi kollarını dört beş kez iki yana döndürdü, ardından bir anda sıçrayarak görüntümün dışına çıktı, ya da ben öyle yaptığını sandım. Belki de tanımlayamadığım bir şey yapmıştı. Bir buçuk, iki metre uzağımda dururken birdenbire denetim dışı bir güç tarafından emilmiş gibi yok oluverdi.

Yorgundum, kopmuş gibiydim. Bir kayıtsızlık duygusu her yanımı sardı; ne düşünmek istedim, ne de kendimle konuşmak. Korkmamıştım, ama açıklanamaz biçimde mutsuzdum. Ağlamak istedim. Don Juan hiç durmadan parmaklarının boğumlarıyla kafamın tepesine vuruyor, bütün bunlar bir şakaymışçasına da gülüyordu. Kendimle konuşmamı, çünkü içsel söyleşinin en gerekli olduğu anın geldiğini söyledi. Bana, “Konuş! Konuş!” diye buyurduğunu duydum.

Dudak kaslarını istemsizce gerildi. Ağzım ses çıkarmadan deviniyordu. Don Genaro’nun soytarılık ederken ağzını aynı biçimde devindirdiğini anımsadım, ben de onun gibi, “Ağzım konuşmak istemiyor,” diyebilmeyi diledim. Sözcükleri dile getirmek için çabaladım, dudaklarım acıyla çarpıldı. Don Juan kahkahadan iki büklüm olmanın eşiğindeydi. Neşesi öylesine bulaşıcıydı ki, gülmeden edemedim. Ardından, ayağa kalkmama yardım etti. Don Genaro’nun geri gelip gelmeyeceğini sordum. Don Juan, don Genaro’nun, bugün için, benden sıtkının sıyrılmış olduğunu söyledi.


“Neredeyse başarmıştım,” dedi don Juan.

Kilden ocakta yanan ateşin yanında oturuyorduk. Yemek yemem için diretmişti. Aç ya da yorgun değildim. Alışılmadık bir hüzün sarmıştı beni; gün boyunca başıma gelenlerden çok uzaklardaydım şimdi. Don Juan yazı tablamı kucağıma yerleştirdi. Olağan konumuma dönmek için olağanüstü bir çaba harcadım. Ufak tefek bir şeyler çiziktirdim. Yavaş yavaş kendimi topladım. Sanki üzerimden bir yük kalkmıştı; her zamanki ilgi duyan, şaşkın tavrıma yeniden kavuşmuştum.

“İyi, iyi,” dedi don Juan, kafamı tıpışlayarak. “Sana, bi savaşçının gerçek sanatının, korkuyla merakı dengelemek olduğunu söylemiştim.”

Don Juan benzersiz bir konumdaydı. Neredeyse sinirli, endişeli gibiydi. Sanki hiç durmadan konuşmak istiyordu. Beni büyücülerin açıklamasına hazırlıyor sanarak ben de endişelendim. Gözlerinde, yalnızca birkaç kez görmüş olduğum yabansı bir ışıltı vardı. Son kerte olağandışı bir tavır içinde olduğunu düşündüğümü söylememin hemen ardından, benim adıma sevindiğini, bir savaşçı olarak, yoldaşlarının utkularıyla—hele de tinsel utkularsa—mutlu olmaya hakkı olduğunu söyledi. Don Genaro’nun bilmecesini başarıyla çözmüş olmama karşın, ne yazık ki büyücülerin açıklaması için henüz hazır olmadığımı ekledi. Üstüme su döktüğü sırada, neredeyse ölmek üzere olduğumu, tüm başarımın, don Genaro’nun son saldırısını engellemekteki yetersizliğim nedeniyle boşa gittiğini belirtti.

“Genaro’nun erki, seni yutan bi gelgit gibiydi,” dedi.

“Don Genaro bana zarar vermek mi istedi?” diye sordum.

“Hayır,” dedi. “Genaro sana yardım etmek istiyor. Ne var, erk erki çeker. O seni deniyordu, sen ise başaramadın.”

“Ama bilmeceyi çözdüm, değil mi?”

“Çok iyi becerdin,” dedi. “Öylesine iyi becerdin ki, don Genaro senin tam bi savaşçı başarısı göstereceğine inandı. Bitirmene ramak kalmıştı. Bu kez sırtını yere getiren şey düşkünlük değildi aslında.”

“Neydi o halde?” dedim.

“Çok sabırsızsın, çok da sertsin; gevşeyip, Genaro’nun yolundan gitmek yerine, onunla savaşmaya başladın. Genaro’yu yenemezsin; senden daha güçlüdür o.”

Don Juan daha sonra, kendiliğinden, benim insanlarla olan kişisel ilişkilerim konusunda yararlı öğütler verdi. Getirdiği yaklaşımlar, don Genaro’nun daha önce şakayla karıştırarak söylediklerini ciddi bir biçimde tamamlıyordu. Konuşkan bir günündeydi; sözü tarafımdan kesilmeden, bu ve bundan önceki kez neler olduğunu açıklamaya başladı.

“Senin de bildiğin gibi,” dedi, “büyücülüğün dönüm noktası içsel söyleşidir; bu her şeyin anahtarıdır. Savaşçı bunu durdurmayı öğrendiği an her şey mümkün olur; en ulaşılmaz sanılan tasarılar artık avucundadır. Yaşadığın tüm o tekinsiz, endişe verici deneyimlere, bunu başararak geçebildin. Tam bi itidal içinde dostu, Genaro’nun çiftini, rüya görenle rüyada görüleni yaşadın, bugün kendi özünün bütünselliğini neredeyse öğreniyordun, Genaro’nun, senin üstesinden gelmeni istediği edim, başarı buydu işte. Tüm bunlar, biriktirebildiğin kişisel erk miktarı sayesinde gerçekleşebildi. Her şey, bi önceki gelişinde gördüğün o uğurlu kehanetle başladı. Geldiğinde, dostun çevrede gizli gizli dolaştığını duydum; önce, onun sessiz adımlarını duydum, sonra arabadan çıkarken sana baktığını gördüm. Bu, kehanetlerin en iyisiydi benim için. Dost, her zaman yaptığı gibi senin varlığından rahatsız olmuşçasına çevrede dolanıp dursaydı, olayların akışı farklı olacaktı. Dostun o hiç de dostça olmayan tavrını kim bilir kaç kez görmüştüm; ama bu kez kehanet ortadaydı, dostta, sana verilecek bi bilgi parçası olduğunu anlamıştım. İşte o nedenle, sana bilgiyle buluşacaksın demiştim; güveyle, çok uzun süreden beri askıda kalan bi buluşma. Bizim anlayamayacağımız nedenlerden ötürü, dost sana bi güve gibi görünmeyi yeğlemişti.”

“Ama sen dostun biçimi olmadığını, onun varlığının yalnızca yaptıklarıyla anlaşılabileceğini söylemiştin,” dedim.

“Doğru,” dedi. “Ama dost seninle bütünleşen izleyiciler için—-yani, Genaro’yla ben— bi güvedir. Dost, senin için yalnızca bi etki, bedeninde bi his ya da bi ses, ya da bilginin altın parçacıklarıdır. Dost, güve biçimini seçmekle, Genaro’yla bana bi şeyler anlatmak istiyordu. Güveler bilgi dağıtır; büyücülerin dostu ve yardımcılarıdırlar. İşte, dostun çevreden bi güve biçiminde dolaşması nedeniyle Genaro sana çok önem veriyor.

“Güveyle bi araya geldiğin gece, benim de beklediğim gibi, senin için bilgiyle gerçek buluşma oldu bu. Güvenin çağrısını öğrendin, kanadının altın tozlarını hissetin, ama her şeyin ötesinde o gece, yaşamında ilk kez, gördüğünden emin oldun ve bedenin, bizlerin ışıldayan varlıklar olduğumuzu öğrendi. Genaro, yaşamının bu muazzam anını hakkıyla anladı. Genaro, olağanüstü bi güç ve açık seçiklikle sana bizim bi duygu olduğumuzu, bedenimiz dediğimiz şeyin, sezgisi olan, ışıltılı telciklerin kabuğu olduğunu gösterdi.

“Dün gece, dostun tüm uğuru gene senin üzerindeydi. Geldiğinde neler olduğunu anlamak için baktığımda, rüya görenle rüyada görülenin gizini sana açıklaması için Genaro’yu çağırmam gerektiğini anladım. Her zaman yaptığın gibi, seni mandepsiye getirdiğimi sandın. Aklın inanmayı reddetse bile, Genaro yalnız senin için gelmişti; çalıların ardından gizlenmiyordu.”

Don Juan’ın demecinin en zor inanılabilir bölümü de buydu. Kabul edemezdim. Don Genaro’nun gerçek ve bu dünyada olduğuna inandığımı söyledim.

“Tanık olduğun her şey sapına dek gerçek ve bu dünyadandı,” dedi. “Bi başka dünya yok. Bu engel, bu çaparız senin en özel diretme biçimin, üstelik bu özellik, açıklamalarla şifa bulacak gibi değil. Neyse, Genaro bugün doğrudan bedenine seslendi. Bugün yaptıklarını dikkatlice incelersen, bedeninin, olagelenleri kayda değer biçimde bi araya getirebildiğini görürsün. Her nasılsa, sulama kanalının orada, gördüklerinle ilgili olarak düşkünlük göstermekten uzak durabildin. Tıpkı bi savaşçı gibi, az bulunur bi denetim ve mesafelilik örneği gösterdin, hiçbi şeye inanmadın ama gene de gerektiği gibi hareket edip, Genaro’nun çağrısını izlemeyi başardın. Benden hiçbi yardım almadan bulabildin onu.

“Kayalık çıkıntıya vardığımızda, saçının teline dek erkle dopdoluydun, onun için Genaro’yu, onca büyücünün aynı nedenle durdukları yerde dururken gördün. Çıkıntıdan atladıktan sonra, sana doğru yürüdü. O anda erkin ta kendisiydi. Daha önce su kanalının orda davrandığın gibi davranabilseydin, onu olduğu gibi, yani ışıldayan bir varlık olarak görebilecektin. Ama sen korktun; özellikle de Genaro seni çekip alınca. Bu bile, seni sınırlarının, ötesine götürmeye yeterdi. Ama yeterince gücün yoktu, yeniden mantığının dünyasına düştün. Sonra da, doğal olarak kendinle ölümcül bi kavgaya tutuştun. İçinde bi şey, istencin Genaro’yla gitmek istedi, aklınsa buna karşı geldi. Sana yardım etmemiş olsaydım, şu anda seni o erk yerine gömüyor olacaktık. Ama bi ara, sonuç, benim yardımıma karşın kuşku vericiydi.”

Birkaç dakika sessiz durduk. Onun konuşmasını bekledim. Sonunda, dayanamayıp sordum, “Don Genaro, benim kaya çıkıntıya sıçramamı mı sağladı?”

“Bu sıçrama işini senin anladığın anlamda ele alma,” dedi. “Bi daha söylüyorum, yalnızca bi konuşma biçimi bu, Kendinin bi beden olduğunu düşündüğün sürece ne dediğimi anlayamazsın.”

Sonra, lambadan yere kül döküp yerin iki karışlık bölümünü kaplayarak parmağıyla üstüne bir şekil, bir şema çizdi. Bunun, çizgilerle birbirilerine bağlı sekiz noktası vardı; geometrik bir şekildi.

Yıllar önce, aynı yaprağın bir ağaçtan üst üste dört kez düşmesinin bir yanılsama olmadığını anlatırken, buna benzer bir şekil çizmişti.

Küldeki şemanın iki merkezi vardı; birini “akıl” öbürünü de “istenç” diye adlandırdı. “Akıl”, “konuşma” adını verdiği bir noktayla doğrudan bağlantılıydı, “akıl”, “konuşma” yoluyla, öbür üç noktayla, “hissetme”, “rüya görme”, ve “görmeyle” dolaylı olarak bağlantılıydı. “İstenç” adlı öbür merkez, “hissetme”, “rüya görme”, ve “görme” noktalarıyla doğrudan; “akıl” ve “konuşma” noktalarıyla da dolaylı biçimde bağlantılıydı.

Şemanın, yıllar önce bana göstermiş olduğundan farklı olduğunu anımsattım.

“Dış biçim önemli değil,” dedi. “Bu noktalar bi insanı simgeliyor, istediğin gibi çizebilirsin.”

“Bir insanın bedenini mi simgeliyorlar?” diye sordum.

“Buna beden deme,” “Bunlar, ışıldayan bi varlığın telcikleri üzerindeki sekiz nokta. Senin de, çizgenin üzerinde görebileceğin gibi, bi büyücü, insanın her şeyden önce istenç olduğunu söyleyecektir, çünkü istenç, hissetme, rüya görme ve görme noktalarıyla doğrudan bağlantılıdır; bunun ardından, insan akıldır. Bu, istençten daha küçük bi merkez, çünkü yalnızca konuşma ile bağlantılı,”

“Öbür iki nokta nedir, don Juan?”

Bana bakarak gülümsedi.

“Seninle bu şema üzerinde ilk konuştuğumuzdakine oranla çok daha güçlüsün şimdi,” dedi. Ama sekiz noktanın tümünü de bilecek denli değil. Genaro, bi gün sana öbür ikisini de gösterir.”

“Herkesin sekiz noktası var mı, yoksa yalnızca büyücülerin mi var?”

“Şöyle diyelim: hepimiz doğarken bu sekiz noktayla geliyoruz dünyaya. İkisi, akü ve konuşma', herkesçe bilinir. Hissetme biraz bulanıkçadır ama tanınmaz da değildir. Ama insan yalnızca büyücülerin dünyasında tanışır rüya görme, görme ve istenç ile. Sonuncularla ise, bu dünyanın dış kıyılarında rastlaşırız. Sekiz noktanın tümü, özün bütünselliğini oluşturur.”

Şemanın üzerine, tüm noktaların, dolaylı bağlantılarla, birbirlerine bağlanabileceklerini gösterdi.

Açıklamasız kalan iki gizemli noktayla ilgili soru sordum, yeniden. Bana, bunların yalnızca “istenç” ile bağlantılı olduğunu, “hissetme”, “rüya görme” ve “görme” ile uzak durduklarını, “konuşma” ve “akıl” noktalarıyla ise iyice ayrı düştüklerini gösterdi. Parmağıyla, ötekilerden ve birbirilerinden yalıtılmış olduklarını imledi.

“Bu iki nokta, konuşma ve akıl noktalarına hiçbi zaman katılmaz,” dedi, “anca istenç idare edebilir onları. Akıl ise öylesine uzak düşer ki, bunları bi arada düşünmek yararsızdır. Bu ayırdına varılması en zor olan şeylerden biridir; eninde sonunda, aklın asıl hüneri her şeyi mantıksal bi sonuca ulaştırmak değil de nedir?”

Bu sekiz noktanın, insanın kimi noktalarına ya da organlarına denk düşüp düşmediklerini sordum.

“Doğru,” diye kısaca yanıtlayıp şemayı sildi.

Kafama dokundu, “akıl” ve “konuşma” merkezinin burası olduğunu söyledi. Göğüs kemiğinin ucu “hissetme” merkeziydi. Karın deliğinin altındaki bölge “istençti”. “Rüya görme”, kaburgaların sağ karşısında, “görme” ise solundaydı. Kimi savaşçılardaysa bazen “görme" de “rüya görme” de sağ tarafta olurmuş.

“Diğer iki nokta nerede?” diye sordum.

Verilebilecek en açık seçik yanıtı verdi: karnını hoplatarak, kahkahalarla gülmeye başladı.

“Ne yılansın sen,” dedi. “Beni yaşlı, uykucu bi teke belledin, he?”

Sorularımın ister istemez böyle bir ivme kazanmış olduğunu açıkladım.

“Aceleci olma,” dedi. “Gerektiğinde öğrenecek, ondan sonra da tek başına, kendinle kalacaksın.”

“Seni bir daha göremeyecek miyim demek istiyorsun don Juan?”

“Hiçbi zaman,” dedi. “Genaro’yla ben hep ne idiysek o olacağız: yolların tozu.”

Midemin ucunda bir sarsıntı hissettim.

“Sen ne diyorsun, don Juan?”

“Diyorum ki, hepimiz anlaşılamaz, ışıldayan, sınırsız varlıklarız. Sen, Genaro ve ben kendi kararımız olmayan bi amaçla bi araya geldik.”

“Hangi amaçtan söz ediyorsun?”

“Savaşçının yolunu öğrenmekten. Bundan kurtulamazsın, bizler de. Görevimiz bitmediği sürece, beni ya da Genaro’yu göreceksin ama tamamlanır tamamlanmaz özgürce uçacaksın.

Yaşamının gücünün seni nerelere sürükleyeceğini de kimsecikler bilemeyecek.”

“Peki, don Genaro’nun bu işle ilişkisi ne?”

“Bu konu henüz senin ilgi alanın içinde değil,” dedi. “Bugün, Genaro’nun başlattığı şeyi bitirmeliyim; bizlerin ışıldayan varlıklar olmamız gerçeğini. Bizler algılayanlarız. Biz bi bilinçliliğiz; bizler nesne değiliz; yoğunluğumuz, katılığımız yok. Sınırsızız biz. Nesneler ve yoğunluklar dünyası, yalnızca bu âleme geçişimizi kolaylaştırmak içindir. Yalnızca bize yardımcı olmak için yaratılmış bi betimleme. Bizler ya da aklımız, betimlemenin salt betimleme olduğunu unutur, böylece özümüzün bütünselliğini tuzağa düşürürüz ki deme gitsin. Yaşamımız boyunca nadiren kurtulabildiğimiz bi kısır döngüye girmişizdir bi kez.

“Şu an, kendini aklın düğümlerinden kurtarmaya kaptırmışsın, örneğin. Genaro’nun, çalılığın kenarından öylece çıkıvermesi akıl almaz, düşünce dışı bi şey senin için, ama bi yandan da tanık olduğun bu şeyi reddedemiyorsun. Çünkü olduğu gibi algıladıydın bunu.”

Don Juan kıkırdadı. Küllerin üstüne özenle bir başka şema çizdi, ben bunu deftere geçiremeden önce onu şapkasıyla örttü. “Algılayanlarız biz,” diye başladı. “Algıladığımız dünya, aslında bi yanılsama. Doğduğumuz andan başlayarak bize anlatılan bi betimlemeden yaratılan bi yanılsama.

“Bizler, ışıldayan varlıklar, iki erk halkasıyla birlikte doğduk; ne var, dünyamızı yaratmak için yalnızca birini kullanırız. Biz doğduktan hemen sonra bize takılan bu halka akıldır, yoldaşıysa konuşma. İkisinin arasında tertip edilip sürdürülür bu dünya.

“Yani, aslında, aklının sürdürmek istediği dünya, bi betimlemeden, aklın kabullenmeyi ve savunmayı öğrendiği değiştirilemez kurallarından yaratılan dünyadır.

“Işıldayan varlıkların gizi ise şudur; hiçbi zaman kullanmadıkları ikinci bi erk halkası daha vardır onların: istenç. Büyücünün oyunu, sokaktaki adamın oyunuyla aynıdır. İkisinin de bi betimlemesi vardır. Biri; sokaktaki adam, bunu aklıyla destekler. Diğeri; büyücü ise istenci ile. İki betimlemenin de kendine özgü kuralları vardır. Ama büyücü daha üstün durumdadır, çünkü istenç, akla oranla daha kapsayıcıdır.

“Bu aşamada varmak istediğim nokta şu: betimlemenin, aklınla mı yoksa istencinle mi desteklendiğini sezgilemelisin artık. Bunun günlük yaşamı bi meydan okuyuşa dönüştürmenin biricik yolu, özünün bütünselliğine ulaşman için gereken yeterli erki biriktirmen için bi araç olacağını hissediyorum.

“Belki, gelecek sefer yeterince erkin olur. Her ne olursa olsun, bunu hissedene dek bekle, tıpkı bugün sulama kanalının orada hissettiğin gibi; iç sesin söylesin sana bunu. Eğer başka bi ruhla gelirsen, hem zaman kaybı hem de bi tehlike olur bu, senin için.”

İç sesimi beklersem, onları belki de bir daha hiç göremeyeceğimi anımsattım.

“Kişi köşeye sıkışmaya görsün; nelere kadirdir, bi bilsen, şaşırır kalırsın,” dedi.

Ayağa kalkarak bir kucak odun aldı. Ateşe birkaç kuru dal koydu. Alevler sarımsı bir parıltı oluşturdu. Sonra lambayı söndürerek, küllerin üzerine çizdiği şekli örten şapkasının önünde çömeldi.

Dingince oturmamı, içsel söyleşimi durdurmamı ve gözümü şapkasından ayırmamamı buyurdu. Bir süre çabaladıktan sonra yüzermiş ya da bir tepeden aşağı düşermiş gibi bir duygu hissettim. Beni taşıyan hiçbir şey yokmuş, oturmuyormuşum, ya da bedenim yokmuş gibiydi.

Don Juan şapkasını kaldırdı. Altında külden sarmallar vardı. Düşünmeden, bunları izledim. Sarmalların devindiklerini hissettim. Onları midemde hissettim. Sarmallar katlanıyorlar gibiydi. Sonra, canlanıp kabardılar—birden don Genaro’yu karşımda oturur buldum.

Görüntü bir anda içsel söyleşime dönmeye zorladı beni. Uyuyakaldığımı sandım. Kısa aralıklarla nefes almaya başladım, gözlerimi açmak istedim, ama gözlerim zaten açıktı.

Don Juan’ın ayağa kalkıp çevrede dolanmamı söylediğini duydum. Olduğum yerde sıçrayıp, sundurmaya doğru koştum. Don Juan’la don Genaro da peşimden seyrettiler. Don Juan, lambasını getirdi. Bir türlü nefesimi düzenleyemiyordum. Daha önce de yapmış olduğum gibi, yüzüm batıya dönük biçimde yerimde koşarak dinginleşmeyi denedim. Kollarımı sarkıtarak yeniden nefes almaya başladım. Don Juan yanıma gelip, bu devinimlerin yalnızca alacakaranlıkta yapılacağını söyledi.

Don Genaro, benim için alacakaranlık olduğunu söyledi; ikisi birden gülmeye başladılar. Don Genaro çalılara doğru koştu, dev bir sapan lastiğiyle fırlatılmışçasına hızla sundurmaya geri döndü. Aynı devinimi üç ya da dört kez yineleyerek yanıma geldi. Don Juan bir çocuk gibi kıkırdayarak, gözlerini dikmiş bana bakıyordu.

Birbirlerine kaçamak nazarlarla baktılar. Don Juan yüksek sesle don Genaro’ya, aklımın tehlikeli olduğunu, yatıştırılmadığı takdirde beni öldürebileceğini söyledi.

“Aman Tanrım!” diye bağırdı don Genaro, kükreyen bir sesle, “Yatıştır şunun aklını!”

Çocuklar gibi şen kahkahalar atarak gülmeye başladılar.

Don Juan beni lambanın altına oturtup, defterimi elime tutuşturdu.

“Bu gece gerçekten de dalga geçtik seninle,” dedi yatıştırıcı bir sesle. “Korkma sakın. Genaro şapkamın altında gizleniyordu.”



Ne iyi geldi yeniden okumak :)



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön