Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

6 2


HAYRETLER İÇİNDE MİSAFİR konuşmacıya bakakalmıştım. Takım elbisesi, kısa, kıvırcık saçları ve sakalsız, bıyıksız traşlı yüzüyle Joe Cortez Los Angeles'taki California Üniversitesinde, büyük toplantı salonlarından birinde, uzun saçlı, sakallı ve incik boncuklu, özensiz giyimli öğrenciler arasında başka bir zamandan gelmiş biri gibi görünüyordu.

Santa Susana dağlarında beraber yürüyüşe çıkmış olduğum arkadaşımın toplantı salonunun arka sıralarında benim için tuttuğu, boş bir sandalyeye aceleyle kayıverdim.

“Bu da kim?” diye sordum ona.

İnanamıyormuş gibi başını sallayarak sabırsızca yüzüme baktı ve sonra bir kağıt parçasına Carlos Castaneda diye karaladı.

“Kim bu Carlos Castaneda allah aşkına?” diye sordum elimde olmadan gülerek.

“Sana onun kitabını vermiştim,” dedi dişlerinin arasından, sonra onun Meksika'da geniş bir çalışma yapmış olan tanınmış bir antropolog olduğunu ekledi.

Tam bu misafir konuşmacının dağlarda kaybolduğum gün karşılaştığım o adam olduğunu söyleyecektim ki kendimi tuttum. Bunun için çok iyi bir nedenim vardı. Çok değer verdiğim arkadaşlığımızın neredeyse bozulmasından bu adam sorumluydu. Arkadaşım Evans-Pritchard'ın oğlu hakkındaki hikâyenin uydurma olduğu fikrinde dayatıyordu. Bense o iki adamın bana uydurma bir hikâye anlatmakla kazanacak hiç­ bir şeyleri olmadığında ısrar ediyordum. Onların samimiyetle gerçeği söylediklerini biliyordum. Onlara inandığım için deliye dönen arkadaşım bana saf bir budala olduğumu söylemişti.

İkimiz de teslim olmak istemediğimiz için tartışma oldukça kızışmıştı. Arkadaşımın kocası bizi bu çılgınlıktan kurtarmayı umarak belki de bana gerçeğin söylenmiş olduğunu ileri sürmüştü. Kendisiyle birlik olunmamasından usanmış olan arkadaşım ona bağırarak çenesini kapatmasını söylemişti.

Suratımız bir karış arabayla eve dönmüştük. Arkadaşlığımız çıkmaza girmişti. Bu kötü duyguyu atmamız birkaç hafta almıştı. Bu arada ben Evans-Pritchard'ın oğlu hakkındaki bu bilgiyi antropolojik konular ve antropologlar hakkında benden ve arkadaşımdan daha bilgili olan birkaç kişi üzerinde denemiştim. Bana kendimi bir ahmak gibi hissettirdiklerini söylememe gerek yok. Gerçeği yalnız benim bildiğime dair kör bir inanca saplandım. Ben pratik bir zihniyetle yetiştirilmiştim; eğer insan yalan söylerse, bu başka türlü kazanılamayacak bir şeyi kazanmak için olmalıydı. Ve ben bu iki adamın ne kazanmış olabileceklerini bir türlü anlayamıyordum.

Carlos Castaneda'nın konferansına pek dikkat etmedim. Bana ismi hakkında yalan söylemesinin nedenini merak edip duruyordum. İnsanları harekete geçiren sebepleri anlamaya düşkün olan ben, basit bir sözden ya da gözlemden, onun sebebinin ne olabileceğine dair bir ipucu bulmaya çalıştım bütün gün. Ama sonra ben de ona sahte isim vermiş olduğumu hatırladım. Ve neden böyle yaptığımı anlayamıyordum.

Uzun uzun düşünüp taşındıktan sonra, ta ilk başta otomatikman ona güvenmemiş olduğum için yalan söylediğime karar verdim. Bana güven telkin etmeyecek kadar fazlasıyla kendine güvenli, fazlasıyla kendini beğenmişti. Annem Latin erkeklerine, özellikle bir dereceye kadar itaatkâr değillerse, güvenmeyecek şekilde yetiştirmişti beni. Latin maçoların sadece (sırasıyla) dövüşmek, yemek ve seks yapmakla ilgilenen ufak tefek kavgacı horozlar olduğunu söylerdi. Ve sanırım bu konuyu hiç düşünmeden ona inanmıştım.

Sonunda Carlos Castaneda'ya baktım. Söylediklerinden hiçbir şey anlayamıyordum. Ama hareketlerinden büyülenmiştim. Bütün bedeniyle konuşuyormuş gibi görünüyordu, sözleri sanki ağzından çıkmıyordu da, bir sihirbaz çevikliği ve zarafetiyle hareket ettirdiği ellerinden akıyordu!

Konferanstan sonra gözü pek bir şekilde ona doğru yürüdüm. Etrafını öğrenciler sarmıştı. Kadınlara karşı öyle ilgili ve hoştu ki otomatikman onu küçümsedim.

Suçlar gibi parmağımı ona uzatarak, “İsmin hakkında bana yalan söyledin Joe Cortez,” dedim İspanyolca.

Sanki bir yumruk yemiş gibi elini karnına koyarak, beni dağlarda ilk kez gördüğü zamanki gibi tereddütlü, inanmaz bir ifadeyle bana bakakaldı.

“Arkadaşın Gumersindo'nun Evans-Pritchard'ın oğlu olduğu da yalan,” diye ekledim, beni görünce uğradığı şaşkınlıktan sıyrılmadan önce. “Öyle değil mi?”

Artık daha fazla konuşmamam için yalvarır gibi bir hareket yaptı. Zerre kadar utanmış görünmüyordu. Ama gözlerinde öyle yalın ve saf bir hayret vardı ki bu haklı hiddetim kısa sürdü. Sanki gideceğimden korkuyormuş gibi usulca bileğimden tuttu.

Öğrencilerle konuşmayı bitirdikten sonra sessizce kuzey kampusundaki devasa bir çam ağacının gölgelediği gözden uzak bir sıraya doğru yöneltti beni.

Sıraya otururken, “Bütün bunlar o kadar garip ki gerçekten dilim tutuldu,” dedi İngilizce. Sanki onun yanında oturduğuma hâlâ inanamıyormuş gibi gözlerini bana dikti. “Seni tekrar bulacağımı hiç sanmıyordum,” dedi düşünceli bir şekilde. “Yanından ayrıldıktan sonra arkadaşım—bu arada adı Nestor'dur—ve ben senin hakkında epey konuştuk. Senin yarı-hayalet olduğun sonucuna vardık.” Birden İspanyolcaya dönerek, beni bulmak umuduyla beni bıraktıklara yere geri bile döndüklerini söyledi.

“Neden beni bulmak istiyordun?” diye sordum İngilizce. Onun da İngilizce olarak benden hoşlandığı için oraya geri gittiği cevabını vereceğinden emindim.

İspanyolcada insanın sadece başka birisinden hoşlandığını söylemenin hiçbir yolu yoktur. Cevabın çok daha süslü ve aynı zamanda da daha kesin olması gerekiyordu. İspanyolcada insan ya iyi bir duygu uyandırabilir— me caes bien—ya da tam bir tutku— me gustas— alevlendirebilirdi.

Bu samimi sorum onu uzun bir sessizliğe gömdü. Konuşması mı yoksa konuşmaması mı gerektiği hakkında mücadele ediyor gibiydi. Nihayet, o öğleden sonra sisin içinde beni bulmanın onda çok büyük bir karışıklık doğurduğunu söyledi. Bütün bunları açıklarken yüzünde kendinden geçmiş bir ifade vardı ve beni toplantı salonunda bulunca neredeyse yüreğine indiğini eklerken sesi en derin huşuyu açığa vuruyordu.

Kibirim geçivermişti. “Neden?” diye sordum. Ve sorduğuma anında pişman oldum, çünkü bana sırılsıklam âşık olduğunu söyleyeceğine emindim, ve bu da beni çok rahatsız edecekti. Ne cevap vereceğimi bilemezdim.

“Çok uzun bir hikâye bu,” dedi, hâlâ dalgın bir havayla. Bundan sonra ne söyleyeceğini prova ederek kendi kendine konuşuyormuş gibi dudaklarını büzdü.

Kur yapmaya çalışan bir erkeğin gösterdiği alametleri biliyordum. Onu başka bir yöne yöneltmek için, “Çalışmalarını okumadım,” dedim. “Ne hakkında?”

“Büyücülük hakkında birkaç kitap yazdım,” diye yanıtladı. “Ne tür büyücülük? Voodoo mu, ispritizma mı?” “Büyücülük hakkında bir şey biliyor musun?” diye sordu, sesinde bir beklenti vardı.

“Tabii biliyorum. Bunlarla büyüdüm ben. Venezüella'da bir kıyı bölgesinde uzun zaman yaşadım; büyücüleriyle ünlü bir yerdir orası. Çocukluğumun pek çok yazını bir cadı ailesiyle geçirdim.”

“Cadı mı?”

“Evet,” dedim tepkisinden memnun kalarak. “Cadı olan bir dadım vardı. Puerto Cabello'lu siyah bir kadındı. Yetişkin bir genç kız oluncaya kadar baktı bana. Hem annem hem babam çalışıyordu; ben çocukken beni onun bakımına bırakmaktan oldukça memnundular. Beni anne babamdan daha iyi idare edebiliyordu. İstediğimi yapmama izin veriyordu. Elbette annem babam onun beni her yere götürmesine izin veriyorlardı. Okul tatillerinde beni alarak ailesini ziyaret etmeye götürürdü. Onun kan bağı olan ailesi değil de cadı ailesiydi bu. Ayinlerine ve trans oturumlarına katılmama izin verilmese de pek çok şey görmeyi başardım.”

Sanki bana inanmamış gibi tuhaf bir şekilde bakıyordu. Sonra şaşkın bir gülümsemeyle, “Onu cadı yapan şey neydi?” diye sordu.

“Her şey. Tavukları öldürüp, verdiği lütufların karşılığı olarak onları tanrılara sunuyordu. O ve birlikte olduğu—kadın, erkek— cadılar transa girinceye kadar dans ederlerdi. Arkadaşlarını iyileştirme ve düşmanlarına zarar verme erkine sahip olan gizli büyüler okurdu. Uzmanlık dalı aşk iksirleriydi. Bu iksirleri tıbbi bitkilerle ve aybaşı kanı, kesilmiş tırnaklar ve tüylerle, tercihen kasık tüyleriyle hazırlıyordu. Kumar­ da ya da aşk meselelerinde iyi şans getirmesi için muskalar yapardı.”

“Ve annen baban bütün bunlara izin verir miydi?” diye sordu inanamayarak.

“Evde benim ve dadımın müşterilerinin dışında hiç kimse bunları bilmezdi,” diye açıkladım. “Doktorlar gibi o da evlere çağrılırdı. Evde bütün yaptığı, ben kâbus görünce tuvaletin arkasında mumlar yakmaktı. Bu bana yardım ediyordu sanki ve çiniler arasında bir şeylerin alev alma tehlikesi de olmadığı için açıkça onun bunu yapmasına izin veriyordu annem.”

Birden ayağa kalktı ve gülmeye başladı.

Acaba bütün bunları uydurduğumu mu düşünüyor diye merak ederek, “Bu kadar komik olan nedir?” diye sordum. “Seni temin ederim ki gerçek bu.”

“Kendi kendine bir şey iddia ediyorsun ve bir kez bu iddiada bulununca senin için bu gerçeğe dönüşüyor,” dedi ciddi bir yüzle.

Dadımı ima ettiğine kanaat getirerek, “Ama ben sana gerçeği söyledim,” diye ısrar ettim.

“Ben insanların içini görebilirim,” dedi sakin bir şekilde. “Mesela benim sana kur yaptığıma inandığını görüyorum. Kendini buna inandırdın ve bu bir gerçek şimdi. Benim bahsettiğim de buydu.”

Bir şey söylemeye çalıştım, ama bu haksızlığa karşı duyduğum öfkeden nefesim kesilmişti. Kaçıp gitmek istedim. Ama bu çok alçaltıcı bir şey olurdu.

Kaşlarını hafifçe çattı, neler hissettiğimi bildiğine dair nahoş bir izlenim edindim. Yüzüm kızardı. Kızgınlığımı öyle bastırdım ki vücudum titredi. Ne var ki birkaç dakika içinde kendimi olağanüstü sakin hissettim. Benim gösterdiğim bilinçli bir gayret sonucunda olmamıştı bu; gene de içimdeki bir şeyin yerinden oynadığını açıkça duyumsadım. Belli belirsiz bir şekilde buna benzer bir deneyim geçirdiğimi hatırladım, ama bu hatırıma geldiği gibi hızla silikleşti.

“Bana ne yapıyorsun?” diye mırıldandım.

“Sadece insanların içini görüyorum işte,” dedi pişmankâr bir havayla. “Her zaman değil ve elbet herkesinkini de değil, ama yalnızca samimi olarak ilişkiye girdiğim insanlarınkini. Neden senin içini görebildiğimi bilmiyorum.”

Besbelli bu söylediklerinde samimiydi. Benden çok daha fazla afallamış gibi görünüyordu. Tekrar yerine oturarak yanıma yaklaştı. Bir süre tam bir sessizlik içinde oturduk. Sohbet etmek için gösterdiğim bütün o gayretleri boşlayabilmek ve kendimi aptal hissetmemek son derece hoş bir deneyimdi. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım; mavi bir cam gibi saydam ve bulutsuzdu. Çam ağacının dalları arasından hafif bir esinti geçti ve diken diken çam iğneleri aheste bir yağmur gibi üstümüze döküldü. Esinti rüzgâra dönüştü ve yanımızdaki çınardan düşen kuru, sarı yapraklar bize doğru sürüklendi; yumuşak, ritmik bir sesle etrafımızda döndüler ve rüzgâr yaprakları bir çırpıda havaya kaldırdı.

“Bu tinin iyi bir gösterisiydi,” diye mırıldandı. “Senin içindi bu. Rüzgâr, önümüzde havada fırıl fırıl dönen yapraklar. Benim beraber çalıştığım büyücü bunun bir yora olduğunu söylerdi. Tam gitmeyi düşündüğüm anda bir şey seni bana gösterdi. Şimdi gidemem.”

Son sözünü düşünerek kendimi nedendir bilinmez mutlu hissettim. Bu bir zafer mutluluğu, insanın istediğini yaptığı zaman hissettiği türden çoşkun bir neşe değildi. Daha çok, kısa süren engin bir saadet duygusuydu bu. İç sıkıcı özüm idareyi eline aldı ve bu duygulardan ve düşüncelerden kurtulmamı istedi. Orada ne işim vardı ki benim. Dersimi almış, gerçek arkadaşlarımla yiyeceğim öğle yemeğini ve spor salonundaki havuzdaki günlük turumu kaçırmıştım.

“Belki ben gitsem iyi olacak,” dedim. Bunu rahatlamak için söylemeyi tasarlamıştım, ama bunu söyleyince sanki kendime acıyormuşum gibi geldi—ki nedense acıyordum da.

Gitmek yerine olabildiğince üstünkörü bir şekilde ona insanların içini her zaman görüp göremediğini sordum.

“Hayır. Her zaman değil.” Müşfik ses tonu içimdeki karmaşanın bilincinde olduğunu açıkça gösteriyordu. “Beraber çalıştığım yaşlı büyücü son zamanlarda öğretti bunu bana.”

“Sence bana da öğretebilir mi?”

“Evet, sanırım öğretirdi.” Kendi sözlerine kendi hayret etmiş gibi görünüyordu. “Eğer o da senin hakkında benim hissettiklerimi hissederse kesinlikle öğretmeye çalışır.”

“Büyücülüğü daha önceden biliyor muydun?” diye sordum ürkek bir şekilde, yavaş yavaş endişelerimden sıyrılıyordum.

“Latin Amerika'da herkes bildiğini düşünür ve ben de bildiğime inanıyordum. Bu anlamda sen bana kendimi hatırlatıyorsun. Senin gibi ben de büyücülüğün ne olduğunu bildiğime emindim. Ama sonra gerçekten büyücülükle karşılaştığım zaman düşündüğüm gibi çıkmadı.”

“Nasıldı?”

“Basit. O kadar basit ki korkutucu,” dedi sır verir gibi. “Bizler büyücülüğün kötülüğü yüzünden korkutucu olduğunu düşünürüz. Benim karşılaştığım büyücülük hiç de kötü değildi ve bu yüzden de son kerte ürkünçtü.”

Sözünü keserek kara büyücülüğün tersi olan ak büyücülüğü ima ediyor olması gerektiğini söyledim.

Sert ve sabırsız bir şekilde, “Saçma sapan konuşma, allah kahretsin!” dedi.

Onun benimle bu şekilde konuşması karşısında öyle şok oldum ki nefesim kesildi. Yine aklım karman çorman oluvermişti. Bakışlarımdan kaçmak için yüzünü çevirdi. Bana bağırmaya cüret edebilmişti. Öyle kızmıştım ki çıldıracağımı sandım. Kulaklarım uğulduyordu. Gözlerimin önünde siyah noktalar görüyordum. Eğer sıçrayıp böylesine çabucak uzağa kaçmamış olsaydı ona vuracaktım.

“Çok disiplinsizsin,” dedi tekrar yerine oturarak. “Ve epey de vahşisin. Dadın senin her kaprisine teslim olup, sanki kıymetli bir camdan yapılmışsın gibi davranmış olmalı sana.” Kaşlarımı çattığımı görünce, esasında bana sabırsızlıktan ya da kızgınlıktan bağırmamış olduğunu söyledi. “Senin dinlemen ya da dinlememen kişisel olarak önemli değil benim için,” diye açıkladı. “Fakat sana onun adına bağırdığım başka birisi için önemli bu. Bizi gözleyen biri için.”

İlkin kafam karıştı, sonra huzursuzlandım. Onun büyücü arkadaşı bizi gözleyebilir mi diye merak ederek etrafıma baktım.

Beni görmezden gelerek devam etti. “Babam bana sürekli bir tanığımız olduğundan hiç söz etmemişti. Hiç söz etmedi, çünkü bilmiyordu. Tıpkı senin bilmediğin gibi.”



“Neler saçmalıyorsun sen?” dedim. Çatlak, kızgın sesim o andaki duygularımı yansıtıyordu. Bana bağırmış, hakaret etmişti. Sanki hiçbir şey olmamış gibi başımı şişirip durmasına gücenmiştim. Hareketlerine göz yumacağıma inanıyorsa o zaman bir sürprizle karşılaşacaktı. “Bundan yakayı sıyıramayacaksın,” diye düşündüm ona kötü kötü gülümseyerek, “benden sıyrılamazsın ahbap.”

“Ne bir kuvvet, ne bir varlık ne de bir mevcudiyet olmayan bir kuvvetten, bir varlıktan, bir mevcudiyetten bahsediyorum,” diye açıkladı melek gibi bir gülümsemeyle. Kavgacı ruh halimden tümüyle habersiz görünüyordu. “Abuk sabuk bir laf gibi geliyor, ama değil. Sadece büyücülerin bildiği bir şeyi ima ediyorum. Onlar buna tin diyorlar. Tin bizim kişisel gözlemcimiz, daimi tanığımızdır.”

Tam olarak hangi kelimenin bunu başlattığını bilmiyordum, ama birden bütün dikkatimi ona vermiştim. Söylediğine göre Tanrı olmayan ya da dinle ya da ahlakla hiçbir ilgisi olmayan, kişisel olmayan bir kuvvet, yalnızca kendimizi hiçe indirgemeyi öğrenirsek bizim kullanmamız için orada duran bir erk olan bu kuvvetten bahsetmeye devam etti. Hatta elimi bile tuttu ve ben buna aldırmadım. Esasında güçlü, yumuşak temasından hoşlandım. Benim üstümdeki tuhaf hâkimiyetinden marazi bir şekilde büyülenmeye başlıyordum. Eli elimde, bu sıranın üstünde onunla ilelebet oturmayı arzuladığımı anlayınca hayrete düştüm.

Konuşmaya devam etti. Ve ben de söylediği her sözü dinlemeye devam ettim. Ama aynı zamanda da ne zaman bacağımı tutuvereceğini edepsizce merak ediyordum. Zira elimle yetinmeyeceğini ve onu durdurmak için hiçbir şey yapamayacağımı biliyordum. Yoksa onu durdurmak için hiçbir şey yapmak istemiyor muydum?

Eskiden kendisinin de herkes gibi dikkatsiz ve disiplinsiz olduğunu, ama aradaki farkı hiç bilmediğini, çünkü çağın ruh haline hapsolmuş olduğunu açıkladı.

Onunla beraber olmaktan hoşlandığımı düşünmesin diye hiç de dostane olmayan kaba bir ses tonuyla, “Çağın ruh hali de nedir?” diye sordum.

“Büyücüler buna çağın tarzı derler,” dedi. “Günümüzde orta sınıfın işidir bu. Ben orta sınıf bir erkeğim, tıpkı senin orta sınıf bir kadın olduğun gibi.”

Aniden hızla elimi elinden çekerek, “Bu tür sınıflandırmaların hiçbir geçerliliği yoktur,” diye sözünü kestim kaba bir şekilde. “Bunlar yalnızca genelleme.” Ona kaşlarımı çatarak şüpheyle baktım. Sözlerinde ürkütücü bir şekilde bildik bir şeyler vardı, ama bunları daha önce nerede duyduğumu ya da bu sözlere nasıl bir anlam yüklediğimi bilemiyordum. Bununla beraber, bunların benim için çok hayati bir anlamı olduğundan emindim, keşke bu sözler hakkında zaten bildiklerimi bir hatırlayabilseydim.

“Bana sosyal bilimci ayakları yapma,” dedi neşeyle. “Senin kadar ben de biliyorum bunları.”

Artık iyice tepem atarak elini tuttum ve ısırıverdim. Daha o şaşkınlığından sıyrılamadan hemencecik, “Bunu yaptığım için hakikaten üzgünüm,” diye mırıldandım. “Bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Çocukluğumdan bu yana kimseyi ısırmamıştım.” Onun karşı misilleme yapmasını bekleyerek yan yan sıranın ta öbür ucuna kaydım. Ama misilleme gelmedi.

Afallamışçasına ellerini ovuştururken söylediği tek şey, “Baştan sona ilkelsin,” oldu.

Rahatlayarak derin bir iç çektim. Üstümdeki hâkimiyeti bozulmuştu. Onunla halledilecek eski bir hesabım olduğunu hatırladım. Antropoloji öğrencisi arkadaşlarımın arasında beni gülünç bir duruma düşürmüştü. O eski kızgınlığımı uyandırmaya çalışarak, “Esas meselemize dönelim,” dedim. “Ne­ den bana Evans-Pritchard'ın oğlu hakkında bütün o zırvaları anlattın? Kendimi aptal durumuna düşüreceğimi anlamış olman gerekirdi.” Onu dikkatle izliyordum. Elini ısırdıktan sonra ona bu şekilde karşı çıkmanın eninde sonunda kendini-kontrol mekanizmasını kıracağından ya da en azından aklını karıştıracağından emindim. Onun bağırıp çağırmasını, kendine güvenini ve küstahlığını yitirmesini bekliyordum. Ama kılı kıpırdamadı. Derin bir soluk aldı ve ciddi bir ifade takındı.

Kayıtsız ve alçak bir sesle, “Bunun sırf eğlenmek için abartılı hikâyeler anlatan insanlar misali basit bir mesele gibi göründüğünü biliyorum,” diye konuşmaya başladı. “Ama durum bundan çok daha karmaşık.” Kendi kendine gülerek, o sırada benim bir antroloji öğrencisi olduğumu ve kendimi aptal durumuna düşüreceğimi bilmediğini hatırlattı bana. Sanki uygun sözcükleri arıyormuş gibi bir an sustu, sonra çaresizce omuzlarını silkerek şöyle ekledi, “Sana kendim ve hedeflerim hakkında bir şeyler daha anlatmadıkça arkadaşımı neden sana Evans-Pritchard'ın oğlu olarak tanıştırdığımı açıklayamam. Ve bunları anlatmak da hiç uygun olmaz.”

“Neden olmasın?”

“Çünkü beni ne kadar çok tanırsan o kadar çok yüz göz olursun.” Bana düşünceli bir şekilde baktı, gözlerinden samimi olduğunu anlayabiliyordum. “Zihinsel anlamda yüz göz olmayı kastetmiyorum. Kişisel olarak benimle yüz göz olmanı kastediyorum.”

Bu küstahlığın öyle bariz bir teşhiriydi ki bütün güvenimi yeniden kazandım. O çok denenmiş, alaycı kahkahama başvurarak, içe işleyen keskin bir sesle, “Çok iğrençsin. Senin gibileri bilirim. Bütün yaşantım boyunca savaştığım kibirli Latin maçolarının tipik bir örneğisin.” Yüzündeki şaşkınlık ifadesini görünce en gururlu ses tonumla, “Seninle yüz göz olacağımı düşünmeye nasıl cüret edersin?” dedim.

Beklediğim gibi yüzü kızarmadı. Sanki bu duyduğu en komik şeymiş gibi dizine bir şaplak atarak katıla katıla güldü. Ve sanki bir çocukmuşum gibi kaburgalarımı gıdıklamaya başladı, dehşet içindeydim.

Gülmekten korkarak— ben gıdıklanırım— öfkeyle ince ve tiz bir sesle çığlık attım. “Bana dokunmaya nasıl cüret edersin!” Gitmek üzere ayağa kalktım. Tir tir titriyordum, sonra tekrar yerime oturarak kendimi daha da şok ettim.

Beni tekrar gıdıklamak üzere olduğunu görünce ellerimi yumruk yapıp kendimi korudum. “Bana tekrar dokunursan burnunu kırarım,” diye uyardım onu.

Tehdidimi hiç iplemeyerek başını sıranın arkasına yasladı ve gözlerini kapattı. Neşeyle gülmeye başladı. Kahkahalarını zaptettiği için her tarafı titreyerek boğuk boğuk gülüyordu. Bana doğru yan dönerek, “Esmer insanlar arasında yetişen tipik bir Almansın,” dedi.

“Alman olduğumu nereden biliyorsun? Sana bunu hiç söylemedim,” dedim sesime biraz tehditkâr bir ton vererek.

“İlk karşılaştığımızda Alman olduğunu biliyordum,” dedi. “İsveçli olduğun yalanını söylediğin anda bunu kendin de doğrulamış oldun. Yalnızca İkinci Dünya Savaşından sonra Yeni Dünya'da doğan Almanlar böyle yalan söylerler. Yani Amerika'da yaşıyorlarsa tabii.”

Bunu ona itiraf etmesem de haklıydı. Annemle babamın Alman olduklarını öğrenir öğrenmez insanların bana karşı düşmanlaştığını hissetmiştim çoğu kez; onların gözlerinde bu bizi otomatikman nazi yapıyordu. Onlara annemle babamın idealist olduklarını söylediğim zaman hiçbir şey fark etmiyordu. Tabii ki her iyi Alman gibi kendi soylarının doğası itibariyle daha iyi olduğuna inandıklarını, ama onların esasında bütün yaşamları boyunca apolitik olan ılımlı insanlar olduklarını kendime itiraf etmek zorundaydım.

“Bütün yaptığım senin düşündüklerine katılmaktı,” dedim ekşi bir suratla. “Sarı saçlar, mavi gözler, yüksek elmacık kemikleri gördün ve bütün düşünebildiğin bir İsveçli oldu. Hayal gücün pek de kuvvetli değil, öyle değil mi?” Elime geçirdiğim bu avantajı daha da kullanarak, “Eğer doğuştan kahrolası bir yalancı değilsen, yalan söylemek için hiçbir nedenin yoktu senin,” diye devam ettim, istemememe rağmen sesim yükseliyordu. İşaret parmağımla göğsüne vurarak alay edercesine ekledim, “Joe Cortez, ha?”

“Senin ismin de gerçekten Cristina Gebauer mi?” diye cevabı yapıştırdı, benim o nahoş, yüksek ses tonumu taklit ederek.

İsmi doğru anımsamadığı için içerleyerek, “Carmen Gebauer!” diye bağırdım. Sonra birden feveranımdan utanarak kendimi karman çorman bir şekilde savunmaya koyuldum. Birkaç dakika sonra ne söylediğimi bilmediğimi kavrayarak aniden sustum ve gerçekten Alman olduğumu ve Carmen Gebauer'in bir çocukluk arkadaşımın ismi olduğunu itiraf ettim. Dudaklarındaki sırıtışı güçlükle bastırarak, “Bunu sevdim,” dedi usulca. Yalan söylememi mi yoksa bunu itiraf etmemi mi kastettiğini anlayamadım. Bakışları müşfik ve keyifliydi. Şefkatli, özlemli bir sesle çocukluğundaki kız arkadaşı Fabiola Kunze'nin hikâyesini anlatmaya başladı.

Gösterdiği tepkiden kafam karışarak başımı çevirdim ve yanımızdaki çınar ağacıyla ilerideki çam ağaçlarına diktim gözlerimi. Sonra, hikâyesine ilgi duyduğumu saklamaya çalışarak tırnaklarımla oynamaya başladım; düzenli olarak ve düşünceli bir şekilde tırnaklarımın etrafındaki deriyi itiyor ve tırnak cilasını soyuyordum.

Fabiola Kunze'nin hikâyesi benim yaşantıma o kadar benziyordu ki birkaç dakika sonra bütün sahte kayıtsızlık tavrımı unutarak dikkatle onu dinlemeye başladım. Bu hikâyeyi kafadan attığından şüphelendim, yine de yalnızca Yeni Dünya'daki bir Alman ailesinin kızının bilebileceği ayrıntıları öne sürdüğü için ona güvenmek zorunda kaldım.

Fabiola sözde esmer Latin oğlanlarından ölesiye korkuyordu, ama aynı ölçüde Almanlardan da korkuyordu. Latinler sorumsuzluklarından dolayı ürkütüyorlardı onu; Almanlarsa her şeylerinin önceden sezilebilirliğinden dolayı.

Bir pazar öğleden sonrası Fabiola'nın evinde iki düzine Almanın güzel bir şekilde—en iyi porselenler, gümüşler ve kristallerle—kurulmuş bir masanın etrafında oturdukları ve Fabiola'nın da sohbet olarak geçen iki düzine monoloğu dinlemek zorunda kaldığı sahneleri tasvir ettiği zaman yüksek sesle gülmemek için kendimi tutmak zorunda kaldım.

O bu pazar öğleden sonrasının özel ayrıntılarını vermeyi sürdürdükçe kendimi rahatsız hissetmeye başladım: evinde politik tartışmaları yasaklayan, ama katolik papazlar hakkında çirkin şakalar yapmak için dolambaçlı yollar arayarak, içinden gelen bir dürtüyle böyle bir tartışmaya başlamayı hedefleyen bir babası vardı Fabiola'nın. Bir de annesinin ölümcül korkusu: en iyi porselenleri bu beceriksiz sersemlerin ellerindeydi.

Sözleri benim bilinçsizce tepki verdiğim üstü kapalı işaretlerdi sanki. Benim yaşadığım pazar öğleden sonralarının sahnelerini duvarda bir anda patlayan resimler gibi görmeye başladım.

Tam bir sinir küpü olmuştum. Ayağımı hızla yere vurarak kalkmak ve oyunu kendi kurallarıma göre oynamak istedim. Bu adamdan nefret etmek istiyordum, ama edemiyordum. Hakkımı vermesini, özür dilemesini istiyordum, ama bunlardan hiçbirini alamıyordum ondan. Ona hâkim olmak istiyordum. Bana aşık olmasını istiyordum, böylece onu reddedebilecektim.

Bu gelişmemiş duygularımdan utanarak kendimi toplamaya çalıştım. Sıkılmış gibi yaparak ona eğildim ve “Neden ismin hakkında yalan söyledin?” diye sordum.

“Yalan söylemedim,” dedi. “Bu benim ismim. Benim bir­ kaç ismim var. Büyücülerin farklı durumlar için farklı isimleri vardır.”

“Ne kadar kullanışlı!” diye bağırdım alay edercesine.

“Çok kullanışlı,” dedi beni taklit ederek ve hafifçe göz kırptı; son kerte öfkelenmiştim.

Sonra çok tuhaf ve beklenmedik bir şey yaptı. Kollarıyla beni sardı. Kucaklayışında cinsel bir ima yoktu. Arkadaşını rahatlatmak isteyen bir çocuğun kendiliğinden yaptığı tatlı ve basit bir hareketti bu. Dokunuşu beni anında ve öylesine bütünüyle yatıştırdı ki kontrolsüz bir şekilde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.

“Ben öyle bir bokum ki,” diye itiraf ettim, “sana vurmak istiyorum ve halime bak. Senin kollarındayım.” Bundan hoşlandığımı eklemek üzereydim ki içimden hızla bir enerji dalgası geçti. Bir rüyadan uyanmışım gibi onu hızla ittim. “Bırak beni,” dedim tıslayarak ve ayaklarımı sertçe yere vurarak uzaklaştım.

Katıla katıla güldüğünü duydum. Böyle gülmesine aldırış bile etmedim; feveranım anında geçmişti. Baştan aşağıya titreyerek ve hareket edemeyerek olduğum yerde kalakaldım. Ve sonra, sanki bana devasa bir lastik bant bağlanmış gibi sıraya geri döndüm.

“Kendini kötü hissetme,” dedi müşfik bir edayla. Sanki beni sıraya geri çekenin ne olduğunu biliyormuş gibiydi. Yemekten sonra bebeklerin sırtına vurulduğu gibi sırtıma vuruyordu.

“Senin ya da benim yaptığımız bir şey değil bu,” diye devam etti. “Bizim ikimizin dışındaki bir şey bize tesir ediyor. Bu uzun bir süredir bana tesir ediyor. Şimdi ona alıştım. Fakat neden sana tesir ettiğini anlayamıyorum. Bana bunun ne olduğunu sorma,” dedi sorumu önceden tahmin ederek. “Henüz sana bunu açıklayamam.”

Ona hiçbir şey sormayacaktım zaten. Zihnim durmuştu. Kendimi uyuyormuşum ya da rüyamda konuştuğumu görüyormuşum gibi hissediyordum.

Dakikalar sonra uyuşukluğum geçti. Kendimi daha canlanmış hissettim, yine de tam olarak bildik kendim değildim.

“Bana neler oluyor?” diye sordum.

“Senden kaynaklanmayan bir şey tarafından itiliyor ve odaklanıyorsun,” dedi. “Bir şey seni bir vasıta olarak kullanarak seni itiyor. Bir şey senin orta sınıf kanaatlerinin üstüne başka bir kriter koyuyor.”

“Yine bu orta sınıf zırvalığına başlama,” dedim zayıf bir sesle. Daha çok ona yalvarıyor gibiydim. Alışılmış küstahlığımı kaybettiğimi düşünerek çaresizce gülümsedim.

“Bu arada bunlar benim fikirlerim ya da düşüncelerim değil,” dedi. “Ben de senin gibi tam manasıyla orta sınıf ideolojisinin bir ürünüyüm. Farklı ve daha hâkim olan bir ideolojiyle yüz yüze geldiğim zamanki dehşetimi bir düşün. Paramparça oldum.”

“Ne ideolojisi bu?” diye sordum uysalca. Sesim o kadar alçaktı ki güç bela duyulabiliyordu.

“Bu ideolojiyi bir adam getirdi bana,” diye açıkladı, “ya da daha doğrusu onun vasıtasıyla tin benimle konuştu ve bana tesir etti. O adam bir büyücüydü. Onun hakkında yazdım. İsmi Juan Matus. Benim orta sınıf zihniyetimle yüzleşmemi sağlayan odur.

“Juan Matus bir defasında bana muazzam bir soru sordu: ‘Sence üniversite nedir?’ Ben de tabii bir sosyal bilimci gibi cevap verdim ona: ‘Daha yüksek bir öğrenim merkezidir.’ Beni düzelterek üniversitenin bir ‘orta sınıf kurumu’ olduğunu, çünkü bizim orta sınıf değerlerimizi daha da mükemmelleştirmek için gittiğimiz bir kuruluş olduğunu açıkladı. Bizim bu kuruma profesyonel olmak için gittiğimizi söyledi. Sosyal sınıfımızın ideolojisi kendimizi idari işlerle meşgul olmaya

hazırlamamız gerektiğini söyler bize. Juan Matus erkeklerin bu orta sınıf kuruma mühendis, avukat, doktor v.s. olmak için, kadınlarınsa uygun bir koca, kendilerine her şeyi sağlayan bir tedarikçi ve çocuklarının babasını bulmak için gittiklerini söyledi. Uygun olması da doğal olarak orta sınıf değerlerle belirlenmiştir.”

Ona karşı çıkmak istedim. Ona bağırarak, ille de bir kariyerle ilgilenmeyen ya da bir eş aramayan insanlar tanıdığımı, sadece düşüncelerle, sadece öğrenmek için öğrenmekle ilgilenen insanlar tanıdığımı söylemek istedim. Ama böyle insanlar tanımıyordum. Göğsümde korkunç bir basınç hissettim ve bir kuru öksürük nöbetine tutuldum. Beni oturduğum yerde kıvrandıran ve onunla tartışmaktan alıkoyan şey öksürük ya da fiziksel bir rahatsızlık değildi. Bunun nedeni benim hakkımda konuştuğundan emin olmamdı: kesinlikle uygun bir adam bulmak için üniversiteye gidiyordum.

Tekrar gitmeye hazır bir halde ayağa kalktım. Veda edip tokalaşmak için elimi bile uzatmıştım ki sırtımda güçlü bir çekim hissettim. Bu çekim o kadar güçlüydü ki düşmemek için oturmak zorunda kaldım. Onun bana dokunmamış olduğunu biliyordum; bütün bu süre boyunca hep ona bakmıştım.

Tümüyle unutmadığım rüyalara ve tümüyle hatırlayamadığım insanlara dair düşünceler zihnime doluştu, ve kendimi kurtaramadığım girift bir düzen oluşturdular. Bilinmeyen yüzler, yarı duyulan cümleler, karanlık yer imajları ve bulanık insan imajları beni bir an için bir tür belirsizliğe fırlattı. Gözümün önünde canlandırdığım, sürekli değişen bu görüntüler ve sesler hakkında bir şeyler hatırlamaya çok yakındım ki bu bilgi çabucak uçuşarak dağıldı; ardından bir dinginlik ve huzur duygusu hâkim oldu bana, bu öyle derin bir sükûnetti ki kendimi ispatlama arzum kayboluvermişti.

Sanki dünyada hiçbir kaygım yokmuş gibi—ki o anda yoktu—bacaklarımı gerdim ve konuşmaya başladım. Kendim hakkında daha önce hiç bu kadar açık konuştuğumu hatırlamıyordum. Ona karşı neden birden bu kadar ihtiyatsız davrandığımı anlayamıyordum. Ona Venezüella'yı, annemle babamı, çocukluğumu, yerinde duramaz hallerimi, anlamsız yaşantımı anlattım. Kendime bile itiraf etmeyeceğim şeyleri anlattım ona.

“Geçen yıldan beri antropoloji okuyorum. Ve neden okuduğumu gerçekten bilmiyorum,” dedim. Açıklamalarımdan dolayı kendimi biraz rahatsız hissetmeye başlıyordum. Yerimde duramayarak, oturduğum sıranın üzerinde kıpırdandım, fakat “İspanyol ve Alman edebiyatı beni bundan daha çok ilgilendiriyor. Antropoloji bölümünde olmak kendim hakkında bildiğim her şeye meydan okuyor,” diye eklemeden edemedim.

“Bu ayrıntı beni korkunç meraklandırıyor,” dedi. “Şimdi buna giremem, ama sanki ben senin beni bulman için buraya yerleştirilmişim gibi geliyor ya da tam tersine benim seni bulmam için.”

“Bütün bunlar ne anlama geliyor?” diye sordum ve her şeyi kadınlığıma yorumladığımı ve odaklandığımı anlayarak yüzüm kızardı.

Ruh halimin tümüyle farkında gibi görünüyordu. Elimi tutarak kalbine bastırdı. “Me gustas, nibelunga!” diye bağırdı dramatik bir şekilde; sonra da bu sözleri İngilizceye çevirdi, “Tutkuyla senin cazibene kapıldım, Nibelung.” Bana bir Latin âşığının bakışlarıyla baktı ve sonra gürültülü bir kahkaha patlattı. “Sana bunu eninde sonunda söylemem gerektiğine inanıyorsun, öyleyse bu pekâlâ şimdi de söylenebilir.”

Bana takıldığı için kızacak yerde güldüm; mizah anlayışı bana büyük bir zevk veriyordu. Bildiğim tek Nibelungen babamın Almanca efsane kitaplarındakiydi. Siegfried ve Nibelungen'di. Hatırlayabildiğim kadarıyla bunlar yeraltında yaşayan sihirli, bodur varlıklardı.

“Bana cüce mi diyorsun?” diye sordum yarı şaka.

“Tanrı esirgesin” diye karşı çıktı. “Sana Alman bir efsanevi varlık diyorum.”

Kısa bir zaman sonra, sanki yapabileceğimiz tek şey buymuş gibi, ilk karşılaştığımız yere, Santa Susana Dağları’na gittik. Tepeden Kızılderili mezarlığına bakan uçurumun kenarında otururken ikimiz de tek laf etmedik. Saf bir yarenlik dürtüsünün etkisi altında, öğleden sonranın geceye dönüştüğünden habersiz, orada öylece sessizlik içinde oturduk.



Rumana, öncelikle buraya yazmam yanlış ise hemen silinmesini iste.

Yazmak istememin nedenine gelince; yaptığın iş çok güzel. Teşekkür ederim. Kalp kalbe karşı derler. Ben aynısını bugün yapmaya başladım. Ama foruma girince şaşırdım. Çünkü yapılıyordu bile... :)

Yalnız ana sayfada "yazarın notu, 1,2...6" gibi konu başlıkları ile görünüyor. Ancak içeri girince anlıyorsun, hatta biraz zor anlıyorsun.Kitabı açmam gerekti ne olduğunu anlamak için. Bu yüzden, ana sayfada "Rüyacı-yazarın notu" "Rüyacı-1" "Rüyacı-2" vb. şeklinde görünmesini sağlayabilir misin ? Şimdiden teşekürler.



hyau, buraya ekleme niyetiyle kitabı düzenlemeye başladıysan devamını ekleyebilirsin bu kitabın. ne dersin? mix yapmış oluruz:=)


hem boşver kalsın onlar öyle. niyeti güçlü olan anlar haha. (kitaplar kısmı var aşağıda, orada düzenli)



rumana, bu içten ve samimi cevabın için teşekkür ederim.



çok naziksin bendende teşekkür:=)

eklemek istemiyo musun devamını (ısrarla soruyorum hahaha)



Tabii ki! Eklerim neden olmasın?. Henüz castenada serisinin ilk kitabındayım. (3. kez baştan alıyorum tüm seriyi.En son 10 sene önce okumuştum hepsini.) Sıra bayanlara gelince eklerim. Sen nerede kaldıysan hemen bırak.


Not : Kitap ile en son nerede kaldığına bakmadım. Yani buraya kitap ile ilgili eklediklerini okumadım.



sen bu kitaba gelmeden okursam eklerim devamını bakarız en son 10u eklemişim



hyau kitaplar bitti : ))

sende niyetlenmiştin ,bari içinden gelen bi kitabı ekle.



3 ay önce yazılmış. Mesajı daha yeni gördüm. :) Ben de ekliyim.


Ne kaldı eklenmedik?



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön