Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

oteki benligin sanki anilari


Aynı gece hepimiz yeniden toplandığımızda, “Neler olduğunu söyler misiniz bize?” diye sordu Nestor. “Siz ikiniz neredeydiniz dün?”

La Gorda’nın olup bitenler hakkında hiç kimseye bir şey söylemememiz gerektiği konusundaki uyarısı aklımdan uçup gitmişti. Onlara yakınlardaki kente gittiğimizi ve orada son derece gizemli bir ev gördüğümüzü anlattım.

Orada bulunan herkes bir anda irkildi. Bir dalgalanma oldu, birbirlerine baktılar, daha sonra da, bir açıklama yapmasını istermişçesine, bakışlarını la Gorda’ya çevirdiler.

“Nasıl bir evdi bu?” diye sordu Nestor.

La Gorda ağzımı açmama fısat vermeden atıldı. Telaşlı, neredeyse tutarsız bir biçimde konuşmaya başladı. Aklına estiği gibi konuştuğu düpedüz ortadaydı. Hattta konuşurken araya Mazatec dilinde sözcükler ve deyişler bile katıyordu, hana fırlattığı kaçamak bakışlarında artık dilimi tutmam gerektiğini belirten sessiz bir yalvarma okunuyordu sanki.

“Ya gördüğün rüya, Nagual?” diye sordu bana, en sonunda bir yolunu bulup kurtulan birinin rahatlayışı içinde. “Yaptığın her şeyi bilmek isteriz. Bunu bize anlatmanın bizim için son derece önemli olduğunu düşünüyorum.”

Elinden geldiğince kayıtsız davranmaya çalışarak kulağıma eğildi ve Oaxaca’da yaşadıklarımızdan sonra, onlara gördüğüm rüyayla ilgili her şeyi anlatmam gerektiğini söyledi.

“Bu sizin için neden bu kadar önemli?” diye sordum yüksek sesle.

“Sanırım sona çok yaklaştık,” dedi la Gorda ciddi bir ses tonuyla. “Bize söyleyeceğin ya da yapacağın her şey artık bizim için son derece önem taşıyor.”

Onlara gerçek rüyam olduğuna inandığım olayları anlatmaya başladım. Don Juan bana deneyimlerin üzerinde gerektiğinden fazla durmanın hiçbir yarar sağlamayacağını söylemişti. Bana pratik bir yol öğretmişti; söylediğine göre, aynı görsünün üç kez tekrarlanması halinde çok dikkatli olmam gerekiyormuş; yoksa, bunun ikinci dikkati kurma yolunda acemice bir girişimcinin ilk basamağı atlamasından öte bir anlamı olmazmış.

Bir kez rüyamda sıçrayarak uyandığımı ve yataktan düştüğümü görmüştüm, ama bir de bakmıştım ki bedenim hâlâ yatakta uyuyor. Kendimi uyurken izledim, rüyada olduğumu anlayacak ölçüde özdenetime sahiptim. Don Juan’ın ani sarsıntılara ve şaşkınlığa uğramamam için verdiği öğütlerine uyarak ihtiyatlı davrandım. Don Juan, rüya görücünün serin­ kanlı olması gerektiğini söylerdi. Rüya görücü, uyuyan bedeniyle uğraşmayı bırakıp, odadan dışarı çıkmalıymış. Nasıl olduğunu anlayamadan birdenbire kendimi odanın dışında bulmuştum. Kendimi orada bulmamın bir anda gerçekleştiğinden eminim. Dışarda, oda kapısının önünde ayakta durduğumda fark ettiğim ilk şey, holün ve yukarı çıkan merdivenin devasa boyutlarda olduklarıydı. Gerçek yaşamda son derece sıradan olan bu yapıların bana böylesine büyük görünmeleri beni gerçekten ürkütmüştü o gece; hol, bir kilometreden daha uzun görünüyordu ve merdivenin on altı basamağı vardı.

Algıladığım bu devasa uzaklıklar içinde nasıl yol alacağımı bilemiyordum. Ne yapacağımı bilemez bir halde kalakalmıştım, daha sonra bir şeyler beni harekete geçirmişti. Ancak yürümüyordum. Adımlarımı hissetmiyordum. Birdenbire kendimi merdivenin parmaklıklarına tutunurken bulmuştum. Ellerimi ve kollarımın dirseklerime kadar olan bölümünü görebiliyordum, ama onları hissedemiyordum. Anladığım kadarıyla kendi kas sistemimden tümüyle farklı bir güçle tutunuyordum parmaklıklara. Merdivenlerden aşağı inmeye çalıştığımda da aynı şey olmuştu. Nasıl yürüyebileceğimi bilmiyordum. Tek bir adım bile atamıyordum. Sanki bacaklarım birbirine yapışmış gibiydi. Eğildiğimde bacaklarımı görebiliyordum, ama onları ne ileriye ne yana ne de yukarı doğru oynatabiliyordum. En üst basamakta kaskatı kesilmiş gibi duruyordum. Kendimi hacıyatmaz gibi hissediyordum.

Yürüyebilmek için olağanüstü bir çaba harcadım ve hantal bir top gibi basamaklardan aşağı doğru zıpladım. Zemin kata inebilene kadar canım çıktı, halimi başka türlü anlatamam, görsümü sürdürebilmek, onun olağan bir rüyanın kaypak imgeleri içinde çözülüp gitmesini engelleyebilmek için özel bir özen göstermem gerekiyordu.

Dış kapıya ulaşabildiğimde, kapıyı açamadım. Bütün çabalarım boşunaydı; o anda odamdan, kapı açıkmış gibi kayarak süzüldüğümü anımsadım. Yapmam gereken tek şey o kayma duyumunu yeniden anımsamaktı, bunu yaptığım gibi kendimi sokakta buldum. Sokak karanlık görünüyordu— kurşuni, göz gözü görmez bir karanlık—İlk anda dikkatimi çeken şey, tam önümde, göz hizamda uzanan devasa bir ışık havuzu oldu. Bunun bir sokak lambası olabileceği sonucuna vardım; bu sonuca algı yolu ile değil, fikir yürüterek varmıştım, çünkü tam köşede, altı metre yükseklikte bir sokak lambasının bulunduğunu biliyordum. O anda, herhangi bir nesnenin yukarıda mı aşağıda mı, sağda mı solda mı olduğunu kestirebilecek halde olmadığımı anladım. Çevremdeki her şey burnumun dibindeymiş gibi görünüyordu. Algılarımı, gündelik yaşamdaki gibi düzenleyebilecek herhangi bir düzenekten yoksundum. Her şey orada, tam önümde uzanıyordu, ve ben görüntüleri zihnimde normal haliyle algılayabilme becerisinden yoksundum.

Şaşkınlık içinde sokakta öylece durdum; ta ki havada yükseldiğimi hissedinceye kadar. Elektrik direğine tutundum. Esen şiddetli bir rüzgâr beni yukarı kaldırıyordu. Direk üzerinde sokağın adını iyice görebilene kadar yükseldim: Ashton.

Aylar sonra, kendimi bir kez daha rüyada, uyuyan bedenime bakarken bulduğumda, artık neler yapmam gerektiğini biliyordum. Olağan rüya sırasında, bu süreç içinde gerekli olan tek unsurun istenç olduğunu öğrenmiştim artık; bedenin cismaniliğinin herhangi bir önemi yoktu. Bu, rüya görenin devimini ağırlaştıran bir anıydı yalnızca. Hiç vakit kaybetmeden kayarak odadan dışarı çıktım, çünkü hareket etmek için kapıyı açmak ya da yürümek gibi eylemlerde bulunmam gerekmiyordu. Hol ve merdiven bu kez, ilk görüşümde olduğu gibi devasa değildiler. Kolaylıkla, kayarak dışarı çıktım ve istencimle üç blok öteye ilerledim. Işıkların son derece rahatsız edici görüntüler oluşturmaya devam ettiklerinin farkına vardım. Gözlerimi onlara diktiğimde, ölçülemeyecek boyutlarda ışık havuzları oluşturuyorlardı. Rüyanın diğer unsurlarıysa kolayca denetim altına alınabiliyordu. Binalar olağanüstü ölçüde -büyüktüler, ama garipsemiyordum. Ne yapacağımı düşünmeye koyuldum. Daha sonra, oldukça rastlantısal bir biçimde, nesnelerin üzerine gözlerimi dikmeden, her zamanki gibi onlara yalnızca göz ucuyla bakacak olursam, algılarımı düzene sokabileceğimi ayrımsadım. Diğer bir deyişle, don Juan’ın öğütlerini harfiyen yerine getirecek ve rüyamı olduğu gibi kabullenecek olursam, gündelik yaşamımın tanıdık algılarından yararlanabilecektim. Kısa bir süre sonra görünüm, tam olarak tanıdık olmasa bile, denetim altına alınabilir bir nitelik kazandı.

Benzer bir rüyayı bir sonraki görüşümde sokağın köşesinde yer alan, en sevdiğim kafeye gittim. Bu yeri seçmemin nedeni, sabahın çok erken saatlerinde oraya gitmeyi alışkanlık haline getirmiş olmamdı. O saatte orada, gece vardiyasında çalışan garson kızları gördüm; tezgâhın kenarında bir grup insan yemek yiyordu ve sağda, tezgâhın en ucunda tuhaf bir tip vardı, her gün Los Angeles Üniversitesi’nin çevresinde turlarken gördüğüm bir adam. Bana gerçekten bakan tek kişi bu adam oldu. İçeriye girdiğim an varlığımı hissetmiş gibiydi. Döndü ve gözünü bana dikti.

Aynı adamı birkaç gün sonra, sabah erkenden, uyanık olduğum bir saatte bir kez daha gördüm. Yüzüme baktı ve sanki beni tanıdı. Onunla konuşmama fırsat vermeden, dehşete düşmüş gibi koşarak uzaklaştı.

Aynı kafeye bir kez daha geldim, ama bu kez rüyamın seyri değişmişti. Caddenin karşı tarafından restoranı izlemeye koyulmuştum ki, görüntü değişti. Artık tanıdık binaları görmüyordum. Bunun yerine eski çağlardan bir manzarayla karşı karşıyaydım. Gece de değildi. Güneş pırıl pırıl parlıyordu ve önümde uzanan gür yeşilliğin bürüdüğü bir vadiye bakıyordum. Bataklık gibi bir yerdi burası ve her yanı koyu yeşil renkli, kamışa benzer bitkiler kaplamıştı. Yanımda, iki buçuk üç metre yüksekliğinde düz bir kaya parçası vardı. Üzerinde kocaman, kılıç gibi sivri dişli bir kaplan oturuyordu. Taş kesilmiştim. Uzun bir süre gözlerimizi dikip birbirimize baktık. Hayvan olağanüstü büyüktü, ama görünümü ürkütücü değildi. Muhteşem bir başı, koyu bal rengi gözleri, kocaman pençeleri, devasa bir göğüs kafesi vardı. Beni en çok etkileyen, kürkünün rengi oldu. Tüm bedeni koyu kahve, neredeyse çikolata rengindeydi. Kürkünün rengi bana kavrulmuş kahve çekirdeklerini anımsattı, ama daha parlaktı; şaşırtıcı derecede uzun, kirli ya da karışık olmayan, tüyleri vardı. Bir pumanın, bir kurdun ya da bir kutup ayısının postuna benzemiyordu. Daha önce hiç görmediğim bir şeydi.

O günden sonra, düzenli bir biçimde aynı kaplanı görür oldum. Ortam kimi zaman bulutlu ve serindi. Vadiye yağmur yağdığını görüyordum; yoğun, bereketli yağmurlar. Kimi zaman da vadi ışığa boğulmuş oluyordu. Kılıç gibi keskin dişli başka kaplanlar da görüyordum sık sık. Onların kendilerine özgü gümbürdeyen kükremelerini işitiyordum—bu sesler içimi fena halde bulandırıyordu.

Kaplan bana hiç dokunmadı. Üç beş metre uzaklıktan bakışıyorduk. Ne yapmaya çalıştığını anlıyordum. Bana özel bir nefes alma biçimi gösteriyordu. Sonunda rüyamda belli bir noktaya ulaştım; nefesimi kaplanınkine benzetmede o denli başarılı oldum ki bir kaplana dönüşmeye başladığımı hissettim. Çömezlere, rüya görmemin somut bir sonucu olarak bedenimin daha güçlü kaslara kavuştuğunu söyledim.

Öykümü dinledikten sonra Nestor, şaşkınlık içinde, onların rüyalarının benimkinden son derece farklı olduğunu belirtti. Hepsinin ayrı ayrı görevleri oluyordu rüyalarında. Nestor’un görevi insan bedenine musallat olan hastalıklar için sağaltım yöntemleri bulmaktı; Benigno’nun görevi insanı ilgilendiren her konuda çıkarımlar, öngörüler, çözümler geliştirmekti; Pablito’nunkiyse inşa etmenin yollarını araştırmaktı. Nestor, tıbbi bitkilerle uğraşmasının bu görevlerden kaynaklandığını söyledi. Benigno’nun kehanet gücü, Pablito’nun da marangozluk becerisi vardı. Nestor, o güne değin rüyalarını ancak yüzeysel olarak algılayabildiklerini ve bu konuda aktarabilecekleri somut hiçbir şeyin bulunmadığını söyledi.

“Bizim çok ilerlemiş olduğumuzu sanıyor olabilirsin,” diye devam etti, “oysa değiliz. Bizim ve kadınların yerine her şeyi yapan Genaro ile Nagual’dı. Biz kendi başımıza bir şey yapabilmiş değiliz henüz.”

“Anladığım kadarıyla Nagual seni farklı biçimde yetiştirmiş,” dedi Benigno ağır ağır ve dikkatle. “Sen bir kaplandın ve yine bir kaplana dönüşeceksin. Nagual’a da böyle oldu. O bir kargaydı ve yine bir kargaya dönüştü.”

“Mesele, artık böyle bir kaplanın olmaması,” dedi Nestor. “Böyle bir durumda ne olacağını hiçbirimiz bilmiyoruz.” Başını çevirerek orada bulunan herkesi kastettiğini belirtti.

“Ben ne olacağını biliyorum,” dedi la Gorda. “Nagual

don Juan Matus bu duruma hayalet rüyası derdi. Hiddetli ve yok edici olmadığımız için hiçbirimizin hayalet rüyası görmediğimizi söylemişti. Bunu kendisi de hiç deneyimlemedi. Söylediğine göre; her kim ki böyle rüyalar görür, hayaletlerin yardımını ve dostluğunu almaya da yazgılıdır.

“Bu ne anlama geliyor, Gorda?” diye sordum.

“Senin bizler gibi olmadığın anlamına geliyor,” dedi sıkıntılı bir sesle.

La Gorda çok huzursuz görünüyordu. Ayağa kalktı ve odanın içinde üç dört volta attıktan sonra tekrar oturdu.

Ortalığı bir sessizlik kapladı. Josefina anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı. O da çok gergin görünüyordu. La Gorda ona sarıldı ve eliyle sırtını okşayarak yatıştırmaya çalıştı.

“Josefina sana Eligio hakkında bir şeyler söylemek istiyor,” dedi bana.

Herkes tek bir söz söylemeden, meraklı gözlerle Josefina’ya baktı.

La Gorda sözlerini sürdürdü, “Eligio dünyasını değiştirmesine karşın hâlâ içimizden biri. Josefina da sürekli konuşuyor onunla.”

Diğerleri birdenbire kulak kesildiler. Önce birbirlerine, sonra bana baktılar.

“Rüyada buluşuyorlardı,” dedi la Gorda duygusal bir ses tonuyla.

Josefina içini çekti. Sinir krizi geçiriyor gibiydi. Tüm bedenini bir titreme kaplamıştı. Pablito yerde onun üzerine uzandı ve diyaframından derin derin nefes alırken onu da kendisiyle birlikte nefes almaya zorladı.

“Ne yapıyor?” diye sordum la Gorda’ya.

“Ne mi yapıyor! Görmüyor musun?” diye yanıt verdi sert bir sesle.

Fısıldayarak onun Josefina’yı rahatlatmak istediğinin farkında olduğumu, ama bu yöntemi daha önce görmediğimi söyledim. La Gorda, Josefina’ya enerji vermek üzere Pablito’nun, erkeklerin enerjilerinin yoğunlaştığı bedeninin orta bölümünü, Josefina’nın rahminin, yani kadınların enerji depoladıkları bölgenin üzerine yerleştirdiğini anlattı.

Josefina doğrularak bana gülümsedi. Tümüyle rahatlamış görünüyordu.

“Eligio’yla sürekli buluşuyorum,” dedi. “Her gün bekliyor beni.”

“Nasıl olur da bunu bize söylemezsin?” diye çıkıştı Pablito.

“Bana söyledi,” diye araya girdi la Gorda ve Eligio’nun aramızda bulunmasının hepimiz için ne anlama geldiği konusunda uzun bir nutuk çekti. Eligio’nun sözlerini açıklamak için benden bir işaret beklediğini sözlerine ekledi.

“Lafı dolandırıp durma, kadın!” diye bağırdı Pablito. “Bize onun ne söylediğini anlat.”

“Sana söylenmedi ki!” diye bağırdı la Gorda.

“Kime peki?” diye sordu Pablito.

“Nagual’a,” diye bağırdı la Gorda, parmağıyla beni göstererek.

La Gorda, sesini yükselttiği için özür diledi. Eligio’nun söylediklerinin son derece karmaşık ve gizemli olduğunu, kendisinin bu söylenenleri bir türlü toparlayamadığını belirtti.

“Sadece dinledim onu. Yapabildiğim tek şey bu oldu: onu dinlemek,” diye devam etti.

“Yani sen de mi buluşuyorsun Eligio’yla?” diye sordu Pablito. Sesinde, öfke ve merak birbirine karışıyordu.

“Evet, öyle,” diye yanıt verdi la Gorda fısıldar gibi. “Bu konuda konuşamazdım çünkü onu beklemem gerekiyordu.”

Beni gösterdi ve sonra da her iki eliyle itti beni. Bir an için dengemi yitirdim ve yana doğru sendeledim.

“Ne oluyor? Ne yaptığını sanıyorsun?” diye sordu Pablito öfke içinde. Kızılderililer aşklarını böyle mi gösterirler?”

La Gorda’ya döndüm. Susmam için dudaklarıyla bana bir işaret verdi.

“Eligio, senin Nagual olduğunu, ama bize göre olmadığını söylüyor,” dedi Josefina.

Odaya bir ölüm sessizliği çöktü. Josefina’nın söylediğine bir anlam veremiyordum. Birilerinin bunu açıklaması gerekiyordu.

“Rahatladın mı şimdi?” diyerek dürttü beni la Gorda.

Onlara öyle ya da böyle herhangi bir fikrimin olmadığını söyledim. Tıpkı parmağı ağzında kalan çocuklara benziyorlardı. La Gorda, utancından yerin dibine geçmiş gibiydi.

Nestor ayağa kalktı ve la Gorda’ya döndü. Ona Mazatec dilinde bir şeyler söyledi. Sesinde buyurgan, azarlayıcı bir ton vardı.

İspanyolca olarak, “Bize bildiğin her şeyi anlat, Gorda,” diye sürdürdü konuşmasını. “Böylesine önemli bir şeyi kendine saklamaya, bizimle eğlenmeye hakkın yok.”

La Gorda hiddetle karşı çıktı söylenenlere. Bildiklerini kendisine sakladığını, çünkü Eligio’nun kendisinden böyle istediğini belirtti. Josefina onaylarcasına başını salladı.

“Eligio bunları sana mı yoksa Josefina’ya mı söyledi?” diye sordu Pablito.

“İkimiz birlikteydik,” dedi la Gorda fısıltıyla.

“Yani sen ve Josefina birlikte rüya görüyordunuz!” diye haykırdı Pablito, afallayarak.

Sesindeki büyük şaşkınlık, ötekiler arasında yayılan şok dalgasıyla uyum içindeydi.

“Eligio ikinize tam olarak ne söyledi?” diye sordu Pablito, kendisine gelir gibi olduğunda.



“Nagual’a sol yanını anımsayabilmesinde yardımcı olmam gerektiğini söyledi,” dedi la Gorda.

“Sen neden söz ettiğini anlıyor musun?” diye sordu bana Nestor.

Anlamama olanak yoktu. Onlara, bunu ancak kendilerinin bilebileceğini söyledim. Ancak kimseden çıt çıkmıyordu. “Eligio Josefina’ya şu anda anımsayamadığı başka şeyler de söylemişti,” dedi la Gorda. “Yani gerçekten kötü durumdayız. Eligio senin kesinlikle Nagual olduğunu ve bize yardım etmen gerektiğini, ama bize göre olmadığını söyledi. Bizi gitmemiz gereken yere ancak sol yanını anımsadıktan sonra götürebilecekmişsin.”

Nestor babacan bir tavırla Josefina’ya döndü ve Eligio’nun söylediklerini anımsatmaya çalıştı ona. Bu sözlerin ne anlama geldiğini anımsamam konusunda beni zorlamamıştı, çünkü hiçbir şey anlamamıştım.

Josefina, üzerinde büyük bir baskı varmış gibi yüzünü buruşturdu ve kaşlarını çattı. O anda buruşmuş bir bez bebeğe benziyordu. Büyülenmişcesine onu izledim.

“Yapamıyorum,” dedi sonunda. “Benimle konuşurken neden söz ettiğini anlıyordum, ama şu anda bunları söyleyebilecek durumda değilim. Bir türlü anımsayamıyorum.”

“Hiçbir şey mi hatırlamıyorsun?” diye sordu Nestor. “Tek bir sözcük bile mi?”

Dilini dışarı çıkarttı, başını iki yana doğru salladı ve o anda bir çığlık attı.

“Hayır, yapamıyorum,” dedi, kısa bir süre sonra.

“Ne tür rüyalar görüyorsun, Josefina?” diye sordum. “Bildiğim tek tür rüyayı,” diye yanıt verdi ters ters. “Kendi rüyamı nasıl gördüğümü anlattım,” dedim.

“Şimdi de sen anlat.”

“Gözlerimi kapattığımda o duvarı görüyorum,” dedi.

“Sisten bir duvar sanki. Eligio beni orada bekliyor. Beni duvarın ötesine geçiriyor ve sanırım bana bir şeyler gösteriyor. Ne olduğunu bilmiyorum, ama birlikte birtakım şeyler yapıyoruz. Daha sonra beni duvarın önüne geri getiriyor ve bırakıyor. Döndüğüm gibi de gördüklerimi unutuyorum.”

“La Gorda’yla birlikte gitmeyi nasıl başardınız?” diye sordum.

“Eligio bana onu da getirmemi söyledi,” dedi. “İkimiz birlikte la Gorda’yı bekledik ve o kendi rüyasına girdiğinde onu kaptık, o duvarın arka tarafına çektik. İki kez yaptık bunu.”

“Nasıl kaptınız onu?” diye sordum.

“Bilmiyorum!” diye yanıt verdi Josefina. “Ama seni de bekleyeceğim ve rüya gördüğünde seni de kapıp götüreceğim, bunu o zaman öğreneceksin.”

“Herhangi birini kapıp götürebilir misin?”

“Elbette,” dedi gülümseyerek. “Ancak bunu yapmam, çünkü erkimi boşa harcamış olurum. La Gorda’yı, Eligio onun benden daha mantıklı olduğunu, bu nedenle de söyleyeceklerini ona anlatmak istediğini söylediği için kapıp götürmüştüm.”

“O halde Eligio sana da aynı şeyleri söylemiş olmalı, Gorda” dedi Nestor, alışık olmadığım bir sertlikte.

La Gorda olağandışı bir tavırla başını eğdi, ağzının iki kıyısı açıldı, omuzlarını silkti ve ellerini başının üzerine doğru kaldırdı.

“Josefina biraz önce sana olanları anlattı,” dedi. Benim anımsayabilmem olanaksız. Eligio farklı bir hızda konuşuyor. O konuşuyor, ama benim bedenim onun söylediklerini anlayamıyor. Hayır, hayır. Bedenim anımsayamıyor maalesef. Nagual’ın anımsayacağını ve bizleri gitmemiz gereken yere götüreceğini söylediğini biliyorum. Bana başka bir şey söyleyemedi, çünkü anlatacak çok şey vardı, oysa zamanımız çok dardı. Kim olduğunu anımsayamadığım birinin özellikle beni beklediğini söyledi.”

"Tüm söyledikleri bunlar mıydı?" diye diretti Nestor.

“Onu ikinci kez gördüğümde, bana eğer gitmemiz gereken yere varmak istiyorsak, hepimizin eninde sonunda sol yanımızı anımsamak zorunda olduğumuzu söyledi. Ancak ilk önce onun anımsaması gerekiyor.”

Parmağı ile beni gösterdi ve daha önce de yaptığı gibi beni itti. Darbenin şiddetinden bir top gibi öne yuvarlandım.

“Neden yapıyorsun bunu, Gorda?” diye sordum, biraz sinirlenmiştim.

“Anımsaman için sana yardımcı olmaya çalışıyorum,” dedi.” Nagual Juan Matus bana, arada bir seni sarsmak için böyle itmek gerektiğini söylemişti.”

La Gorda, hiç beklemediğim bir anda bana sarıldı.

“Yardım et bize, Nagual,” diye yalvardı. “Eger yardım etmezsen mahvoluruz.”

“Gözlerimden yaşlar boşanmak üzereydi. Bulundukları açmazdan dolayı değildi bu; içimde bir şeylerin kıpırdadığını hissediyordum. Onunla birlikte o kente gittiğimizden bu yana içimdeki bu kıpırtı dışarı çıkmak istercesine sürekli büyüyordu.

La Gorda’nın yalvarmaları kalbimi parçalıyordu. O anda yüksek tansiyondan kaynaklandığını tahmin ettiğim bir krize daha yakalandım. Tüm bedenimi soğuk bir ter kapladı ve daha sonra midemde kasılmalar başladı. La Gorda büyük bir şefkatle baktı bana.

Bir bulguyu açıklamadan önce beklenmesi gerektiği konusundaki ilkesine sıkı sıkıya bağlı olan la Gorda, Oaxaca’daki birlikte görmemiz üzerine konuşmaya hiç yanaşmadı. Günler boyu uzak durdu ve tamamen ilgisiz davrandı. Hastalığım konusunda bile tek bir söz etmedi. Diğer kadınlar da. Don Juan, içimizdekileri dışa vurmak için en uygun zamanı beklemek gerektiğini vurgulardı hep. La Gorda’nın neden böyle davrandığını anlayabiliyordum, ama beklemek konusundaki ısrarını rahatsız edici buluyordum ve beklentilerimize ters düştüğünü düşünüyordum. Onlarla çok uzun bir süre birlikte kalamayacaktım, bu nedenle hepimizin bir araya gelip bütün bildiklerimizi paylaşmamız gerektiğini söyledim. Kararından vazgeçmeye niyeti yoktu. “Beklememiz gerekiyor,” dedi. Bir çözüm bulabilmeleri

için bedenlerimize bir şans tanımalıyız. Görevimiz anımsamaktır, zihinlerimizle değil, bedenlerimizle anımsamak. Bunu herkes bilir.”

Meraklı gözlerle bana baktı. Sanki, benim de görevi anladığıma dair bir işaret arıyordu. Onların arasına dışarıdan katıldığımı, şaşkın bir halde bulunduğumu hissettim. Ben yalnızdım, oysa onlar birbirlerine destek olabiliyorlardı.

“Bu, savaşçıların sessizliği,” dedi gülerek ve gönül alıcı bir tonla ekledi, “Bu sessizlik başka konularda da konuşamayız anlamına gelmiyor.”

“Belki de insan biçiminin yitirilmesi konusundaki tartışmalarımıza geri dönebiliriz,” dedim.

Gözlerinde rahatsız olduğunu belli eden bir ifade belirdi. Ona, benim için her zaman, özellikle kavramlar söz konusu olduğunda, anlamın açıklığa kavuşturulmasının önemli olduğunu anlattım uzun uzun.

“Bilmek istediğin tam olarak nedir?” diye sordu.

“Bana söylemek isteyebileceğin her şey,” dedim. “Nagual bana, insan biçiminin yitirilmesinin özgürlük getirdiğini söylemişti,” dedi. “Buna inanıyorum. Ancak bu özgürlüğü duyumsayabilmiş değilim, yani şimdilik.”

Bir anlık sessizlik oldu. Kuşkusuz söylediklerine tepkimi ölçüyordu.

“Ne tür bir özgürlük bu Gorda?” diye sordum.

“Kendini anımsayabilme özgürlüğü,” dedi. “Nagual, insan biçiminin yitirilmesinin bir yaya benzediğini söylemişti. Kişiye anımsayabilme özgürlüğü verir ve bu da kişiyi daha özgür kılar.”

"Sen neden hissedemedin bu özgürlüğü?" diye sordum.

Ağzında dilini şaklattı, omuz silkti. Ya aklı karışmıştı, ya da daha fazla konuşmak istemiyordu.

“Sana bağlanmış durumdayım,” dedi. “Anımsayabilmek için insan biçimini yitirmedikçe, benim özgürlüğün ne olduğunu bilebilmem olanaksız. Fakat belki de sen anımsayamadan insan biçimini yitiremeyeceksin. Kaldı ki, bizim bu konu üzerinde konuşmamamız gerekiyor. Neden Genarolar’ın yanına gitmiyorsun?”

Çocuğuna dışarı çıkıp oynamasını söyleyen bir anne edasıyla söylemişti bunları. Ancak, bu tavrına hiç kırılmadım. Oysa, bunları söyleyen bir başkası olsaydı tavrını kolaylıkla küstahlık ya da küçümseme diye yorumlayabilirdim. Onunla birlikte olmaktan zevk alıyordum, fark da buydu.

Pablito, Nestor ve Benigno’yu Genaro’nun evinde tuhaf bir oyun oynarken buldum. Pablito, yerden bir buçuk metre yükseklikte, koltuk altlarından uzanarak göğsünü kavrayan deri kayışa benzer bir şey içinde, havada asılı duruyordu. Bedenini kavrayan kayış, kalın deri bir yeleğe benziyordu. Daha dikkatli baktığımda, Pablito’nun aslında kayışın üzerinden tıpkı üzengi gibi ilmikler halinde aşağı doğru inen kalın şeritlerin üzerinde, ayakta durduğunu fark ettim. Çaprazlamasına durarak çatıya destek sağlayan, kalın yuvarlak bir sütunun üzerine geçirilmiş iki halatla odanın ortasından aşağı doğru asılıydı. Halatların her biri Pablito’nun omuzları üzerinden, metal birer halkayla kayışa bağlanmıştı.

Nestor ile Benigno birer halata asılmışlardı. Yüz yüze dikiliyor, kavramış oldukları halatları yukarı doğru çekerek Pablito’nun havada asılı kalmasını sağlıyorlardı. Pablito, yerden yukarı doğru yükselen, rahatça tutabileceği aralıklarla konmuş, ince uzun iki direği sıkı sıkı tutuyordu. Nestor Pablito’nun solunda, Benigno’ysa sağındaydı.

Oyun şiddetli bir rekabet içeriyordu—halatı çekenlerle havada asılı duran kişi arasında süren acımasız bir savaş.

Odaya girdiğimde duyabildiğim tek ses, Nestor'la Benigno’nun derin derin solumaları oldu. Kol ve boyun kasları harcadıkları yoğun güçten dolayı şişmişti.

Pablito, her ikisini de izliyor, bir birine bir diğerine çeviriyordu gözlerini. Üçü de kendilerini oynadıkları oyuna öylesine kaptırmışlardı ki, benim varlığımı fark etmediler bile; ya da fark etmiş olsalar bile, beni selamlamak için konsantrasyonlarını bozacak halde değillerdi.

Nestor’la Benigno, tam bir sessizlik içinde on on beş dakika kadar birbirlerine baktılar. Daha sonra Nestor, ipi bırakıyormuş gibi yaptı. Benigno yutmadı bu numarayı, ama Pablito kandı. Sol eli direği daha sıkı kavradı ve daha sıkı tutunmak için direğin üzerinde duran ayaklarını daha sağlam bastı. Benigno, hamle yapmak için Pablito’nun elini gevşettiği ana kadar bekledi ve tam o anda halatı tüm gücüyle çekti.

Benigno’nun çekişi, Pablito’yla Nestor’u gafil avlamıştı. Benigno tüm ağırlığıyla halata asıldı. Nestor etkisiz duruma geldi. Pablito dengesini yeniden sağlayabilmek için tüm gücüyle uğraştı ama nafile. Benigno oyunu kazanmıştı.

Pablito kayışlardan çıktı ve yanıma geldi. Ona oynadıkları bu olağandışı oyun üzerine sorular sordum. Her nedense konuşmak istemedi. Aletleri kaldırdıktan sonra Nestor’la Benigno da yanımıza geldiler. Nestor, oyunun Pablito tarafından tasarlandığını söyledi. Belirttiğine göre Pablito, rüyanın yapısını bulduktan sonra bunu bir oyun biçiminde tasarlamıştı. Önceleri iki kişinin birden, aynı zamanda kaslarını güçlendirmesi için kullanılan bir araçmış. Ancak, daha sonra Benigno’nun rüyası onlara oyuna nasıl girileceğini göstermiş. Buna göre, oyuna katılan her üç kişi önce kaslarını gerginleştiriyor ardından, kimi zaman saatler süren bir hazırlık sürecine girerek, görsel yetilerini keskinleştiriyordu.

“Benigno bu sürecin bedenlerimizin anımsamasına yardımcı olduğunu düşünüyor,” diye sürdürdü konuşmasını Nestor. “Örneğin Gorda, oyunu gerçekten çok tuhaf bir biçimde oynuyor. Hangi konumda olursa olsun sonunda kazanan mutlaka o oluyor. Benigno, onun bedeninin anımsayabildiği için kazandığını düşünüyor.”

Aralarında bir sessizlik yasasının bulunup bulunmadığını sordum. Güldüler. Pablito, Gorda’nın Nagual Matus’a özendiğini söyledi. En anlamsız ayrıntılara kadar büyük bir özenle taklit ediyormuş onu.

“Yani, geçen gece olanlar üzerine konuşabilir miyiz?” diye sordum. Gerçekten şaşırmıştım, çünkü la Gorda şiddetle buna karşı çıkıyordu.

“Bizim için fark etmez,” dedi Pablito. “Nagual sensin!”

“Benigno burada tuhaf, gerçekten çok tuhaf bir şey anımsadı,” dedi Nestor, bana bakmadan.

“Ben kendimce bunun karmakarışık bir rüya olduğuna inanıyorum,” dedi Benigno. “Ancak Nestor böyle olmadığını düşünüyor.”

Sabırsızlık içinde bekledim. Bir baş işaretiyle devam etmelerini belirttim.

“Geçen gün senin ona, yumuşak toprakta iz sürmeyi öğrettiğini anımsadı,” dedi Nestor.

Söyledikleri o kadar saçma geliyordu ki gülmek istedim, ama üçü de yalvaran gözlerle baktılar bana.

“Saçma bu,” dedim.

“Her neyse, benim de böyle bir anımın olduğunu anlatmam gerekiyor sana,” dedi Nestor. “Beni kayalık bir yere götürdün ve nasıl gizlenileceğini gösterdin. Benimki karmakarışık bir rüya değildi. Uyanıktım. Bir gün Benigno’yla birlikte yürüyor, bitki arıyorduk. Birdenbire senin bana öğrettiklerini anımsadım ve tıpkı öğrettiğin biçimde gizlendim, Benigno’nun ödü koptu, aklını başından aldım.”

“Ben mi sana öğretmişim? Nasıl? Ne zaman?” diye sordum.

Sinirlenmeye başlamıştım ama şaka yapıyor gibi bir halleri yoktu.

“Ne zaman? İşte sorun da bu,” dedi Nestor. “Ne zaman olduğunu çıkartamıyoruz. Ancak Benigno ve ben, öğretenin sen olduğunu biliyoruz.”

Bir ağırlığın altında ezildiğimi hissediyordum. Nefes almakta zorlandım. Yine hastalanmaktan korktum. O anda, la Gorda’yla birlikte gördüklerimizi onlara anlatmaya karar verdim. Bu konuda konuşmak, beni rahatlattı. Öykümü bitirdiğimde yeniden kendime hâkim olabilmiştim.

“Nagual Juan Matus bizlerin, az da olsa, açılmamızı sağladı,” dedi Nestor. “Hepimiz biraz görebiliyoruz. Çocuk sahibi olanların bedenlerindeki delikleri görebiliyoruz, ayrıca kimi zaman insanları çevreleyen belli belirsiz ışıltıyı da fark edebiliyoruz. Sen hiç göremediğine göre, öyle anlaşılıyor ki, Nagual seni, kendi kendini açabilmen için, tümüyle kapalı bırakmış. La Gorda’ya yardım ettiğine göre o, ya içten gelen bir biçimde görüyor ya da yalnızca senin sırtından geçiniyor.

Onlara Oaxaca’da olup bitenin rastlantısal olabileceğini anlattım. Pablito, hep birlikte Genaro’nun en sevdiği kayalıklara giderek orada kafa kafaya verip oturmamız gerektiğini söyledi. Ötekiler de bu fikri epey parlak buldular. Bence sakıncası yoktu. Orada uzunca kaldık, ama hiçbir şey olmadı. Yine de oldukça rahatlamıştık.

Kayaların üzerinde oturduğumuz sırada onlara, la Gorda’nın don Juan’la Genaro olduğunu sandığı adamlardan söz ettim. Oturdukları yerden kayarak indiler ve beni çekiştirerek la Gorda’nın evine götürdüler. İçlerinde en heyecanlısı Nestor’du. Tutarsız davranıyordu. Davranışlarından tek anlayabildiğim, benden bu tür bir işaret gelmesini bekliyor olduklarıydı.

La Gorda bizi kapıda bekliyordu. Onlara neler anlattığımı biliyordu.

Ona herhangi bir şey söylememize fırsat bırakmadan “Yalnızca bedenime zaman tanımak istemiştim,” dedi. “Kesinlikle emin olmam gerekiyordu ve şimdi bundan eminim. Onlar, Nagual’la Genaro’ydu.”

"O barakalarda ne vardı?" diye sordu Nestor.

“Barakalara girmemişlerdi,” dedi la Gorda. “Tarlalara doğru, doğuya yürümüşlerdi. Bu kente doğru.”

Onları sakinleştirmek istiyormuş gibi davranıyordu. Kalmalarını söyledi; istemediler. Çeşitli gerekçeler belirterek gittiler. La Gorda’dan tavrından rahatsız oldukları anlaşılıyordu. La Gorda çok öfkelenmiş görünüyordu. Onun bu öfkesinden neredeyse haz alıyordum ve bu tür bir ruh hali bana oldukça yabancıydı. Huzursuz bir insanın varlığı beni her zaman sinirlendirirdi, la Gorda’nın gizemli ayrıcalığı dışında.

Öğleden sonra la Gorda’nın odasında toplanmıştık. Şaşkın görünüyorlardı. Gözlerini yere dikmiş, sessizce oturuyorlardı. La Gorda, konuşmayı denedi. Boş durmadığını, her şeyi ölçüp biçtiğini ve birtakım sonuçlara vardığını söyledi.

“Sorun iki artı ikiyi bir araya getirmek değil,” dedi Nestor. “Burada bedenle anımsayabilme görevinden söz ediyoruz.”

Nestor’un söylediklerini onaylar gibi başlarını salladılar. Öyle görünüyordu ki, konuyu önceden aralarında görüşmüşler, la Gorda’yla beni dışlamışlardı.

“Lydia da bir şeyler anımsıyor,” diye sürdürdü konuşmasını Nestor. “Önceleri kendi budalalığının eseri sanıyordu, ama benim anımsadıklarımı duyduğunda, bize bu Nagual’ın onu gözlerinin sağaltımı için bir sağaltıcıya götürdüğünü ve onu orada bıraktığını söyledi.”

La Gorda’yla ben, Lydia’ya döndük. Utanmışçasına başını eğdi. Sanki bu anı, ona çok acı veriyordu. Nagual onu bulduğunda, gözlerinin bulaşıcı bir hastalığa yakalanmış olduğunu ve göremediğini anlattı. Biri onu arabayla çok uzakta bulunan bir sağaltıcıya götürmüş, sağaltıcı gözlerini iyileştirmiş. Hep bunu yapanın don Juan olduğunu sanmış, ama sesimi duyar duymaz bunun ben olduğumu anlamış. Böyle bir anının tutarsızlığı onu, beni ilk gördüğü andan başlayarak derin bir acıya sürüklemiş.

“Kulaklarım bana yalan söylemez,” dedi uzun bir sessizlikten sonra Lydia. “Beni oraya götüren sendin.”

“Bu olanaksız!” diye bağırdım.

Bedenimi denetleyemediğim bir titreme sarmıştı. İkircikli bir duyguya kapılmıştım. Belki de, benliğimin diğer bölümünü denetim altında tutmakta başarısız olan aklım, geri çekilerek izleyici olmayı yeğlemişti. Benliğimin bir bölümü titremeler içindeyken öbür bölümü bir kenara çekilmiş, onu izliyordu.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön