Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

buyu gecisleri bolum 21


21 BÖLÜM


Geçiş dönemim, Emilito’nun bana onun düşüncelerini yanlış anladığım için saldırmasıyla hemen orada bitiverdi. O andan sonra soytarılık yapmayı bırakıp bana son derece zorlu işler vermeye başladı. Artık çiftle ya da büyücülüğün bir başka yanıyla ilgili uzun açıklamalar ve dolayısıyla entelektüel anlayış nedeniyle kazanılan teselliler yoktu. Yalnızca faydacı ve zorlu çalışmalar vardı. Aylarca her gün sabahtan akşama kadar, yorgunluktan bitkin düşmüş bir halde ağaç evde uykuya dalıncaya kadar çalışıyordum.

Kung Fu idmanı yapmak ve bahçede çalışmanın yanı sıra öğle ve akşam yemeklerini hazırlamaktan da ben sorumluydum. Hizmetçi bana sobayı nasıl yakacağımı ve bazı kolay yemekleri nasıl hazırlayacağımı gösterdi; bu annemin denediği ama tümüyle başarısız olduğu bir şeydi. Başka görevlerim de olduğundan çoğu zaman bütün malzemeyi bir tencereye doldurarak pişmesi için sobanın üzerine koyuyor ve daha sonra yemek zamanı geri geliyordum. Aynı türlüyü birkaç hafta boyunca yaptıktan sonra mükemmel bir tat karışımı elde ettim. Emilito, iyi bir aşçı olmasam bile en azından yemeklerimin yenebilir hâle geldiğini söyledi. Bunu bir kompliman olarak kabul ettim çünkü hayatım boyunca kekten rulo köfteye kadar yenebilir hiçbir şey yapamamıştım.

Yemeklerimizi tam bir sessizlik içinde yiyorduk. Sessizlik yalnızca o, bana bir şey söylemek istediğinde bozuluyordu. Ama ben konuşmak istediğimde bana narin sindirim sistemini anımsatmak için karnına vuruyordu.

Zamanımın büyük bir bölümü hâlâ özetlemeye ayrılmıştı. Hizmetçi bana daha önce özetlediğim olay ve kişilerin üstünden bir kez daha geçmemi söyledi ama bu kez bunu ağaç evde yapmam gerekiyordu. Kendimi her gün ağaç eve çıkarmak, baştaki yükseklik korkumun ortadan kalkmasını sağladı. Açık havada olmaktan zevk almaya başladım, özellikle bu iş için ayırdığı öğleden sonraları. Clara’nın nezareti altında, karanlık bir mağarada özetleme yapmıştım. O özetlemenin havası ağır, topraksı, kasvetli ve çoğu zaman korkutucuydu. Emilito’nun rehberliğinde ağaç evde yaptığım özetleme çalışmasa başka bir hava hakimdi. Bu çalışmalar, hafif, havasal, şeffaftı. Olayları daha önce benzeri görülmemiş bir netlikle anımsıyordum. Eklenen enerjimle ya da yerden yukarıda olmanın etkisiyle, çok daha fazla ayrıntıyı anımsayabiliyordum. Her şey canlı ve belirgindi, daha önceki özetleme çalışmalarımın tersine daha az kendine acıma, daha az korku ve daha az pişmanlıkla yüklenmişti.

Clara bana, ömrüm boyunca karşılaştığım tüm insanların adını yere yazmamı ve o kişi ile ilgili anıları soluyarak içime çektikten sonra, elimle silmemi istemişti. Diğer yandan Emilito bana o kişilerin isimlerini kuru yapraklara yazdırdı ve onlarla ilgili anımsadığım her şeyi soluyarak içime çektikten sonra yaprakları kibritle yaktırdı. Bana yaprakları yakıp kül haline getirmem için her tarafında yuvarlak, özenle açılmış küçük delikleri olan yirmi santimetre boyunca metal bir küp verdi; bu özel bir araçtı. Kutunun bir tarafının yarısına küçük bir pencere gibi bir cam takılmıştı. Kapağın alt tarafında, merkezde sivri bir iğne vardı. Pencerenin olduğu tarafta, üzerine bir kibrit takılan ve kibritin kapak kapatıldıktan sonra kutunun içindeki sert bir yüzeye dışarıdan sürtülerek yakılmasın sağlayan bir kol vardı.

Emilito, “Yangın çıkarmamak için kuru yaprağı kapaktaki iğneye takmaksın ki,” dedi. “Kapağı kapadığında yaprak, kutunun ortasında havada asılı kalsın. Sonra küçük cam pencereden kutunun içine bak, kolu kullanarak kibriti yak ve onu yaprağın altına getir, sonra onun yanıp kül olmasını izle.”


Alevlerin her bir yaprağı yakıp bitirmesini izlerken, her zaman dumanı solumamak için dikkat ederek, ateşin enerjisini gözlerimden içeriye çekmem gerekiyordu. Emilito bana yaprakların külünü metalden bir kaba ve kullanılmış kibritleri kâğıttan bir torbaya koymamı söyledi. Her kibrit, o belirli kibrit tarafından parçalarına ayrılmış olan kuru yapraktaki adı yazılı olan kişiden geriye kalan kabuğu temsil ediyordu. Metal kap dolduğunda, onu ağacın tepesinden, rüzgârın külleri dört bir yana savuracağı bir biçimde boşaltacaktım. Kâğıt torbadaki yanmış kibritleri bir ipe bağlayarak aşağıda duran Emilito’ya sarkıtacaktım ve Emilito onları bir maşa yardımıyla tutarak bu iş için kullandığı özel bir sepete koyacaktı. Emilito, kibritlere ya da torbaya dokunmamaya dikkat ediyordu. Benim tahminim, onları tepelerde bir yere gömdüğü ya da onları suyun parçalaması için ırmağa attığıydı. Emilito bana, kibritlerin atılmasının, dünya ile olan bağların koparılması için yapılan son edim olduğunu söyledi.

Uç ay kadar öğleden sonraları özetleme yaptıktan sonra, Emilito birden bire planlarını değiştirdi.

Bir sabah benim için hazırladığı yemeği yukarıya gönderirken, “Senin sıkıcı türlünü yemekten bıktım,” dedi.

Buna çok sevinmiştim; yalnızca ağaç evde geçirecek daha çok zamanım olacağına değil aynı zamanda başka birisinin hazırladığı yemekleri çok sevdiğim için.

Emilito’nun yaptığı yemeği ilk tattığımda, Clara’nın bana verdiği yemekleri kesinlikle kendisinin yapmadığına emin oldum. Gerçek aşçı her zaman Emilito’ydu. Emilito, yemekleri çok özel bir zevkle hazırlıyor ve bu nedenle de onları yemek büyük bir zevk oluyordu.

Her sabah saat yedi civarında, Emilito ağacın altındaki sepete koyduğu yemeği yukarıya yollamak için hazır oluyordu. Kahvaltıyı ağaç evinde yaptıktan ve hoşa gitmeyen bir şeyleri ortaya çıkarma korkusundan kurtulduktan sonra, şimdi heyecanlı bir inceleme ve içgörür haline gelmiş olan özetlemeye devam ediyordum. Çünkü geçmişimin daha fazla bölümünü soluyarak içime çektikçe kendimi daha hafif ve daha özgür hissediyordum.

Eski, geçmişte kalan bağları koparttıkça yeni bağlar kurmaya başladım. Bu durumda bağlarım, bana rehberlik eden eşsiz varlıklaydı. Emilito sert ve burnumu sürtmeye hazır olduğu halde, özünde bir tüy kadar hafifti. Önceleri hem o hem de Clara, kendilerine benzediğimi söylediklerinde şaşırmıştım. Ama daha derinlemesine bir incelemeden sonra Clara kadar ağır ve Emilito kadar kararsız, hatta onun kadar deli olduğumu kabul etmek zorundaydım.

Bir kez Emilito’nun tuhaflığına alıştıktan sonra, onunla Clara ya da Nagual, hatta Manfred arasında bir fark • olmadığını gördüm. Onlar için hissettiğim duygular iç içe geçti öyle ki Emilito için sevgi duymaya ve bir gün onu Emilito diye çağırmaktan hoşlanmaya başladım. İlk karşılaştığımızda, hizmetçi bana adının Emilito, yani Emilito’nun İspanyolcada dostlar arasında kullanılan biçimi olduğunu söyledi. Yetişkin bir adama, “Emilito cuk,” demek bana saçma gelmişti ve bunu istemeyerek yapmıştım. Ama onu daha iyi tanıdıkça, onu başka türlü çağırmak bana garip gelmeye başladı.

Ne zaman onların dördünü düşünsem, zihnimde birleşiyorlardı. Ama onları asla Nelida’yla birleştiremezdim. O, benim için çok özeldi; onu gerçek dünyada yalnızca bir kez görmüş olmama rağmen, onu herkesten ayrı ve herkesin üstünde tutuyordum. Ona baktığım gün, aramızda zaten var olan bağın resmileştiğini hissetmiştim. Ne kadar geçici olursa olsun, günlük dünyanın farkındalığındaki tek bir karşılaşma, bu bağı kopartılamaz ve sonsuza kadar sürecek hâle getirmeye yetmişti.


Bir gün mutfakta öğle yemeğimizi yedikten sonra, Emilito bana bir paket verdi. Onu tuttuğumda, Nelida’dan olduğunu biliyordum. Üzerinde gönderenin adresini bulmaya çalıştım ama adres yoktu. Paketin üzerinde, dudaklarını öpmek için uzatmış bir kadın karikatürü vardı, içinde Nelida’nın el yazısıyla, “Ağacı öp,” yazılıydı. Paketi yırtıp açtım ve içinde yumuşak deriden, ön tarafında bir kordon olan bir çift boğazlı ayakkabı buldum. Ayakkabıların tabanlarına lastikten takozlar takılmıştı.

Onları Emilito’nun görebileceği bir biçimde kaldırdım. Bunların hangi amaçla kullanıldığını anlayamıyordum.

Emilito, kafasını onları tanıyormuş gibi sallayarak, “Bunlar, senin ağaca tırmanma ayakkabıların,” dedi. “Nelida senin, düşme korkuna rağmen ağaçları sevdiğini biliyordu. Takozlar, ağacın kabuklarını zedelemeyesin diye lastikten yapılmış.”

Paketin gelişi Emilito için bana ağaca tırmanmak ile ilgili ayrıntılı, bilgiler vermesi içi bir işarete benziyordu. Şimdiye kadar, kendimi ağaç eve çıkarmak için yalnızca koşumları kullanmıştım. Ve bazen, sanki bir hamakta yatıyormuşum gibi koşumun içinde uyuklamış ya da uyumuştum. Ama ok alçaktaki bir dala asılmak dışında ağaca hiç tırmanmamış tim.

Emilito, ciddi bir ses tonuyla, “Şimdi senin neden yapılmış olduğunu anlama zamanı geldi,” dedi. “Yeni görevin zor olmayacak ama dikkatinin tamamını onun üzerine vermezsen bu çok tehlikeli olabilir. Yeni kazandığın enerjinin tamamını sana göstereceğim şeyi öğrenmek için harcamaksın.”

Emilito, kendisini evin önündeki uzun ağaçlardan oluşan korulukta beklememi söyledi. Biraz sonra elinde uzun, yassı bir kutuyla yanıma geldi. Kutuyu açtı ve içinden birkaç emniyet kolonu ve kaya tırmanışlarında kullanılan yumuşak bir ip çıkardı. Emniyet kolanlarından birini belime taktı ve ona dağcılıkta kullanılan emniyet kancalarıyla daha uzun bir kemer taktı. Kendi beline de buna benzer bir kemer takarak, daha uzun olan kemeri ağacın gövdesinin etrafına kancalayarak ve bunu ağacın gövdesinden yukarıya çıkmakta destek olarak kullanarak bana bir ağaca nasıl tırmanılacağım gösterdi. Emilito hızlı ve kesin hareketlerle tırmandı; tırmanırken kendim emniyete almak için yolu üzerindeki dallara ipi doladı. Bunun sonucunda onun, ağacın bir tarafından diğerine güvenli bir biçimde hareket edebilmesini sağlayan ipten bir ağ oluştu.

Emilito, ağaca tırmandığı kadar çevik bir şekilde aşağıya indi. “Tüm iplerin ve düğümlerin güvenli olduğundan emin olmalısın,” dedi. “Burada büyük bir hata yapamazsın. Küçük hatalar düzeltilebilir; büyük hatalarsa ölümcüldür.”

Gerçekten de şaşırmış bir halde, “Ama Tanrım, senin yaptığının aynısını mı yapmam gerekiyor?” diye sordum.

Artık yükseklikten korkmuyordum, yalnızca bütün o kancaları ve ipleri yerine bağlayacak sabrım olmadığını düşünüyordum. Koşumun içinde ağaca çıkıp inmeye alışmam bile bir hayli zamanımı almıştı.

Emilito kafasını evet der gibi salladı ve neşeyle güldü. “Bu gerçek bir meydan okuma,” dedi. “Ama buna bir kez alıştığında, yaptıklarına değdiğini anlayacaksın. Ne demek istediğimi göreceksin.”

Bana bir ip verdi ve sabırla nasıl düğüm atıp düğümleri nasıl çözeceğimi, tırmanmak için kullanılacak yeni bir ip hattı çekmek için ipi ağacın dallarına sararken ağacın kabuğuna zarar vermemek için tırmanma iplerimin içinden geçen lastik hortum parçalarını nasıl kullanacağımı ve tırmanışta kuş yuvalarını bozmaktan kaçınmak için neler yapmam gerektiğini gösterdi.

Bunu izleyen üç ay boyunca, onun sürekli nezareti altında, kendimi alçak dallarla sınırlayarak çalıştım. Araç gereçleri iyi bir biçimde kontrol edebilir hâle geldiğimde, ellerim artık eldiven takmama gerek kalmayacak kadar nasır tuttuğunda, hareketlerim yeteri kadar esneklik ve denge kazandığında, Emilito daha yüksek dallara tırmanmama izin verdi. Yüksek dallarda da, alçak dallarda öğrendiğim hareketlerin aynılarını büyük bir gayretle çalıştım. Ve bir gün, bunu yapmaya çalışmadığım halde, tırmanmakta olduğum ağacın en tepesine ulaştım. O gün Emilito, bana vereceği en anlamlı hediye olduğunu söylediği şeyi verdi. Bu, Amerika’daki ordu malzemesi satan dükkânlardan birinden alındığı belli olan üç kamuflajlı tulum ve bunlara uygun başlıklardan oluşan bir takımdı.

Orman elbiseleri giyinmiş olarak, evin önündeki yüksek ağaçlardan oluşan korulukta yaşamaya başladım. Yalnızca tuvalete gitmek ve bazen de Emilito ile birlikte yemek için aşağıya iniyordum. Yeterince yüksek olmak kaydıyla, istediğim her ağaca tırmanıyordum. Tırmanmayı reddettiğim yalnızca birkaç ağaç vardı; çok yaşlı ve benim varlığımı bir işgal olarak görecek olanlar ve iplerimle hareketlerimi kaldıramayacak kadar genç olanlar.

Genç, güçlü ağaçları yeğliyordum çünkü beni mutlu ve iyimser kılıyordu. Ama daha yaşlı bazı ağaçlar da iyi oluyordu çünkü söyleyecek çok şeyleri vardı. Ama Emilito’nun, gece uyumam için izin verdiği tek ağaç üzerinde ev olan ağaçtı çünkü onun üzerinde bir paratoner vardı. Platform yatakta, deri koşumlarda ve hatta bazen kendi seçtiğim bir dala asılı olarak uyuyordum.

En sevdiğim dallar kalın ve üzerinde çıkıntı olmayanlarıydı. Dallarda yüzüstü yatıyordum. Kafamı, hep yanımda getirdiğim bir yastığa koyarak dala kollarım ve bacaklarımla sarılıyor, dikkatli ama canlandırıcı bir dengeyi koruyordum. Tabi ki her zaman belime bir ip bağlayıp diğer ucunu da yüksekteki bir dala bağlıyordum; böylece uyurken dengemi kaybedersem yere düşmemiş oluyordum.

Ağaçlar için geliştirdiğim hisler kelimelerin ötesindeydi. Onların içlerinde bulundukları ruh hallerini, yaşlarını, içgörürlerini ve hissettiklerini bildiğime emindim. Bir ağaçla, bedenimin içinden gelen bir duyum aracılığıyla doğrudan doğruya iletişimde bulunabiliyordum. İletişim çoğunlukla, neredeyse Manfred için duyduğum sevgi kadar yoğun olan saf bir sevginin içime yayılmasıyla başlıyordu; bu, içimden her zaman beklenmedik bir şekilde ve ben istemeden çıkıyordu. Sonra onların, toprağın içine uzanan köklerini hissedebiliyordum. Onların suya gereksinim duyup duymadıklarını ve hangi köklerin yer altındaki su kaynağına uzandığını biliyordum. Işığı arayarak, onun nerede olduğunu bulmaya çalışarak, istencini ona yönelterek yaşamanın ya da sıcağı, soğuğu hissetmenin ya da şimşek ve yıldırımlar tarafından tahrip edilmenin ne demek olduğunu biliyordum. Kaderindeki noktadan asla hareket edemez olmanın nasıl bir şey olduğunu öğrendim. Sessiz olmayı, kabuklar aracılığıyla hissetmeyi, kökler ve yapraklar aracılığıyla ışığı emmenin nasıl bir şey olduğunu anladım. Hiçbir kuşku olmaksızın, ağaçların acıyı hissettiğini ve bir kez iletişim kurulduğunda ağaçların kendilerini sevgiyle dışarıya akıttıklarını biliyordum.

Sırtımı ağacın gövdesine yaslayarak güçlü bir dalın üstüne oturduğumda özetleme çalışmam tümüyle farklı bir havaya büründü. Yaşamdaki deneyimlerimin en küçük ayrıntılarını bile önemli bir bağlılık korkusu olmaksızın anımsayabiliyordum. Bir zamanlar benim için derin travmalar olmuş olan şeylere kahkahalarla gülebiliyordum. Takıntılarımın attık kendime acıma duygusu uyandırmadığını gördüm. Her şeyi farklı bir bakış açısından, her zaman olduğum gibi bir kentli olarak değil ama dertsiz ve terk edilmiş bir ağaçta yaşayan birisi olarak görebiliyordum.

Bir gece, hâlâ yaptığım türlüyü yerken, Emilito, çok canlı bir şekilde konuşarak şaşırmama neden oldu. Yemekten sonra mutfakta kalmamı çünkü bana diyecek bir şeyi olduğunu söyledi. Bu, o kadar olağan dışıydı ki heyecanla beklemeye başladım. Aylardır konuştuğum tek varlıklar kuşlar ve ağaçlardı. Kendimi çok büyük bir şey için hazırladım.

Emilito söze, “Altı aydan fazladır ağaçlarda yaşıyorsun,” diye başladı. “Şimdi yukarıda ne yaptığını anlamanın zamanı geldi. Haydi, eve gidelim. Sana göstereceğim bir şey var.”

Onun bana odasındaki bir şeyi göstermek istediği ama benim onu izlemeyi reddettiğim zamanı anımsayarak, “Bana ne göstereceksin, Emilito?” diye sordum. Emilito adı ona mükemmel uyuyordu. O aynı Manfred gibi, bağrıma bastığım birisi haline gelmişti. Bir ağacın dallarına tünemişken gelen derin bir içgörür, Emilito’nun bir insan olmadığıydı. Bir zamanlar bir insan olup da özetleme çalışmasının onu insan yapan şeyleri süpürüp götürdüğü ya da götürmediği yalnızca bir spekülasyondu. Onun insan olmayışı herhangi bir kişinin onunla öznel bir alış verişte bulunmasını önleyen bir engeldi. Hiçbir sıradan insan asla Emilito’nun ne düşündüğünü, ne hissettiğini ya da neye tanık olduğunu bilemezdi. Ama eğer o, bunu isterse, herhangi birimizle iletişime geçebilir ve bizimle öznel durumları paylaşabilirdi. Onun insan olmayışı, onunla mutfak kapısında ilk karşılaştığım andan itibaren hissettiğim bir şeydi. Şimdi onunlayken rahattım; ve hâlâ o engel tarafından ayrılmış olduğum halde, onun başarısına hayret edebiliyordum.

Bana yanıt vermediği için, Emilito’ya yeniden, bana ne göstereceğini sordum.

Emilito, “Göstereceğim şey son derece büyük bir öneme sahip,” dedi. “Ama senin onu nasıl göreceğin sana bağlı. Bu, ağaçların sessizliğini ve dengesini kazanıp kazanmadığına bağlı.”

Emilito, karanlık avludan aceleyle eve yürüdü. Onu koridorda, odasının girişine kadar izledim. Emilito’nun orada uzun bir süre durarak sanki kendisini gelecek olan şeye hazırlarmışçasına derin soluklar alması beni iki kat gerginleştirdi.

Gömleğinin yakasını hafifçe çekerek, “Tamam, haydi içeriye girelim,” dedi. “Bir uyarı: Odadaki hiçbir şeye bakma. Neye istersen ona bak ama onları yalnızca hızlı bakışlar atarak gözlerinle tara.”


Emilito kapıyı açtı ve onun aşırı dolu odasına girdik. Ağaçlarda yaşamak bana, o odaya ilk kez Clara’yla Nelida gittiği gün girdiğimi unutturmuştu. Şimdi yine odayı dolduran tuhaf nesnelerden ürkmüştüm. İlk gördüğüm şeyler, her biri bir duvarın merkezinde duran dört yer lambasıydı. Bunların ne çeşit lambalar olduğunu anlayamamıştım. Oda ve içindeki her şey korkunç, yumuşak bir kehribar rengi ışıkla aydınlanıyordu. Elektrikli aletleri, hiçbir standart ampulün, en alışılmışın dışındaki dokuyla kaplanmış olsa da asla bu türden bir ışık vermeyeceğini bilecek kadar tanıyordum.

Emilito, odanın güneybatı köşesinde küçük bir kare alanı oluşturan yükseltinin üzerinden geçmeme yardım etmek için kolumu tuttu.

Bize ayrılmış alana adım attığımızda sırıtarak, “Mağarama hoş geldin,” dedi.

O kare alanda yarı siyah bir perde, çok garip dört sandalye ve gizlenmiş uzun bir masa vardı. Sandalyelerin her birinin gövdeye doğru eğilmiş yekpare oval bir arkalığı ve bacakların yerine yekpare gibi görünen yuvarlak bir tabanı vardı. Sandalyelerin dördü de duvarlara dönüktü. Hizmetçi, sandalyelerden birine oturmama yardım ederken beni, “Doğrudan bakma,” diye uyardı.

Sandalyelerin bir çeşit plastik malzemeden yapıldıklarını fark ettim. Yuvarlak oturakta minder vardı ama bunun nasıl monte edildiğini anlayamıyordum; ağaç gibi sertti ama üzerinde aşağıya yukarıya hareket ettiğimde yaylanıyordu. Yanlara hareket ettiğimde ise döner bir sandalye gibi dönüyordu. Sırtıma sarılmış gibi görünen oval arkalıkta da bir minder vardı ama o da eşit derecede sertti. Tüm sandalyeler canlı bir gök mavisine boyanmıştı.

Hizmetçi, yanımdaki sandalyeye oturdu. Sandalyesini, yüzü odanın merkezine bakacak şekilde döndürdü ve bana, alışılmışın dışında zorlanarak çıkan bir sesle sandalyemi döndürmemi söyledi. Bunu yaptığımda soluğum kesildi. Daha bir dakika önce içinden geçtiğim o oda gözden kaybolmuştu. Onun yerine, şeftali renginde bir ışığın aydınlattığı uçsuz bucaksız düz bir alana bakıyordum. Oda, görünüşe göre gözlerimin önünde sonsuz genişlemişti. Görüş alanımdaki ufuk simsiyahtı. Göbeğimde bir boşluk hissettiğim için yeniden soluğum kesildi. Zeminin ayaklarımın altından kaydığını ve o alana çekildiğimi hissettim. Hâlâ sandalyenin üzerinde oturuyor olduğum halde altımdaki döner sandalyeyi hissetmiyordum.

Emilito’nun, “Haydi sandalyeleri geri döndürelim,” dediğini duydum ama sandalyeyi geri döndürecek gücüm yoktu. Emilito bunu benim yerime yapmış olmalıydı çünkü kendimi birden bire yine odanın köşesine bakar buldum.

Hizmetçi gülümseyerek, “Harika, değil mi?” diye sordu.

Tek bir kelime dahi edemeyecek ve yanıtı olmadığını bildiğim soruları soramayacak durumdaydım. Bir ya da iki dakika sonra Emilito benim sonsuzluğa biraz daha bakmam için sandalyeyi bir kez daha döndürdü. O alanın genişliğini o kadar korkutucu buldum ki gözlerimi kapadım. Emilito’nun sandalyeyi yine döndürdüğünü hissettim.

Emilito, “Şimdi sandalyeden kalk,” dedi.


Onun sözlerine otomatik olarak uydum ve orada elimde olmadan titreyerek, sesimin geri gelmesine çalışarak durdum. Emilito beni odaya doğru döndürdü.

Korkunun etkisi altında, inatla ya da bilgece gözlerimi açmayı reddettim. Hizmetçi, parmaklarının boğumuyla kafamın tepesine sertçe vurdu ve bu, gözlerimi açmama neden oldu. Odanın siyah sonsuz bir alan yerine içeriye girdiğim zamanki gibi olması beni rahatlattı. Emilito’nun yalnızca hızla göz atmam ile ilgili uyarılarını bir kenara bırakarak, ne olduğu anlaşılmaz nesnelerin her birisine baktım.

“Lütfen, Emilito, söyle bana, tüm bunlar nedir?” diye sordum.

Emilito, “Ben yalnızca hizmetçiyim,” dedi. “Tüm bunlara ben bakıyorum.” Eliyle tüm odayı gösterdi, “Ama ne olduğunu biliyorsam ne olayım. Aslında hiçbirimiz bunun ne olduğunu bilmiyoruz. Burası bana, evle birlikte öğretmenimden, Nagual Julian’dan kaldı, ona da kendi öğretmeninden, Nagual Elias’tan kaldı, Nagual Elias’a da kendi öğretmeninden kalmıştı.’'

“Burası bir ardiye odasına benziyor,” dedim. “Ama bu bir yanılsama, değil mi, Emilito?”

“Bu büyücülük! Onu şimdi algılayabiliyorsun çünkü algını genişletmek için yeterli enerjiyi serbest bıraktın. Yeterli enerji depolayan herhangi birisi onu algılayabilir. İşin trajik yanı enerjimizin büyük bir kısmının anlamsız işlerde hapsolmuş olmasıdır. Anahtar, özetleme çalışmasıdır. Özetleme, o hapsolmuş enerjiyi serbest bırakır ve voilâ\ Sonsuzluğu gözlerinin önünde bulursun.”

Emilito, voilâ dediğinde güldüm çünkü bu hiç beklenmedik bir şeydi. Gülmek, gerginliğimi gidermişti. Tüm söyleyebildiğim, “Ama tüm bunlar gerçek mi Emilito, yoksa rüya mı görüyorum?” oldu.

“Rüya görüyorsun ama tüm bunlar gerçek. O kadar gerçek ki, bizi parçalara ayırarak öldürebilir.”

Gördüğüm şeyi mantıklı olarak tarif edemiyordum, onun için algılarıma inanmak ya da onlardan kuşku duymak için hiçbir nedenim yoktu, içinde bulunduğum ikilem ve panik başa çıkılmaz gibiydi. Hizmetçi bana yaklaştı.

“Büyücülük kara kediler ve gece yarısı mezarlıkta dans edip başkalarına büyü yapan insanlardan daha fazlasıdır,” diye fısıldadı. “Büyücülük, soğuk, soyut, kişisel olmayan bir şeydir. Onu algılama edimine büyü geçişi ya da soyuta yapılan uçuş dememizin nedeni budur. Onun korkunç çekimine dayanmak için güçlü, kararlı olmalıyız; bu ürkek ya da zayıf olanlar için değildir. Nagual Julian böyle söylerdi.”

Ilgım o kadar yoğundu ki Emilito’nun söylediği her kelimeyi benzen görülmemiş bir dikkatle dinliyordum; bu arada gözlerim odadaki o nesnelere dikilmişti. Yardığım sonuç bunların hiçbirisinin gerçek olmadığıydı. Ama onan açıkça algıladığım için kendimin de gerçek olup olmadığımı ya da bunları kafamda kurup kurmadığımı düşündüm. Bunlar tarif edilemez değil, yalnızca zihnim tarafından tanınamaz şeylerdi.

Emilito, “Şimdi kendini büyü geçişi için hazırla,” dedi. “Yaşamın için bana tutun. Gerekirse kemerime tutun ya da sırtım açık ama ne yaparsan yap sakın bırakma.”

Ona ne yapmaya niyetlendiğini soramadan Emilito beni sandalyeye götürdü ve yüzüm duvara dönük olarak oturttu. Sonra sandalyeyi yeniden odanın merkezindeki o korkunç sonsuzluğa bakacak biçimde doksan derece döndürdü. Emilito, belinden tutarak ayağa kalkmama yardım etti ve sonsuzluğun içine birkaç adım attırdı.

Yürümem neredeyse olanaksızdı; bacaklarım birer beton ağırlığında gibiydi. Hizmetçinin beni ittiğini ve yukarıya kaldırdığını hissettim. Birden bire çok büyük bir kuvvet beni içine emdi; artık yürümüyor süzülüyordum. Hizmetçi de benim yanımda süzülüyordu. Onun uyarısını anımsadım ve kemerini tuttum. Bunu çok kısa bir sürede yaptım çünkü tam o anda bir başka enerji dalgası beni en yüksek hıza çıkardı. Emilito’ya beni durdurması için bağırdım. Emilito beni hemen sırtına aldı ve yaşamım için ona tutundum. Gözlerimi sımsıkı kapattım ama bu, hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Gözlerim açık da olsa kapalı da olsa önümdeki aynı enginliği görüyordum. Hava olmayan bir şeyin içinde süzülerek uçuyorduk; bu, yerin üstünde de değildi. En büyük korkum dev bir enerji patlamasının beni Hizmetçinin < sırtından düşürmesi idi. Tüm gücümle ona tutunmak ve dikkatimi korumak için savaştım.

Her şey başladığı gibi birden bire sona erdi. Bir başka enerji patlaması tarafından sarsılmıştım ve kendimi sırılsıklam ter içinde, mavi sandalyenin yanında ayakta durur buldum.

Emilito beni, sertçe, “Sakın bu sandalyede otururken altına işemeye cesaret etme,” diyerek uyardı.

Bedensel işlevlerim durmuştu. Korku da dahil her şeyden yoksun hâle gelmiştim. Hepsi o sonsuz boşlukta süzülürken boşalıp gitmişti.


Emilito, kafasını aşağı yukarı sallayarak, “Benim algılayabildiğim gibi algılayabiliyorsun,” dedi. “Ama henüz yeni algıladığın bu dünya üzerinde hiçbir denetime sahip değilsin. O denetim, bir yaşam boyu süren disiplinle ve güç depolamakla gelir.”

“Bunu kendime hiçbir zaman açıklayamayacağım,” dedim ve kendiliğimden pembemsi sonsuzluğa bir kez daha bakmak için sandalyemi odanın merkezine doğru döndürdüm. Şimdi odada gördüğüm nesneler küçüktü, satranç tahtasındaki taşlar gibiydi. Onların farkına varmak için onları bilerek aramam gerekiyordu. Diğer yandan, o boşluğun soğukluğu ve korkunçluğu ruhumu dinmeyen bir korkuyla doldurdu. Clara’nın onu arayan görücüler üzerine söylediklerini; onların bu uçsuz bucaksız boşluğa nasıl baktıklarını ve onun, onlara soğuk ve boyun eğmez bir umursamazlıkla baktığını söylediğini anımsadım. Clara bana hiçbir zaman kendisinin ona baktığını söylememişti ama şimdi bunu biliyordum. Ama bunu bana o zaman söylememesinin ne anlamı vardı kır Yalnızca ona gülecek ya da onu komik bulacaktım. Şimdi o boşluğa, neye baktığımı anlama umudundan yoksun olarak bakma sırası bana gelmişti. Emilito haklıydı, sınırsız olana bakmakta olduğumu anlamak yaşam boyu süren bir disiplin ve güç depolamayı gerektiriyordu.

Emilito, “Şimdi sonsuzluğun diğer aynına bakalım,” dedi ve sandalyemi yavaşça duvara doğru döndürdü. Ben boş gözlerle bakar ve takırdayan dişlerimi kontrol etmeye çalışırken, o, siyah perdeyi törensel hareketlerle kaldırdı.

Perdenin arkasında uzun mavi, dar bir masa vardı; masanın bacakları yoktu ve onu tutan bir menteşe ya da destek göremediğim halde duvara tutturulmuş gibi görünüyordu.

Emilito bana, “Kollarını masanın üzerine koy ve kafanı Clara’nın sana gösterdiği gibi çenenin altına koyduğun yumruklarının üstüne koy,” dedi. “Çenenin altına basınç uygula. Kafanı rahat tut ve gerginleşme. Şimdi rahat olmaya gereksinimimiz var. ”

Bana söylediği gibi yaptım. Bir anda siyah duvarda, burnumdan on santimetre kadar uzakta küçük bir pencere açıldı. Hizmetçi sağımda oturuyordu, belli ki o da küçük bir pencereden bakıyordu.

Emilito, “içeriye bak,” dedi. “Ne görüyorsun?”

Eve bakıyordum. Emilito’yla birlikte ana girişi ilk olarak kullandığımda geçerken kısaca göz attığım, evin sol tarafındaki yemek odasını ve ön kapıyı gördüm. Oda iyi aydınlatılmıştı ve insanlarla doluydu. Gülüyor ve İspanyolca konuşuyorlardı. Bazıları bir dizi büfeden, büyük gümüş tabaklara güzelce dizilmiş lezzetli görünen çeşitli yemeklerden alıyorlardı. Nagual’ı ve sonra da Clara’yı gördüm. Neşeli ve mutluydu. Gitar çalıyor ve kolayca onun kız kardeşi olabilecek bir başka kadınla düet yapıyordu. Bu kadın, Clara kadar iliydi ama teni koyu renk ti. Clara’nın ateş gibi yeşil gözleri onda yoktu. Onunkiler de ateş gibi ama koyu ve uğursuzdu. Sonra Nelida’nın ürpertici derecede güzel bir müzikle - dans ettiğini gördüm. Onu anımsadığımdan biraz farklıydı ama farkın ne olduğunu çıkartamıyordum.

Bir süre için, sanki ölmüşüm de cennete gitmişim gibi kendimden geçmiş halde izledim; sahne o kadar ruhsal, o, kadar neşeli, gündelik dertlerden o kadar uzaktı ki! Ama neşem, yemek odasına yandaki kapıdan ikinci bir Nelida’nın girmesiyle birden bire son buldu. Gözlerime inanamıyordum; orada iki Nelida vardı! Hizmetçiye doğru döndüm ve ona sessiz bir soru sordum.

Emilito, “O dans eden Florinda,” dedi. “O ve Nelida tıpatıp birbirlerine benzerler, sadece Nelida biraz daha yumuşak görünüşlüdür.” Emilito, bana baktı ve gözünü kırptı. “Ama çok daha acımasızdır.”


Odadaki insanları saydım. Nagual’dan başka on dört kişi vardı; dokuz kadın ve beş erkek. İki Nelida, Clara ve koyu tenli kız kardeşi ve tanımadığım beş kadın. Üçü kesinlikle yaşlıydı ama Clara, Nelida, Nagual ve Emilito gibi yaşlarını tahmin etmek zordu. Diğer iki kadın benden yalnızca birkaç yaş büyüktü, herhalde yirmili yaşlarının ortalarındaydılar.

Erkeklerin dördü yaşlıydı ve Nagual kadar sert görünüyorlardı ama birisi gençti. Teni koyu renkliydi; kısa boyluydu ve çok güçlü görünüyordu. Saçları siyah, kıvırcıktı. Konuşurken canlı bir biçimde el kol hareketleri yapıyordu ve yüzü enerjik, anlam doluydu. Bu adamda onu diğer dördünden ayıran bir şey vardı. Kalbim hopladı ve aniden ona çekildiğimi hissettim.

Hizmetçi, “O yeni Nagual,” dedi.

İkimiz odaya bakarken, Emilito her Nagual’ın kendi büyücülüğünü, kendi belirli mizacı ve deneyimleriyle doldurduğunu söyledi. Nagual John Michael Abelar, bir Yaqui kızılderilisi olarak, grubuna onların tüm edimlerinin tamamlayıcı işareti olarak Yaquilerin hislerini getirmişti. Emilito, onların büyücülüğünün o kızılderililerin kasvetli havasına girmiş olduğunu söyledi. Ve onların tümü, ben de dahil olmak üzere, kendilerini Yaquilere alıştırma ilkesine bağlıydı.

Emilito eğilerek kulağıma, “Bu bakış açısı, yeni Nagual başa geçene kadar sürecek,” dedi. “Sonra kendini onun mizacı ve deneyimleriyle doldurmaksın. Bu, ilkedir. Üniversiteye gitmen gerekecek. O, akademik uğraşılar içinde kaybolup gitmiştir.”

“Bu ne zaman olacak?” diye fısıldadım.

Emilito yumuşak bir sesle, “Benim grubumun tüm üyeleri arkamızdaki odadaki sonsuzlukla hep birlikte yüzleştiği ve onun bizleri parçalarımıza ayırmasına izin verdiği zaman,” diye yanıt verdi.


Etrafımı bir yorgunluk ve umutsuzluk bulutu sarmaya başladı. Anlaşılmaz olanı anlamaya çalışmanın zorluğu çok büyüktü.

Emilito, kulağıma eğilerek, “Benim baktığım bu oda, John Michael Abelar’dan önce gelen tüm Nagualların birikmiş istenci ve mizaçlarıdır,” dedi. “Sana bu odanın ne olduğunu açıklamamın hiçbir yolu yok. Benim için bu oda, aynı senin için olduğu gibi anlaşılmaz bir şev.”

Gözlerimi, içindeki tüm coşkulu insanlarla birlikte yemek odasından aldım ve Emilito1ya baktım. Ağlamak istedim çünkü sonunda Emilito’nun Manfred kadar yalnız olduğunu, anlaşılmaz bir farkındalığa sahip olan ama sırtına o farkındalığın getirdiği yalnızlığı yüklenmiş bir varlık olduğunu anlamıştım. Ama ağlama ihtiyacım anlık çünkü onun yerine hayret duyabilecekken üzüntünün çok değersiz bir duygu olduğunun farkına vardım.

Emilito dikkatimi yeniden yemek odasına çekerek, “Yeni Nagual sana göz kulak olacak,” dedi. “O, senin son öğretmenin, seni özgürlüğe götürecek olan kişi. Onun, uğraştığı büyücülüğün farklı yönlerinden her biri için farklı bir adı vardır. Sonsuzluk büyücülüğü için adı Dilas Grau’dur. Bir gün onunla ve diğerleriyle tanışacaksın. Bunu Nelida’yla soldaki koridordayken yapamamıştın ama bunu şimdi burada benimle yapabilirsin. Ama yakında diğer tarafa geçeceksin. Onlar seni bekliyorlar.”

Adlandırılamaz bir arzu içimi doldurdu. Onlarla birlikte olmak için baktığım o deliğin içinden kayıp gitmek istedim. Orada sıcaklık ve sevgi vardı. Ve onlar beni bekliyorlardı.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön