Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

10 2


YATAK BÜYÜK, YUMUŞAK ve rahattı. Odayı altınımsı bir aydınlık doldurmuştu. Bu huzur anını biraz daha uzatmayı umarak gözlerimi kapattım ve mis kokulu keten çarşafların ve hafif lavanta kokan yastık kılıflarının ortasında uykulu bir saadete gömüldüm.

Geceki olayları, berbat bir rüyanın birbiriyle bağlantısız kısımlarını hatırladıkça, bedenimdeki her kemiğin, her adalenin gerildiğini hissedebiliyordum. Bütün bu bitmez tükenmez saatler boyunca yaşadıklarımın doğrusal bir ardışıklığı, bir devamlılığı yoktu. Gece boyunca iki kez farklı yataklarda, farklı odalarda, hatta farklı bir evde uyanmıştım.

Birbirleriyle bağlantısız bu imgeler, sanki kendilerine ait bir yaşantıları varmış gibi, hepsi birden yığılıp, nasılsa birdenbire kavrayıverdiğim bir labirent halinde yayıldılar. Öyle ki her olayı aynı anda algılıyordum. Bu imajların kafatasımdan çıkıp kocaman, gerçeklikten uzak bir başlığa dönüştüğünü öyle gerçekçesine duyumsadım ki yataktan zıpladığım gibi çelik ve camdan yapılmış bir şifonyere doğru atıldım. Üç parçalı ayna çok ince bir kağıtla kaplanmıştı. Bir köşesini sıyırmaya çalıştım, ama kağıt cama deri gibi yapışmıştı.

Şifonyerin üstündeki gümüş arkalıklı fırçayla ona uyan tarağı, parfüm şişelerini, kavanoz kavanoz makyaj malzemelerini görmek üstümde yatıştırıcı bir etki yaptı; ben de şişeleri ve kavanozları, bir sıra halinde, büyüklüklerine göre düzenlerdim. Her nasılsa, cadıların evinde Florinda’nın odasında olduğumu anlamıştım; bunu bilmek tekrar dengemi kazanmamı sağladı.

Florinda’nın odası çok büyüktü; yatak ve şifonyer odadaki tek mobilyaydı. Arkalarında üçgen bir alan bırakacak şekilde, duvarlardan uzak, karşıt köşelerde duruyorlardı. Epey bir zaman yatakla şifonyerin bu düzenleniş tarzı üstüne düşündüm, fakat bunun anlamını çıkartamadığım bir tür gizli modeli mi örnek aldığını yoksa sadece Floıinda’nın estetik kaprisinin bir sonucu mu olduğunu anlayamadım.

Odadaki üç kapının nerelere açıldığını merak ederek hepsini denedim. Birincisi dışarıdan kilitlenmişti. İkincisi küçük, duvarla çevrili, dikdörtgen bir avluya açılıyordu. Şaşkın şaşkın gözlerimi gökyüzüne diktim, ta ki uyandığım zaman zannettiğim gibi sabah değil de, öğleden sonra geç bir vakit olduğu kafama dank edene kadar. Bütün bir gün uyuduğum için rahatsız değildim; tersine, memnun olmuştum. Uykusuzluk çeken biri olduğuma inandığım için, çok uyuduğum zamanlarda bayram ediyordum.

Üçüncü kapı koridora açılıyordu. Isidoro Baltazar’ı bulmak hevesiyle oturma odasına gittim; boştu. Mobilyaların zarif ve muntazam tarzda düzenlenişinde ürkütücü bir şey vardı. Önceki gece koltuklarda ve kanepede oturulduğunu gösteren hiçbir şey yoktu. Yastıklar bile, sanki hazırol vaziyetindelermiş gibi, dimdik duruyorlardı.

Koridorun karşı tarafındaki yemek odası da aynı derecede sade, aynı derecede terk edilmiş görünüyordu. Tek bir sandalye bile yerinden oynamamıştı. Maun masanın cilalı yüzünde, dün gece nagual Mariano Aureliano ve Bay Flores ile orada oturup yemek yediğimizi açığa vuracak hiçbir şey, tek bir kırıntı, tek bir leke bile yoktu.

Yemek odasından kemerli bir geçit ve dar bir holle ayrılan mutfakta, yarısına kadar champurrado ile dolu bir testi ve içinde birkaç tatlı tamale olan bir tabak buldum. Bunları ısıtma zahmetine giremeyecek kadar açtım. Kendime bir bardak dolusu koyu çikolata koydum ve mısır koçanlarına sarılmış üç parça mısırlı kek yedim. İçine ananas parçaları, kuru üzüm ve ince doğranmış badem konulmuş olan kekler nefisti.

Evde yalnız bırakılmış olduğumu aklım almıyordu. Ama etrafımdaki durgunluğu da görmezden gelemiyordum. İnsanların kasten sessiz oldukları zaman farkına varılan o rahatlatıcı sükûnet değildi bu; daha ziyade, ıssız yerlerdeki o bunaltıcı sessizlik vardı çevrede. Gerçekten de orada terk edilmiş olabileceğimi düşününce boğazıma bir parça tamale tıkandı.

Florinda’nın odasına geri dönerken, geçtiğim her kapının önünde durdum. Kapıları üst üste çalarak, “Evde kimse var mı?” diye bağırdım. Yanıt yoktu.

Tam dışarı çıkmak üzereydim ki birisinin açıkça, “Kim bağırıyor?” diye sorduğunu duydum. Boğuk ve çatlak bir sesti bu, ama konuşanın kadın mı yoksa erkek mi olduğunu anlayamadım. Hangi odadan geldiği bir yana, sesin hangi yönden geldiğini bile belirleyememiştim.

Geldiğim yoldan gerisingeri dönerek, avazım çıktığı kadar “evde kimse var mı” diye bağırdım. Koridorun en sonuna ulaşınca, kapalı bir kapının önünde bir an durakladım. Kapı tokmağını çevirip sessizce kapıyı araladım ve yan yan içeriye girdim.

Gözlerimi sıkıca kapatarak duvara yaslandım ve kalp atışlarımın normale dönmesini bekledim. Ya biri beni burada yakalarsa, diye düşündüm suçlu suçlu. Fakat odayı dolduran o büyülü ve gizemli havayı içime çekince, duyduğum merak yanlış yaptığım duygusunu silip götürdü.

Ağır, koyu renk perdeler kapalıydı ve tek ışık, uzun bir okuma lambasından geliyordu. Lambanın kenarları püsküllü kocaman gölgesi pencerenin yanındaki şezlongun üstüne sarı bir ışık çemberi yayıyordu. Odanın tam ortasında dört direkli bir yatak duruyordu; üstü örtülü ve kenarları perdeli olan yatak sanki bir tahtmış gibi bütün odaya hâkim olmuştu. Her bir köşede duran yuvarlak masaların üstüne yerleştirilmiş bronz ve tahtadan yapılma, şark işi oyma heykelcikler, sanki kutsal ilahi varlıklar gibi odaya muhafızlık ediyorlardı.

Çekmeceli dolapların ve açılır kapanır Fransız yazı masasının üstünde kitaplar, kâğıtlar ve dergiler yığılmıştı. Kalp şeklindeki şifonyerde hiç ayna yoktu ve fırça, tarak, makyaj malzemeleri ve parfüm şişeleri yerine, cam yüzeyinde narin görünüşlü küçük kahve fincanlarından oluşan bir set duruyordu. Zarif, altın kenarlı kupalardan, terk edilmiş bir hazine gibi, dizi dizi inciler, altın zincirler, yüzükler ve broşlar dökülüyordu. Yüzüklerden ikisini tanıdım; Zoila’nın elinde görmüştüm bunları.

Yatağı incelemeyi en sona bıraktım. Yatak gerçekten bir tahtmış gibi adeta huşu içinde perdeyi kaldırdım ve hazla içimi çektim: ipeksi, yeşil yatak örtüsünün üstündeki parlak renkli yastıklar bir çayırlıktaki yabani çiçekleri çağrıştırmıştı bana.

Fakat odanın ortasında dururken bütün bedenim istem dışı bir titremeyle sarsıldı. Bu odanın yaydığı büyünün, gizemin ve sıcaklığın bir illüzyondan başka bir şey olmadığını hissettim elimde olmadan.

Bir tür serabın içine girdiğim duygusu üçüncü odada daha da belirginleşti. Bu oda da ilk bakışta sıcak ve dostça görünüyordu. Havası bile sevecendi, sevgi doluydu. Sanki duvardan duvara kahkahaların yankıları zıplıyordu. Ne var ki, bu sıcaklık atmosferi, tül perdeli camsız pencerelere vuran solgun güneş ışığı gibi hafif, gelip geçici bir izlenim gibiydi sadece.

Diğer odada olduğu gibi, burada da odaya yatak hâkimdi. Bu yatağın da üstü örtülüydü ve dalgın bir kayıtsızlıkla oraya buraya atılmış parlak renkli yastıklarla dekore edilmişti.

Bir duvarın karşısında bir dikiş makinesi duruyordu; eski, el boyaması, pedallı bir makineydi bu. Onun yanında uzun bir kitaplık vardı. Raflara kitap yerine, hepsi renk ve dokumasına göre itinayla düzenlenmiş, top top en iyi cins pamuklu kumaşlar, ipekler ve yün gabardin kumaşlar yığılmıştı. Pencerenin altındaki alçak masada, hepsi kazığa geçirilmiş sukabaklarının üstüne konulmuş olan her bir ayrı bir renkte altı peruk vardı. Aralarında Delia Flores’in başında gördüğüm sarı peruk ve Mariano Aureliano’nun Tucson’da kafenin dışında başıma geçirdiği siyah, kıvırcık peruk da vardı.

Dördüncü oda, koridorun karşısında, öbürlerinden biraz daha aşağıdaydı. Diğer ikisine kıyasla bu oda boş olduğu izlenimini veriyordu. Kafes kafes örülmüş bir duvardan süzülen öğleden sonranın son güneş ışıkları, dikdörtgen şekillerden örülü titrek bir kare oluşturarak, ışık ve gölgelerden oluşan bir halı gibi yere yayılıyordu.

Birkaç mobilya parçası öyle ustaca yerleştirilmişti ki odayı gerçekte olduğundan çok daha geniş gösteriyordu. Duvarları camlı, alçak kitap rafları çevreliyordu. Odanın en ucunda, duvarın içindeki bir girintide dar bir yatak duruyordu. Yere sarkan gri-beyaz kareli battaniye yerdeki gölgelerle uyum sağlıyordu. Yaldızlı pirinç ve artık koyulaşmış gülağacından zarif bir sandalyesi olan, gene gülağacından yapılmış narin büro masası odadaki sadelik duygusunu bozmuyor, daha ziyade odayı genişletiyordu. Bunun Carmela’nın odası olduğunu anlamıştım.

Cam panellerin arkasındaki kitapların isimlerini incelemek istedim, ama çok endişeliydim. Sanki biri beni kovalıyormuş gibi dışarı fırladım ve koridorun aşağısındaki iç avluya girdim. Hasır sandalyelerden birine oturdum; tir tir titriyor ve terliyordum, ama ellerim buz gibi soğuktu. Beni titreten suçluluk duygusu değil—üstüme vazife olmayan işlere burnumu sokarken yakalanmaya aldırmazdım—, bu güzel döşenmiş odaların yaydığı yabancı, bu dünyaya ait olmayan nitelikti. Duvarlara yapışan durgunluk doğal olmayan bir durgunluktu. Bunun, o sırada odalarda kimsenin yaşamamasıyla bir ilgisi yoktu. İçinde yaşanılan yerlere yayılan o duygu ve hisler yoktu bu odalarda.

Ne zaman birisi bu kadınlar için büyücü ya da cadı dese içimden gülmüştüm; ne cadı gibi görünüyorlardı, ne de beklediğim gibi davranıyorlardı— aşırı derecede dramatik ve meşum değildiler. Ama şimdi onların gerçekten diğer insanlardan farklı olduklarını kesinlikle biliyordum. Bu kadınların benim anlayamadığım yönlerden, aklımın bile almadığı yönlerden farklı olmaları beni korkutuyordu.

Yumuşak, çatlak bir ses bu tedirgin düşüncelerime bir son verdi. Bu ürkütücü sesi izleyip, parmaklarımın ucuna basarak yatak odalarından uzaklaşıp koridorun aşağısına, evin öteki ucuna gittim. Çatlak ses mutfağın arkasındaki bir odadan geliyordu. Yavaş yavaş odaya yaklaştım, tam kulağımı kapıya dayamıştım ki ses kesildi. Ben uzaklaşır uzaklaşmaz tekrar başladı. Şaşkın bir halde kulağımı bir daha kapıya dayadım ve çatlak ses hemen kesildi. Birkaç kez kapıdan uzaklaşıp yaklaştım ve sanki ses benim yaptıklarıma bağlıymış gibi bir başladı bir kesildi.

Kimin saklandığını—ya da daha da kötüsü kimin kasten beni korkutmaya çalıştığını—bulmaya kararlı bir halde kapı tokmağına uzandım. Kapıyı açmak için birkaç dakika boş yere uğraştım durdum, sonra kapının kilitli olduğunu ve anahtarın da kilitte bırakılmış olduğunu anladım.

Ancak içeriye girdiğim zaman, tehlikeli birinin, çok iyi bir neden yüzünden, bu odada saklanıyor olabileceği geldi aklıma. Çekili duran ağır perdelerin etrafına, evdeki bütün gölgeleri bu kocaman odaya çeken canlı bir şeymiş gibi bunaltıcı bir yarı karanlık yapışmıştı. Işık daha da donuklaşmaya başladı; ıskartaya çıkarılmış gibi görünen mobilyaların ve tahtadan ve metalden yapılmış tuhaf görünüşlü irili ufaklı figürlerin etrafındaki gölgeler koyulaştı.

Beni bu odaya çeken o çatlak ses sessizliği bozdu. Gölgeler, av arayan kediler gibi odada sinsi sinsi dolaşıyordu. Buz gibi bir dehşetle perdeye baktım; perde kâbuslarımdaki canavar gibi soluyor ve nabız gibi atıyordu.

Ses ve perdenin bu hareketi birdenbire durdu; kıpırtısız sessizlik çok daha korkutucuydu. Dönüp gitmeye kalkınca nabız gibi atan çatlak ses tekrar başladı. Kararlı bir şekilde odayı bir baştan bir başa geçip perdeyi çektim. Fransız tarzı kapıdaki kırılmış pencereyi görünce yüksek sesle güldüm. Rüzgâr çentikli açıklıktan perdeyi bir içeri bir dışarı üflüyordu.

Yarı açık perdeden içeri giren öğleden sonrasının solgun ışığı odadaki gölgeleri tekrar düzenledi ve garip görünüşlü metal figürlerden birinin yarısını kapattığı, duvardaki oval şekilli bir aynayı ortaya çıkarttı. Sıkışarak bu heykelcikle duvar arasına girdim ve kendimden geçmiş bir halde bu eski Venedik camına diktim gözlerimi; cam eski olduğu için donuk ve bulanıktı ve görüntümü o kadar tuhaf bir şekilde çarpıtmıştı ki odadan dışarıya fırladım.

Arka kapıdan evin dışına çıktım. Evin arkasındaki geniş açıklık ıssızdı. Gökyüzü hâlâ aydınlıktı, fakat araziyi çevreleyen uzun meyve ağaçları çoktan alacakaranlık rengini almıştı. Başımın üstünden bir karga sürüsü geçti; çırpılan siyah kanatlar gökyüzündeki aydınlığı bastırdı ve gece hızla avluya indi.

Derin bir hüzün ve umutsuzlukla yere oturup ağladım. Ne kadar çok ağlarsam, avazım çıktığı kadar yırtınmaktan o kadar zevk alıyordum.

Bir tırmık sesiyle irkilerek bu kendime-acıma duygusundan sıyrıldım. Başımı kaldırıp baktım; ince birinin, açıklığın arkasındaki küçük bir ateşe doğru yaprakları tırmıkladığını gördüm.

“Esperanza!” diye bağırdım ona doğru atılarak, fakat onun Esperanza değil de bir erkek olduğunu anlayınca birden durdum. “Affedersiniz,” diye mırıldanarak özür diledim. “Sizi başkasıyla karıştırdım.” Elimi uzatarak kendimi tanıttım. Gözlerimi dikip ona bakmamaya çalıştım, ama elimde değildi; onun bir erkek gibi giyinmiş Esperanza olmadığından tam emin olamıyordum.

Elini elimin içine koydu ve usulca sıkarak, “Ben bakıcıyım,” dedi. Ama adını söylemedi.

Eli elimin içinde bir kuş kanadı gibi kırılgan duruyordu. İnce, yaşlıca bir adamdı. Yüzü de kuşa benziyordu, gaga burunlu ve keskin bakışlıydı. Tüy gibi ince, perçemli beyaz saçları vardı. Bana Esperanza’yı hatırlatan sadece ince yapısı ve kuşa benzeyen görüntüsü değil, aynı zamanda o kırışık, ifadesiz yüzü, bir çocuğunki gibi parlak, berrak gözleri ve bembeyaz, küçük, kare kare dişleriydi.

“Florinda’nın nerede olduğunu biliyor musunuz?” diye sordum. Başını iki yana salladı. “Diğerlerinin nerede olduğunu biliyor musunuz?” diye sordum bu sefer.

Uzun bir süre sustu ve sonra sanki ben ona hiçbir şey sormamışım gibi kendisinin bakıcı olduğunu tekrarladı. “Ben her şeye bakar gözetirim,” dedi.

“Öyle mi?” diye sordum, onu kuşkuyla süzerek. Öyle sıska ve çelimsiz görünüyordu ki, kendisi de dahil, hiçbir şeye bakıp gözetemez gibiydi.

“Ben her şeye bakar gözetirim,” diye tekrarladı, sanki bu şekilde kuşkularımı ortadan kaldırabilirmiş gibi tatlı tatlı gülümseyerek. Başka bir şey daha söylemek üzereydi, ama alt dudağını düşünceli bir şekilde ısırarak döndü ve becerikli, muntazam ve hızlı hareketlerle yaprakları küçük bir yığın haline getirerek tırmıklamaya devam etti.

“Herkes nerede?” diye sordum.

Tırpanın sapına dayadığı ellerinin üstüne çenesini koyarak bana dalgın dalgın bir göz attı. Sonra manasızca sırıtarak, sanki her an meyve ağaçlarının arkasından biri çıkıp maddeleşebilirmiş gibi etrafına bakındı.



Sabırsız bir şekilde, yüksek sesle içimi çekerek gitmek için harekete geçtim.

Adam boğazını temizledi ve yaşlılık yüzünden boğuklaşmış, kısık bir sesle, “Eski nagual Isidoro Baltazar’ı dağlara götürdü,” dedi. Bana bakmıyordu; gözleri uzakta bir yere odaklanmıştı. “Birkaç gün içinde geri dönecekler.”

Keskin bir çığlık atarak, “Birkaç gün mü?” dedim hiddetle. “Onları doğru işittiğine emin misin?” En büyük korkumun gerçekleşmiş olmasından dehşete düşmüş bir halde, “Beni burada böyle kendi başıma nasıl bırakabildi?” diye mırıldanabildim sadece.

Yaşlı adam, rüzgârla uzağa sürüklenen bir yaprağı geri çekerek, “Dün gece gittiler,” dedi.

“Bu imkânsız,” diye şiddetle karşı çıktım. “Biz daha dün gece geldik buraya. Dün gece geç saatlerde,” dedim üstüne basarak.

Yaşlı adam orada olmama ve iddiacı, kaba ses tonuma aldırmadan önündeki küçük yaprak yığınını ateşe verdi.

Yanına çömelerek, “Isidoro Baltazar benim için bir mesaj bırakmadı mı?” diye sordum. “Bana bir not falan bırakmadı mı?” İçimde bağırmak için bir dürtü hissettim, ama bir nedenle cesaret edemedim. Yaşlı adamın görünüşündeki anlaşılması güç bir taraf canımı sıkıyordu. Bu adamın kılık değiştiren Esperanza olduğu düşüncesi hâlâ beni rahatsız ediyordu.

“Esperanza da onlarla beraber dağa mı gitti?” diye sordum. Sesim titriyordu, çünkü müthiş gülmem tutmuştu. Beni gerçekten erkek olduğuna inandırması için, pantalonunu aşağı indirip bana cinsel organını göstermek dışında yapabileceği bir şey yoktu.

Dikkatini yanan küçük yaprak yığınına odaklayarak, “Esperanza evde,” diye mırıldandı. “Diğerleriyle birlikte evde o.” Karşı çıkarak, “Gülünç olma; evde değil o,” dedim kaba bir şekilde. “Evde kimse yok. Bütün bir öğleden sonra onları

aradım. Her odayı kontrol ettim.”

Bana yanan yapraklara baktığı gibi dikkatle bakarak, ısrarla, "Esperanza küçük evde,” diye tekrarladı. Gözlerindeki şeytani parıltıyı görünce onu tekmelemek istedim.

“Hangi küçük...” Geldiğimiz zaman görmüş olduğum öteki evi hatırlayınca sustum. Orayı düşünmek bende yoğun bir fiziksel acı uyandırmıştı.

“Bana Esperanza’nın küçük evde olduğunu hemen söyleyebilirdin,” dedim hırçın bir tavırla. Gizlice çevreme bir göz attım, ama o evi göremedim. Uzun ağaçlar ve ilerideki duvar onu görüş alanımdan gizliyordu. “İddia ettiğin gibi Esperanza gerçekten orada mı bakacağım,” dedim yerimden kalkarak.

Yaşlı adam da ayağa kalktı ve en yakındaki ağaca dönerek alçak bir dalda asılı duran bir çuvalla gaz lambasına uzandı. “Korkarım oraya kendi başına gitmene izin veremem,” dedi. “Neden izin veremezmişsin?” diye karşı çıktım, dargın bir tavırla. “Belki haberin yok ama ben Florinda’nın konuğuyum. Dün gece küçük eve götürüldüm ben.” Bir an sustum, sonra, “Kesinlikle oradaydım,” diye ekledim.

Dikkatle dinliyordu, fakat yüzü şüpheli görünüyordu.

“Oraya gitmek ustalık ister,” diye uyardı. “Senin için patikayı hazırlamam gerek. Ben...” Kendini açıklamak istemediği bir düşüncenin ortasında yakalamış gibi sustu. Omuzlarını silkti ve patikayı benim için hazırlaması gerektiğini tekrarladı.

“Hazırlanacak ne var?” diye sordum sinirli bir şekilde. “Bir palayla çalıları mı kesmen gerekiyor?”

“Ben bakıcıyım. Patikayı hazırlarım ben,” diye tekrarladı inatla ve gaz lambasını yakmak için yere oturdu. Gaz lambası bir an söner gibi oldu, sonra güçlü bir şekilde parladı. Sanki gaz lambasının ışığı zamanın izlerini silmiş gibi bakıcının yüzü zayıf ve kırışıksız görünüyordu. “Bu yaprakları yakmayı bitirir bitirmez seni oraya ben kendim götüreceğim,” dedi.

“Sana yardım edeyim,” diye teklif ettim. Besbelli adam bunamıştı ve hoş tutulması gerekiyordu. Onu izleyerek yaprakları toplayıp küçük yığınlar yapmasına yardım ettim, o da bunları hemen yaktı. Küller soğur soğumaz süpürerek çuvalın içine doldurdu, çuvalın üstünde naylon çizgiler vardı. Bu özel ayrıntı—naylon çizgiler—yarı unutulmuş bir çocukluk anımı geri getirmişti.

Külleri süpürerek çuvala doldururken, ona küçük bir çocukken Caracas yakınlarındaki bir köyde yaşarken sık sık bir tırmık sesiyle uyandığımı anlattım. Usulca yatağımdan kalkar ve bir kedi gibi koridorda ilerleyerek, annemle babamın ve erkek kardeşlerimin odalarını geçer, meydana bakan salona giderdim. Gıcırdayan menteşelere dikkat ederek pencereleri kapatan tahta kepenkleri açar ve demir çubukların arasından sıkışarak geçerdim. Meydanı temiz tutmakla görevli olan yaşlı adam beni her zaman dişsiz bir gülümsemeyle selamlardı; sonra beraberce gece boyunca düşmüş yaprakları tırmıkla küçük öbekler halinde toplar, diğer süprüntüleri çöp kutularına koyardık. Bu öbekleri yakardık; küller soğur soğumaz süpürerek ipekten çizgileri olan bir çuvala doldururduk. Yaşlı adam, o yöre dağlarındaki kutsal bir ırmakta yaşayan su perilerinin bu külleri altın tozlarına dönüştürdüğünü anlatırdı.

Bakıcının hikâyemden ne kadar hoşlandığını görerek, “Sen de külleri altın tozlarına çeviren perileri biliyor musun?” diye sordum.

Cevap vermedi, ama öyle bir keyifle ve kendini vererek kıkır kıkır güldü ki ben de gülmeden edemedim. Daha ben farkına varamadan, duvarın içine oyulmuş, kemerli bir gömme kapının yanındaki son küçük kül yığınına varmıştık; dar tahta kapı sonuna kadar açık duruyordu.

Öteki ev çalılığın karşı tarafında, adeta gölgelerin içinde gizlenmiş duruyordu. Pencerelerden hiç ışık yayılmıyordu; ev sanki benden uzaklaşıyor gibiydi. Acaba bu ev benim bir hayal ürünüm mü, bir rüyadan hatırladığım bir yer mi diye merak ederek gözlerimi kırpıştırıp ovuşturdum. Önceki gece Isidoro Baltazar’Ia beraber cadıların evine doğra yürüyüşümüzü hatırlayınca bir şeylerin yanlış olduğuna karar verdim. Küçük ev büyük evin sağında duruyordu o zaman. Öyleyse nasıl oluyor da burayı cadıların arka avlusundan görebiliyorum şimdi diye sordum kendi kendime. Bulunduğum yeri belirlemeye çalışarak sağa sola döndüm, fakat yönümü tayin edemedim. Kül yığınlarının önünde çömelmiş duran yaşlı adama toslayıp üstüne düştüm.

Adam hayret verici bir çeviklikle ayağa fırladı ve benim de kalkmama yardım etti. “Her tarafın kül doldu,” dedi, haki renk gömleğinin yeniyle yüzümü silerek.

“İşte orada!” diye bağırdım. Keskin bir şekilde netleşmiş olan ve gökyüzünde silueti beliren o zaptedilemeyen ev sadece birkaç adım uzakta gibi görünüyordu. “İşte orada,” diye tekrarladım yerimde zıplayarak, sanki böyle yaparak evi yerinde tutabilecek, zaman içine hapsedebilecektim. Yüzümdeki külleri silmeye devam edebilsin diye yaşlı adamın önünde hareketsiz durarak, “Bu cadıların gerçek evi,” dedim, “büyük ev ise sadece bir paravan”

Yaşlı adam yavaş yavaş, kelimelerin tadına vara vara, “Cadıların evi,” dedi. Sonra da kıs kıs güldü, besbelli eğleniyordu. Son külleri de çuvalın içine doldurup kapıdan geçerek onu izlememi işaret etti.

Kapının öteki yanında, duvardan uzakta iki portakal ağacı yetişiyordu. Soğuk bir esinti çiçek açan dalların arasında hışırdadı, ama çiçekler ne kımıldadı ne de yere düştü. Koyu yeşilliğin içinde çiçekler sanki süt gibi bembeyaz kuvarstan oyma biblolar gibi görünüyorlardı. Bu iki ağaç dar patikaya gözcü gibi muhafızlık ediyordu. Patika, bir kır manzarasının üstüne cetvelle çizilmiş bir çizgi gibi beyaz ve dümdüzdü.

Yaşlı adam gaz lambasını bana vererek çuvaldan bir avuç dolusu kül çıkarttı ve külleri— sanki tartıyormuş gibi— bir elinden diğerine boşalttı, sonra da yere serpti.

“Hiç soru sorma ve dediğimi yap,” dedi. Sesi artık kısık değildi; hava gibi hafif bir nitelik vardı sesinde; enerjikti, ikna ediciydi. Hafifçe eğildi, geri geri yürüyerek, kalan külleri yavaşça, dosdoğru çuvaldan yere döktü. “Ayaklarını kül çizgilerinin üstünde tut,” diye tembihledi. “Eğer böyle yapmazsan eve asla varamazsın.”

Gülmemi tutmak için öksürdüm. Kollarımı yana açarak, sanki ip cambazlarının üstünde yürüdüğü gergin bir ipmiş gibi küllerin oluşturduğu dar çizgide dengemi sağlayarak yürüdüm. Her seferinde yaşlı adamın nefesi kesildiği için durduk. Biraz önce terk ettiğimiz eve görmek için dönüp baktım; ev geri çekiliyormuş gibi görünüyordu. Ama önümüzdeki ev hiç de yaklaşıyor gibi görünmüyordu. Kendi kendimi bunun optik bir yanılsama olduğuna ikna etmeye çalıştım, ama yine de her iki eve de asla kendi başıma gidemeyeceğime dair belli belirsiz bir inanç vardı içimde.

Yaşlı adam sanki tedirginliğimi hissetmiş de bana güven veriyormuş gibi koluma vurdu. “Patikayı bunun için hazırlıyorum,” dedi. Çuvalının içine bakarak, “Oraya varmamız uzun sürmeyecek,” diye ekledi. “Sadece ayaklarını kül çizgilerinin üstünde tutmayı unutma. Eğer bunu yaparsan her zaman güvenli bir şekilde gidip gelebilirsin.”

Zihnim bana bu adamın deli olduğunu söylüyordu. Ne var ki bedenim, o adam da külleri de olmadan kaybolacağımı biliyordu. Ayaklarımı bu belirsiz çizgide tutmaya kendimi o kadar kaptırmıştım ki nihayet kapının önüne gelip durduğumuzda şaşırdım.

Yaşlı adam gaz lambasını elimden aldı, boğazını temizledi, sonra da parmak boğumlarıyla kapının oyma yüzeyine hafifçe vurdu. Yanıt beklemeden kapıyı iterek açıp içeriye girdi.

Geride kalmaktan korkarak, “O kadar hızlı gitme!” diye bağırdım. Dar bir antreye girdik. Gaz lambasını alçak bir masanın üstüne bıraktı. Sonra en uçtaki kapıyı açarak tek laf etmeden ve arkasına bir göz bile atmadan gözden kayboldu.

Belli belirsiz bir hatırayı izleyerek donuk ışıklı odaya girdim; dosdoğru yerdeki hasıra gittim. Bir gece önce buraya geldiğimde tam bu hasırın üstünde uyuduğumdan hiç şüphem yoktu şimdi. Emin olamadığım şey, nasıl olup da en başta bu odaya gelmiş olduğumdu. Mariano Aureliano’nun beni çalılıkların içinden geçirerek sırtında taşıyışı zihnimde capcanlıydı. Clara bu hasırın üstünde yanımda otururken—eski nagual beni taşımadan önce—bu odada uyanmış olduğumdan da emindim.

Birkaç dakika içinde bütün bunların bana açıklanacağına güvenerek hasırın üstüne oturdum. Gaz lambasının ışığı titreyerek söndü. Etrafımda insanların ve bir şeylerin hareket ettiğini, görmekten çok, duyumsadım. Mırıltı halinde sesler, her köşeden gelen cisimsiz sesler işitiyordum. Bu seslerin içinden tanıdık bir etek hışırtısını ve hafif bir kıkırdamayı tanıdım.

“Esperanza?” diye fısıldadım. “Tanrım! Seni gördüğüme öyle sevindim ki!” Görmeyi beklediğim o olsa da hasırın üstüne yanıma oturunca afalladım. Ürkek ürkek koluna dokundum.

“Benim,” diye rahatlattı beni.

Ancak sesini işittikten sonra, onun haki rengi pantalonunu ve gömleğini değiştirip bu hışırtılı iç etekleri ve beyaz elbiseyi giymiş olan bakıcı değil de gerçekten Esperanza olduğuna ikna oldum. Ve elinin yüzümdeki yatıştırıcı temasını hissedince bakıcıya dair bütün düşüncelerim kayboldu.

“Buraya nasıl geldim?” diye sordum. “Bakıcı getirdi seni buraya,” diyerek güldü.

“Hatırlamıyor musun?” Alçak masaya dönerek gaz lambasını tekrar yaktı.

“Ben dün geceden bahsediyorum,” dedim. “Biliyorum, buradaydım. Bu hasırın üstünde uyandım. Clara da burada benimle beraberdi. Sonra Florinda da buradaydı ve öteki kadınlar . . .” Sonradan öteki evin oturma odasında, daha sonraları da tekrar bir yatakta uyanmış olduğumu hatırlayınca sesim kesildi. Başımı iki yana salladım, sanki bu şekilde hatırladıklarımı bir düzene sokabilecektim. Bu boşlukları doldurmasını umarak, gözlerimi ümitsizce Esperanza’ya diktim. Geceki olayları ardışık bir düzende hatırlamakta güçlük çektiğimi anlattım ona.

“Bu konuda hiçbir sorunun olmaması gerek,” dedi. “Rüyaların yoluna gir; şu anda rüya gören-uyanıksın.”

“Yani şimdi, tam şu anda uyuyor muyum?” diye sordum alaycı bir havayla. Ona doğru eğilerek, “Sen de uyuyor musun?” diye sordum.

Kelimelerini dikkatle telaffuz ederek, “Uyumuyoruz biz,” dedi. “Sen ve ben rüya gören-uyanığız.” Ellerini çaresiz bir hareketle yukarı kaldırdı. “Sana ne yapacağını geçen yıl söylemiştim. Hatırlamıyor musun?”

Sanki birisi kulağıma fısıldayıvermiş gibi birdenbire aklıma bir düşünce geldi: şüphe içindeyken, insan iki yolu birbirinden ayırmalıydı, günlük işlerin yolunu ve rüyaların yolunu, çünkü herbirinin farklı bir farkındalık durumu vardı. Sevinmiştim, çünkü test edilmesi gereken ilk yolun rüyaların yolu olduğunu biliyordum; eğer içinde bulunduğum bu durum bu yola uymuyorsa o zaman rüya görmüyorumdur.

Rüyaların yolunu test etmeye çalıştığım zaman sevincim çabucak kayboldu. Bu işe nasıl başlayacağım ya da rüyaların yolunun ne olduğu hakkında bile zerre kadar fikrim yoktu. Daha da kötüsü, rüyaları test etmeyi bana kimin anlattığını hatırlamıyordum.

“Ben anlattım,” dedi Esperanza tam arkamdan. “Rüyalar âleminde epey dolaştın. Geçen yıl, piknikten sonraki gün sana anlattıklarımı hatırlamana ramak kaldı. O zaman sana, bir rüyada mı yoksa uyanık mı olduğuna dair şüphe içinde olduğun zaman, rüyaların akıp gittiği yolu—yani rüyalarda sahip olduğumuz farkındalığı— temas ettiğin şeyi hissederek test etmen gerektiğini söylemiştim. Eğer rüya görüyorsan, duygun bir yankı gibi sana geri gelir. Eğer geri gelmiyorsa, o zaman rüya görmüyorsundur.”

Gülümseyerek uyluğumu çimdikledi ve, “Üzerine uzandığın şu hasırda dene bunu. Kalçalarınla hisset onu; eğer bu duygu geri dönerse rüya görüyorsundur.”

Uyuşmuş kalçalarıma geri dönen hiçbir duygu yoktu. Esasında o kadar uyuşmuştum ki hasırı hissetmiyordum bile. Bana yerdeki sert kiremitlerin üstünde yatıyormuşum gibi geliyordu.

Tam tersi olması gerektiğini—yani eğer duygu geri dönerse, o zaman kişinin uyanık olacağını—söylemek için içimde kuvvetli bir dürtü hissettim, ama tam zamanında kendimi kontrol ettim. Çünkü “bize geri dönen duygu” ile kastettiğinin, bizim duygunun ne olduğuna dair bildiğimiz ve mutabık kaldığımız bilgiyle hiçbir ilgisi olmadığını biliyordum. Uyanık olmakla rüya gören-uyanıklık arasındaki ayrımı hâlâ yakalayamamıştım, gerçi bunun anlamının bizim olağan farkındalıklı anlayışımızla hiçbir ilgisi olmadığına emindim.

Tam o sırada, benim kontrolüm dışında kelimeler ağzımdan dökülüverdi. “rüya gören-uyanık olduğumu biliyorum, işte bu kadar,” dedim. Yeni ve daha derin bir anlayış düzeyine yaklaştığımı duyumsadım, ama yine de bunu tümüyle kavrayamıyordum. “Benim bilmek istediğim ne zaman uykuya daldığım,” dedim.

“Söyledim ya, uyumuyorsun, rüya gören-uyanıksın.”

Elimde olmadan, son derece asabi bir şekilde, sessizce gülmeye başladım. Esperanza bunun farkına varmamış ya da önemsememiş gibi görünüyordu. “Bu geçiş ne zaman oldu?” diye sordum.

“Bakıcı seni çalılığın içinden geçirirken ve sen ayaklarını küllerin üstünde tutmaya konsantre olduğun zaman.”

“Beni ipnotize etmiş olmalı!” diye bağırdım, hiç de hoş olmayan bir sesle. Pek bir anlam ifade etmeden sözcüklerin içinde kaybolarak, tutarsız bir şekilde konuşmaya başladım ve sonunda salya sümük ağlayarak hepsini suçladım. Esperanza kaşlarını kaldırmış, gözleri şaşkınlıkla kocaman açılmış sessizce izliyordu beni.

Böyle feveran etiğim için hemen utandım, ama konuştuğuma da memnundum, çünkü bir uzlaşmazlıktan sonra gelen o bir anlık rahatlama beni yatıştırmıştı.

“Kafanın karışması,” diye devam etti Esperanza, “senin bir farkındalık durumundan bir başkasına büyük bir kolaylıkla geçme yeteneğinden kaynaklanıyor. Sen de, herkesin yaptığı gibi, yumuşak geçişler yapmak için mücadele etmiş olsaydın, o zaman rüya gören-uyanıklığın sadece ipnoz olmadığını bilirdin.” Bir an sustu, sonra usulca, “rüya gören-uyanıklık insanların ulaşabileceği en incelikli durumdur.”

Sanki gölgelerin içinde saklanan biri ona daha net bir açıklama getirebilirmiş gibi gözlerini odada dolaştırdı. Sonra bana dönerek, "Yemeğini yedin mi?” diye sordu.

Konuyu değiştirmesi karşısında şaşırıp kekelemeye başladım. Kendimi toparlayınca ona tatlı tamaleleri yediğimi söyledim. “O kadar açtım ki onları ısıtma zahmetine katlanmadım; çok nefistiler.”

Esperanza tembelce şalıyla oynayarak, Florinda’nın odasında uyandığımdan beri neler yaptığımı anlatmamı istedi.

Sanki gerçeği söyleten bir iksir içmişim gibi, söylemeyi istediğimden çok daha fazlasını anlattım. Ama Esperanza üstüme vazife olmadan kadınların odalarını dolaşmama aldırmış görünmedi. Her bir odanın kime ait olduğunu bilmem onu etkilememişti.

Oysa bakıcıyla karşılaşmam onu müthiş ilgilendirmişti. Adamı nasıl onunla karıştırdığımı anlatırken yüzünde açıkça görülen çoşkulu bir neşeyle gülümseyerek dinledi beni. Bakıcıdan cinsel oraganını kontrol etmek için pantalonunu aşağıya indirmesini istemeyi düşündüğümü anlatınca gülmekten katılarak hasırın üstünde iki büklüm oldu.

Bana yaslanarak kulağıma imalı bir şekilde, “Seni rahatlatacağım,” diye fısıldadı. Gözlerinde şeytani bir parıltıyla, “Sana benimkini göstereceğim,” diye ekledi.

“Buna hiç gerek yok, Esperanza,” dedim onu savmaya çalışarak. “Senin bir kadın olduğundan hiç şüphem yok.” Sözlerimi bir tarafa iterek, “Birinin ne olduğundan asla çok fazla emin olunamaz,” dedi. Utandığımdan habersiz— onun çıplaklığından çok, yaşlı, kırışık bedenine bakmak zorunda kalacağım düşüncesi neden olmuştu buna—hasırın üstüne uzandı ve büyük bir incelikle yavaş yavaş eteğini kaldırmaya başladı.

Merakım utancımdan baskın çıkmıştı. Ağzım açık ona bakakaldım. Kilot giymemişti. Kasıklarında hiç tüy yoktu. Bedeni inanılmaz derecede gençti, eti güçlü ve sıkıydı, kasları zarif bir şekilde biçimlenmişti. Her tarafı aynı tonda bakirimsi pembe bir renkteydi. Teninde hiçbir gerilme belirtisi, tek bir kopmuş kan damarı bile yoktu: karnının ve bacaklarının pürüzsüzlüğünü hiçbir şey bozmuyordu.

Sanki kendimi bu ipeğimsi, pürüzsüz teninin gerçek olduğuna inandırmak istiyormuşum gibi ona dokunmak için uzandım, o da parmaklarıyla vajinasının dudaklarını açtı. Başımı başka tarafa çevirdim, o kadar utandığımdan değil de, daha çok birbiriyle çatışan duygularım yüzünden. Kadın olsun, erkek olsun, mesele çıplaklık değildi. Evde oldukça serbest büyümüştüm; kimse çıplak görünmekten kaçınmak için özel bir gayret sarfetmezdi. İngiltere’de okuldayken, bir yaz bir arkadaşımın İsveç’te deniz kenarındaki evinde birkaç hafta geçirmeye davet edilmiştim. Bütün aile bir çıplaklar kolonisine mensuptu ve hepsi çıplak tenlerinin her parçasıyla güneşe tapıyorlardı.

Ama Esperanza’yı önümde görmek farklıydı. Son derece tuhaf bir şekilde tahrik olmuştum. Gerçekten bir kadının cinsel organına bakışlarımı odaklamamıştım hiç. Elbette kendimi aynada baştan sona ve olası her açıdan incelemiştim. Pornografik filmler de görmüştüm, bunlardan sadece hoşlanmamakla kalmamış, üstelik iğrenç de bulmuştum. Esperanza’yı bu kadar mahrem bir şekilde görmek sarsıcı bir deneyimdi, çünkü cinsel tepkilerimin olması gerektiği gibi olduğunu kabul etmiştim hep. Bir kadın olarak sadece bir erkek karşısında tahrik olabileceğimi düşünmüştüm. Esperanza’nın üstüne atılmak için duyduğum karşı konulmaz arzu beni hepten şaşırttı ve bu arzu bir penisim olmadığı gerçeğiyle dengelendi. Esperanza birden hasırdan kalkıp bluzunu çıkarttığı zaman yüksek sesle iç çektim, sonra gözlerimi yere diktim, ta ki yüzümdeki ve boynumdaki alev alev yanma duygusu geçene kadar.

“Bak bana!” dedi Esperanza sabırsızca. Gözleri parlıyordu; yanakları kızarmıştı. Baştan aşağıya çırılçıplaktı. Bedeni inceydi, yine de giyinik olduğu zamankinden çok daha büyük ve güçlü görünüyordu. Göğüsleri dolgun ve sivri uçluydu.

Yumuşak ve cezbedici bir ses tonuyla, “Dokun onlara!” diye emretti. Sözcükleri, cisimsiz bir ses gibi, işitilmekten çok hissedilen ve tıpkı kalbimin ritmi gibi sert ve hızlı hızlı atana dek gittikçe süratlenip sıklaşan bir nabız gibi büyüyerek havada bir çarpıntı haline gelen ipnotize edici bir ritim gibi bütün odada yankılandı.

Bundan sonra işittiğim ve hissettiğim tek şey Esperanza'nın kahkahası oldu.

Konuşmayı becerebildiğim zaman, “Bakıcı tesadüfen buralarda saklanıyor olabilir mi?” diye sordum, ve birdenbire bu cesaretim karşısında suçluluk ve şüphe duydum. Esperanza öyle bir umutsuzlukla, “Umarım gizlenmiyordur!” diye bağırdı ki beni güldürdü.

“Nerede o?” diye sordum.

Gözlerini kocaman açtı ve sanki gülecekmiş gibi sırıttı. Fakat bu çocukca neşeyi yüzünden hemen silerek ciddi bir ses tonuyla bakıcının dışarıda bir yerlerde olduğunu ve her iki eve de onun baktığını, fakat etrafta dolaşıp kimseyi casus gibi gözlemediğini söyledi.

“Gerçekten bakıcı mı o?” diye sordum, şüpheci görünmeye çalışarak. “Onu yermek istemiyorum, ama gerçekten hiçbir şeye bakıp gözetecek gibi görünmüyor o.”

Esperanza kıkır kıkır gülerek onun zayıflığının aldatıcı olduğunu söyledi. “Çok işinin ehlidir,” dedi. “Ona karşı dikkatli olmalısın; genç kızlardan çok hoşlanır, özellikle sarışın olanlardan.” Bana doğru eğilerek, başkasının duymasından korkuyormuş gibi kulağıma, “Sana kur yaptı mı?” diye fısıldadı.

“Aman allahım, hayır!” diye savundum onu. “Çok kibar ve yardımseverdi. Sadece . . Sesim bir fısıltıya dönüştü ve dikkatim tuhaf bir şekilde odadaki mobilyalarda dolaşmaya başladı. Ama mobilyaları göremiyordum, çünkü kısık yanan gaz lambası çevreme ışıktan çok gölge yayıyordu.

Nihayet dikkatimi tekrar Esperanza’ya odaklamaya başladığımda artık bakıcı yoktu kafamda. Üstümden atamadığım bir inatla bütün düşünebildiğim, Isidoro Baltazar’ın neden bana haber vermeden, bana bir not bile bırakmadan dağlara gittiğiydi.

“Beni neden böyle bırakıp gitti?” diye sordum Esperanza’ya dönerek. “Birilerine ne zaman döneceğini söylemiş olmalı.” Yüzündeki o çok bilmiş sırıtışı görünce kavgacı bir tavırla, “Eminim neler olup bittiğini biliyorsundur sen,” diye ekledim.

Esperanza ne güç durumda olduğumu anlamayarak, “Bilmiyorum,” dedi ısrarla. “Ben böyle şeylerle ilgilenmem. Sen de ilgilenmemelisin. Isidoro Baltazar gitti, işte bu kadar. Bir iki gün içinde, bir iki hafta içinde geri gelir. Kim bilir? Dağlarda neler olduğuna bağlı bu.”

“Neler olduğuna mı bağlı?” diye çığlığı bastım. Duygularımı paylaşmaması ve anlayışsızlığı iğrenç gelmişti bana. “Ya ben?” diye sordum. “Burada haftalarca kalamam ben.”

“Neden kalamazsın?” diye sordu Esperanza masum bir tavırla.

Ona sanki aklını kaçırmış gibi baktım, sonra hiç düşünmeden, giyecek hiçbir şeyim olmadığını, burada yapacak hiçbir işim olmadığını söyledim. Şikâyetlerimin sonu gelmiyordu; artık halim kalmayıncaya kadar sızlanıp durdum.

“Sadece eve gitmem, kendi normal muhitimde olmam gerekiyor,” diye bitirdim sözlerimi. Gözyaşlarıma engel olamayacağımı hissettim ama ağlamamı bastırmak için elimden geleni yaptım.

Esperanza sanki bu sözcüğün tadına varıyormuş gibi, “Normal mi?” diye tekrar etti. “İstediğin zaman gidebilirsin. Kimse seni tutmuyor. Seni sınıra kadar götürüp Los Angeles’a giden bir otobüsü yakalamanı ayarlamak çok kolay.”

Onaylayarak başımı salladım, konuşmaya cesaret edemiyordum. Ama bunu da istemiyordum. Ne istediğimi bilmiyordum, ama gitme düşüncesi dayanılmazdı. Eğer gidersem bu insanları, hatta Isidoro Baltazar’ı bile Los Angeles’da bir daha asla bulamayacağımı, bir şekilde, biliyordum. Kontrol edilemez bir şekilde ağlamaya başladım. Sözcüklere dökemiyordum, ama onlarsız bir geleceğin, onlarsız bir yaşamın sönüklüğü benim için dayanılmazdı.

Esperanza’nın odadan çıkıp tekrar geri geldiğini fark etmemiştim. Burnumun altında tüten sıcak kakaonun nefis kokusu olmasaydı hiçbir şey de fark edeceğim yoktu.

Kucağıma bir tepsi koyarak, “Yemek yedikten sonra kendini daha iyi hissedeceksin,” dedi. Usulca şefkatle gülümseyerek yanıma oturdu, sır verircesine, hiçbir şeyin insanın üzüntüsünü kakao gibi almadığını söyledi.

Onunla aynı fikirdeydim. Tereddütle birkaç yudum aldım ve tereyağlı rulo tortillaları yedim. Onu ve arkadaşlarını gerçekten tanımasam da onları görmemeyi aklımın almadığını söyledim ona. O ve grubuyla birlikteyken, daha önce başka hiçbir yerde karşılaşmadığım bir rahatlık, bir özgürlük hissettiğimi itiraf ettim. Bunun kısmen bedensel, kısmen psikolojik ve hiç analiz edemediğim tuhaf bir duygu olduğunu söyledim. Bunu ancak bir saadet duygusu ya da nihayet ait olduğum bir yer bulduğuma dair bir güven olarak tanımlayabilirdim.

Esperanza neyi ifade etmeye çalıştığımı çok iyi biliyordu. Büyücülerin dünyasının kısa bir süre için de olsa bir parçası olmanın alışkanlık yaptığını söyledi. Bu dünyada kalman sürenin uzunluğunun değil, karşılaşmaların yoğunluğunun önemli olduğunu vurguladı. “Ve senin karşılaşmaların çok yoğundu,” dedi.

“Öyle miydi?” diye sordum.

Esperanza şaşırarak kaşlarını kaldırdı, sonra sanki çözümsüz bir problemin üstünde düşünüyormuş gibi abartılı bir tavırla çenesini ovuşturdu. Uzun bir sessizlikten sonra nihayet, “Eski yaşantına hiç geri dönüş olmadığını tümüyle anladıktan sonra adımların daha hafifleyecek,” dedi. Alçak sesle konuşmasına rağmen sesinde olağanüstü bir güç vardı. Bakışlarını bir an gözlerime dikti ve o anda sözlerinin ne anlama geldiğini anladım.

“Bir daha hiçbir şey benim için aynı olmayacak,” dedim yavaşça.

Esperanza beni onaylayarak başını salladı. Küçük insanlarda görülen o ani haşmetle hasırdan kalkarak, “Dünyaya geri döneceksin, ama senin dünyana, eski yaşantına değil,” dedi. Hızla kapıya doğru gidip aniden durdu. “Neden yaptığımızı bilmeden bir şey yapmak delice heyecanlıdır,” dedi dönüp bana bakarak. “Ve nihai sonucunun ne olacağını bilmeden bir şey yapmaya kalkışmak çok daha heyecanlıdır.”

Onunla hiç de aynı fikirde değildim. “Ne yaptığımı bilmem gerek benim,” dedim. “Neyin içine girdiğimi bilmem gerek.”

İçini çekerek, protesto eder gibi, komik bir şekilde ellerini havaya kaldırdı. “Özgürlük dehşetli korkutucudur.” Sert bir edayla konuşuyordu ve daha cevap vermeme fırsat kalmadan yavaşça ekledi, “Özgürlük kendiliğindenlikli edimler gerektirir. Kendini kendiliğindenlikli biçimde bırakmanın ne olduğuna dair hiçbir fikrin yok...”

“Yaptığım her şey kendiliğindendir,” diye sözünü kestim. “Neden burada olduğumu sanıyorsun? Buraya gelmeli miyim yoksa gelmemeli miyim diye çok fazla kafa yorduğumu mu sanıyorsun?”

Hasırın yanına döndü ve yanımda durup uzunca bir süre tepeden bana baktı, sonra, “Tabii ki buna kafa yormadın. Ama senin edimlerindeki kendiliğindenlik, bir kendini bırakma edimi olmaktan çok, bir düşünce eksikliğinden kaynaklanıyor,” dedi. Ona müdahale etmemi engellemek için tekrar ayağını yere vurdu. “Gerçekten kendiliğinden olan bir edim, ancak bol bol düşünüp taşındıktan sonra kendini tümüyle bıraktığın bir edimdir,” diye devam etti. “Hiçbir şey beklemediğin, hiçbir şeyden pişman olmadığın için, leyhte ve aleyhte olan bütün noktaların göz önüne alınıp uygun bir şekilde bertaraf edildiği bir edimdir bu. Bu tür edimlerle büyücüler özgürlüğü çağırırlar.”

Gitmesini önlemek için elbisesinin ucunu çekerek, “Ben bir büyücü değilim,” diye fısıldadım. Ama o bu sohbeti uzatmak niyetinde olmadığını açıkça belirtti.

Peşinden ben de dışarı çıktım, açıklığı geçerek öteki eve giden patikaya çıktık.

Daha önce bakıcının yaptığı gibi Esperanza da ısrarla ayaklarımı küllerin oluşturduğu çizgilerde tutmamı söyledi.

“Eğer tutmazsan,” diye ihtar etti, “uçuruma düşersin.”

Her iki yanımızda uzanan çalılıkların oluşturduğu karanlık kütleye bir göz atarak, “Uçurum mu?” diye tekrarladım şüpheyle.

Hafif bir esinti başladı. Gölgelerden oluşan karanlık bir kütleden sesler ve fısıltılar yükseldi. İçgüdüsel olarak Esperanza’nın eteğine yapıştım.

Dönüp bana baktı. “Onları işitiyor musun?” diye sordu. “Kimi işiteceğim ki?” diye mırıldandım boğuk bir sesle. Bana yaklaştı ve sanki işitilmekten korkuyormuş gibi kulağıma, “Başka bir zamanın suremlerini; sonsuza dek uyanık bir halde çölde gezinmek için rüzgârı kullanırlar,” diye fısıldadı.

“Yani hayaletler mi?”

“Hayalet falan yoktur” dedi kesin bir tavırla ve tekrar yürümeye başladı.

Ayaklarımı küllerin üstünde tutmaya dikkat ederek Esperanza’nın eteğini bırakmadan yürüdüm, ta ki büyük evin avlusunun ortasında birdenbire duruncaya kadar. Sanki beni evin hangi kısmına götüreceğine karar veremiyormuş gibi bir an duraksadı. Sonra birçok koridorlara girip çıkarak birçok köşeden döndü ve nihayet, daha önce evi araştırırken gözümden kaçmış olan kocaman bir odaya girdi. Duvarlar tavana kadar kitaplarla kaplıydı. Odanın bir ucunda sağlam, uzun, tahta bir masa duruyordu; diğer uçta beyaz volanlı, elişi bir hamak vardı.

“Ne harika bir oda!” diye bağırdım. “Kimin odası bu?”

“Senin,” dedi cana yakın bir tavırla. Kapının yanında duran tahta sandığa doğru gidip açtı ve elime üç tane kaim yün battaniye tutuşturdu. “Geceleri soğuk olur,” diye uyardı beni.

“Yani burada uyuyabilir miyim?” diye sordum heyecanla.

Hamağı battaniyelerle kaplayıp kendimi içine bırakırken bütün bedenim keyifle titredi. Çocukken sık sık hamakta uyurdum. Hoşnutlukla içimi çekerek öne arkaya sallandım, sonra da bacaklarımı içeri çekerek rahatça uzandım. “Bir hamakta nasıl uyunacağını bilmek, bisiklete nasıl binileceğini bilmek gibidir; hiç unutulmaz,” dedim. Fakat beni duyacak kimse yoktu. Esperanza ben fark etmeden çıkıp gitmişti.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön