Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

3 2


BU PİKNİĞİN BİR rüya mı yoksa gerçekten yaşanmış mı olduğuna karar vermek o sıralarda imkânsızdı benim için. Şifacının odasındaki yatakta uykuya daldığım andan itibaren içinde yer aldığım bütün olayları ardışık bir sıra halinde hatırlayamıyordum. Uykuya daldıktan sonra net olarak anımsadığım tek şey kendimi aynı odada, masada Delia'yla oturmuş konuşuyor bulduğumdu.

Çocukluğumda da sık sık başıma gelen bu tür bellek boşalmalarına aşinaydım, o nedenle bu uyumsuzluğu ilk başta pek önemsemedim. Çocukken oyun oynamak hevesiyle sık sık yatağımdan yarı uykulu bir halde kalkar ve pencere kafesinden geçerek evden gizlice sıvışırdım. Çoğu kez gerçekten de aşağıdaki meydanda uyanır, yatağa benim kadar erken gönderilmeyen başka çocuklarla beraber oynardım.

Bu olayı ardışık bir zaman sırasına koyamasam da, bu pikniğin gerçek olduğuna dair kafamda hiçbir şüphe yoktu. Düşünmeye, olayları ayrıntılarına inerek kısım kısım incelemeye çalıştım, fakat çocukluğumdaki bellek boşluklarını ortaya çıkartmak beni korkutuyordu. Nedense Delia'ya arkadaşları hakkında soru sormak istemiyordum, o da bilgi vermeye hiç gönüllü görünmüyordu. Mamafih, ona bir rüya olduğunu bildiğim şifa törenini sordum.

“Bir şifacıyla ilgili öyle ayrıntılı bir rüya gördüm ki,” diye konuşmaya başladım ihtiyatlı bir şekilde. “Sadece bana adını söylemekle kalmadı, bütün kâbuslarımı da yok etmiş olduğunu garanti etti.”

“O bir rüya değildi,” dedi Delia, ses tonu hoşnutsuzluğunu açığa vuruyordu. Gözlerini bana dikip öyle keskin bir şekilde baktı ki huzursuz huzursuz kıpırdandım, oradan uzaklaşmak istedim. “Şifacı sana adını söyledi,” diye sürdürdü konuşmasını. “Ve senin uykuyla ilgili dertlerini hallettiği de kesin.”

“Ama bir rüyaydı o,” diye ısrar ettim. “Rüyamdaki şifacı bir çocuk kadardı. Gerçek olamazdı.”

Delia masanın üstündeki bir bardak suya uzandı, ama içmedi. Bardağı tek bir damla bile dökmeden tekrar tekrar çevirdi, sonra parıldayan gözlerle bana baktı. “Şifacı sadece küçük olduğu izlenimini verdi sana, hepsi bu,” dedi. Sanki bu sözcükler henüz aklına gelmiş de bunları tatminkâr bulmuş gibi kendi kendine başını salladı. Suyunu yavaşça, höpürdete höpürdete yudumladı, bakışları yumuşak ve düşünceliydi.

“Seni iyileştirmek için küçük olmak zorundaydı.”

“Küçük mü olmak zorundaydı? Yani onu sadece küçük olarak gördüğümü mü söylemeye çalışıyorsun?”

Delia başını olumlu anlamda salladı, sonra bana doğru eğilerek şöyle fısıldadı, “Anlarsın ya, rüya görüyordun, ama yine de bir rüya değildi bu. Şifacı gerçekten sana geldi ve seni iyileştirdi, ama şimdi olduğun yerde değildin o sırada.”

“Hadi, Delia,” diye karşı çıktım. “Sen neden bahsediyorsun? Bunun bir rüya olduğunu biliyorum. Rüyalar benim için bütünüyle gerçek olsa bile rüya gördüğümün her zaman farkındayımdır. Benim derdim de buydu zaten, hatırlıyor musun?”

“Şimdi şifacı seni iyileştirdiği için, belki artık derdin değil de yeteneğin bu senin,” dedi gülümseyerek. “Senin soruna geri dönersek, şifacı bir çocuk gibi küçük olmalıydı, çünkü kâbusların ilk defa başladığı zaman çok gençtin sen.”

Söyledikleri öyle garipti ki gülemedim bile. “Ve şimdi ben iyileştirildim mi?” diye sordum alaycı bir tavırla.

“İyileştirildin,” dedi. “Rüya görmede sağaltımlar büyük bir kolaylıkla, neredeyse hiç çaba gösterilmeden gerçekleştirilir. Zor olan insanların rüya görmesini sağlamaktır.”

“Zor mu?” diye sordum, sesim istediğimden daha sert çıkmıştı. “Herkes rüya görür. Hepimizin uyuması gerek, öyle değil mi?”

Delia gözlerini devirerek alay edercesine tavana baktı, sonra bakışlarını bana dikerek, “Benim bahsettiğim rüyalar onlar değil. Onlar sıradan rüyalardır. Rüya görmenin amacı vardır; sıradan rüyaların hiçbir amacı yoktur,” dedi.

“Elbette vardır!” diye karşı çıktım üstüne basarak, sonra da rüyaların psikolojik önemi hakkında uzun uzadıya şiddetli bir tartışıya girdim. Sanat, psikoloji ve felsefedeki çalışmaları örnek verdim.

Delia bu verdiğim bilgilerden az bile olsa etkilenmemişti. Sıradan rüyaların gerçekten de bireylerin akıl sağlığını korumalarına yardım etmesi gerektiğinde benimle hemfikirdi, ama kendisinin bununla ilgilenmediğini söylüyordu. “Rüya görmenin bir amacı vardır; sıradan rüyalarınsa amacı yoktur,” diye tekrarladı.

“Ne amacı, Delia?” diye sordum, sözde tevazu göstererek.

Sanki yüzünü benden saklamak istiyormuş gibi başını yana çevirdi. Bir an sonra tekrar bana döndü. Gözlerinde soğuk ve uzak bir şey vardı, yüz ifadesindeki bu değişim o denli merhametsizdi ki korktum. “Rüya görmenin her zaman pratik bir amacı vardır,” dedi. “Bu amaç rüya görene basit ya da girişik yollarla yardım eder. Senin uykudaki dertlerinden kurtulmana yardım etti. Piknikteki cadıların senin özünü anlamalarına yardım etti. Benim turist kartımı görmeyi isteyen göçmen bürosundaki muhafızın farkındalığından kendimi gizlememe yardım etti.”

“Ne söylediğini anlamaya çalışıyorum, Delia,” diye mırıldandım. “Yani sizlerin, insanların iradesine karşı onları ipnotize edebildiğinizi mi söylemeye çalışıyorsun?”

“İstiyorsan böyle de diyebilirsin,” dedi. Yüzünde pek duygudaşlık taşımayan soğuk, kayıtsız bir ifade vardı. “Senin henüz anlayamadığın şu ki sen kendin ipnotik diye adlandırdığın bu duruma kolayca girebiliyorsun. Biz buna rüya görme diyoruz: rüya olmayan bir rüya, gönlümüzün istediği her şeyi yapabildiğimiz bir rüya.”

Delia'nın söyledikleri benim için belli bir anlam taşımaktaydı, ne var ki düşüncelerimi ve duygularımı ifade edecek bir sözcük bulamıyordum. Afallamış bir halde gözlerimi ona dikip bakakaldım. Birdenbire ilk gençlik çağımda yaşadığım bir olayı hatırladım. Nihayet babamın jipinde sürücü eğitimi almama izin verildiği zaman, nasıl vites değiştireceğimi zaten bildiğimi göstererek ailemi şaşırtmıştım. Yıllardır rüyalarım­ da bunu yapıp durmuştum. İlk defa bu riski göze alıp yola çıktığımda, benim bile şaşırdığım bir güvenle Caracas'tan deniz kenarında bir liman olan la Guayra'ya kadar gittim. Bu olayı Delia'ya anlatmam gerekir mi diye düşündüm, ama bunun yerine ona şifacının gerçekte boyunun ne kadar olduğunu sordum.

“Uzun boylu bir kadın değildir. Ama senin gördüğün kadar küçük de değildir. Senin menfaatin için, şifa verme rüyanda kendi küçüklüğünü yansıttı, o nedenle de küçüktü. Sihirin doğasıdır bu. Neyin izlenimini vermek istiyorsan o olmalısın.”

“O bir sihirbaz mı?” diye sordum umutla. Hepsinin bir sirkte çalıştığı, bir sihirbazlık gösterisinin bir parçası oldukları düşüncesi birkaç defa aklımdan geçmişti. Bunun onlar hakkındaki pek çok şeyi açıklayacağına inanıyordum.

“Hayır, o bir sihirbaz değil,” dedi Delia, “bir büyücü o.”

Bana öyle küçümseyerek baktı ki sorduğum sorudan utandım. “Sihirbazlar sirklerde olur,” diye açıkladı, gözlerini manalı bir şekilde bana dikerek. “Büyücülerse dünyanın bir parçası olmaksızın bu dünyadadırlar.” Uzun bir süre sustu, sonra içini çekerek, “Esperanza'yı görmek ister misin şimdi?” diye sordu.

“Evet,” dedim hevesle, “bunu çok isterim.”

Şifacının bir rüya değil de gerçek olması ihtimali başımı döndürmüştü. Delia’ya pek inanmıyordum, ama yine de ona inanmayı çok istiyordum. Düşüncelerim çılgınca akıyordu; birden rüyamdaki şifacının adının Esperanza olduğunu Delia'ya söylemediğimi kavrayıverdim.

Düşüncelerime öyle gömülmüştüm ki Delia'nın konuştuğunu fark etmemiştim.

“Affedersin, ne dedin?”

“Bütün bunlardan bir anlam çıkarabilmenin tek yolu rüya görmeyi geri çağırmaktır,” dedi. Tatlı tatlı gülerek, sanki birisine gelmesi için işaret ediyormuş gibi elini salladı.

Benim için söylediklerinin bir önemi yoktu. Ben çoktan başka bir düşünce silsilesine dalıp gitmiştim. Esperanza gerçekti. Ve onun benim için her şeyi netleştireceğinden emindim. Üstelik piknikte de yoktu; öteki kadınlar kadar fena davranmamıştı bana. İçimde Esperanza'nın benden hoşlanmış olduğuna dair belli belirsiz bir umut besliyordum; bu düşünce bir şekilde güvenimi tazeliyordu. Duygularımı Delia'dan saklamak için şifacıyı görmeye can attığımı söyledim. “Ona teşekkür etmek ve tabii benim için bütün bu yaptıklarının karşılığını ödemek isterim.”

“Karşılığı çoktan ödendi,” dedi Delia. Gözlerindeki alaycı pırıltı ne düşündüğümü bildiğini açıkça gösteriyordu.

“Karşılığı çoktan ödendi de ne demek?” diye sordum, sesim elimde olmadan çok tiz çıkmıştı. “Kim ödedi?”

Delia bir an için beni rahatlatan belirsiz bir sevecenlikle, “Açıklaması zor,” dedi, “her şey Nogales'teki arkadaşının partisinde başladı. Hemen dikkatimi çektin.”

Özenle seçilmiş, zevkli giysilerim hakkında bir iltifat duymayı bekleyerek, “Öyle mi?” diye sordum.

Rahatsız edici bir sessizlik oldu. Delia'nın yarı kapalı gözkapaklarının ardındaki gözlerini göremiyordum. Delia, arkadaşımın büyükannesiyle konuşmak zorunda kaldığım her seferinde sanki uyuyormuş gibi dalgın görünmemin dikkatini çektiğini söylerken sesinde dingin olmakla beraber acayip tedirgin edici bir şey vardı.

“Dalgın demek hafif olur,” dedim. “O yaşlı kadını benim insan şekline girmiş şeytan olmadığıma ikna etmek için neler yapmak zorunda kaldığımı, neler çektiğimi bilemezsin.”

Delia beni duymamış gibiydi. “Senin rüya görmek için büyük bir yeteneğin olduğunu anında anladım,” diye devam etti. “Bu yüzden seni evin içinde sürekli izledim ve nasıl hareket ettiğini gördüm. Ne yaptığının ya da ne söylediğinin tam olarak farkında değildin. Yine de iyiydin, konuşuyor, gülüyor ve hoşa gitmek için kafanı patlatasıya yalan söylüyordun.”

Kırıldığımı açığa vurarak, “Bana yalancı mı diyorsun?” diye sordum yarı şaka. İçimdeki bir şey ona kızmam için beni dürtüyordu. Bu tehdit edici duygu geçene kadar masadaki sürahiye diktim gözlerimi.

“Sana yalancı demeye cesaret edemem,” dedi pek azametli bir şekilde. “Sana rüya görücü derim ancak.” Sesinde aşırı bir ciddiyet, gözlerindeyse çocuksu bir neşe ile hoş bir muzipliğin parıltıları, “Beni yetiştiren büyücüler insanın, bunu söylemeye erki olduğu sürece, ne söylediğinin pek önemi olmadığını anlattılar bana,” dedi. Sesinde öyle bir şevk ve kabulleniş vardı ki kapının arkasından birinin bizi dinlediğine emin oldum. “Ve bu erki elde etmenin yolu rüya görmekten geçer. Sen bunu bilmiyorsun, çünkü doğal olarak yapıyorsun, ancak gerektiği zaman zihnin anında rüya görmeye giriyor.”

“Sen büyücüler tarafından mı yetiştirildin, Delia?” diye sordum konuyu değiştirmek için.

“Elbette,” dedi, sanki bu dünyanın en doğal şeyiymiş gibi.

“Annen baban büyücü müydü?”



“Oh, hayır,” dedi kendi kendine gülerek. “Birgün büyücüler beni buldular ve o andan itibaren beni yetiştirdiler.”

“Kaç yaşındaydın? Çocuk muydun?”

Delia sanki bu sorumla mizahın doruklarına çıkmışım gibi güldü. “Hayır, çocuk değildim,” dedi. “Beni bulup yetiştirmeye başladıklarında muhtemelen senin yaşlarındaydım.”

“Seni yetiştirmeye başladıklarını söylerken ne demek istiyorsun?”

Delia gözlerini bana odaklamadan bakışlarını üstüme dikti. Bir an için beni duymadığını, ya da duymuş olsa bile cevap vermeyeceğini düşündüm. Sorumu tekrarladım. Omuzlarını silkerek gülümsedi. Nihayet, “Bir çocuk nasıl yetiştirilirse öyle yetiştirdiler beni,” dedi. “Kaç yaşında olduğun önemli değil; onların dünyasında sen bir çocuksun.”

Birden konuştuklarımızın duyulabileceğinden korkarak omzumun üstünden bir göz attım ve “Kim bu büyücüler, Delia?” diye fısıldadım.

“Çok zor bir soru bu,” dedi düşünceli bir tavırla. “Şu anda bu soruya cevap vermeye başlayamam bile. Onlar hakkında bütün söyleyebileceğim şu ki bana insanın asla kendisine inanılması için yalan söylememesi gerektiğini söyleyen onlardı.”

“Öyleyse insan ne için yalan söylesin ki?” diye sordum.

“Sırf zevk olsun diye,” diye cevabı yapıştırdı. Sonra sandalyeden kalkarak avluya açılan kapıya doğru yürüdü. Adımını dışarı atmadan önce döndü ve sırıtarak, “‘Eğer inanılmak için yalan söylemiyorsan, insanların senin hakkında ne düşündüğüne aldırmadan her şeyi söyleyebilirsin' deyişini biliyor musun?” diye sordu.

“Hiç böyle bir deyiş duymadım,” dedim. Bunu uydurduğundan şüphelenmiştim; tam ona göre bir laftı bu. “Ayrıca ne söylemeye çalıştığını da anlamıyorum,” diye ekledim soğuk bir resmiyetle.

“Eminim anlıyorsun,” dedi, siyah saçlarının perçemleri arasından yan gözle bana bakarak. Onu izlemem için çenesiyle bana işaret etti. “Hadi, şimdi gidip Esperanza'yı görelim.”

Ayağa zıplayıp arkasından fırladım, ama kapının yanında birden durdum. Dışarıdaki parlaklıktan dolayı bir an gözlerim kamaştı ve biraz önce neler olduğunu merak ederek orada kalakaldım. Sanki tarlanın içinden geçip Bay Flores'in ardından koştuğumdan beri hiç zaman geçmemiş gibiydi. O zaman da olduğu gibi güneş hâlâ tepedeydi.

Delia bir köşeyi dönerken kırmızı eteği gözüme ilişti. Arkasından fırladım. Taş bir kemerden geçerek büyüleyici bir avluya çıktım.

İlk önce hiçbir şey göremedim, avludaki bir yığın gölgeyle göz kamaştırıcı güneş ışığı arasındaki tezat öyle yoğundu ki. Nemli havayı içime çekerek hiç hareketsiz, soluk soluğa öylece durdum orada; etraf mis gibi hanımeli, ıtırşahi ve portakal çiçeği kokuyordu. Gökten sarkıyormuş gibi görünen iplere tırmanan ıtırşahiler, eğreltiotlarının, fundaların ve ağaçların oluşturduğu yeşillik arasında parlak renklerle boyanmış bir goblen gibi asılı duruyordu.

Rüyamda görmüş olduğum şifacı avlunun ortasındaki bir sallanan sandalyede oturuyordu. Delia'dan ve piknikteki kadınlardan çok daha yaşlıydı, ama bunu nasıl anladığımı açıklayamazdım. Düşsel bir havayla, kendini kaptırmış öne arkaya sallanıyordu. Bütün varlığımı saran kederli bir acı hissettim, çünkü bu sallanma hareketinin onu benden gittikçe daha çok uzaklaştırdığına dair usdışı bir kanaat vardı içimde. Ona baktıkça bir ıstırap dalgası, tanımlanamaz bir yalnızlık sardı beni. Avluyu geçerek yanına gidip onu tutmak istedim, ama avlunun son kerte girift bir şekilde döşenmiş olan koyu renk çinilerindeki bir şey ayaklarımı olduğu yerde tuttu.

Nihayet, “Esperanza,” diye fısıldamayı başardım. Sesim öyle dermansızdı ki kendim bile güç bela duyabildim.

Gözlerini açtı ve sanki beni bekliyormuş gibi, hiç şaşkınlık göstermeden gülümsedi. Ayağa kalkıp bana doğru yürümeye başladı. Bir çocuk kadar ufak tefek değildi, aşağı yukarı benim boyumda, bir elliüç kadar vardı. İnce ve narin görünüşlüydü, yine de öyle bir canlılık yayıyordu ki kendimi küçük ve çelimsiz hissettim.

“Seni tekrar gördüğüme çok sevindim,” dedi. Sesi içten geliyordu. Hasır koltuklardan birini çekip yanına oturmamı işaret etti.

Çevreme bakınca Delia da dahil öteki kadınların da orada olduklarını gördüm. Fundalar ve ağaçlar tarafından yarı gizlenmiş hasır koltuklarda oturuyorlardı; onlar da beni merakla izliyorlardı. Bazıları kucaklarındaki tabaklardaki tamaleleri yemeği sürdürürken bazıları da bana gülümsedi.

Kadınlar avludaki gölgeli, yeşil ışık altında—dünyevi bir iş olan yemek yemeğe rağmen—kırılgan ve hayali görünüyorlardı. Yine de olağanüstü bir canlılık vardı hepsinde. Şeffaf bir sis gibi etrafımıza çöken avlunun yeşilimsi ışığını emmişlerdi sanki. Kafamdan, hayaletlerin mesken tuttuğu bir evde olduğuma dair ürkütücü bir düşünce geçti.

“Bir şeyler yemek ister misin?” diye sordu Esperanza. “Delia hayal edemeyeceğin kadar lezzetli yemekler yaptı.”

“Hayır, teşekkür ederim,” diye mırıldandım, sanki sesim kendi sesim değildi. Yüzündeki soru soran ifadeyi görünce takatsiz bir sesle ekledim, “Aç değilim.” Öyle asabi ve endişeliydim ki açlıktan ölsem bile tek bir lokma yutamazdım.

Esperanza korktuğumu hissetmiş olmalıydı. Bana doğru eğilip güven veriyormuş gibi koluma vurdu. “Bilmek istediğin nedir?”

“Seni bir rüyada gördüğümü sanıyordum,” deyiverdim, sonra gözlerindeki kahkahayı fark ederek ekledim, “Şimdi ben rüya mı görüyorum?”

Kelimelerini yavaş yavaş ve dikkatle telaffuz ederek, “Rüya görüyorsun, ama uyumuyorsun,” diye yanıtladı.

“Nasıl oluyor da uyumuyor ve rüya görebiliyorum?”

“Bazı kadınlar bunu büyük bir kolaylıkla yapabilirler,” dedi. “Rüya görebilirler ve uyumuyor olabilirler. Sen de bu kadınlardan birisin. Diğerleri bunu başarmak için bir ömür boyu çalışmak zorundalar.”

Sesinde bir parça hayranlık hissettim, fakat gururum zerre kadar okşanmadı. Tersine, her zamankinden daha fazla endişelendim. “Fakat uyumadan rüya görmek nasıl mümkün olabilir ki?” diye üsteledim.

“Sana bunun nasıl mümkün olduğunu açıklasam anlamazsın,” dedi. “İnan bana, şimdilik açıklamaları ertelemek daha iyi.” Tekrar koluma vurdu, yüzü tatlı bir gülümsemeyle aydınlandı. “Senin için rüyaları getirenim ben, şu an için bunu bilmen yeterli.”

Ben yeterli olduğunu düşünmüyordum, ama bunu ona söylemeye cesaret edemedim. Bunun yerine, “Beni kâbuslarımdan kurtarıp iyileştirdiğin zaman uyanık mıydım? Delia ve diğerleriyle birlikte tarlada otururken rüya mı görüyordum?” diye sordum.

Esperanza bana bir an uzun uzun baktı, sonra sanki muazzam bir gerçeği açıklamaya karar vermiş gibi bilgece başını salladı. “Bizim yaptıklarımızın gizini anlayamayacak kadar budalasın.” Bunu öyle tabii bir şekilde, öylesine yargılamadan söyledi ki bundan alınmak ya da sözlerini çürütmek bile gelmedi aklıma.

Hevesle, “Ama bunu anlamamı sağlayabilirsin, değil mi?” diye yalvardım.

Kadınlar kıkır kıkır güldüler. Gülmeleri alaycı değil de, bütün etrafımda boğuk bir koro gibi yankılanan bir mırıltı gibiydi. Sesler kadınlardan değil de avludaki gölgelerden geliyordu sanki. Bu bir kıkırdama olmaktan çok bir fısıltıydı, sadece içimdeki itici şevki kaybetmemi sağlamakla kalmayıp, tedirgin edici şüphelerimi ve bilme arzumu da yok eden nazik bir uyarıydı. Ve, en ufak şüphe duymadan, her iki defasında da uyanık olduğumu ve rüya gördüğümü anladım. Gerçi, açıklayamadığım bir bilgiydi bu. Kelimelerin ötesinde bir şeydi.

Ne var ki birkaç dakika sonra bu kavrayışımı tahlil etmek, bütün bunları bir tür mantıksal çerçeveye yerleştirmek zorunda hissettim kendimi.

Esperanza açık bir memnuniyetle bana baktı. “Sana bizim kim olduğumuzu ve ne yaptığımızı açıklayacağım,” dedi.

Açıklamasına bir uyarıyla başladı. Bana söylemek zorunda olduklarına inanmanın kolay olmadığını söyledi. Bu yüzden yargılamaktan uzak durmalı, müdahale etmeden ve soru sormadan söyleyeceklerini sonuna kadar dinlemeliydim.

“Bunu yapabilir misin?”

“Tabii,” dedim hemen.

Bir an sustu, gözleriyle düşünceli bir şekilde beni ölçüp biçti. Kararsızlığımı, ve dudaklarımdan dökülmek üzere olan soruyu sezmiş olmalıydı.

“Sorularına cevap vermek istemiyor değilim,” dedi, “daha ziyade şu anda cevapları anlaman mümkün değil.”

Onunla hemfikir olmasam da olumlu anlamda başımı salladım, ona kaçamak bir bakış bile atsam konuşmayı hepten keseceğinden korkuyordum.

Esperanza hem inanılmaz hem de büyüleyici bir şey söyledi bana, sesi ancak hafif bir mırıltı halinde çıkıyordu. Kendilerinin, İspanyol fethinden binlerce yıl önce Oaxaca vadisinde yaşayan büyücülerin tinsel soydaşları olduğunu söyledi.

Uzun bir süre sustu. Parlak, renk renk ıtırşahilere odaklanmış gözleri nostaljik bir şekilde geçmişe uzanmış gibi görünüyordu. “O büyücülerin faaliyetlerinin, benimle olduğu kadar, seninle de ilintili olan kısmına rüya görme denilir,” diye devam etti konuşmasına. “Bu büyücüler olağanüstü rüya görme erkine sahip olan ve hayal gücüne meydan okuyan edimlerde bulunan kadınlar ve erkeklerdi.”

Kollarımı dizlerime sarmış onu dinliyordum. Esperanza mükemmel bir anlatıcı, son kerte yetenekli bir taklitçiydi. Anlatısının her yön değiştirişiyle yüzü de değişiyordu. Yüzü bazen bir genç kadın, bazen bir yaşlı kadın yüzü ya da masum ve afacan bir çocuk ya da bir erkek yüzü oluyordu.

Esperanza, kadınların ve erkeklerin, binlerce yıl önce, normal dünyamızın içine ve dışına kaymalarına olanak sağlayan bir bilgiye sahip olduklarını söyledi. Bu şekilde yaşantılarını iki alana ayırmışlardı: gece ve gündüz. Gündüzleri işlerini herkes gibi yürütüyorlardı: normal, beklenilen türde, her günkü davranışlarda bulunuyorlardı. Oysa geceleri rüya görücüler oluyorlardı. Gerçeklik olduğunu düşündüğümüz şeyin sınırlarını kıran rüyalar görüyorlardı sistematik olarak.

Sanki sözlerinin iyice içime sinmesine izin vermek için bana zaman tanıyormuş gibi tekrar duraladı.

“Karanlığı bir paravan gibi kullanarak,” diye devam etti, “akıl almaz bir şey başardılar; uyanıkken rüya görebiliyorlardı.”

Esperanza dile getirmek üzere olduğum soruyu önceden sezinleyerek, uyanıkken rüya görmenin, tümüyle farkındalıklı ve uyanıkken onlara zihni sersemleştiren hünerler göstermeleri için gerekli enerjiyi veren bir rüyanın içine dalabildikleri anlamına geldiği açıkladı.

Evdeki saldırgan ilişki tarzı yüzünden uzun süre dinleme yeteneğini hiçbir zaman geliştirememiştim. Eğer doğrudan doğruya, kavgacı sorularla araya giremezsem, ne kadar ilginç olursa olsun, sözsel iletişim benim için anlamsızdı. Tartışamadığım için yerimde duramıyordum. Esperanza'nın sözünü kesmek için can atıyordum. Soracak sorularım vardı, ama sözünü kesmek için duyduğum dürtünün itici gücü cevap almak, bir şeylerin bana açıklanması değildi. Yapmak istediğim, kendimi tekrar normal hissetmek için onunla bağıra çağıra çekişmek için duyduğum içimden gelen zorlayıcı hisse teslim olmaktı.

Esperanza sanki içinde bulunduğum karmaşanın farkındaymış gibi bir an gözlerini bana dikti, sonra da konuşmam için işaret etti. Ya da ben bana böyle bir buyruk verdiğini sandım. Konuyla ilgili olmasa bile—her zamanki gibi—aklıma gelen herhangi bir şeyi söylemek için ağzımı açtım. Ama tek kelime söyleyemedim. Konuşmaya çabaladım ve gargara yapar gibi sesler çıkarttım. Arkamdaki kadınlar bunu görünce mest oldular.

Esperanza sanki boş yere çabaladığımı fark etmemiş gibi konuşmaya devam etti. Ona bütün dikkatimi vermem beni korkunç şaşırttı. Büyücülerin bilgisinin kökenlerinin sadece bir efsane bazında anlaşılabileceğini söyledi. İnsanoğlunun içinde bulunduğu berbat durumu—bir hayvan gibi yiyecek ve üremeyle güdülenmek— paylaşan bir üstün varlık insanoğluna rüya görme erkini vermiş ve ona rüyalarını nasıl kullanacağını öğretmişti.

“Elbette efsaneler gerçeği gizli bir biçimde anlatırlar,” diye açıkladı. “Gerçeği gizlemekteki başarıları, insanoğlunun efsanelerin sadece hikâye olduğuna inanmasına dayanır. Sadece ilkel ya da bozuk kafaların ürettiği aldatmacalar ya da bu kafaların hayal ettiği şeyler gibi görünen, kuşa ya da meleğe dönüşen insan efsaneleri gizli bir gerçeği sezdirmeye çalışan hikâyelerdir.

“Böylelikle, yeni efsaneler oluşturmak ve eski efsaneler­ deki gizli gerçeği keşfetmek binlerce yıldır büyücülerin görevi olageldi.

“İşte burada rüya görücüler sahneye çıkıyor. Rüya görme alanında en iyisi kadınlardır. Kendilerini tümüyle verme, kendilerini bırakıverme yeteneğine sahiptir onlar.

“Bana rüya görmeyi öğreten kadın iki yüz rüyayı birden sürdürebiliyordu.”

Esperanza sanki tepkimi ölçüyormuş gibi dikkatle bana baktı. Tam anlamıyla aptallaşmıştım, zira ne demek istediği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bir rüyayı sürdürebilmenin, insanın kendisi hakkında özel bir şeyin rüyasını görmesi ve istediği zaman bu rüyaya girebilmesi olduğunu açıkladı. Kendi öğretmeninin istediği zaman kendisi hakkındaki iki yüz özel rüyaya girebildiğini söyledi.

“Kadınlar emsalsiz rüya görücülerdir,” dedi. “Son kerte pratiktirler. Bir rüyayı tutmak için insanın pratik olması gerekir, çünkü rüya insanın pratik yönleriyle ilgili olmalıdır. Öğretmenimin gözde rüyası kendisini rüyasında bir şahin olarak görmekti. Bir diğer gözde rüyası da kendisini rüyasında bir baykuş olarak görmekti. Günün hangi vaktinde olduğuna bağlı olarak ya biri ya da öteki olduğuna dair rüya görebilirdi; uyanıkken rüya gördüğü için de gerçekten ve kesin olarak bir şahin ya da bir baykuştu.”

Ses tonunda ve gözlerinde öyle bir içtenlik ve inanç vardı ki tümüyle onun büyüsüne kapılmıştım. Bir an için bile ondan şüphelenmedim. O anda bana söyleyebileceği hiçbir şey bana tuhaf gelmeyecekti.

Esperanza, bu türde bir rüyaya erişmek için kadınların çelik gibi bir iradesi olması gerektiğini açıkladı. Bana doğru eğildi ve sanki diğerlerinin onu duymasını istemiyormuş gibi fısıldayarak, “Çelik gibi bir irade derken çok gayret isteyen herhangi bir rutin işi değil de, daha ziyade kadınların onlardan beklenen rutin işleri kesmeleri gerektiğini kastediyorum. “Ve bunu gençken yapmaları gerek,” dedi üstüne basarak. “Hepsinden önemlisi de güçleri yerindeyken. Çoğunlukla kadınlar, kadın olma işiyle alakalarını kesecek kadar yaşlandıkları zaman dünyevi olmayan ya da öteki dünyayla ilgili düşünceler ve faaliyetlerle ilgilenme zamanlarının geldiğine karar verirler. Böyle kadınların hemen hiç başarılı olamadıklarını pek azı bilir ya da pek azı buna inanmak ister.” Sanki bir davula vuruyormuş gibi usulca karnıma bir şaplak attı. “Bir kadının gücünün sırrı rahmidir.”

Esperanza sanki kafamda patlayan aptalca soruyu gerçekten duymuş gibi kesin bir tarzda başını salladı: “Rahmi mi?” “Kadınlar,” diye sürdürdü konuşmasını, “dölyataklarını yakmakla işe başlamalıdırlar. Onlar, tanrının buyruğunu izleyerek, erkeklerin tohumlaması gereken doğurgan toprak olamazlar.”

Beni dikkatle izleyerek gülümsedi ve “Yoksa dindar mısın?” diye sordu.

Başımı iki yana salladım. Konuşamıyordum. Boğazım öyle sıkışmıştı ki zor nefes alabiliyordum. Korkudan ve hayretten donakalmıştım, bunun nedeni söyledikleri değil, ondaki değişiklikti. Sorulsaydı, ne zaman değiştiğini söyleyemezdim, ama birden yüzü gençleşmişti ve parıldıyordu; sanki içindeki hayatiyet alevlenmiş gibiydi.

“İşte bu iyi!” diye bağırdı Esperanza. “Böylelikle inançlarına karşı mücadele etmek zorunda kalmazsın. İnançların üstesinden gelmek çok zordur. Ben sofu bir katolik olarak yetiştirildim. Dine karşı tavrımı incelemek zorunda kaldığım zaman neredeyse ölüyordum.” İçini çekti. Sesi yumuşayarak hüzünlü bir şekilde, “Ama hakiki bir rüya görücü olmadan önce sürdürmek zorunda olduğum mücadeleye kıyasla bu hiçbir şeydi,” diye ekledi.

Güçlükle nefes alarak bir şeyler daha söylemesini beklerken bütün bedenime hafif bir elektrik akımına benzeyen hoş bir duyumsama yayıldı. Esperanza'nın kendisiyle korkunç yaratıklar arasında geçen dehşetli bir mücadeleye ilişkin bir hikâye anlatmasını bekliyordum. Kendisiyle mücadele etmek zorunda kaldığını açıkladığı zaman uğradığım hayal kırıklığını güçlükle gizleyebildim.

“Bir rüya görücü olmam için özümü alt etmem gerekiyordu,” diye açıkladı. “Hiçbir şey, ama hiçbir şey bu kadar zor değildir. Biz kadınlar özün en biçare esirleriyiz. Öz bizim kafesimiz. Bu kafesimiz, doğduğumuz andan itibaren üstümüze yıkılan beklentilerden ve komutlardan oluşmuştur. Nasıl olduğunu bilirsin. Eğer ilk doğan çocuk bir oğlansa kutlama yapılır. Eğer kızsa omuzlar silkilir ve şöyle denir, “Pekâlâ. Yine de onu seveceğim ve onun için her şeyi yapacağım.”

Yaşlı kadına duyduğum saygıdan dolayı yüksek sesle gülmedim. Hayatımda hiç bu tür sözler duymamıştım. Bağımsız bir kadın olduğumu düşünüyordum. Esperanza'nın söylediklerine bakılırsa, herhangi bir kadından daha iyi bir durumda olmadığım aşikârdı. Normalde böyle bir fikre göstereceğim tepkinin aksine, onunla hemfikir oldum. Bir kadın olmamın ön şartının bağımlı olmak olduğunun hep farkında olmamı sağlamışlardı. Bir kadının, arzulanabilir olabilirse gerçekten talihli olduğu, böylece erkeklerin onun için bir şeyler yapacağı öğretilmişti bana. Kendi başıma bir şeyler yapmaya çalışmamın, eğer bu şey bana verilebilecekse, kadınlığım için küçültücü olduğu söylenmişti bana. Bir kadının yerinin kocası ve çocuklarıyla beraber evi olduğu işlenmişti içime.

“Senin gibi ben de otoriter olmakla beraber yumuşak huylu bir baba tarafından yetiştirildim,” diye devam etti Esperanza. “Ben de senin gibi özgür olduğumu düşündüm. Büyücülerin yolunu— özgürlüğün kendim olmak anlamına gelmediğini—anlamak neredeyse öldürüyordu beni. Kendim olmak kadınlığımı öne sürmekti. Ve bunu yapmak bütün zamanımı, gayretimi ve enerjimi alıyordu.

“Bunun tersine, büyücüler özgürlüğü olanaksızı, beklenmeyeni yapmak—günlük yaşamda hiçbir esası, hiçbir gerçekliği olmayan bir rüya görmek—şeklinde anlarlar.” Sesi yeniden bir fısıltıya dönüşerek şöyle ekledi, “Büyücülerin bilgisi heyecanlı ve yenidir. Bir kadının özünü değiştirmesi ve bir rüya görücü olması için ihtiyaç duyduğu şey hayal gücüdür.”

Esperanza, şayet özünü alt etmeyi başaramamış olsa imiş, yalnızca bir kadının normal yaşantısını sürdürmüş olacağını söyledi: yani, ana babasının onun için tasarladıkları yaşantıyı. Yenik ve küçük düşmüş bir yaşantı. Tüm bilinmeyenlerden yoksun bir yaşantı. Gelenek ve âdetlerce programlanmış bir yaşantı.

Kolumu çimdikledi. Acıyla bağırdım. “Dikkatini versen iyi olur,” diye azarladı.

Kolumu ovuşturup kendimi savunarak, “Veriyorum,” diye mırıldandım; hiç kimsenin ilgimin azaldığını fark etmeyeceğine inanırdım her zaman.

“Büyücülerin dünyasına girmek için kandırılmayacaksın ya da ayartılmayacaksın,” diye uyardı beni. “Seni neyin beklediğini bilerek seçim yapmak zorundasın.”

Ruh halimdeki dalgalanmalar şaşırtıcıydı benim için, çünkü oldukça usdışıydılar. Korkmuş olmam gerekiyordu. Oysa sanki orada olmam dünyadaki en doğal şeymiş gibi sakindim.

Esperanza, “Bir kadının gücünün sırrı rahmidir,” dedi, bir defa daha karnıma şaplak atarak. Kadınların rahimleriyle, daha doğrusu rahimlerinden rüya gördüklerini söyledi. Rahimlerinin olması gerçeği onları mükemmel rüya görücüler yapıyordu.

Daha ben, “Rahim neden bu kadar önemli?” diye düşünmeyi tamamlamadan Esperanza cevap verdi.

“Rahim bizim yaratıcı enerjimizin merkezidir,” diye açıkladı, “hem de öyle bir kerteye kadar ki dünyada hiç erkek olmasaydı kadınlar üremeye devam edebilirlerdi. Ve o zaman dünyayı insan türünün yalnızca dişisi mesken tutardı.” Esperanza tek yanlı üreten kadınların yalnızca kendilerine benzeyen canlı grupları üretebileceklerini ekledi.

Bu spesifik bilgi karşısında gerçekten şaşırmıştım. Bir biyoloji sınıfında partenogenez ve cinsel ilişki olmaksızın üreme konusunu işlediğimizi söylemek için Esperanza'nın sözünü kestim.

Esperanza omuzlarını silkerek açıklamasına devam etti. “Yaşam üretme yeteneğine ve organlarına sahip olan kadınlar, bu aynı organlarla rüya üretme yeteneğine de sahiptirler,” dedi. Gözlerimdeki şüpheyi görerek, “Bunun nasıl yapıldığını merak ederek kendini sıkıntıya sokma,” diye uyardı beni. “Açıklaması çok basit ve basit olduğu için de anlaşılması en zor şeydir bu. Benim bile bu konuda hâlâ sıkıntım var. Ben de, gerçek bir kadın tavrı göstererek, eylemde bulunuyorum. Rüya görüyorum ve açıklamaları erkeklere bırakıyorum.”

Esperanza bana bahsettiği bu büyücülerin başlangıçta bilgilerini kendi soylarından ya da kendi seçtikleri insanlara aktardıklarını, fakat sonucun bir felaket olduğunu ileri sürdü. Keyfi adam kayırmalar sonucunda seçilmiş olan bu yeni büyücüler bu bilgileri geliştirecek yerde, başbaşa verip kendilerini geliştirmekten bahsediyorlardı. Sonunda yıkıma uğradılar ve uğradıkları bu yıkım neredeyse bütün bilgilerini yok etti. O zaman geriye kalan birkaç büyücü, bilgilerinin bir daha asla kendi soylarından olan ya da kendi seçtikleri insanlara değil, tin diye adlandırdıkları kişisel olmayan bir erk tarafından seçilen insanlara aktarılması gerektiğine karar verdiler.

“Ve şimdi bütün bunlar bizi sana getiriyor,” dedi Esperanza. “Eski zamanlardaki büyücüler sadece kesin olarak belirtilen kişilerin hak kazanacağına karar verdiler. Sen bize işaret edildin. Ve şu işe bak! Doğal bir rüya görücüsün sen. Buradan nereye gideceğin bize hükmeden güçlere bağlı. Sana bağlı değil bu, ne de bize tabii ki. Sen sadece kabul ya da reddedebilirsin.”

Sesindeki ivedilikten ve gözlerindeki zorlayıcı ışıktan bu açıklamayı büyük bir ciddiyetle yaptığı anlaşılıyordu. Yüksek sesle gülmemi engelleyen bu içtenliğiydi. Üstüne üstlük çok da bitkindim. Söylediklerini takip etmem için gereksindiğim zihinsel konsantrasyon çok yoğundu. Uyumak istiyordum. Esperanza bacaklarımı gerip yere uzanarak gevşemem için ısrar etti. Öylesine baştan aşağıya gevşemişim ki uyuklamaya başladım.

Gözlerimi açtığım zaman ne kadar süre uyuduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu. Esperanza'nın ya da öbür kadınların güven verici varlığını aradım. Avluda benden başka kimse yoktu. Ama kendimi yalnız hissetmedim; her nasılsa varlıklarının çevremdeki yeşilliğin içinde ağırdan alarak oyalandığını ve beni koruduklarını hissediyordum. Bir esinti yaprakları hışırdattı. Esintiyi göz kapaklarımda hissettim, ılık ve yumuşaktı. Çevremde esti, sonra çölün üstünden geçtiği gibi, çabucak ve sessizce, üstümden geçti gitti.

Gözlerimi çinilere dikip avlunun girift desenini anlamaya çalışarak dolandım. Çizgiler beni hasırdan yapılmış koltukların birinden bir başkasına götürüyordu, hoşuma gitti bu. Hangi koltukta kimin oturduğunu anımsamaya çalıştım, ne kadar çabalasam da hatırlayamadım. Soğan ve sarmısakla baharatlandırılmış nefis bir yemek kokusu dikkatimi dağıttı. Bu kokuyu izleyerek, büyük dikdörtgen bir oda olan mutfağa giden yolu buldum. Mutfak da avlu kadar tenhaydı. Duvarları süsleyen parlak çini desenler avludaki motifleri hatırlattı bana. Aralarındaki benzerlikleri bulmaya çalışmadım, zira odanın ortasında duran sağlam tahta masanın üstüne bırakılan yemeği görmüştüm. Bu yemeğin benim için olduğunu farzederek oturup hepsini yedim. Piknikte yemiş olduğum baharatlı güveçti bu; tekrar ısıtılınca daha bile lezzetli olmuştu.

Lavaboya götürmek için tabakları toplarken amerikan servisin altında bir not ve bir harita buldum. Not Delia'dandı. Tucson üstünden Los Angeles'a dönmemi öneriyordu. Tucson'da haritada belirtilen bir kafede buluşacaktı benimle. Ancak orada, bana kendisi ve arkadaşları hakkında bir şeyler daha anlatacağını yazıyordu.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön