Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

4 2


DELIA'NIN ARKADAŞLARI HAKKINDA anlatacaklarını dinlemek hevesiyle Tucson üstünden Los Angeles'a doğru yola koyuldum. Öğleden sonra geç saatlerde kafeye vardım. Yaşlı bir adam beni park yerindeki boş bir yere doğru yöneltti. Ancak kapımı açtığı zaman adamı tanıdım.

“Mariano Aureliano!” diye bağırdım. “Bu ne sürpriz. Seni gördüğüme öyle sevindim ki! Ne işin var burada?”

“Seni bekliyordum,” dedi. “Arkadaşımla beraber bu yeri senin için tuttuk.”

Kırmızı bir pikap kullanan iriyarı bir Kızılderiliye ilişti gözüm. Ben arabamı park alanının içine doğru sürerken o da park yerinden çıkmıştı.

Mariano Aureliano özür diler gibi, “Korkarım Delia gelemedi,” dedi. “Beklenmedik bir şekilde Oaxaca'ya gitmesi gerekti.” Sonra da kocaman bir gülümsemeyle ekledi, “Onun adına ben geldim. Umarım yerini doldurabilirim.”

“Seni gördüğüme ne kadar memnun olduğumu bilemezsin,” dedim içtenlikle. Son birkaç gündür bütün bu başıma gelenlerden bir anlam çıkartmam için Delia'dan çok onun yardım edeceğine inanıyordum. “Esperanza sizlerle karşılaştığım zaman bir tür transta olduğumu söyledi bana,” diye ekledim.

“Öyle mi söyledi?” diye sordu dalgın bir havayla.

Sesi, davranışları, bütün hali tavrı hatırladığımdan öyle farklıydı ki neyin değiştiğini anlamaya çalışarak gözlerimi dikip ona bakmayı sürdürdüm. O yabansı, keskin hatlı yüzü bütün vahşiliğini yitirmişti. Ne var ki, ben içinde bulunduğum karmaşayla haşır neşir olduğum için bunun üstünde fazla durmadım.

“Esperanza beni evde tek başıma bıraktı,” diye sürdürdüm konuşmamı. “O ve bütün öteki kadınlar bir hoşçakal bile demeden gittiler. Ama ben bundan tedirgin olmadım,” diye belirttim aceleyle. “Gerçi insanlar nazik olmadığı zaman genellikle pek rahatsız olurum.”

“Gerçekten mi!” diye bağırdı Mariano Aureliano, sanki son derece anlamlı bir şey söylemişim gibi.

Arkadaşları hakkında söylediklerimden alınabileceğinden korkarak, esasında Esperanza ve diğerlerinin dostane olmadıklarını söylemek istemediğimi açıklamaya koyuldum hemen. “Tam tersi, son derece cana yakın ve müşfikler,” diye ekledim. Esperanza'nın bana anlattıklarını açıklamak üzereydim ki üstüme diktiği sabit bakışları beni durdurdu. Kızgın ya da tehditkâr değil, fakat bütün savunmamı kesen, içime işleyen bir bakıştı bu. Zihnimdeki karmaşanın ta içini gördüğüne emindim.

Asabiyetimi saklamak için bakışlarımı öteye çevirdim, sonra usulca, neredeyse şakacı bir ses tonuyla, evde tek başıma bırakılmamın benim için gerçekten sorun olmadığını söyledim. Sonra da sır verir gibi, “O evin her köşesini biliyordum, bu bana çok ilginç geldi,” dedim. Sözlerimin onun üstünde nasıl bir etki yaptığını merak ederek bir an sustum. Ama o gözlerini dikip bana bakmayı sürdürdü.

“Banyoya gittim ve daha önce de o banyoya girmiş olduğumu anladım,” diye konuşmaya devam ettim. “İçinde hiç ayna yoktu. Banyoya girmeden önce hatırladım bu ayrıntıyı. Sonra bütün evde hiç ayna olmadığını anımsadım. Bunun üzerine her odaya girdim, ve gerçekten de hiç ayna bulamadım.” Ondan hâlâ hiçbir tepki gelmediğini fark ederek, Tucson'a gelirken yolda radyo dinlediğimi ve o günkü tarihin beklediğimden bir gün sonraya denk geldiğini anladığımı söyledim. Gergin bir ses tonuyla, “Bütün bir gün uyumuş olmalıyım,” diye bitirdim konuşmamı.

Mariano Aureliano kayıtsızca, “Bütün bir gün uyumadın,” dedi. “Bir kütük gibi uykuya dalmadan önce evin içinde dolanıp durdun ve bizimle bol bol muhabbet ettin.”

Gülmeye başladım. Gülüşüm histeriye çok yakındı, ama o buna dikkat etmiş gibi görünmüyordu. O da güldü, rahatlamıştım.

“Ben hiç kütük gibi uyumam,” diye açıklamak zorunda hissettim kendimi. “Uykum son derece hafiftir.”

Sustu, nihayet konuşmaya başladığı zaman sesi ciddi ve buyurgandı. “Kadınların aynaya bakmadan saçlarını nasıl yaptıklarını ve nasıl giyindiklerini merak ettiğini hatırlamıyor musun?”

Verecek bir cevap gelmedi aklıma. O konuşmaya devam etti. “Hatırlamıyor musun ne kadar garip bulmuştun duvarlarda hiç resim olmamasını ve hiç . . .”

“Kimseyle konuştuğumu anımsamıyorum,” diye kestim cümlesini. Ona ihtiyatlı bir şekilde göz attım. Belki de sadece beni oyuna getirip afallatmak için, gerçekte bu türden hiç­ bir şey olmamışken, evdeki herkesle ilişki kurduğumu söylediğini düşündüm.

Mariano Aureliano, “Bunu anımsamaman bunun olmadığı anlamına gelmez,” diye cevabı yapıştırdı.

Karnım gayri ihtiyarı kasılıyordu. Kabul edemediğim sesinin tonu değil, dile getirmediğim düşüncelerime cevap vermiş olmasıydı.

Eğer konuşmaya devam edersem bir şeylerin gittikçe artan endişemi gidereceğine kanaat getirerek, ne hissettiğimi karman çorman bir şekilde uzun uzadıya ezbere anlatmaya koyuldum. Neler olduğunu anlattım. Şifa töreniyle Tucson'a gelişim arasında, ki bu sürede tam bir gün yitirmiş olduğumu biliyordum, yer alan bütün olayları yerli yerine koymaya çalışınca olayların sırasında boşluklar oluşuyordu.

“Sizler bana bir şey yapıyorsunuz, garip ve tehditkâr bir şey,” diye bitirdim konuşmamı, bir an kendimi haklı hissederek.

“Şimdi aptallaşıyorsun işte,” dedi Mariano Aureliano ve ilk kez gülümsedi. “Eğer bir şey garip ve tehditkârsa, sadece sen bunda yeni olduğun içindir. Sağlam bir kadınsın sen. Er ya da geç bunun, senin için bir anlamı olacak.”

Kadın kelimesini kullanmasına kızmıştım. Kız demesini tercih ederdim. On altı yaşımdan büyük olduğumu ispatlamak için kimliğimin sorulmasına alışık olan ben birden kendimi yaşlı hissettim.

Yine sanki düşüncelerimi okuyormuş gibi, “Gençlik yalnızca bakanın gözlerinde olmalıdır,” dedi. “Sana her kim bakarsa gençliğini, canlılığını görmelidir; fakat bir çocuk olduğunu hissetmen yanlış. Toy olmaksızın masum olmalısın.”

Açıklanamaz bir nedenden dolayı bu sözleri dayanabileceğimden ağır geldi. Ağlamak istedim, incindiğimden değil de ümitsizlikten. Ne yapacağımı şaşırmış bir halde bir şeyler yemeği önerdim. “Açlıktan ölüyorum,” dedim, neşeli görünmeye çalışarak.

“Hayır, açlıktan ölmüyorsun,” dedi otoriter bir şekilde. “Sadece konuyu değiştirmeye çalışıyorsun.”

Sesinin tonundan ve sözlerinden ürkerek dehşet içinde ona bakakaldım. Şaşkınlığımın yerim süratle kızgınlık aldı. Sadece aç değil, aynı zamanda uzun süre araba kullanmaktan dolayı bitkindim; üstelik her tarafım tutulmuştu. Ona bağırmak ve yaşadığım hüsranı ve hiddetimi ondan çıkartmak istedim, fakat bakışları beni yerime mıhladı. Bu hiç kırpılmayan, alev alev yanan gözlerde sürüngenlerinkine benzeyen bir şey vardı; bir an bir yılanın sersemlemiş, savunmasız bir kuşu yutması gibi, onun da beni yutuvereceğini düşündüm.

Korku ve kızgınlık karışımı bir duygu öyle bir kabardı ki yüzüme kan hücum ettiğini hissettim. Mariano Aureliano'nun kaşlarının hafifçe kalktığını görünce yüzümün kızardığını anladım. Çocukluğumun ilk evrelerinden beri korkunç huysuzluk nöbetlerine tutulurdum hep. Hiç kimse, beni yatıştırmak dışında, kendimi bu nöbetlere kaptırmama engel olmadı ve ben de kendimi bunlara kaptırdım, ta ki bu nöbetleri büyük boyutlu, katışıksız huysuzluk krizleri haline getirinceye kadar. Bu krizlere asla sahip olmak istediğim ya da yapmak istediğim şeylerin reddedilmesi değil, şahsıma yapılan—gerçek ya da hayali— saygısızlıklar neden oluyordu.

Mamafih, o andaki şartlar altında her nasılsa bu huyumdan utanmıştım. Kendimi kontrol etmek için bilinçli bir çaba gösterdim, bu çaba neredeyse bütün kuvvetimi tüketti, ama sakinleştim.

“Bütün bir gün, şimdi hatırlayamadığın bir gün boyunca bizimleydin,” diye devam etti Mariano Aureliano, öyle görünüyordu ki düzensiz bir şekilde değişen ruh halime karşı kayıtsızdı. “Bu süre boyunca çok konuşkan ve tepkiseldin. Bizim için son derece tatmin edici bir şeydi bu. Rüya gördüğün zaman çok daha iyisin, daha çekici, daha yeterliklisin. Seni iyice tanımamıza izin verdin.”

Sözleri beni altüst etmişti. Yetişme çağımda otoritemi göstererek büyürken, sözcüklerin ardında saklı olan anlamı sezmekte epey usta olmuştum. “Beni iyice tanımaları” korkunç canımı sıktı, özellikle “iyice” olması. Bu sadece tek bir anlama gelebilirdi ve bunun abes olduğunu düşünerek hemen attım kafamdan.

Kendi hesaplarıma öyle dalmıştım ki artık onun ne söylediğine dikkatimi veremiyordum. Kaybettiğim o gün hakkında bir şeyler anlatmaya devam etti, ama söylediklerini yarım yamalak dinliyordum. Ona boş boş bakakalmış olmalıyım ki birden konuşmayı kesti.

“Dinlemiyorsun,” diye azarladı beni sertçe.

Ben de hemen cevabı yapıştırdım, “Ben trans halindeyken bana ne yaptınız?” Bir soru olmaktan çok bir suçlamaydı bu.

Kendi sözlerimden irkildim, çünkü düşünüp taşınarak söylenmiş bir laf değildi bu; sözcükler kendiliğinden ağzımdan dökülüvermişti. Mariano Aureliano daha da şaşırmıştı. Kocaman açılmış gözleriyle yüzünde beliren şok ifadesinin ardından bir kahkaha patlattı, neredeyse gülmekten tıkanıp kalıyordu.

“Küçük kızlardan istifade etmek için ortalıkta dolanmıyoruz biz,” dedi. Sesi hem samimi geliyordu, hem de sanki suçlamamdan dolayı alınmış gibiydi. “Esperanza sana kim olduğumuzu söyledi. Bizler çok ciddi insanlarız,” dedi üstüne basarak, sonra da alaycı bir ses tonuyla ekledi, “Ve iş yapıyoruz burada.”

“Ne tür bir işmiş bu?” diye sordum kavgacı bir tavırla. “Esperanza benden ne istediğinizi söylemedi.”

“Tabii ki söyledi,” dedi sertçe, bunu öylesine kesin bir ifadeyle söyledi ki bir an acaba avluda saklanıp konuşmamızı dinledi mi diye merak ettim. Bunu ondan beklerdim doğrusu.

“Esperanza bize işaret edildiğini söyledi,” diye devam etti. “Ve şimdi korku seni nasıl güdüyorsa bizi de bu güdüyor.” Mariano Aureliano'nun benden ne istediklerini daha açıklamamış olduğunu hepten unutarak, “beni hiçbir şey ya da hiç kimse gütmüyor,””diye bağırdım.

Mariano Aureliano kızgınlığımdan en ufak etkilenmeden, Esperanza'nın işte o andan itibaren beni yetiştirme işini üstlendiklerini bana iyice izah etmiş olduğunu söyledi.

“Beni yetiştirmek mi!” diye haykırdım. “Çıldırmışsınız siz. Gerektiği kadar yetiştirildim ben!”

Mariano Aureliano feveranımı duymazdan gelerek, bunu tam anlamıyla üstlendiklerini, benim bunu anlayıp anlamamamın onlar için önemli olmadığını söyledi.

Duyduğum dehşeti saklayamadan ona bakakaldım. Kendisini hem böylesine ikna edici bir kayıtsızlıkla hem de böylesine ilgisini gösteren bir şekilde ifade eden birini hiç görmemiştim. Paniğe kapıldığımı saklamaya çalışarak, sesime ucundan bucağından bile hissetmediğim cesur bir ton vererek, “Beni yetiştireceğinizi söylerken neyi ima ediyorsun?” diye sordum.

“Sadece işittiğini,” diye cevap verdi. “Bizler kendimizi sana yol göstermeye adadık."

“Ama neden?” diye sordum, hem korkmuş hem de meraklanmıştım. “Yol gösterilmeye ihtiyacım olmadığını görmüyor musun, üstelik hiç . .

Mariano Aureliano'nun neşeli kahkahası sözlerimi boğdu. “Kesinlikle yol gösterilmeye ihtiyacın var. Esperanza hayatının ne kadar anlamsız olduğunu çoktan gösterdi sana.” Soracağım soruyu önceden tahmin ederek eliyle susmamı işaret etti. “Neden başka biri değil de sen olduğuna gelince, Esperanza kime yol göstermemiz gerektiğini tinin bize söylemesine izin verdiğimizi açıklamıştı sana. Tin, yol göstereceğimiz kişinin sen olduğunu gösterdi bize.”

“Durun bir dakika, Bay Aureliano,” diye karşı çıktım. “Hakikaten nankör ya da kaba olmak istemiyorum, ama benim yardım aramadığımı anlamalısınız. Bir ihtimal yol gösterilmeye ihtiyacım olsa bile kimsenin bana yol göstermesini istemiyorum. Sırf düşüncesi bile iğrenç geliyor bana. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz? Derdimi anlatabiliyor muyum?”

Ona doğru uzattığım parmağımdan bir adım geri çekildi ve beni taklit ederek, “Evet, ne demek istediğini anlıyorum,” dedi. “Ama tam da hiçbir şeye ihtiyacın olmaması nedeniyle son derece uygun bir adaysın.”

“Aday mı?” diye bağırdım, bu ısrarından bıkıp usanmıştım. Acaba kafeye girip çıkan insanlar beni duydular mı diye çevreme bakındım. Sonra bağırmayı sürdürdüm: “Nedir bu, allahaşkına? Sen ve arkadaşların bir çatlaklar takımısınız. Beni yalnız bırak, duyuyor musun? Sana ya da herhangi birine ihtiyacım yok benim.”

En nihayet Mariano Aureliano hiddetlendi ve babamla erkek kardeşlerimin yaptığı gibi beni haşlamaya başladı, hem şaşırdım hem de marazi bir keyif duydum. Asla bizden başkasının duyamayacağı kadar yükselttiği çok kontrollü bir sesle bana hakaret etti. Bana aptal ve şımarık dedi. Sonra da san­ ki bana hakaret etmek ona hız vermiş gibi affedilmez bir şey söyledi. Bağırarak, sahip olduğum tek değerli niteliğin sarı saçlara ve mavi gözlere imrenilen ve saygı duyulan bir memlekette sarı saçlı ve mavi gözlü olarak doğmuş olmam olduğunu söyledi.

“Bir şey için mücadele etmek zorunda kalmadın hiç,” dedi. “Ülkendeki cholosların sömürgeci zihniyeti sana gerçekten özel muameleye layık imişsin gibi itibar etmelerini sağladı. Sadece sarı saçlara ve mavi gözlere sahip olmaya dayanan bir ayrıcalık son kerte aptalca bir ayrıcalıktır.”

Kan beynime sıçradı. Yerinde oturup hakaret dinleyen biri olmamıştım hiç. Evde karşılıklı bağırıp çağırma müsabakalarıyla ve çocukluğumda Caracas sokaklarında öğrendiğim— ve hiç unutmadığım— açık saçık küfürlerle eğitildiğim yıllar o öğleden sonra işime yaradı. Mariano Aureliano'ya, beni bu güne dek utandıran şeyler söyledim.

Öyle heyecanlanmıştım ki pikabı süren iriyarı Kızılderilinin bize katıldığını fark etmemiştim. Ancak yüksek sesle güldüğünü duyunca orada olduğunu anladım. O ve Mariano Aureliano karınlarını tutmuş, zevkten çığlıklar atarak yerlere kapanıyorlardı.

İriyarı Kızılderiliye dönerek, “Bu kadar komik olan ne?” diye bağırdım ve ona da hakaret etmeye başladım.

“Ne ağzı bozuk bir kadın,” dedi mükemmel bir İngilizceyle. “Eğer senin baban olsaydım ağzını sabunla yıkardım.”

“Senden bu işe burnunu sokmanı kim istedi ki, seni şişko hergele?” Öfkeden gözüm dönmüş bir halde incik kemiğine bir tekme attım.



Acıyla bağırarak bana sövüp saydı. Tam kolunu yakalayıp ısırmak üzereydim ki Mariano Aureliano beni arkamdan tuttuğu gibi havaya fırlattı.

Zaman durmuştu. Yere inişim öylesine yavaş, öylesine hissedilmezdi ki sanki bana ebediyen havada kalmışım gibi geldi. Beklediğim gibi, kemiklerim kırılmış bir halde yere değil de iriyarı Kızılderilinin kollarına düştüm. Sendelemedi bile, sanki bir yastıktan daha ağır değilmişim gibi tutuyordu beni, kırkbeş kiloluk bir yastık. Gözlerindeki şeytani parıltıyı yakalayınca beni tekrar havaya fırlatacağını anladım. Korkumu hissetmiş olmalıydı ki gülümseyerek beni yere bıraktı.

Hiddetim ve gücüm tükenmişti, arabama yaslanarak ağlamaya başladım.

Mariano Aureliano kolunu bana dolayarak çocukken babamın yaptığı gibi saçlarımı ve omuzlarımı okşadı. Yatıştırıcı bir mırıltıyla, yüzüne haykırdığım kaba sözlere hiç mi hiç aldırmamış olduğunu söyleyerek rahatlatmaya çalıştı.

Suçluluk ve kendime acıma duygusu yalnızca daha fazla ağlamama neden oldu.

Teslimiyetçi bir tavırla başını salladı, oysa gözleri çocukça bir neşeyle parlıyordu. Besbelli beni güldürme gayretiyle, böyle bozuk bir dili, kullanmak şöyle dursun, bildiğime bile hâlâ inanamadığını itiraf etti. “Eh, sanırım dil kullanılmak içindir,” dedi düşünceye dalmış bir şekilde, “ve bozuk dil de şartlar gerektirdiği zaman kullanılmalıdır.”

Söyledikleri beni neşelendirmemişti. Kendime acıma nöbetim geçince (her zaman âdetim olduğu üzere) Mariano Aureliano'nun bende hoş olan tek şeyin sarı saçlar ve mavi gözler olduğu iddiasını düşünüp taşınmaya başladım.

Mariano Aureliano'ya duygularımı belli etmiş olmalıyım ki, bunu sadece beni üzmek için söylediğini ve bunda hiç gerçek payı olmadığına ilişkin beni ikna etmeye çalıştı. Yalan söylediğini biliyordum. Bir an için kendimi iki kat hakarete uğramış hissettim, sonra da bütün savunmamın darmadağın edildiğini kavrayarak dehşete düştüm. Söylediklerine katılıyordum. Söylediği her şey hedefe tam isabet etmişti. Tek bir darbeyle kalkanımı kırıp geçmişti tabir yerindeyse. Hiç kimse, en kötü düşmanım bile bana böylesine ezici bir darbe indirememişti. Bununla beraber, Mariano Aureliano hakkında ne düşünürsem düşüneyim, onun benim düşmanım olmadığını biliyordum.

Bunu kavrayınca başım dönmeye başladı. Sanki görünmez bir güç içimdeki bir şeyi eziyor gibiydi: kendime dair düşüncemi. Bana kuvvet veren bir şey şimdi beni tüketiyordu.

Mariano Aureliano kolumdan tutarak beni kafeye doğru yöneltti. “Hadi, ateşkes imzalayalım,” dedi neşeyle. “Bana bir iyilik yapmanı istiyorum.”

“Söylemen yeter,” diye yanıtladım aynı ses tonuyla.

“Sen buraya gelmeden önce bir sandviç yemek için bu kafeye girdim, ama bana servis yapmayı neredeyse reddettiler. Ben şikâyet edince aşçı beni dışarı attı.” Sonra bana mahzun mahzun bakarak ekledi, “Kızılderili olunca böyle şeyler oluyor.”

Bu haksızlığa karşı öfkelenek, “Aşçıyı yöneticiye rapor etsene,” diye bağırdım, kendi yaşadığım karmaşayı esrarengiz bir şekilde hepten unutmuştum.

“Bunun bana en ufak bir yardımı olmaz,” dedi sır verir gibi. Ona yardım etmem için tek yolun yalnız başıma kafeye girip oturmak, kendime mükellef bir yemek ısmarlamak ve yemeğime ölü bir sinek düşürmek olacağını söyledi.

“Ve aşçıyı suçlamak,” diye bitirdim sözünü onun yerine. Bütün bu plan öyle abes görünüyordu ki güldüm. Fakat onun gerçek bir beklenti içinde olduğunu görünce benden istediğini yapacağıma söz verdim.

Mariano Aureliano bana, “Burada bekle,” diyerek—henüz benimle tanıştırılmamış olan— iriyarı Kızılderiliyle beraber sokağa park edilmiş olan eski kırmızı pikaba doğru yöneldi. Birkaç dakika içinde geri döndüler. “Bu arada,” dedi Mariano Aureliano, “bu John, Arizonalı bir Yuma Kızılderilisidir.”

Onun da bir büyücü olup olmadığını sormak istedim, ama Mariano Aureliano benden önce davranarak, “Grubumuzun en yaşlı üyesidir,” dedi sır verir gibi.

Asabi bir şekilde kıkır kıkır gülerek kollarımı uzattım ve “Tanıştığımıza sevindim,” dedim.

Elimi sıcak bir şekilde ellerinin içine alarak, “Ben de,” diye cevap verdi boğuk, tınlayan bir sesle. Sırıtarak, “Umarım sen ve ben bir daha hiç yumruk yumruğa gelmeyiz,” dedi. Çok uzun boylu olmamasına rağmen bedeninden bir kuvvet ve canlılık yayılıyordu. Büyük, beyaz dişleri bile çok sağlam görünüyordu.

John şakacı bir şekilde kolumdaki kaslara dokunarak,

“Bahse girerim insanı bir yumrukta yere serebilirsin,” dedi. Tekmelerim ve hakaretlerim için ondan özür dilememe fırsat kalmadan Mariano Aureliano elime küçük bir kutu sokuşturdu.

“Sinek,” diye fısıldadı. Bir çantadan siyah, kıvırcık bir peruk çıkartarak, “John bunu takmanı öneriyor,” diye ekledi. Peruğu başıma geçirirken, “Merak etme, yepyeni,” dedi. Sonra beni bir kol mesafesinde tutarak, eleştirir gibi dikkatle süzdü. Düşünceli bir şekilde, “Fena değil,” dedi, uzun sarı örgümü iyice peruğun içine tıkıştırarak. “Kimsenin seni tanımasını istemiyorum.”

“Kılık değiştirmem gerekmez,” dedim. “Sözüme güvenin, Tucson'da kimseyi tanımıyorum.” Arabamın yan aynasını çevirerek kendime baktım. “Böyle giremem içeriye,” diye karşı çıktım. “Bir kanişe benziyorum.”

Mariano Aureliano birkaç bukleyi düzelterek, çileden çıkartan keyifli bir havayla gözlerini bana dikti. “Şimdi, sakın unutma, tezgâha oturmalısın ve yemeğinde sinek bulunca avazın çıktığı kadar bağırmalısın.”

“Neden?”

Sanki bir ahmakmışım gibi bana dikkatle bakarak, “Dikkat çekmeli ve aşçıyı rezil etmelisin,” dedi.

Kafe akşam yemeğine gelmiş insanlarla ağzına kadar doluydu. Ama tam tezgaha oturmuştum ki sıkıntılı görünen ama dostane tavırlı yaşlıca bir kadın garson yaklaştı yanıma.

Sipariş tezgahının arkasında duran aşçının yarısı görünüyordu. Yanındaki iki yardımcısı gibi o da Meksikalı ya da Amerikalı-Meksikalıydı. İşini öyle neşeli bir şekilde yapıyordu ki zararsız, kin beslemeyen biri olduğuna kanaat getirdim. Fakat park alanında beni bekleyen yaşlı Kızılderiliyi düşününce hiç suçluluk duymadan ısmarladığım mükemmel pişmiş hamburger bifteğinin üstüne küçük kibrit kutusunu boşalttım—bunu öyle hızlı ve gizlice yaptım ki her iki yanımda oturan adamlar bile dikkat etmediler.

Yemeğimin üstünde kocaman ölü bir hamamböceği görünce gerçek bir tiksintiyle çığlık attım.

“Ne var canım?” diye sordu kadın garson endişeyle.

“Aşçı bunu yememi nasıl bekliyor?” diye yakındım. Kızgınmış gibi rol yapmam gerekmiyordu. Hiddetlenmiştim, aşçıya değil, ama Mariano Aureliano'ya. “Bunu bana nasıl yapabilir?” diye sordum yüksek sesle.

“Korkunç bir kaza bu,” diye açıkladı garson, her iki yanımdaki meraklı ve endişeli müşterilere bakarak. Tabağı aşçıya gösterdi.

“Büyüleyici!” dedi aşçı net ve yüksek bir sesle. Düşünceli bir şekilde çenesini ovuşturarak yemeği inceledi. Zerre kadar üzülmemişti. İçimde bana güldüğüne dair belli belirsiz bir şüphe duydum. Düşünceli düşünceli, “Bu hamamböceği ya tavandan düşmüş olmalı,” dedi gözlerini büyülenmiş bir ilgiyle başıma dikerek, “ya da belki de onun peruğundan.”

Daha ben aşçıya cevap verip haddini bildiremeden, menüdeki başka bir şeyi yememi önerdi. “Bizim ikramımız olacak,” diye söz verdi.

Biftek ve fırında patates istedim, hemen anında getirdiler. Daima en son yediğim marulun üstüne biraz salata sosu dökerken bir marul yaprağının altından sürünerek çıkan iri bir örümcek fark ettim. Bu açık tahrik karşısında öyle şaşırmıştım ki çığlık bile atamadım. Başımı kaldırıp baktım. Aşçı sipariş tezgahının arkasından yüzünde göz kamaştırıcı bir gülümsemeyle el sallıyordu.

Mariano Aureliano sabırsızlıkla beni bekliyordu. “Neler oldu?” diye sordu.

“Sen ve senin iğrenç hamamböceğin!” dedim tükürür gibi, sonra da küskün küskün ekledim, “Hiçbir şey olmadı. Aşçı hiç bozulmadı. Gayet iyi eğlendi, bu iş benim başıma patladı tabii. Bozulan tek kişi bendim.”

Mariano Aureliano'nun üstelemesi üzerine neler olup bittiğini ayrıntılı bir şekilde anlattım. Ben konuştukça o zevkleniyordu. Bu tepkisine canım sıkılarak ona dik dik baktım.

“Bu kadar komik olan ne?” diye sordum.

Yüzüne ciddi bir ifade vermeye çalıştı, ama dudakları seğiriyordu. Yavaşça kıs kıs gülerken birden patlayıp yüksek sesle, keyifli bir kahkaha attı. Sonra bana çıkışarak, “Kendini bu kadar ciddiye alamazsın,” dedi. “Mükemmel bir rüya görücüsün, ama kesinlikle bir oyuncu değilsin.”

“Şimdi rol yapmıyorum. Ve kesinlikle içeride de rol yapmıyordum,” dedim tiz ve yüksek bir sesle kendimi savunarak. “Demek istediğim şu ki senin ikna etme yeteneğine bel bağlamıştım,” dedi. “Aşçıyı gerçek olmayan bir şeye inandırmak zorundaydın. Gerçekten bunu yapabileceğini sanmıştım .”

“Beni eleştirmeye nasıl cüret edersin!” diye bağırdım. “Ben senin adına kendimi aptal durumuna düşürdüm ve senin bütün söyleyebildiğin nasıl rol yapılacağını bilmediğim!” Peruğu kafamdan çektiğim gibi ona fırlattım. “Eminim bitlenmişimdir de.”

Mariano Aureliano feveranımı görmezden gelerek konuşmaya devam etti. Zaten Florinda'nın kendisine benim taklit kabiliyetimin olmadığını söylediğini anlattı. “Seni uygun yere yerleştirmek için bunu kesin olarak bilmemiz gerekiyordu,” diye ekledi yumuşak bir şekilde. “Büyücüler ya rüya görücüdür ya da iz sürücüdür. Bazıları her ikisi de olur.”

“Neden bahsediyorsun? Bu rüya görücüler ve iz sürücüler saçmalığı da ne?”

“Rüya görücüler rüyalarla uğraşır,” diye açıkladı. “Onlar erklerini, bilgeliklerini rüyalardan alırlar. Öte yandan iz sürücüler insanlarla, günlük dünyayla uğraşırlar. Onlar erklerini, bilgeliklerini hemcinsleriyle ilişki kurmaktan alırlar.”

“Besbelli beni hiç tanımıyorsunuz,” dedim alay edercesine. “Ben insanlarla çok iyi ilişki kurarım.”

“Hayır, kurmuyorsun,” diye karşı çıktı. “Sen kendin nasıl sohbet edileceğini bilmediğini söyledin. İyi bir yalancısın, fakat sadece istediğini elde etmek için yalan söylüyorsun. Yalanların çok özel ve kişisel. Ve neden biliyor musun?” Sanki bana cevap vermem için zaman tanıyormuş gibi bir an sustu. Ama ben daha ne söyleyeceğimi bile düşünemeden, “Çünkü senin için her şey, aralarında başka hiçbir renk olmaksızın, ya siyah ya da beyaz. Bunu ahlaklılık anlamında değil, kolaylık anlamında söylüyorum. Yani senin için kolaylık olması anlamında. Gerçek bir otoriter,” diye ekledi. Mariano Aureliano ve John birbirlerine bir bakış attılar, sonra her ikisi de omuzlarını dikleştirip sertçe topuklarını birleştirdiler ve unutamayacağım bir şey yaptılar. Kollarını kaldırıp faşist selamı vererek, “Mein Fuehrer!” diye bağırdılar.

Onlar güldükçe benim öfkem artıyordu. Kanımın yüzüme hücum ettiğini, kulaklarımın zonkladığını hissettim. Ve bu sefer kendimi sakinleştirmek için hiçbir şey yapmadım. Arabamı tekmeledim ve kollarımla arabanın üstüne vurup durdum.

İki adam beni yatıştırmaya çalışacak yerde—ailem ve arkadaşlarım kesinlikle bunu yapardı— orada öylece durup, sanki olabilecek en komik manzarayı sergiliyormuşum gibi güldüler.

Bana karşı böylesine tümüyle ilgisiz ve kayıtsız olmaları o kadar şok ediciydi ki hiddetim kendiliğinden söndü. Hiç kimse bu kerte boş vermemişti bana. Şaşırıp kalmıştım. O zaman artık yapacak başka bir manevramın kalmadığını anladım. Huysuzluklarıma tanık olanlar hiç ilgi göstermezlerse o durumda ne yapacağımı bilmediğimi o güne dek hiç idrak etmemiştim.

Mariano Aureliano, “Sanırım şimdi kafası karıştı,” dedi John'a. “Ne yapacağını bilmiyor.” Kollarını iriyarı Kızılderilinin omuzlarına koyarak yavaşça ama duyabileceğim kadar yüksek bir sesle ekledi, “Şimdi ağlayacak ve ağlayınca da böğüre böğüre ağlayacak, ta ki biz onu avutana kadar. Hiçbir şey şımarık bir kancık kadar yorucu değildir.”

Bu bana yetmişti. Yaralı bir boğa gibi başımı eğerek Mariano Aureliano'ya hücum ettim.

Bu hırçın, ani saldırım karşısında öyle ürktü ki az kalsın dengesini kaybediyordu; bu bana karnının etli kısmına dişlerimi geçirecek kadar zaman verdi. Acı ve kahkaha karışımı bir çığlık attı.

John belimden tuttuğu gibi beni uzaklaştırdı. Isırmaktan vazgeçmedim, ta ki dişlerimdeki köprü çıkana kadar. On üç yaşımda Caracas'da Alman Yüksek Okulunda Alman öğrencilerle Venezuellalılar arasında çıkan bir kavgada üst ön dişlerimden ikisini kırmıştım.

İki adam kahkahadan kırılıyordu. John Wolkswagenimin bagajının üstüne kapanıp karnını tutarak arabama vuruyordu. “Bir futbolcu gibi dişlerinde boşluk var,” diye bağırdı çığlıklarının arasından.

İfade edemeyeceğim ölçüde utanmıştım. O kadar sıkılmıştım ki dizlerimin bağı çözüldü ve bir bez bebek gibi asfalta yığılıverdim, kendimden geçmiştim.

Kendime geldiğim zaman pikabın içinde oturuyordum. Mariano Aureliano sırtıma bastırıyordu. Gülümseyerek tekrar tekrar başıma vurdu, sonra da beni kucakladı.

Hiçbir duygumun olmamasına şaşırdım; ne utanıyordum ne de kızgındım. Kendimi gevşemiş ve rahat hissediyordum. Daha önceleri hiç bilmediğim bir durgunluk, bir sükûnetti bu. Hayatımda ilk defa olarak anladım ki kendimle ya da başkalarıyla asla barışık olmamıştım ben.

“Senden çok hoşlandık,” dedi Mariano Aureliano, “Fakat huysuzluk nöbetlerini geçirmen gerek. Eğer geçirmezsen bu nöbetler seni öldürür. Bu defa hata bendeydi. Senden özür dilemeliyim. Seni bile bile tahrik ettim.”

Bir şey söyleyemeyecek kadar sakindim. Kollarımı ve bacaklarımı germek için pikaptan çıktım. Baldırlarıma acı veren ıstıraplı kramplar giriyordu.

Birkaç dakika sessiz kaldıktan sonra ikisinden de özür diledim. Huysuzluğumun içimden gelen itici bir hisle kola üstüne kola içmeye başladığımdan beri daha da kötüye gittiği söyledim onlara.

“Kola içmeyi bırak,” diye önerdi Mariano Aureliano. Sonra konuyu hepten değiştirerek, sanki hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya devam etti. Onlara katıldığım için son kerte memnun olduğunu söyledi.

“Öyle mi?” diye sordum anlamadan. “Ben size mi katıldım?”

“Katıldın!” dedi üstüne basarak. “Bir gün bunun senin için anlamı olacak.” Tepemizde gaklayan bir karga sürüsünü gösterdi. “Kargalar iyi bir yoradır. Bak ne kadar mükemmel görünüyorlar. Gökyüzünde bir tablo gibiler. Şimdi onları görmek bizim birbirimizi tekrar göreceğimize dair bir vaattir.”

Kuşlar uçup gözden kaybolana dek gözlerimi onlara diktim. Mariano Aureliano'ya bakmak için döndüğümde artık orada değildi. Pikap hiç ses çıkartmadan kayıp gitmişti.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön