Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

14 2


CADILARIN EVİNDEN DÖNDÜKTEN sonra artık cesaretlendirilmeye ya da kandırılmaya hiç ihtiyacım yoktu. Kadın büyücüler bana daha önce hiç hissetmediğim bir tür duygusal dinginlik, tuhaf bir tutarlılık aşılamayı başarmışlardı. Birdenbire değişmiş değildim, daha ziyade varoluşumun açık bir amacı olmuştu. Kaderim benim için çizilmişti: enerjimi serbest bırakmak için mücadele etmek zorundaydım. İşte hepsi buydu. Bu kadar basitti.

Ama onların evinde geçirdiğim üç ay içinde, açıkça ya da hatta hayal meyal bile olsa, olan biten her şeyi hatırlayamıyordum. Bütün bunları hatırlama görevi yıllarımı aldı, bütün gücümle ve azimle kendimi verdiğim bir görevdi bu.

Gerçi, nagual Isidoro Baltazar açık seçik hedeflerin ve duygusal anlamda yüklü kavrayışların asılsızlığı hakkında uyarmıştı beni. Bunların hiçbir değeri olmadığını, çünkü bir büyücünün gerçek arenasının günlük yaşam olduğunu ve orada yapay mantık dizgelerinin baskıya dayanamadığını söylemişti.

Kadın büyücüler de aşağı yukarı aynı şeyleri söylemişlerdi, ama çok daha ahenkli bir tarzda. Kadınların idare edilmeye alıştıkları için kolayca kabullendiklerini ve bu kabullenmelerinin sadece baskıya karşı gösterdikleri boş bir uyum olduğunu açıkladılar. Ama kadınlar gerçekten yollarını değiştirmeye ihtiyaçları olduğuna ikna edilebilirlerse, o zaman savaşın yarısı kazanılmıştı; kabul etmeseler bile, kavrayışları erkeklerinkinden çok daha sağlamdı.

Önümde düşünüp taşınacağım iki fikir vardı. Her ikisinin de doğru olduğunu düşünüyordum. Zaman zaman büyücülüğe ilişkin bütün mantıksal dayanaklarım günlük dünyanın baskısı altında ufalanıyordu, ama büyücülerin dünyasına asıl teslimiyetimin tekrar gözden geçirilmeye ihtiyacı yoktu.

Yavaş yavaş rüya görmek için yeterince enerji kazanmaya başladım. Bu, kadınların bana ne söylediklerini nihayet anladığım anlamına geliyordu: Isidoro Baltazar yeni nagualdı. Ve artık bir erkek değildi o. Bunu kavramak, belirli aralarla cadıların evine dönmeme yetecek kadar enerji de veriyordu bana.

Cadıların evi diye bilinen o yer nagual Mariano Aureliano’nun grubundaki bütün büyücülere aitti. Dışarıdan büyük, muazzam bir evdi, o bölgedeki diğer evlerden ayırt edilmiyordu, araziyi çevreleyen duvarlardan sarkan bol çiçekli bougainvillealara rağmen hiç dikkat çekmiyordu. Büyücülere göre, insanların eve dikkat etmeden geçmelerini sağlayan, evi kaplayan, gözün görebildiği ama zihnin fark edemediği, tül gibi ince, hafif bir sisti.

Ne var ki bir kez eve girince, insan başka bir dünyaya adım attığının şiddetle ve kaçınılmaz suretle farkına varıyordu. Meyve ağaçlarının gölgelediği üç avlu karanlık koridorlara ve bu koridorlara açılan pek çok odaya düşsel bir ışık veriyordu. Evin en cezbedici tarafı, son kerte girift motiflerle döşenmiş olan tuğla ve çini zeminlerdi.

Cadıların evi sıcak bir yer değildi, ama dostaneydi. Hayal gücümü ne kadar zorlarsam zorlayayım bir yuva değildi bu ev, çünkü evin amansız sadeliğinde, şahsi olmamasında ezici bir şeyler vardı. Burası eski nagual Mariano Aureliano ve büyücülerinin rüyalarını tasarladıkları ve amaçlarını gerçekleştirdikleri yerdi. Bu büyücülerin meselelerinin günlük dünyayla hiçbir ilgisi olmadığı için evleri de zihinlerinin dünyevi olmayanla meşgul olduğunu yansıtıyordu; evleri onların kişi olarak değil de büyücü olarak bireyselliklerinin gerçek göstergesiydi.

Cadıların evinde nagual Mariano Aureliano'nun grubundaki bütün büyücülerle ilişkiye girdim. Bana ne büyücülüğü, hatta ne de rüya görmeyi öğrettiler. Onlara göre öğretilecek hiçbir şey yoktu. Benim görevimin, beraber olduğumuz ilk zamanlarda onlarla benim aramda geçen her şeyi hatırlamak olduğunu söylediler. Özellikle Zuleica ve Florinda'nın bana söylediği ya da yaptığı her şeyi hatırlamalıydım—ama Zuleica benimle hiç konuşmamıştı ki.

Ne zaman onlardan yardım istemeye çalışsam, bana en ufak bir ilgi göstermeyi dahi düpedüz reddettiler. Hepsi de, gerekli enerjim olmadığı sürece bütün yapacaklarının kendilerini tekrarlamak olacağını ve bunun için zamanları olmadığını ileri sürüyorlardı.

İlk başta bu reddedişlerini hiç de cömert ve adil bulmadım. Ama, bir süre sonra onları irdelemeyi bıraktım, ve sadece mevcudiyetlerinden ve arkadaşlıklarından zevk almaya başladım. Ve genellikle bizim için hiçbir anlam ifade etmeyen, güya kendi ruhumuzun derinliklerine ilişkin sorular sorarak merak duyuyormuş gibi göründüğümüz o pek gözde zekâ oyunumuzu oynamayı reddetmekte de elbette haklı olduklarını anladım. Bu soruların bizim için hiçbir anlamı olmamasının nedeni de, alabileceğimiz cevap konusunda, bunu kabul etmek ya da etmemek dışında hiçbir şey yapacak enerjimizin olmamasıydı.

Gerçi, günlük ilişkilerimiz aracılığıyla onların dünyalarına dair pek çok şeyi anladım. Rüya görücüler ve iz sürücüler, kadınlar arasında olabildiğince farklı iki davranış modeli oluşturuyorlardı.

Başlangıçta, bana rüya görücüler olarak tanımlanan grubun— Nelida, Hermelinda ve Clara— gerçek iz sürücüler olup olmadıklarını merak ettim. Zira, anlayabildiğim kadarıyla onlarla ilişkim tam anlamıyla gündelik, dünyevi bir seviyedeydi. Ancak sonradan, sırf varlıklarının bile benim açımdan— en ufak sezdirilmeden— yeni bir davranış tarzı oluşturduğunu anladım. Öyle ki onlara karşı kendimi göstermek ihtiyacı duymuyordum hiç. Onlarla beraber olduğum zamanlarda, kafamda hiçbir soru, hiçbir şüphe olmuyordu. Varoluşumun anlamsızlığını—bunu sözel olarak ifade etmek zorunda bile kalmadan—görmemi sağlayan eşsiz bir yetenekleri vardı. Yine de hiç kendimi savunma ihtiyacı duymuyordum.

Belki zorlayıcı ve direkt olmamaları, hiç direnç göstermeden onları kabullenmemi, onlara rıza göstermemi sağlamıştı. Kadın rüya görücülerin benimle dünyevi bir seviyede ilişkiye girerek, enerjilerimi tekrar kanalize etmem için bana gerekli modeli sunduklarını anlamam uzun sürmedi. Benim yemek pişirmek, temizlik yapmak, çamaşır yıkamak, okula gitmek ve hayatımı kazanmak gibi olağan meselelere odaklanış tarzımı değiştirmemi istiyorlardı. Bunların farklı bir şekilde yapılması gerektiğini söylüyorlardı; olağan işler değil, biri diğeri kadar önemli olan ustalıklı çabalar olmalıydı bunlar.

Ama hepsinden öte, onların ne kadar özel olduklarının farkına varmamı sağlayan, birbirleriyle ve kadın iz sürücüler­ le ilişkileri oldu. Kendi insanlıkları, kendi sıradanlıkları içinde, sıradan insani zaaflardan yoksundular. Çabuk öfkelenme olsun, huysuzluk, zorlu olma, bıktırıcı kertede sevimli olma ya da çılgınlık olsun, bütün bu bireysel karakteristikleriyle tüm farkındalıkları pekâlâ bir arada var oluyordu.

Bu kadın büyücülerin eşliğinde, yanlarındayken daimi bir tatilde olduğum gibi son kerte tuhaf bir duyguya kapılıyordum. Ama sadece bir seraptı bu. Onlar daimi bir savaş halindeydiler ve düşman da öz düşüncesiydi.

Cadıların evinde Mariano Aureliano'nun grubundaki diğer iki büyücü, Silvio Manuel ve Vicente'yle de tanıştım.

Vicente besbelli İspanyol asıllıydı. Anne babasının Catalonialı olduğunu öğrenmiştim. Elleri ve ayakları aldatıcı derecede narin görünen, zayıf, aristokrat görünüşlü bir adamdı. Terliklerini sürüye sürüye yürüyor, gömlek yerine haki renk pantolonunun üstünden sarkan önü açık bir pijama giymeyi tercih ediyordu. Solgundu, ama yanakları kıpkırmızıydı. İtinalı keçi sakalı, aksi halde dalgın bir hava taşıyacak olan tavırlarına bir ayrıcalık veriyordu.

Sadece bir âlim gibi görünmekle kalmıyordu, öyleydi de. Uyuduğum odadaki kitaplar onundu, daha doğrusu bu kitapları toplayan, onları okuyan, onlara bakıp gözeten oydu. Okuyup araştırarak öğrendiği bu geniş bilgisini bu kadar çarpıcı kılan— bilmediği hiçbir şey yoktu— sanki hep öğrenen biriymiş gibi davranmasıydı. Durumun pek böyle olmadığı kanısındaydım, çünkü diğerlerinden daha çok şey bildiği açıktı. Cömert ruhu, bilgisini müthiş bir doğallıkla ve kimseyi daha az bildiği için utandırmadan vermesini sağlıyordu.

Bir de Silvio Manuel vardı. Orta boylu, etine dolgun, sakalsız ve esmer tenliydi. Giz dolu, uğursuz görünüşlü bir Kızılderiliydi, kötü görünüşlü bir brujonun nasıl görünmesini bekliyorsam tam öyle bir imajı vardı. Görünüşteki huysuzluğu beni korkutuyordu; pek nadiren verdiği cevapları bana göre vahşi bir doğayı açığa vuruyordu.

Ancak onu tanıdıkça bu imajı kazanmaya çalışmaktan ne kadar zevk aldığını anladım. Bütün büyücüler içinde en açık, benim için en keyifli olanı oydu. Sırlar ve dedikodu onun tutkusuydu; onun için bunların gerçek ya da yalan olması önemli değildi. Benim için, hatta bu anlamda herkes için, bunları anlatış tarzına paha biçilmezdi. Bitmez tükenmez bir fıkra deposu vardı; bunların çoğu düpedüz açık saçıktı. TV izlemekten hoşlanan bir oydu, bu nedenle de hep en son dünya haberlerini bilirdi. Haberlere iğnelemeler de katarak büyük bir abartıyla diğerlerine anlatırdı.

Silvio Manuel mükemmel bir dansçıydı. Birçok kutsal yerli danslarındaki hüneri efsaneviydi. Vecit halinde kendini vererek hareket ediyor, sık sık benden onunla dans etmemi istiyordu. Bu bir Venezüella joropo dansı, bir cumbia, bir samba, bir tango, bir twist, rock'n roll ya da yanak yanağa bir bolero da olsa hepsini biliyordu.

Nagual Mariano Aureliano'nun Arizona Tucson'da beni tanıştırdığı Kızılderili John'la da ilişki kurmuştum. Onun o değirmi, babacan, neşeli görüntüsü sadece yüzeyseldi. Bütün büyücüler içinde en yanına yaklaşılamaz olanı oydu. Herkesin bir işini yapmak için kamyonetiyle oraya buraya gidip geliyordu. Evde ve evin çevresinde onarıma ihtiyacı olan her şeyi de o tamir ediyordu.

Eğer onu sorularla, yorumlarla sıkmaz da sessiz kalırsam bu gidişlerinde beni de yanına alıyor, bana nasıl tamirat yapılacağını gösteriyordu. Ondan contaların nasıl değiştirilip, bir su sızdırma musluğunun ya da tuvalet sifonunun nasıl ayar edileceğini, bir ütünün, bir elektrik düğmesinin nasıl tamir edildiğini, arabanın bujilerinin ve yağının nasıl değiştirileceğini öğrendim. Onun rehberliği altında bir çekicin, bir tornavidanın, bir testerenin, bir elektrikli matkabın doğru bir şekilde kullanımı benim için tümüyle doğal olmaya başlamıştı.

İçlerinden hiç birinin benim için yapmadığı tek şey, onların dünyaları hakkındaki irdelemelerime ve sorularıma cevap vermekti. Ne zaman onları lafa tutmaya çalışsam beni nagual Isidoro Baltazar'a gönderiyorlardı. Standart reddediş şekilleri, “O yeni nagual. Seninle uğraşmak onun görevi. Biz sadece senin amcalarınız, teyzeleriniz,” demekti.

Başlangıçta, nagual Isidoro Baltazar bir bilinmeyenin de ötesindeydi benim için. Gerçekte nerede yaşadığı hiç de açık değildi. Takvimlerle ve rutinlerle hiç alakasız, her saat dairesinde bir görünüyor, bir kayboluyordu. Gece ve gündüz, hepsi onun için birdi. Yorgun olduğu zaman—ki hemen hiç olmazdı— uyuyordu, aç olduğu zaman da— ki hemen hemen her zaman—yemek yiyiyordu. Deli gibi geliş gidişleri arasında hayret verici bir konsantrasyonla çalışıyordu. Zamanı uzatma ya da kısaltma konusundaki kapasitesi benim için anlaşılmazdı. Onunla saatler, hatta bütün bir gün geçirdiğimden eminken, gerçekte bu sadece, gece ya da gündüz yaptığı bir şeyden— bu her ne ise— orada burada yakaladığım dakikalar olabiliyordu.

Her zaman kendimin enerjik bir kişi olduğunu düşünmüştüm. Ne var ki ona yetişemiyordum. Hep hareket halindeydi— ya da öyle görünüyordu— çevik ve faaldi, her zaman bir tasarıyı üstlenmeye hazırdı. İnanılmaz derecede dinçti.

Çok sonraları Isidoro Baltazar'ın sınırsız enerjisinin kaynağının kendisiyle ilgilenmemesi olduğunu anladım. Benim doğru yolda kalmama yardım eden onun o sürekli desteği, o fark edilmeyen, ama yine de ustalıkla çevirdiği dolaplardı. Onda, yolumu bulmak için kadınsı hilelerimi kullanmaya ya da kullanıyormuş gibi yapmaya ihtiyaç duymadığım ya da artık oyun oynamak zorunda kalmadığım yeni bir yola yönlendirildiğimin farkına varmaksızın değişmemi sağlayan bir gamsızlık, incelikli olmakla beraber baskın etkisinde saf bir keyif vardı.

Onun rehberliğini bu kerte dayanılmaz kılan, hiçbir gizli amacının olmamasıydı; zerre kadar sahiplenici değildi; rehberliği de vaatlerle ya da aşırı duygusallıkla sulanmamıştı.

Beni belli bir yöne itmiyordu. Yani, nasıl bir yol tutturmam gerektiği ya da hangi kitapları okumam gerektiği hakkında öğüt vermiyordu; bu tümüyle bana kalmıştı.

Israrla üstünde durduğu tek bir şart vardı sadece: aydınlatıcı ve zevk verici bir düşünce sürecinden gayrı hiçbir özel hedef için çalışmamalıydım. Ne şaşırtıcı bir öneri! Düşünmeyi asla bu anlamda ya da başka bir anlamda irdelememiştim. Okula gitmek hoşuma gitmemiş değilse de okul ödevlerini özellikle zevk verici olarak düşünmemiştim hiç. Çoğunlukla alelacele ve mümkün olan en az çabayla yapmak zorunda olduğum bir şeydi bu sadece.



Florinda ve grubunun, onlarla ilk defa karşılaştığımda o denli açık bir şekilde söylediklerini, kabul etmek zorunda kaldım: okula bilgi edinmek için değil, iyi vakit geçirmek için gidiyordum. İyi notlar almam çalışkanlıktan çok bir gevezelik ve şans meselesiydi. Oldukça iyi bir belleğim vardı. Nasıl konuşulacağını biliyordum. Ve başkalarını nasıl ikna edeceğimi de biliyordum.

Zihinsel iddiacılığımın bir düzmece olduğu, son kerte sığ bir tarzda düşünmekten gayrı nasıl düşünüleceğini bilmediğim gerçeğini kabullenip itiraf etmek zorunda kalışımın ilk utancını bir kez üstümden atınca rahatladım. Büyücülerin denetimine girip Isidoro Baltazar'ın çalışma planını izlemeye hazırdım artık. Ne var ki, Isidoro Baltazar'ın hiçbir çalışma planı olmadığını gördüm. Bütün yaptığı evin dışında okumayı ve ders çalışmayı kesmem için ısrar etmek olmuştu. Düşünme sürecinin özel, adeta gizli bir tören olduğuna, ve evin dışında, göz önünde olamayacağına inanıyordu. Düşünme sürecini mayalanmış hamurla kıyaslıyordu. Sadece bir odanın içinde kabarabilirdi.

“Bir şeyi anlamanın en iyi yolu, elbette, yatakta olmaktır,” dedi bana bir seferinde. Yatağına uzanmış, başını bir iki yastığa yaslamış, sağ bacağını sol bacağının üstünden atarak bileğini sol bacağının kabarık diz kısmına dayamıştı.

Bu saçma okuma pozisyonu üstünde pek düşünmemekle beraber, kendi başıma kaldığımda bunu uygulamaya başladım. Göğsüme dayalı bir kitapla derin bir uykuya dalıp gidiyordum. Uykusuzluk eğilimime karşı pek duyarlı olduğum için, bilgiden çok uykudan hoşnut oluyordum.

Gerçi kimi zaman, tam bilincimi yitirmeden önce, sanki birtakım eller şakaklarıma çok hafif bastırarak başımın etrafını sarıyormuş gibi hissediyordum. Daha ben bilincine bile varmadan, gözlerimle açık duran sayfayı otomatik olarak tarıyor, paragrafları bir bütün halinde sayfadan çıkartıyordum. Sözcükler gözlerimin önünde dans ediyordu, ta ki anlam kümeleri beynimde esinler gibi patlayıncaya kadar.

Önüme açılan bu yeni olasılığı açığa çıkarma hevesiyle, sanki amansız bir angaryacı tarafından itekleniyormuşum gibi bu işi devam ettirdim. Ne var ki aklın ve yöntemin böylesi gelişiminin beni zihnen olduğu kadar bedensel olarak da tükettiği zamanlar oldu. Böyle zamanlarda Isidoro Baltazar'a, büyücülerin her şeyden önce geliştirmeleri beklenen bu şimşek gibi ani içgörüler, anlayışlar, ve sezgisel bilgi hakkında sorular soruyordum.

Böyle zamanlarda Isidoro Baltazar bana hep bir şeyi sadece sezgisel olarak bilmenin anlamsız olduğunu söylüyordu. Ani içgörülerin tutarlı bir düşünceye çevrilmesi gerekiyordu, yoksa bunların bir anlamı olmazdı. O ani içgörüleri açıklanamaz olayların görülmesiyle kıyaslıyordu. Her ikisi de geldikleri gibi hızla kaybolurlardı. Eğer sürekli pekiştirilmezlerse ardından kuşku ve unutkanlık gelirdi; zira zihin pratik olmaya, sadece ölçülebilir ve doğrulanabilir olanı kabul etmeye koşullanmıştı.

Isidoro Baltazar büyücülerin us adamı olmaktan çok bilgi adamı olduklarını açıkladı. Bu nedenle onlar—sık sık hakikatle bir tutulan— gerçekliğin ussallık aracılığıyla bilinebildiğini sanan batılı entelektüellerden bir adım öndeydiler. Bir büyücü, ussal yoldan bilinebilen her şeyin bizim düşünce süreçlerimiz olduğunu, ama ancak tüm varlığımızı en incelikli ve karmaşık düzeyde anlayarak, sonunda gerçekliğin ussallıkça tanımlanan sınırlarını kaldırabileceğimizi ileri sürerdi.

Isidoro Baltazar bana büyücülerin, varlıklarının bütünlüğünü geliştirdiklerini açıkladı. Yani büyücüler ussal ve sezgisel yanlarımız arasında mutlaka bir ayrım yapmazlardı. Bunların her ikisini de, sessiz bilgi dedikleri, düşüncenin ve dilin ötesinde uzanan farkındalık âlemine ulaşmak için kullanıyorlardı.

Isidoro Baltazar, insanın ussal yanını sessizleştirmesi için, önce kendi düşünce sürecini en incelikli ve karmaşık düzeyde anlaması gerektiğini tekrar tekrar vurguluyordu. O, felsefenin, klasik Yunan düşüncesinden başlayarak, bu düşünce sürecini aydınlatmanın en iyi yolu olduğuna inanıyordu. Alim de olsak, ilme yabancı da olsak, bizim Batı zihinsel geleneğimizin mirasçıları ve üyeleri olduğumuzu tekrarlıyordu bıkıp usanmadan. Bu da eğitim ve görmüş geçirmişlik düzeyimiz ne olursa olsun, bizim bu entelektüel geleneğin ve bu geleneğin gerçekliği izah ediş tarzının esirleri olduğumuz anlamına geliyordu.

Isidoro Baltazar'ın iddiasına göre, gerçeklik dediğimiz şeyin kültürel olarak belirlenmiş bir yapı olduğunu kabul etmeyi ancak yüzeysel olarak istiyorduk. Kültürün uzun, işbirlikçi, çok seçici, çok gelişmiş ve son ama aynı derecede önemli olarak da, bizi diğer olasılıklardan koruyan bir anlaşma halinde zirveye çıkan zorlayıcı bir süreç olduğunu mümkün olan en derin seviyede kabul etmeye ihtiyacımız vardı. Büyücüler faal bir şekilde, gerçekliğin aklımız tarafından zorla kabul ettirildiği ve ayakta tutulduğu olgusunu meydana çıkartmak için çabalıyorlardı; akıldan kaynaklanan fikirler ve düşünceler dünyada nasıl hareket ettiğimize, dünyayı nasıl gördüğümüze hükmeden bilgi sistemleri oluyorlardı; belli ideolojileri bizim için kabul edilebilir kılmak için de üstümüze inanılmaz baskı uygulanıyordu.

Isidoro Baltazar, büyücülerin dünyayı kültürel olarak belirlenmiş olanın dışında yollarla algılamakla ilgilendiklerini vurguladı. Kişisel deneyimlerimizin, artı duyularımızın neyi algılayabildiği hususunda paylaşılan bir sosyal anlaşmanın bize neyi algılayacağımızı zorla kabul ettirmesi kültürel olarak belirlenmişti. Duyusal olarak üstünde anlaşmaya varılmış olan bu algısal âlemin dışındaki herhangi bir şey otomatik olarak ussal zihin tarafından örtbas edilir ve itibara alınmazdı. Bu şekilde, insanların sanılarının narin tabakası asla zarar görmüyordu.

Büyücüler, algının duyusal âlemin dışında bir yerde yer aldığını öğretiyorlardı. Büyücüler, duyularımızın algılayabileceğini kabul ettiğimizden daha engin bir şeyin var olduğunu biliyorlardı. Onlar algının bedenin dışında, duyularımızın dışında bir noktada yer aldığını söylüyorlardı. Ama bu önermeye sadece inanmak yetmiyordu. Sadece bunu okumak ya da başka birisinden duymak meselesi değildi bu. Bunu somutlaştırmak için bunun duyumsanması gerekiyordu.

Isidoro Baltazar büyücülerin bütün yaşamları boyunca insan sanılarının bu narin tabakasını kırmak için faal olarak çabaladıklarını söyledi. Ne var ki, büyücüler karanlığa körükörüne dalmıyorlardı. Onlar hazırlanmışlardı. Bilinmeyenin içine atladıkları zaman, iyi gelişmiş bir ussal yöne sahip olmaları gerektiğini biliyorlardı. Ancak o zaman bilinmeyene yaptıkları yolculuklardan ortaya çıkardıklarına anlam verebilecek ve açıklayabileceklerdi.

Isidoro Baltazar büyücülüğü filozofların çalışmalarını okuyarak anlamayacağımı ekledi. Daha doğrusu hem felsefeyi hem de büyücülüğü soyut bilginin çok incelikli biçimleri olarak görmem gerekiyordu. Hem büyücü hem de filozof, bu dünyada var olduğumuz gerçeği üstüne düşünmüştü. Ne var ki büyücü bir adım önden gidiyordu. O, zaten kendiliğinden, kültürel anlamda kabul edilmiş olasılıklarımızın dışında bulduklarına göre davranıyordu.

Isidoro Baltazar filozofların entelektüel büyücüler olduklarına inanıyordu. Ne var ki onların incelemeleri ve arayışları her zaman zihinsel gayretler olarak kalmıştı. Filozoflar, kültürel olarak kabul edilmiş tarzın dışında, bu kadar iyi anladıkları ve açıkladıkları dünyaya göre davranamıyorlardı. Filozoflar zaten var olan bir bilgi birikimine ekleme yapıyorlardı. Var olan felsefi metinlerin anlamını tekrar tekrar izah ediyorlardı. Bu yoğun çalışmanın sonucunda ortaya çıkan yeni düşünceler ve fikirler, belki psikolojik bir anlamda değiştirmek dışında değiştirmiyordu onları. Daha müşfik, daha anlayışlı insanlar— ya da belki de tam tersi— olabilirlerdi. Oysa felsefi olarak yaptıkları hiçbir şey onların dünyayı duyusal algılayışlarını değiştirmezdi, zira filozoflar toplumsal düzenin içinden çalışıyorlardı. Entelektüel anlamda bunu kabul etmeseler de sosyal düzeni ayakta tutuyorlardı. Filozoflar gayretli fakat başarısız büyücülerdi.

Büyücüler de var olan bir bilgi gövdesine dayanıyorlardı. Ne var ki onlar bu bilgiye, zaten başka büyücüler tarafından kurulmuş ve ispatlanmış olanları kabul ederek dayanmıyorlardı. Büyücüler zaten kabul edilmiş olanın gerçekten var olduğunu, gerçekten algılamaya açık olduğunu kendilerine yeni baştan kanıtlamak zorundaydılar. Bu muazzam görevi başamak için, büyücülerin olağanüstü miktarda bir enerjiye ihtiyaçları vardı, ki bu enerjiyi de dünyadan geri çekilmeden kendilerini toplumsal düzenden kopararak kazanıyorlardı. Büyücüler, süreç içinde kendilerini dağıtmadan, gerçekliği belirleyen bu anlaşmayı bozuyorlardı.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön