Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

6 niyeti kullanmak _ 1 ucuncu nokta


Don Juan sık sık, beni ve diğer çömezlerini batıdaki yakın sıradağlarda kısa gezilere çıkarırdı. Bu durumlarda sabah şafakta yola çıkar ve akşamüzeri dönüş yolculuğuna başlardık. Don Juan’la yürümeyi yeğlerdim ben. Ona yakın olmak, her zaman beni rahatlatıyor ve sakinleştiriyordu; ama o havai çömezleriyle olmak hep ters etki yaratırdı bende: beni çok yoruyorlardı.

Hep birlikte dağdan inerken, düzlüğe ulaşmadan önce don Juan ve ben duraksadık. Öyle ani ve güçlü bir keder duygusuna kapıldım ki tüm yapabildiğim yere çökmek oldu. Sonra, don Juan’ın önerisiyle oval bir kayanın tepesine karınüstü uzandım.

Diğer çömezler benimle alay edip yürümeye devam ettiler. Gülüşmelerini ve bağrışlarının uzakta ölgünleştiğini işittim. Don Juan rahatlamamı ve ani bir hızla hareket ettiğini söylediği toplanma noktamın yeni konumuna alışmasına olanak sağlamamı istedi.

“Meraklanma,” dedi. “Kısa bi zamanda, sırtında bi tür çekilme ya da darbe duyacaksın, sanki biri sana dokunuyormuş gibi. Sonra bi şeyciğin kalmayacak.”

Sırtıma incecik darbeyi beklerken, kayanın üzerinde hareketsiz yatma eylemi, öylesine yoğun, açık ve içten gelen bir çağrışımı başlattı ki, beklediğim darbenin ayırdına hiç varamadım. Her nasılsa bu darbeyi aldığımı bilmekteydim, gerçekten de keder duygum anında yitmişti.

Don Juan’a ne hatırlamakta olduğumu çabuk çabuk anlattım. Kayanın üzerinde kalıp toplanma noktamı, hatırlamakta olduğum olayın, deneyimlemiş olduğum o kesin konumuna doğru hareket ettirmemi salık verdi.

“Olayın her ayrıntısını yakala,” diye uyardı.

Yıllar öncesindeydi, don Juan’la ben, o zamanlar kuzey Meksika’daki Chihuahua eyaletinde, yüksek bir çöldeydik. Topladığı tedavi edici bitkiler orada fazlasıyla bulunduğundan kendisiyle bu çöle giderdik. Ayrıca insanbilimi açısından bakıldığında o bölge benim için oldukça ilgi çekiciydi. Arkeologlar, kısa bir zaman önce, tarih öncesine dayanan geniş bir ticaret merkezi olarak tanımladıkları kalıntılar bulmuşlardı orada. Ticaret merkezinin, Güneybatı Amerika’yı Güney Meksika’ya ve Orta Amerika’ya bağlayan kervan yolunun ortasında, stratejik olarak doğal bir yolda yer aldığını sanmaktalarmış.

Orada, o engebesiz, yüksek çölde birkaç kez bulunmam, arkeologların oranın doğal bir geçit olduğu konusundaki tahminlerinde yanılmadıklarına olan inancımı güçlendirmişti. Ben de, tabii ki, don Juan’a o geçidin, Kuzey Amerika kıtasının kültürel özelliklerindeki tarih öncesi dağılımının etkisi üzerinde söylev vermiştim. O zamanlar büyücülüğü, ticaret ağlarınca iletilen ve belirli soyut bir düzeyde Kolombiya öncesi, bir Kızılderili birliğini yaratmayı amaçlayan, Güneybatı Amerika, Meksika ve Orta Amerika’daki inanışlar düzeneği olarak açıklamaya pek meraklıydım.

Don Juan, doğallıkla, savlarımı her açıklayışımda bağıra bağıra gülerdi.

Çağrıştırdığım olay öğleüstü başlamıştı. Don Juan’la birlikte son kerte zor bulunan iyileştirici bitkilerden iki ufak keseyi dolduracak kadar topladıktan sonra, bir dinlenme arası verip bazı koca kayaların tepelerine oturduk. Ama arabamı bıraktığım yere yönelmeden önce, don Juan iz sürme sanatını konuşmamız için diretmişti. Ortamın bu konunun karmaşıklıklarını açıklamak için çok uygun olduğunu, ama bunları anlamak için önce yükseltilmiş bilinçliliğe girmem gerektiğini söylemişti.

Herhangi bir şey yapmadan önce, yükseltilmiş bilinçliliğin gerçekten ne olduğunu yeniden açıklamasını istemiştim.

Don Juan, büyük sabır göstererek, yükseltilmiş bilinçliliği toplanma noktasının hareketlerine bağlı olarak açıkladı. O konuştukça, ben de isteğimin uygunsuzluğunu anlıyordum. Bana anlattığı her şeyi biliyordum. Herhangi bir şeyin açıklanmasının gerekmediğine değindim ve o, bizi, derhal ya da sonra, sessiz bilgiye ulaştıran yolumuzu hazırlamamız için yardımcı olan açıklamaların asla boşa gitmediğini ve belleğimize kazındıklarını söyledi.

Sessiz bilgiye değin daha ayrıntılı konuşmasını istediğimde, bana hemen sessiz bilginin, asırlar önce insanın olağan konumu olan toplanma noktasının genel konumu olduğunu, ama tam olarak saptanmaları olanaksız bir takım nedenlerden dolayı, toplanma noktasının bu belirgin konumundan ayrıldığını ve ‘mantık’ dediğimiz yeni bir yeri kabullendiğini söyledi.

Don Juan her insanın bu duruma bir örnek oluşturmadığına değindi. Çoğumuzun toplanma noktası doğrudan doğruya mantığın alanında yer almayıp en yakın çevresinde bulunuyormuş. Aynı olay sessiz bilginin durumunda da geçerliymiş: insanların toplanma noktası doğrudan o bölgede yer almazmış.

Ayrıca, toplanma noktasının bir başka konumu olan ‘merhametin olmadığı yer’in, sessiz bilginin öncüsü olduğunu, ve bununla birlikte ‘kaygı yeri’ olarak bilinen konumunsa mantığın öncüsü olduğunu söyledi.

Bu üstü kapalı açıklamalarda garip bir şey yoktu. Bana göre bunlar açık sözlerdi. Yükseltilmiş bilinçliliğe girmem için kürek kemiklerimin arasına indireceği o her zamanki darbeyi beklerken söylediği her şeyi anlamaktaydım. Ama darbe hiç gelmedi ve bir şeyler anladığımın gerçekten de bilincinde olmayarak söylediklerini anlamayı sürdürdüm. Olağan bilincime özgü o rahatlık duygusu, her şeyi olduğu gibi kabul etme duygusu benimle birlikteydi ve ben anlama yeteneğimi sorgulamamaktaydım.

Don Juan gözlerini ayırmaksızın bakmaktaydı bana ve oval kayanın üzerine karınüstü uzanmamı, kol ve bacaklarımı bir kurbağa gibi yanlara sarkıtmamı istedi.

Orada on dakika kadar uzandım, pineklemekten yumuşak, fısıldayan bir homurtuyla sarsılarak kurtulana dek, tamamen gevşemiş ve uyur durumdaydım. Başımı kaldırıp bakındım ve tüylerim diken diken oldu. Devasa, kara bir jaguar bir kayanın üzerine çömelmişti, en fazla on adım ötedeydi, don Juan’ın oturmakta olduğu yerin tam üstünde. Jaguar, sivri dişlerini göstererek doğruca bana bakmaktaydı. Saldırmak üzereymiş gibi görünüyordu.

“Kımıldama!” diye seslendi don Juan yavaşça. “Gözlerine de bakma. Burnuna bak ve gözünü kırpma. Yaşamın, bakışına bağlı.”

Dediğini yaptım. Don Juan şapkasını bir frizbi gibi jaguarın kafasına atana dek, jaguar ile ben bir süre bakıştık. Jaguar çarpışmadan sakınmak için geriye sıçradı ve don Juan yüksek, uzun uzadıya ve kesin bir ıslık çaldı. Sonra avazı çıktığı kadar bağırdı ve ellerini iki ya da üç kere şaplattı. Çıkan ses, susturucu takılmış silah sesine benziyordu.

Don Juan aşağı inmem ve ona katılmam için bir işaret yaptı. İkimiz de jaguarı korkutup kaçırmış olduğumuzdan emin olana dek, bağırıp ellerimizi çarptık.

Bedenim sarsılıyordu, yine de korkmamıştım. Don Juan’a bende en büyük korkuyu yaratan şeyin, jaguarın homurtusu ya da bakışı olmadığını, onu işitip de başımı kaldırmadan çok önce beni süzdüğünden emin olmam olduğunu anlattım.

Don Juan bu deneyimime değin tek bir söz etmedi. Derin düşüncelere dalmıştı. Ona, jaguarı benden daha önce görüp görmediğini sormaya kalkıştığımda, emreder bir ifadeyle susturdu beni. Bende, çok tedirgin ya da kafası karışmış izlenimi yarattı.

Bir anlık sessizlikten sonra, don Juan yürümem için bir işaret verdi. Kendisi öne geçti. Zikzaklar çizerek, hızlı adımlarla kayalardan uzaklaşıp çalılara yürüdük.

Yarım saat kadar sonra, dinlenmek için durduğumuz açıklıktaki fundalığa ulaşmıştık. Tek bir söz bile konuşmamıştık ve ben don Juan’ın ne düşündüğünü bilmek istiyordum.

“Niçin böyle zikzak çizerek yürüyoruz,” diye sordum. “Kestirme bir yol bulup hemen buradan çıksak daha iyi olmaz mı?”

“Hayır!” dedi don Juan kesin bir dille. “Hiç de iyi olmaz. Oradaki erkek bi jaguar. Aç ve peşimizden gelecek.”

“İyi ya işte, al sana buradan hemen çıkmak için bir neden daha,” diye direttim.

“Bu, o kadar da kolay değil,” dedi. “O jaguar mantık ile engellenmiş değil. Bizi elde etmek için ne yapması gerektiğini tam olarak biliyor. Ve, seninle konuştuğumdan emin olduğum kadar, onun da düşüncelerimizi okuduğuna eminim.”

“Ne demek istiyorsun, düşüncelerimizi okuyan bir jaguar mı var yani?” diye sordum.

“Bu, hiç de mecazi bi kullanım değil,” dedi. “Ne diyorsam onu kastediyorum. Bunun gibi büyük canlıların düşünceleri okuma yetileri vardır. Ve tahmin de etmiyorum. Her şeyi doğrudan bilirler.”

“Peki şimdi ne yapıyoruz?” diye sordum, gerçekten korkmuş olarak.

“Daha az mantıklı olmalıyız ve jaguarın düşüncelerimizi okumasını imkânsızlaştırarak savaşı kazanmayı denemeliyiz,” diye yanıtladı.

“Daha az mantıklı olmak bize nasıl yardım edebilir ki?” diye sordum.

“Mantık, akla uygun olanı seçmemizi sağlar,” dedi. “Örneğin, mantığın sana, dümdüz, koşabildiğin kadar hızlı koşmanı söylemişti. Mantığının göz önünde bulundurmayı başaramadığı şey, arabanın güvencesine ulaşamadan önce altı mil koşmamız gerektiğidir. Ve jaguar bizi geçecek. Önümüze geçecek ve üzerimize atlamak için en uygun yerde saklanıp bekleyecek.

“Daha iyi ama az mantıklı olan seçim, zikzak çizmektir.”

“Bunun daha iyi olduğunu nasıl bilebiliyorsun, don Juan?” diye sordum.

“Biliyorum çünkü benim tinle aramdaki kanal çok temiz,” diye yanıtladı. “Bu da, toplanma noktamın sessiz bilginin yerinde olduğu anlamına geliyor. Buradan onun aç bi jaguar olduğunu sezebiliyorum, ama daha önce hiç insan avlamamış. Ve hareketlerimizden dolayı aklı karışmış. Eğer şimdi zikzak çizersek, jaguar ne yaptığımızı anlamak için çaba harcayacak.”

“Zikzak çizmekten başka bir seçeneğimiz var mı?” diye sordum.

“Yalnızca mantıklı seçenekler var,” dedi. “Ve bizim mantıklı seçeneklerimizi destekleyecek gereçlerimiz yok. Örneğin, yükseğe çıkabiliriz, ama elimizde silah olması gerekir.

“Jaguarın seçenekleriyle yarışmalıyız. Bu seçimler sessiz bilgice düzeltilir. Ne kadar mantıksız göründüğüne aldırmadan, sessiz bilginin bize söylediğini yapmalıyız.”

Zikzak çizerek çabuk çabuk yürümeye başladı. Onu çok yakından izledim, ama bu şekilde koşuşturmanın bizi kurtaracağına emin değildim. Tepkim, geç kalmış bir dehşete kapılmaydı. O koca kedinin karanlık, tehditkâr biçimi düşüncelerimi ele geçirmişti.

Çöldeki fundalık, birbirlerinden dört beş adım uzakta, uzun ve darmadağınık çalılardan oluşuyordu. Yüksek çöldeki kısıtlı yağış, kalın yapraklı ya da sık çalılı bitkilerin yeşermesine olanak tanımıyordu. Yine de koruluğun görüntüsü, sık ve içine girilemez biçimdeydi.

Don Juan olağanüstü bir çeviklikle hareket ediyor ve ben de elimden gelenin en iyisini yaparak onu izliyordum. Nereye bastığıma dikkat etmemi ve daha az ses çıkarmamı önerdi. Ağırlığımın altında çatırdayan dalların, yerimizi belli edecek tek şey olduğunu söyledi.

Kurumuş dalları kırmamak için kasten, don Juan’ın izlerine basmaya çalışıyordum. Jaguarın koca karanlık kütlesini yalnızca otuz adım ardımda görmeden önce, bu şekilde beş yüz metre kadar yürümüştük.

Avazım çıktığı kadar bağırdım. Don Juan, durmaksızın, koca kedinin gözden yitişini görebilecek kadar çabuk dönüverdi. Don Juan yeniden keskin bir ıslık çalmaya başladı ve ellerini susturuculu silah sesini taklit edercesine çırpmayı sürdürdü.

Çok kısık bir sesle bana, kedilerin yukarı tırmanmaktan pek hoşlanmadıklarını ve birkaç adım sağımdaki derin ve geniş vadiye çok hızlı koşup ulaşmamız gerektiğini söyledi.

Gitmemiz için bir işaret yaptı ve ikimiz de çalılara doğru olabildiğimiz kadar hızlı koştuk. Vadinin bir kenarından aşağı kaydık, sonuna ulaştık ve diğer tarafından yukarı tırmanmaya başladık. Buradan yamacı, vadinin dibini ve kendi bulunduğumuz düzlüğü kolayca görebiliyorduk. Don Juan, jaguarın kokumuzu izlediğini, ve eğer şanslıysak onu aşağıda izlerimizin yanında koşarken görebileceğimizi fısıldadı.

Jaguarın kıpırtısını yakalamak için tedirginlikle beklerken, altımdaki vadiye gözlerimi dikmiştim. Ama onu göremedim. Arkamızdaki çalılıkta koca kedinin ürkütücü sesini duyduğumuzda Jaguarın kaçmış olabileceğini düşünmüştüm. Don Juan’ın haklı olabileceğini ürpererek kavradım. Şu anda olduğu yere ulaşabilmesi için jaguarın düşüncelerimizi okuyup vadiyi bizden önce geçmiş olması gerekiyordu.

Tek bir söz bile etmeden, don Juan müthiş bir koşu tutturdu. Onu izledim ve epey bir süre zikzak çizerek ilerledik. Dinlenmek için durduğumuzda tamamen soluksuz kalmıştım.

Jaguar tarafından kovalanıyor olma korkusu, don Juan’ın olağanüstü fiziksel atılganlığına hayran kalmama engel olmamıştı. Genç biriymişçesine koşmuştu. Çocukluğumda koşma yeteneğiyle beni bir hayli etkileyen birini anımsattığını anlatmaya başladım, ama o susmam için bir işaret yaptı. Dikkatlice çevreyi dinlemekteydi, ben de öyle yaptım.



Tam önümüzdeki çalılarda hafif bir hışırtı duydum. Ve sonra, belki de elli adım ötemizde, fundalığın içindeki bir noktada jaguarın kara gölgesi bir an göründü.

Don Juan omuz silkti ve jaguarın bulunduğu yeri gösterdi.

“Galiba ondan kurtulamayacağız,” dedi pes edercesine. “Haydi, sanki parkta dolaşmaya çıkmışız gibi sakin sakin yürüyelim, sen de çocukluğundaki o hikâyeyi anlat. Tam zamanı ve yeri. Peşimizde oldukça iştahlı bi jaguar var, ve sen geçmişini anmaktasın: bi jaguar tarafından kovalanırken yapılmayacak en iyi şey.”

Yüksek sesle güldü. Ama ona öyküyü anlatma isteğimi yitirdiğimi söylediğimde, gülmekten iki büklüm oldu.

“Şimdi de seni dinlemek istemediğim için beni cezalandırıyorsun, öyle mi?” diye sordu.

Ben de, tabii ki, kendimi savunmaya geçtim. Suçlamasının kesinlikle çok saçma olduğunu söyledim. Gerçekten de öykünün heyecanını yitirmiştim.

“Büyücünün kişisel önemi olmazsa, öykünün heyecanını yitirmiş olması da umurunda olmaz,” dedi, gözlerinde hain bir pırıldamayla. “Senin de kişisel önemin kalmadığına göre, hikâyeni şimdi anlatsan iyi olur. Tine anlat, jaguara ve bana anlat, heyecanını hiç yitirmemişsin gibi.”

Ona, öykü çok aptalca olduğundan ve ortamın epey gergin olduğundan, isteklerine uyamayacağımı söylemek istedim. Bunun için, onun da kendi öykülerinde yaptığı gibi, daha uygun bir ortamı, başka bir zamanı değerlendirmek istiyordum.

Düşüncelerimi dile giteremeden, yanıtladı beni.

“Jaguar da ben de düşünceleri okuyabiliriz,” dedi gülümseyerek. “Eğer büyücülük öykülerim için doğru yeri ve zamanı seçiyorsam, onları öğretmek içindir ve onlardan azami yararı sağlamak isterim.”

Yürümemizi işaret etti. Yan yana, sakince yürüdük. Onun öyle koşabilmesini ve enerjisini övdüğümü ve bu övgünün özünde bir parça kişisel önemin bulunduğunu, çünkü kendimi iyi bir koşucu olarak kabul ettiğimi söyledim. Sonra onu öyle iyi koşarken gördüğümde anımsamış olduğum çocukluk öykümü anlattım.

Çocukken futbol oynadığımı ve çok iyi koştuğumu anlattım. Aslında, o kadar çevik ve hızlıydım ki, herhangi bir yaramazlığı başım belaya girmeden gerçekleştirebiliyordum; beni kovalayan herkesi ekebiliyordum, özellikle mahallemizin sokaklarında devriye gezen yaşlı polisi. Bir sokak lambasını kırdığımda ya da bu türden bir şey yaptığımda tüm yapmam gereken koşmaktı ve kurtuluyordum.

Ama bir gün, haberim olmaksızın, yaşlı polis memurunun yerine askeri eğitim almış bir polis timi geldi. Felaket anı, bir mağazanın camını kırıp hızımın güvencem olduğundan emin olarak koşmaya başladığımda geldi. Genç bir polis peşime düştü. Daha önce hiç koşmadığım gibi koştum, ama faydası olmadı. Polis futbol takımında yetenekli bir orta saha oyuncusu olan memur, benim on yıllık bedenimin başa çıkabileceğinden daha çok hıza ve enerjiye sahipti. Beni yakaladı ve camını kırdığım mağazaya tekmeleye tekmeleye götürdü. Bütün tekmelerini futbol sahasında antremandaymışçasına, ustaca isimlendiriyordu. Beni incitmedi, sadece korkuttu, yine de yoğun olarak aşağılanmanın etkisi, bir futbol oyuncusu olarak onun yeteneğine ve ustalığına duyduğum o on yaşındaki hayranlıkla azalmıştı.

O gün hissettiğimi don Juan için de hissetmiş olduğumu söyledim. Yaş farkına ve benim hızlı kaçışlara olan eğilimime rağmen beni geçebilmişti.

Ayrıca ona, yıllarca yinelenen, çok iyi koştuğum ve genç polisin beni geçemediği düşümden söz ettim.

“Hikâyen sandığımdan da önemliymiş,” diye belirtti don Juan. “Annenin poponu tokatlamasıyla ilgili bi hikâye olacağını sanmıştım.”

Sözlerini vurgulama biçimi, söylemini çok gülünç ve çok eğlendirici kılmıştı. Bazen öykülerimizi anlatmamızı sağlayanın mantığımız değil, tin olduğunu ekledi. Bu da o zamanlardan biriymiş. Tin, usumdaki belirli bir hikâyeyi canlandırmış, çünkü hiç kuşkusuz hikâye benim yok edici kişisel önemimle ilgiliymiş. Öfke ve aşağılanma meşalesinin içimde yıllarca tutuştuğunu, başarısızlık ve üzüntü duygularımın hâlâ dokunulmamış olarak kaldığını söyledi.

“Bi psikiyatrist senin hikâyen ve ilgili konularıyla bayram ederdi,” diye sürdürdü. “Zihninde, senin yenilmezlik düşünceni yenmiş olan o genç polis olarak tanımlanmış olmalıyım.” Buna değindiğinden, düşünmüş ya da konuşmuş olduğumu bilmeksizin, duygularımın öyle olduğunu kabul etmek zorundaydım.

Sessizce yürüdük. Benzetmesinden çok etkilenmiştim, yabani bir çığlık durumumuzu anımsatana dek, izimizi süren jaguarı tamamen unutmuştum.

Don Juan fundalıkların ince, alçak dalları üzerinde aşağı ve yukarı zıplamaya ve uzun saplı süpürge türü bir şey yapmak için onları kırmaya yönlendirdi beni. Kendisi de aynı şeyi yaptı. Koşarken, kuru kumlu çamuru kaldırıp tekmeliyor ve onları bir toz bulutu yaratmak için kullanıyorduk.

“İşte bu jaguarı endişelendirmen,” dedi, soluğumuzu yinelemek için durduğumuzda. “Sadece bikaç saatlik gün ışığımız kaldı. Geceleri jaguar yenilmezdir, bu yüzden şu kayalıklı tepelere doğru koşmaya başlasak iyi olacak.”

Uzakta, belki dört yüz metre güneyimizdeki birkaç tepeyi gösterdi.

“Doğuya doğru gitmeliyiz,” dedim. “O tepeler epey güneyde. Eğer o yönde gidersek arabama asla ulaşamayız.”

“Nasıl olsa bugün arabana ulaşamayacağız,” dedi sakince. “Ve belki yarın da ulaşamayacağız. Arabana bi gün ulaşabileceğimizi kim söyleyebilir ki?”

Bir korku sancısına tutuldum, ve sonra tuhaf bir huzur duygusu beni denetimine aldı. Don Juan’a ölüm beni bu çölde bulacaksa acısız olmasını umduğumu söyledim.

“Merak etme,” dedi. “Ölüm yalnızca yataktayken, hastalıktayken acı verir. Yaşamın için savaşırken acı duymazsın. Bi şeyler duyumsarsan, bu övünç olacaktır.”

Medenileşmiş insanlar ve büyücüler arasındaki en dokunaklı ayrımın, ölümün onlara gelme biçiminde olduğunu söyledi. Ölüm yalnızca büyücü-savaşçılara kibar ve tatlı gelirmiş. Ölümcül yaralar almış olabilirler ama yine de acı duymazlarmış. Ve bunlardan daha da olağanüstü olan ölümün kendisini, büyücüler gereksinmedikçe, bir kenarda bekletmesiymiş.

“Sıradan insan ve bi büyücü arasındaki en büyük ayrım, bi büyücünün hızıyla ölümü denetleyebilmesidir,” diye sürdürdü don Juan. “Eğer böyleyse, jaguar beni yiyemeyecek. Seni yiyecek, çünkü sen ölümünü ardında tutabilecek hıza sahip değilsin.”

Sonra büyücülerin ölüm ve hız üzerine karmaşık düşüncelerinin ayrıntılarına girdi. Günlük yaşamımızda sözlerimizden ya da kararlarımızdan kolayca dönebileceğimizi söyledi. Dünyamızdaki tek değişmez şey ölümmüş. Öte yandan, büyücülerin dünyasında, olağan ölüm emri iptal ettirilebilir, ama büyücülerin sözü hep geçerli kalırmış. Büyücülerin dünyasında karar tekrar gözden geçirilemez ve değiştirilemezmiş. Bir kez karar verildi mi, sonsuza kadar kalırmış.

Ona, etkileyici sözlerine rağmen, ölümün iptal edilebileceğine ikna olmadığımı söyledim. O da önceden açıklamış olduğunu yeniden açıkladı. Bir görücü için insanların sayısız durağan ama titreşen enerji alanlarından oluşmuş dörtgen ya da küresel saydam kütlelerden ibaret olduklarını, ve sadece büyücülerin bu küresel saydamlığa bir hâreket verebildiklerini söyledi. Bir saniyenin onda birinde toplanma noktalarını saydam kütlelerinde, istedikleri yere gönderebilirlermiş. Hareket ve hız, tamamen farklı bir başka evrenin algılanmasını anlık olarak sağlarmış. Ya da toplanma noktalarını, durmaksızın saydam enerji alanlarının tamamında harekete geçirirlermiş. Böylesi bir hareketle doğan kuvvet öyle yoğun olurmuş ki, anında saydam kütlelerinin tamamını tüketirmiş.

Tam o anda üzerimize toprak kaysa, kaza sonucu meydana gelen ölümün olağan etkisini iptal edebileceğini söyledi. Toplanma noktasını harekete geçirecek olan hızını kullanarak, evreni değiştirebilir ya da bir salisede kendini içten içe yakabilirmiş. Öte yandan ben, olağan bir şekilde ölürmüşüm, toplanma noktam beni çekip çıkaracak hıza sahip olmadığından kayaların altında ezilebilirmişim.

Büyücülerin, ölümü iptal etmekle aynı şey sayılmayan, ölmenin koşut bir biçimini bulmuş olduklarını düşündüğümü söyledim. O da tüm söylediğinin, büyücülerin ölümlerini yönlendirdikleri olduğu yanıtını verdi. Yalnızca gerektiği zaman ölürlermiş.

Söylediklerinden kuşkulanmama rağmen, oyun oynuyormuşçasına soru sormayı sürdürdüm. Ama o konuşmaktayken, başka algılanabilir evrenlerle ilgili düşünceler ve başıboş anılar zihnimde, bir ekran üzerindeymişçesine biçimlenmeye başladılar.

Don Juan’a garip düşüncelerin beni sardığını söyledim. Güldü ve jaguarı düşünmemi öğütledi, çünkü o kadar gerçekmiş ki ancak tinin kendini göstermesi olabilirmiş.

Jaguarın ne kadar gerçek olduğu düşüncesi tüylerimi diken diken etti. “Doğruca tepelere gideceğimize yönümüzü değiştirsek daha iyi olmaz mıydı?” diye sordum.

Beklenmedik bir değişiklikle jaguarın kafasını karıştırabiliriz diye düşünmüştüm.

“Yön değiştirmek için çok geç kaldık,” dedi don Juan. “Jaguar tepelerden başka gidecek yerimiz olmadığını zaten biliyor.”

“Bu doğru olamaz don Juan!” diye karşı çıktım.

“Niçin olmasın?” diye sordu.

Jaguarın bizden bir adım önde oluşunu açıkça kabullenmeme rağmen, onun, bizim nereye gitmek istediğimizi kestirebilecek bir öngörüsü olduğunu kabul edemeyeceğimi anlattım. “Senin yanlışın, jaguarın erkini, onun yeteneğini olayları kavrama bağlamında ele almandan geliyor,” dedi. “O, düşünmez, sadece bilir.”

Don Juan toz kaldırma hareketimizin, jaguara hiçbir işimize yaramayan bir eylemin duyumsal girişini yaparak, kafasını karıştıracağını söyledi. Yaşamımız buna bağlı olsa da, toz kaldırma eylemi için gerçek bir duyum yaratamazmışız.

“İnan ki ne demek istediğini anlamıyorum,” diye sızlandım.

Kan basıncı kulaklarımı çınlatıyordu. Kendimi sözlerine vermekte güçlük çekiyordum.

Don Juan insan duyumlarının soğuk ya da sıcak hava akımlarına benzediğini ve bir canavarın bunları izlemesinin kolay olduğunu açıkladı. Bizler mesajı yollayanlarmışız, jaguar ise alıcıymış. Duygularımız ne olursa olsun, jaguara ulaşacak bir yol bulurlarmış. Dahası, jaguar, geçmişimizden bugüne dek kullandığımız duygularımızı okuyabilirmiş. Toz kaldırma hareketindeyse, bu eyleme karşı duygumuz o kadar sıradışıymış ki, alıcıda yalnızca bir boşluk yaratabilirmiş.

“Sessiz bilginin bize yaptıracağı bi başka hareketse kuru çamuru tekmelemektir,” dedi don Juan.

Bir an tepkilerimi beklercesine bana baktı.

“Şimdi gayet sakin yürüyeceğiz,” dedi. “Ve sen de koca bi devmişsin gibi kuru çamurları tekmeleyeceksin.”

Suratımda aptal bir ifade olmalıydı. Don Juan’ın bedeni

gülmekten sarsılıyordu.

“Ayaklarınla bi toz bulutu kaldır,” diye buyurdu. “Kendini

iri ve ağır hisset.”

Bunu yapmayı denedim ve hemen ardından bir yoğunluk

duygusu kapladı beni. Şakacı bir tavırla, öneriler vermedeki gücünün inanılmaz olduğunu söyledim. Aslında devasa ve yırtıcı olarak duyumsamaktaydım kendimi. Büyüklüğümle ilgili duyumsadıklanmın kendi önerisinin bir sonucu olmadığına, toplanma noktamdaki değişimden kaynaklandığına inandırdı beni.

Eski insanların efsaneleşebildiğini, çünkü sesiz bilgi yoluyla toplanma noktasının hareketinden elde edilebilecek erkin ayırdında olduklarını söyledi. Büyücüler bu eski erki daha düşük bir ölçüde ele geçirmişler. Toplanma noktalarının hareketiyle duygularını kullanıp olayları değiştirebilirlermiş. Ben de olayları iri ve yırtıcı hissetmemle değiştiriyormuşum. Bu şekil­ de yönlendirilen duygulara niyet denirmiş.

“Toplanma noktan şimdiden epeyce hareket etti,” diye sürdürdü. “Şu anda ya bu kazancını yitirmek ya da toplanma noktanı olduğu yerin ötesine götürmek konumundasın.”

Olağan yaşam koşulları altındaki her insanın, büyük bir olasılıkla, geleneğin bağlarından bir kez olsun kurtulma fırsatı bulmuş olduğunu söyledi. Toplumsal geleneği kastetmediğini, algılarımızı bağlayan geleneklerden söz ettiğini vurguladı. Bir coşkunluk anı toplanma noktamızı hareket ettirip, geleneği aşmamıza yetermiş. Aynı şekilde bir korku anı, hastalık, öfke ya da keder anı da yetebilirmiş. Ama genellikle, ne zaman toplanma noktamızı hareket ettirme olanağı bulsak korkarmışız.



Dinsel, eğitimsel ve toplumsal yapılarımız işin içine karışırmış. Bunlar topluma güvenli dönüşümüzü kesinleştirirmiş; toplanma noktalarımızın belirlenmiş olağan yaşam konumuna dönüşünü.

Bildiğim tüm mistik ve ruhani liderlerin böyle yapmış olduklarını anlattı bana: kaza sonucu ya da eğitimle toplanma noktaları belirli bir yere hareket etmiş; ve sonradan yaşamları boyunca onlara yetecek bir anıyla olağanlığa dönmüşler.

“Çok dindar, iyi bi çocuk olabilirsin,” diye sürdürdü, “ve toplanma noktanın başlangıçtaki hareketini unutabilirsin. Ya da ussal sınırlarının ötesine geçebilirsin. Sen hâlâ o sınırların içerisindesin.”

Ne demek istediğini biliyordum, yine de bazı kuşkular bocalamama neden oluyordu.

Don Juan söylemini daha da ileri götürdü. Sıradan insanın, günlük sınırlarının ötesini algılayabilecek enerjiyi bulmaktan yoksun olarak, olağanüstü algı dünyasına büyücülük, cadılık ya da şeytanın işi diyerek, ve bunu daha fazla incelemeden bir kenara çekildiğini söyledi.

“Ama sen, artık böyle yapamazsın,” diye sürdürdü don Juan. “Dindar biri değilsin ve herhangi bi şeyden kolayca vazgeçmeyecek kadar meraklısın. Şu anda seni engelleyebilecek tek şey korkaklık.

“Her şeyi gerçekten olduğu biçime dönüştür: soyuta, tine, nagual’a. Cadılık yok, kötülük yok, şeytan yok. Sadece algılama var.”

Onu anlamıştım. Ama tam olarak ne yapmamı istediğini kestiremiyordum.

En uygun sözcükleri bulmaya çalışırak don Juan’a baktım. Zihnimin son kerte işlevsel bir boyutundaydım sanki ve tek bir sözcüğü bile ziyan etmek istemiyordum.

“Devleş!” diye bağırdı, gülümseyerek. “Bırak mantığını gitsin.”

İşte o zaman ne demek istediğini tam olarak anlamıştım. Aslında, ölçü ve yırtıcılık duygularımın yoğunluğunu, gerçekten de bir dev olup tüm çevremizi görebilecek, çalıların üstünde havada asılı kalabilecek kadar artırabileceğimi biliyordum.

Düşüncelerimi dile getirmeye çalıştım ama hemen vazgeçtim. Don Juan’ın tüm düşündüklerimi bildiğini, ve hatta çok, çok daha fazlasını bildiğini anladım.

Ve sonra olağanüstü bir şey geldi başıma. Ussal yeteneklerim işlevlerini yitirdiler. Tam anlamıyla, sanki kara bir battaniye üzerimi örtmüş ve düşüncelerimi gölgelemişti. Ve usumu, dünyada hiçbir kaygısı olmayan biri gibi bıraktım gitti. Eğer beni karanlıkta bırakan o örtüyü yok etmek istiyorsam, tüm yapmam gerekenin onu aşıp geçmek olduğuna emindim.

O durumda ileri doğru itildiğimi, harekete geçtiğimi duyumsadım. Bir şey bedensel olarak, bir yerden diğerine hareket etmemi sağlıyordu. Baygınlık durumu yaşamadım. Hareketimdeki hız ve rahatlık beni coşturuyordu.

Yürümekte olduğumu hissetmiyordum; uçmuyordum da.. Dahası son kerte kolaylıkla taşınmaktaydım. Hareketlerim yalnızca onları düşünmeye çalıştığımda sakarlaşıp kabalaşıyordu. Hareketlerimle, onları düşünmeksizin eğlendiğimde, daha önce yapılagelmemiş eşsiz bir bedensel sevinçlilik durumuna giriyordum. Eğer yaşamımda böyle mutluluk anları olduysa, çok kısa sürmüş olmalıydılar çünkü hiçbir anı bırakmamışlardı bende. Yine de o esrimeyi yaşadığımda belli belirsiz bir tanımışlık duygusu hissettim, sanki bunu daha önceden biliyordum da unutmuştum.

Fundalıkta hareket etme coşkusu öylesine yoğundu ki diğer her şey önemini yitirmişti. Bana göre canlılığını sürdüren anlar, o coşkunluk anları ve hareket etmeyi kestiğim, kendimi fundalıkla karşı karşıya bulduğum zamanlardı.

Ama daha da açıklanamaz olan, hareket ettirilmeye başladığımda çalıların üzerinde belli belirsiz ortaya çıkıvermemdi.

Bir an, jaguarın şeklini net bir biçimde önümde gördüm. Olanca hızıyla kaçmaktaydı. Kaktüslerin dikenlerinden kaçınmaya çalıştığını sandım. Adımını attığı yere son kerte dikkat ediyordu.

Jaguarın peşinden koşarak onu korkutup dikkatini dağıtmak için dayanılmaz bir baskı duyumsamaktaydım. Dikenlerin canını acıtacağını biliyordum. Sonra, sessiz zihnimde bir düşünce patlayıverdi— bir jaguarın dikenlerden canı incindiğinde daha tehlikeli olacağını düşündüm. Bu düşünce, biri beni düşümden uyandırıyormuşçasına bir etki yarattı.

Düşünme gücümün yeniden çalışmaya başladığının bilincine vardığımda, kayalardan oluşmuş bir sıra tepenin dibinde olduğumun ayırdına vardım. Çevreme bakındım. Don Juan bir­ kaç adım ilerideydi. Bitkin görünüyordu. Solgundu ve hızlı hızlı soluyordu.

“Ne oldu, don Juan?” diye sordum, boğazımı temizledikten sonra.

“Sen söyle ne olduğunu,” diye konuştu soluk soluğa.

Duyumsadığım şeyleri ona anlattım. Sonra doğruca görüş alanımın içindeki dağın tepesini zorlukla görebildiğimi anladım. Çok az gün ışığı kalmıştı, bu da benim iki saatten uzun bir süredir koştuğum ya da yürüdüğüm anlamına geliyordu.

Zamandaki bu çelişkiyi açıklamasını istedim don Juan’dan. Toplanma noktamın merhametin olmadığı yerin ötesine, sessiz bilginin yerine ulaşmış olduğunu, ama bunu kendi başıma kullanabilecek enerjiye henüz sahip olmadığımı söyledi. Bunu kendi başıma kullanmak, mantık ile sessiz bilgi arasında isteğime bağlı olarak hareket edebileceğim yeterli enerjiye sahip olmam gerektiği anlamına gelirmiş. Bir büyücünün yeterli enerjiye sahip olmasıyla—hatta eğer gerekli enerjisi yoksa, ama ölüm kalım meselesi yüzünden bir değişim yapması zorunluysa—mantık ile sessiz bilgi arasında gidip gelebildiğini ekledi.

Benim hakkımdaki yargısı, durumumuzun ciddiyetinden, benim tine toplanma noktamı hareket ettirsin diye olanak sağlamış olmamdı. Sonuçta sessiz bilgiye ulaşmışım. Doğal olarak, bana yükseklik duyumu veren, çalıların üzerinde süzülüyormuşum duygusunu yaratan algımın kapsamı artmış.

O sıralarda, akademik eğitimimden dolayı, ortak kararlarla ulaşılmış görüşleri sabit kılmaya karşı dayanılmaz bir tutkum vardı. O günlerdeki örnek sorumu sordum.

“Eğer UCLA’nın İnsanbilim Bölümü’nden biri beni gözetliyor olsaydı, fundalıkta çılgınca sağa sola hareket eden bir dev olarak mı görürdü beni?”

“Gerçekten bilemeyeceğim,” dedi don Juan. “Bunu öğrenmenin yolu, İnsanbilim Bölümü’ndeyken toplanma noktanı hareket ettirmek olacak.”

“Denedim,” dedim. “Ama hiçbir şey olmadı. Herhangi bir şey olması için senin etrafta olman gerekli.”

“Senin için bi ölüm kalım meselesi değilmiş o zaman,” dedi. “Öyle olsaydı, toplanma noktanı kendi kendine hareket ettirebilirdin.”

“Peki insanlar toplanma noktamı hareket ettirdiğimde gördüklerimi görebilirler mi?” diye direttim.

“Hayır, çünkü onların toplanma noktası seninkiyle aynı yerde olmayacak,” diye yanıtladı.

“O zaman, jaguarı düşümde mi gördüm, don Juan?” diye sordum. “Bütün bunlar yalnızca aklımda mı oldu?”

“Pek öyle değil,” dedi. “O koca kedi gerçekti. Kilometrelerce hareket ettin ve yorgun bile değilsin. Kuşkulanıyorsan eğer, ayakkabılarına bak. Kaktüs dikenleriyle dolular. Bu yüzden sen, çalıların üzerinden süzülerek gerçekten de hareket ettin. Ama aynı zamanda etmedin de. Bu, toplanma noktanın mantığın mı, yoksa sessiz bilginin yerinde mi olduğuna bağlı”.

Söylerken anlattığı her şeyi anlıyordum, ama istediğimde herhangi bir kısmını tekrarlayamıyordum. Ne de bildiğimin ne olduğunu kestirebiliyordum, ya da ne için bana bu kadar mantıklı geldiğini.

Jaguarın homurtusu beni o ivedi tehlikenin gerçekliğine döndürdü. Otuz adım sağımızda, çabucak tepeye yönelen jaguarın kara kütlesini gördüm.

“Ne yapacağız don Juan?” diye sordum, önümüzde hareket eden hayvanı görmüş olduğunu bilerek.

“En tepeye tırmanmaya devam et ve orada bi sığınak ara,” dedi sakince.

Sonra, dünyada hiçbir kaygısı yokmuş gibi, değerli zamanımızı çalıların üzerinde süzülmenin zevki uğruna ziyan etmiş olduğumu ekledi. Göstermiş olduğu tepelerin güvenliğine yöneleceğime, batıdaki daha yüksek dağların yolunu tutmuşum.

“O uçuruma jaguardan önce ulaşmalıyız, yoksa pek şansımız kalmayacak,” dedi, dağın tepesindeki neredeyse dik düzlüğü göstererek.

Sağıma döndüm ve jaguarı kayadan kayaya sıçrarken gördüm. Kesinlikle yolumuzu kesmek için çabalamaktaydı.

“Gidelim don Juan!” diye bağırdım gerginlikten.

Don Juan gülümsedi. Korku ve sabırsızlığımla eğleniyormuş gibiydi. Olanca hızımızla hareket ettik ve düzenli bir şekilde tırmandık. Her zaman sağımızda olan ve arada sırada görünen jaguarın koyu şekline dikkat etmemeye çalıştım.

Üçümüzde dik yamacın dibine aynı zamanda ulaştık. Jaguar yirmi adım kadar sağımızdaydı. Zıpladı ve yamaca tırmanmaya çalıştı, ama başaramadı. Kayadan duvar fazlasıyla eğimliydi.

Don Juan jaguarı seyrederek zaman yitirmememi söyleyerek bağırdı, çünkü tırmanmaktan vazgeçer geçmez saldıracakmış. Don Juan’ın sözleri biter bitmez hayvan saldırdı.

Artık uyarılara zaman yoktu. Don Juan’ın ardında, kaya duvara tırmandım. Hüsrana uğramış canavarın keskin çığlığı, tam sağ ayağımın topuğunda çınladı. Korkunun iteleyici kuvveti beni bir sinekmişim gibi düz uçurumun kenarına yolladı.

Zirveye, gülmek için duraksamış olan don Juan’dan daha önce ulaştım.

Uçurumun tepesinde güvenlikteyken, olanlar hakkında daha çok düşünme fırsatım olmuştu. Don Juan herhangi bir şeyi tartışmak istemiyordu. Gelişimimin bu aşamasında, toplanma noktamın en ufak bir hareketinin bir gizem olarak kalacağını söyledi. Çömezliğimin başlangıcındaki mücadelemin, kazandıklarımı yargılamaktan çok korumak olduğunu söyledi—ve bu noktada her şey bana mantıklı gelirmiş.

O anda, her şeyin bana mantıklı geldiğini anlattım ona. Ama o, bana mantıklı geldiğini iddia etmeden önce bilgiyi kendime açıklayabilmem gerektiği konusunda çok sertti. Toplanma noktamın hareketinin bir anlamı olması için, mantığın yerinden sessiz bilginin yerine gidip gelebilecek enerjiyi gereksindiğim konusunda diretti.

Bakışlarıyla tüm bedenimi süzerek, bir süre sessiz kaldı. Sonra kararını vermiş göründü, gülümsedi ve yeniden konuşmaya başladı.

“Bugün sessiz bilginin yerine ulaştın,” dedi kesin bir tavırla.

O öğleden sonra toplanma noktamın, onun müdahelesi olmaksızın, kendi kendine hareket etmiş olduğunu açıkladı. Devasa olma duyumumu kullanarak hareketi niyet etmişim, ve böyle yaparak toplanma noktam sessiz bilginin konumuna ulaşmış.

Don Juan’ın deneyimimi nasıl açıklayacağı konusunda çok meraklanıyordum. Sessiz bilginin yerinde erişilen algıya değin konuşmanın bir yolunun da onu ‘burası ve burası’ olarak adlandırmak olduğunu söyledi. Ona, kendimi o çöl fundalığının üzerinde süzüldüğümü hissettiğimi anlattığımda, çöl zeminini ve çalıların üzerlerini aynı anda görmüş olduğumu da sözlerime eklemem gerektiğini açıkladı. Ya da olduğum yerde dururken, aynı zamanda jaguarın da olduğu yerdeymişim. Böylece, kaktüslerin dikenlerinden kaçınmak için nasıl dikkatli adımlar attığının ayırdına varmışım. Başka bir deyişle, olağan burası ve orasını algılamam yerine, “burası ve burası”nı algılamışım.

Yorumları beni korkuttu. Haklıydı. Bundan ona söz etmemiştim, hatta iki yerde birden olabileceğimi kendi kendime kabul edememiştim. Onun yorumları olmasaydı bu açıdan düşünmeye cesaret edemezdim.

Tüm olayların bana daha anlamlı gelebilmesi için bundan fazla zamana ve enerjiye gereksinimim olduğunu yineledi. Oldukça yeniyetmeymişim; hâlâ epey bir gözetime gereksinimim varmış. Örneğin, ben çalıların üzerinde süzülürken, o da bana göz kulak olsun diye, toplanma noktasını mantıkla sessiz bilgi arasında hızlıca hareket ettirmiş. Ve bu onu bitkin kılmış.

“Beni bir konuda aydınlat,” dedim, mantıklılığını denemeye çalışarak. “O jaguar senin kabul edebildiğinden de garipti, öyle değil mi? Jaguarlar bu yörenin hayvanlarından değiller. Pumalar, evet, ama jaguarlar hayır. Bunu nasıl açıklıyorsun?”

Yanıtlamadan önce yüzünü buruşturdu. Aniden epey ciddileşmişti.

“Sanırım bu kendine özgü jaguar senin insanbilimsel tezlerini doğruluyor,” dedi ağırbaşlı bir ses tonuyla. “Belli ki jaguar Orta Amerika’yla Chihuahua’yı birbirine bağlayan bu ünlü ticaret yolunu izliyordu.”

Don Juan öylesine gürültülü güldü ki kahkahası dağlarda yankılandı. O yankı beni jaguarın ettiğinden daha rahatsız etti. Yine de beni rahatsız eden yankı değildi, gecede bir yankı duymamış olduğum gerçeğinden kaynaklanıyordu. Usumda yankılar yalnızca gündüzleri olmuşlardı.



Jaguarla olan deneyimimi çağrıştırmak birkaç saatimi almıştı. Bu zaman boyunca, don Juan benimle konuşmamıştı. Sırtını rahatça bir kayaya dayamış ve oturur biçimde uykuya dalmıştı. Bir süre sonra onun orada olduğunun artık ayırdına varamıyordum ve sonunda uykuya daldım.

Çenemde bir ağrıyla uyandım. Yüzümün bir yanı kayaya dayalı uyumuştum. Gözlerimi açar açmaz, uzanmakta olduğum kayanın üzerinden aşağı kaymaya çalıştım, ama dengemi yitirerek gürültülü bir şekilde kaba etimin üzerine düştüm. Don Juan birtakım çalıların ardından, gülmek için tam zamanında yetişti.

Geç olmak üzereydi ve ben de karanlık çökmeden önce vadiye yetişecek zamanımız var mı diye yüksek sesle düşündüm. Don Juan omuz silkti ve pek ilgilenmiş görünmedi. Yanı başıma çöktü.

Hatırladıklarımın ayrıntılarını duymak istiyor mu diye sordum. Onun için fark etmediğini belirtti, yine de herhangi bir soru sormadı. Olayı bana bıraktığını sandım, bu nedenle benim için büyük önem taşıyan üç noktaya değindim. Birisi sessiz bilgiden söz etmiş olması; diğeri toplanma noktamı niyeti kullanarak hareket ettirmiş olmam; ve sonuncusu da kürek kemiklerim arasına inecek bir darbeye gereksinim duymadan yükseltilmiş bilinçliliğe girmiş olmamdı.

“Senin en büyük başarın, toplanma noktanın hareketini niyet etmendi,” dedi don Juan. “Ama başarı kişisel bi şeydir. Gereklidir, ama olayın önemli bölümü değildir. Büyücülerin beklediği son eylem değildir.”

Ne istediğini bildiğimi sandım. Olayı tamamen unutmuş olmadığımı anlattım ona. Olağan bilinçlilik durumunda usumda kalmış olan, bir dağ aslanının—jaguar düşüncesini benim­ sevmediğimden—bizi bir dağa doğru kovalamış olduğu, ve don Juan’ın koca kedinin saldırısından rahatsız olup olmadığımı sormuş olmasıydı. İncinmiş olabileceğimi düşünmenin çok saçma olduğunu söylemiştim, o da bana arkadaşlarımın saldırılarıyla ilgili olarak da aynı şekilde düşünmem gerektiğini söylemişti. Kendimi korumalı, ya da yollarından çekilmeliymişim, ama ahlakça haksızlık etmeden.

“Bu sözünü ettiğim son eylem değil,” dedi gülümseyerek. “Soyutun, tinin düşüncesinde tek önemli olan son eylemdir. Kişisel benlik düşüncesinin hiçbi önemi yoktur. Sen hâlâ kendini ve kendi duygularını ön plana çıkarıyorsun. Ne zaman bi fırsatım olduysa, soyuta olan gereksinmemiz konusunda seni bilinçlendirdim. Sen her zaman benim soyut olarak düşünmeyi kastettiğime inandın. Hayır. Soyut olmak, kendini tine, onun bilincinde olarak ulaşılabilir kılmaktır.”

İnsanların durumlarıyla ilgili en dokunaklı şeylerden birinin, aptallık ve kişisel yansıma arasındaki korkunç bağlantı olduğunu söyledi.

Bizi, kişisel yansımalı beklentilerimizle bağdaşmayan her şeyi elemeye zorlayan aptallıkmış. Örneğin, sıradan bir insan olarak, insanlığın ulaşabileceği en önemli bilgilere kör kalmışız: toplanma noktasının varlığı ve hareket edebileceği gerçeği.

“Mantıklı bi insan için, algının toplandığı görünmez bi noktanın varlığı düşünülemez,” diye sürdürdü. “Ve daha da düşünülemeyecek olan, eğer onun varlığı üzerinde alışık olduğu gibi düşünecek olursa, belli belirsiz umacağı biçimde, bu noktanın aklımızda yer almamasıdır.”

Mantıklı bir insan için, kendi kişisel imgesine sadık kalmanın, o berbat cahilliğini garantileyeceğini ekledi. Don Juan şuna işaret etti, örneğin, mantıklı insan büyücülüğün tılsımlar ve hokus pokuslardan oluşmadığı gerçeğini kabul etmez, ama onun dünyayı kusursuz bir şekilde kabul etme özgürlüğünü de, insanlık adına olası olan her şey için özgürlük verdiğini de inkâr edermiş.

“İşte bu noktada sıradan insanın aptallığı en tehlikeli noktasındadır,” diye sürdürdü. “Büyücülükten korkar. Özgürlük fırsatı karşısında titrer. Oysa özgürlük elinin altındadır. Buna üçüncü nokta denir. Ve buna toplanma noktasının harekete geçirilmesi gibi kolayca ulaşılır.”

“Ama sen kendin bana toplanma noktasını hareket ettirmek o kadar güçtür ki gerçek bir başarı sayılır demiştin,” diye karşı çıktım.

“Tabii ki öyle,” diye temin etti. “Bu, büyücülüğün çelişkilerinden biridir: bunu yapmak çok güçtür, ama yine de dünyadaki en basit iştir. Sana daha önce yüksek ateşin toplanma noktasını harekete geçirebileceğini söylemiştim. Açlık ya da korku, aşk ya da nefret bunu yaptırabilir; mistizm de öyle, ayrıca büyücülerin yeğlediği yöntem olan boyun eğmez niyet de bunu yaptırabilir.”

Boyun eğmez niyetin ne olduğunu yeniden açıklamasını istedim ondan. Bunun, insanların sergilediği bir tür tek-amaçlılık olduğunu söyledi; birbirleriyle çatışan ilgiler ya da arzularla geri alınamayacak, son kerte kolaylıkla tanımlanabilen bir amaçmış; boyun eğmez niyetin ayrıca, toplanma noktasının olağan olmayan bir konumda sabit kalmasından ortaya çıkan bir kuvvet olduğunu söyledi.

Don Juan sonra, toplanma noktasının hareketi ile değişimi arasında— tüm bu yıllar boyunca anımsayamadığım— çok anlamlı bir ayrımda bulundu. Dediğine göre, bir hareket, konumdaki muazzam değişiklikmiş, öylesine güçlüymüş ki toplanma noktası, enerji alanlarından oluşmuş saydam kütlemizin tümü içerisinde başka birtakım enerjilere bile ulaşabilirmiş. Her bir enerji takımı algılanabilecek tamamıyla farklı bir evreni temsil ediyormuş. Bir değişim ise, günlük yaşamımızın dünyası olarak algıladığımız enerji alanları takımı içerisindeki ufak hareketmiş.

Büyücülerin boyun eğmez niyeti, değişmez kararlarını ateşleyen bir katalizör olarak gördüklerini söyleyerek devam etti, ya da tersi olarak: değişmez kararları, toplanma noktalarını, sırası geldiğinde boyun eğmez niyeti oluşturan yeni konumlara iteleyen katalizörmüş.

Ağzım bir karış açık öylece kalmış olmalıydım. Don Juan güldü ve büyücülerin mecazi betimlemelerini anlamaya çalışmanın, sessiz bilgiyi anlamaya çalışmak kadar yararsız olduğunu söyledi. Sözcüklerle olan sorunun, büyücülerin betimlemelerini her açıklama girişiminde, onların daha da karmaşıklaşmasında olduğunu ekledi.

Nasıl olursa olsun açıklamasını ısrarla istedim ondan. Örneğin, üçüncü nokta hakkında söyleyebileceği herhangi bir şeyin, onu sadece açıklayabileceğini belirttim, onunla ilgili her şeyi bilmeme rağmen hâlâ çok karmaşıktı.

“Günlük yaşamımızın dünyası iki ilgi noktasını içerir,” dedi. “Örneğin, elimizde burası ve orası, içerisi ve dışarısı, yukarı ve aşağı, iyi ve kötü, vs. var. Yani, tam demek gerekirse, yaşamlarımızın algılamamız iki-boyutludur diyebiliriz. Kendi kendimize algıladığımız ve yaptığımız hiçbir şeyin derinliği yok.”

Düzeyleri karıştırdığını düşünerek ona karşı çıktım. Ona göre algının tanımını, yaşayan varlıkların, toplanma noktalarınca seçilen enerji alanlarını duyumlarıyla öğrenme yeterliliği olarak kabul edebilirdim— akademik düzeyime kıyasla oldukça ilgisiz bir tanımdı, ama o anda inandırıcı görünüyordu. Her neyse, yaptıklarımızın derinliğinin ne olabileceğini düşleyemiyordum. Belki de temel algılarımızın yorumlarından ayrıntılarından söz ettiğini savundum.

“Bir büyücü eylemlerini derinliğiyle algılar,” dedi. “Eylemleri onun için üç-boyutludur. Üçüncü bi ilgi noktaları vardır.”

“Üçüncü bir ilgi noktası nasıl var olabilir?” diye sordum, sıkıntılı bir tonda.

“İlgi noktalarımız başlangıçta duyumsal algılarımızdan elde edilirler,” dedi. “Duyularımız algılamada bulunurlar ve öncelik taşıyan konuları diğerlerinden ayırırlar. Bu temel ayrımı kullanır ve gerisini bi kenara koyarız.

“Kişinin üçüncü ilgi noktasına ulaşabilmesi için, iki mekânı aynı zamanda algılayabilmesi gerekir.”

Hatırladıklarım, beni tuhaf bir ruh haline sokmuştu— sanki o deneyimimi birkaç dakika önce yaşamıştım. Aniden daha önce bütünüyle kaçırdığım bir olayın bilincine varmıştım. Daha önce don Juan’ın önderliğinde o bölünmüş algıyı iki kez deneyimlemiştim, ama ilk defa bunu tamamıyla kendi başıma başarmış oluyordum.

Hatırladıklarımı düşündükçe, duyumsal deneyimimin ilkin sandığımdan daha karmaşık olduğunun ayırdına vardım. Çalıların üzerinde süzüldüğüm zaman boyunca— sözcükler hatta düşünceler olmaksızın— iki yerde olmanın, ya da don Juan’ın dediği gibi ‘burası ve burası’nın, algımı her iki yerde de ivedi ve kusursuz duruma getirdiğinin ayırdındaydım. Ama ikili algımın, olağan algımdaki mutlak açıklıktan da yoksun olduğunu fark etmiştim.

Don Juan olağan algının bir başlangıç noktası olduğunu açıkladı. ‘Burası ve orası’ bu başlangıç noktasının çevresiymiş, ve biz de ‘burası’nın açıklığının taraftarlığını yapıyormuşuz. Olağan algıda yalnızca ‘burası’nı tamamen, hemen ve doğrudan algıladığımızı söyledi. Onun ikizi ‘burası’ysa ivedilikten yoksunmuş. Bundan bir anlam çıkarılabilir, bir sonuca varılabilirmiş, umulabilir, hatta gerçekmiş gibi kabul edilebilirmiş, ama tüm duyumlarla doğrudan kavranamazmış. İki yeri aynı anda algıladığımızda mutlak açıklık yitermiş, ama ‘orası’nın ivedi algısı kazancımız olurmuş.

“Peki don Juan, o zaman, algımı deneyimimin önemli bir parçası olarak açıklamamda haklıydım,” dedim.

’’Hayır, değildin,” dedi. “Deneyimlediğin şey senin için hayati önem taşıyordu, çünkü sessiz bilgiye yolunu açtı, ama önemli olan şey jaguardı. O jaguar gerçekten de tinin belirmesiydi.

“O koca kedi hiç çaktırmadan peydahlandı. Sana dediklerim kadar eminim ki o da bizim işimizi oracıkta bitirebilirdi. O jaguar büyünün bi anlatımıydı. O olmasaydı, bi sevinç yaşamış olamayacaktın, ders alamayacaktın, bazı şeylerin ayırdına varamayacaktın.”

“Peki, o gerçek bir jaguar mıydı?” diye sordum.

“Emin ol ki gerçekti!”

Don Juan sıradan insan için o koca kedinin korkutucu ve

tuhaf gelmiş olabileceğini düşündüğünü söyledi. Sıradan bir insan, o jaguarın, tropik ormanlardan epey uzakta, Chihuahua’da ne aradığını mantıksal bağlamda açıklamaya çalışsa, epeyce bir güçlük çekermiş. Ama bir büyücü, niyet ile bir bağlantı hattı olduğundan jaguarı bir algılama aracı olarak görürmüş— tuhaflık değil, huşu kaynağı olarak.

Yanıtını bilmek istediğim yığınla soru vardı, yine de sorularımı dile getiremeden yanıtlarını bilmekteydim. Bir süre kendi soru-yanıt dizgemi izledim, ta ki sonunda yanıtları sessiz olarak bilmemin anlamının olmadığını kavrayana kadar; yanıtların anlamlı olabilmeleri için sözcüklerle ifade edilmeleri gerekiyordu.

Aklıma gelen ilk soruyu dile getirdim. Don Juan’dan bir çelişki olarak görünen şeyi açıklamasını istedim. Toplanma noktasını sadece tinin hareket ettirebileceğini belirtmişti. Ama daha sonra, niyetçe ele alınan duygularımın toplanma noktamı hareket ettirdiğini söylemişti.

“Yalnızca büyücüler duygularını niyete açabilirler,” dedi. “Niyet tindir, bu nedenle tin toplanma noktalarını hareket ettirir. “Tüm bunlarda yanıltan taraf,” diye sürdürdü, “yalnızca büyücülerin tini bildiklerini, niyetin büyücülerin seçkin ilgi alanı olduğunu söylememde. Bu hiç de doğru değil, ama elverişlilik açısından durum böyle. Gerçek durum şu ki büyücüler sıradan insana kıyasla, tinle olan bağlantılarının daha çok bilincindeler ve bunu kullanmak için can atıyorlar. Hepsi bu. Niyet ile olan bağlantı hattı, var olan her şey tarafından paylaşılan evrensel bi özelliktir.”

Don Juan, iki-üç kez, sanki bir şeyler ekleyecekmiş gibi göründü. Besbelli sözcükleri seçmeye çalışırken bocaladı. Sonunda, aynı anda iki yerde olmanın, büyücülerce toplanma noktalarının sessiz bilginin yerine ulaştığı anı işaretlemek için kullanılan bir kilometre taşı olduğunu söyledi. Kişinin kendi amaçlarıyla başardığı ayrılmış algıya, toplanma noktasının özgür hareketi denirmiş.

Her nagual’ın elindeki erkin tümünü, çömezinin toplanma noktasını, özgür hareketi yapmaya yüreklendirmek için, sürekli olarak kullandığını anlattı bana. Bu eksiksiz çabaya üstü kapalı olarak ‘üçüncü noktaya uzanma’ denirmiş.

“Nagual’ın bilgisinin en zorlu yönü,” diye devam etti don Juan, “ve görevinin kesinlikle en can alıcı bölümü üçüncü noktaya uzanmaktır—nagual özgür hareketin ve tinin, bunu başarması için gereken gereçleri kendisine yöneltmelerini niyet eder. Sen çıkıp gelene kadar hiç bu tür bi şey niyet etmemiştim. Bu nedenle velinimetimin bunu benim için niyet ederken harcadığı o muazzam çabanın değerini hiç bilemedim.

“Bi nagual’a o özgür hareketi müritleri için niyet etmek zor geledursun,” diye devam etti don Juan, “müritlerin nagual’ın ne yaptığını anlamada çektikleri zorlukla karşılaştırıldığında hiçbi şey kalır. Nasıl çırpınıp durduğuna bi bak! Aynı şey bana da oldu. Sonunda çoğu zaman tinin hilelerini, aslında nagual Julian’ın hileleri sanırdım.

“Daha sonra ona yaşamımı ve sağlığımı borçlu olduğumu anladım,” diye devam etti don Juan. “Şimdi ona çok daha fazlasını borçlu olduğumu biliyordum. Ona gerçekten ne kadar borçlu olduğumu bile betimlemeye başlayamadığımdan, beni üçüncü bi ilgi noktasına sahip olmam için tatlı dille kandırdığını söylemeyi yeğlerim.

“Üçüncü ilgi noktası algının özgürlüğüdür; niyettir, tindir; düşüncenin mucizevi olana doğru attığı perendedir; sınırlarımızın ötesine ulaşma eylemi ve kavranamaza dokunmaktır.”



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön