Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

16 2


ÖTEKİ RÜYALARIMIN HİÇBİRİNE benzemeyen bu şaşırtıcı, hayret verici rüyamın belli belirsiz farkında, bir an yatağımda uzanıp kaldım. İlk kez bütün yaptıklarımın bilincindeydim.

Odanın öbür ucundan, dalgınlığımı zorla bozan yumuşak, hışırtılı bir mırıltı gelince, “Nelida?” diye fısıldadım. Yerimden doğruldum, ama oda etrafımda dönmeye başlayınca tekrar yatağa uzandım hemen. Birkaç dakika bekledim, sonra tekrar denedim. Ayağa kalktım ve tereddüt içinde birkaç adım attım. Ama yere yıkılıp başımı duvara çarptım.

“Kahretsin!” diye bağırdım oda etrafımda dönmeye devam edince. “Bayılıyorum.”

“Bu kadar dramatik olma,” dedi Florinda, sonra yüzümdeki şaşkınlığı görünce kıkır kıkır gülmeye başladı. Sanki ateşimin çıkmasından korkuyormuş gibi önce alnıma, sonra boynuma dokundu. “Bayılmıyorsun,” dedi. “Enerjini tekrar doldurmaya ihtiyacın var.”

“Nelida nerede?”

“Beni gördüğüne sevinmedin mi?” Kolumdan tutarak yatağa dönmeme yardım etti. “Açlıktan bayılıyorsun.”

“Hayır.” Buna inanmaktan çok, sırf alışkanlıktan karşı koymuştum ona. Aç olmadığım halde, başımın dönmesine yemek gereksinimimin neden olduğuna emindim. Kahvaltı dışında, bütün gün hiçbir şey yememiştim.

Florinda düşüncelerime cevap vererek, “Neden yemek yemediğini merak ettik,” dedi. “Senin için öyle lezzetli bir güveç hazırlamıştık ki.”

“Ne zaman geldin buraya?” diye sordum. “Günlerdir seni sessizce çağırıyordum.”

Florinda gözlerini kapatarak, sanki hatırlamasına yardım edecekmiş gibi, mırıltılı bir ses çıkarttı. Sonunda, “Sanırım birkaç gündür buradayız,” dedi.

“Sanıyor musun!” İyice şaşırmıştım, huysuzluğum üste çıkmaya başlıyordu. Çabucak kendimi topladım. “Neden bana burada olduğunu bildirmedin?” İncinmekten çok, onların varlığının farkına varamadığım için kafam karışmıştı. Ondan çok kendi kendime, “Nasıl fark edemedim ki?” diye mırıldandım.

Florinda gözlerinde meraklı bir ifadeyle bana baktı. Böyle afallamam karşısında şaşırmış görünüyordu. “Eğer sana burada olduğumuzu bildirseydik çalışmana konsantre olamazdın,” dedi bilgece bir edayla. “Senin de çok iyi bildiğin gibi, tezini yazmak yerine bizim geliş gidişlerimizi bekleyecektin. Bütün enerjin bizim ne yaptığımızı bulmaya çalışmak için harcanacaktı, öyle değil mi?” Sesi alçak ve çatlaktı, heyecanlı bir ışık gözlerini her zamankinden daha fazla parlatıyordu. “Dikkatin dağılmadan çalışman gerektiği için kasten yaptık bunu,” dedi.

Florinda bakıcının, ancak o zamana dek yaptıklarımdan tatmin olduktan sonra tezime yardım ettiğini açıkladı. Bakıcının, notlarımın tabii düzenini rüya görmede bulduğunu öne sürdü.

“Ben de notlarımın tabi düzenini gördüm,” dedim kendimden memnun bir havayla. “Hem de ben de bir rüyada gördüm bunu.”

“Elbette gördün,” diye hemen kabul etti Florinda. “Bizler seni rüya görmeye çektik, böylece tezin üstünde çalışabildin.”

“Beni rüya görmeye mi çektiniz?” diye tekrarladım. Bu söylediklerinde ürkütücü derecede normal bir şey vardı. Yine de aynı zamanda beni kaygılandırmıştı. Nihayet rüya gören-uyanıklığın ne olduğunu anlamaya yaklaştığıma, ama nedense bunu tümüyle kavrayamadığıma dair esrarengiz bir duyumsama uyandı içimde. Bir anlam çıkartma gayretiyle, köpekle bakıcıyı avluda gördüğüm andan itibaren olup biten her şeyi anlattım Florinda’ya.

Anlattıklarımın kulağa tutarlı gelmesi çok zordu, çünkü ne zaman uyanık olduğuma ve ne zaman rüya gördüğüme karar veremiyordum. Şaşkınlık içinde gördüm ki, orijinal taslağımın üstüne eklenmiş olarak gördüğüm gibi tezimin ana hatlarını tam olarak hatırlayabiliyordum. “Konsantrasyonum rüya görüyor olmam için fazlasıyla yoğundu,” dedim.

“İşte rüya gören-uyanık olmak da budur,” diye sözümü kesti Florinda. “Bu kadar iyi hatırlamanın nedeni bu.” Sesinin tonu, geç kavrayan bir çocuğa basit ama önemli bir noktayı açıklayan sabırsız bir öğretmeninki gibiydi. “Rüya gören-uyanıklığın uykuya dalmakla ve rüya görmekle bir ilgisi olmadığını sana söylemiştim.”

Sanki bu söylediklerini hükümsüz kılacakmış gibi, “Notlar aldım,” dedim. Başını olumlayarak salladığını görünce, rüya gören-uyanıkken kendi el yazımla not defterime yazdığımı gördüklerimi bulabilir miyim diye sordum ona.

“Bulacaksın,” diye temin etti beni. “Ama önce yemek yemek zorundasın.” Ayağa kalktı ve elini uzatarak, kalkmama yardım etti. Görünüşüme çekidüzen vermek için gömleğimi kotumun içine soktu ve süveterime batan hasır parçalarını silkti. Karşıma geçip eleştirel bir şekilde bana baktı. Sonuçtan tatmin olmayarak, ele avuca sığmayan saçlarımı oraya buraya kıvırıp çekerek saçımla uğraşmaya koyuldu.

“Her yandan çıkıp kabaran bu saçlarınla pek korkunç görünüyorsun,” dedi.

“Uyandıktan sonra sıcak bir duş almak âdetimdir,” dedim ve onu takip ederek koridora çıktım. Mutfağa yöneldiğini görünce, önce dışarıdaki tuvalete gitmem gerektiğini söyledim.

“Ben de seninle geleceğim.” Yüzümdeki hoşnutsuz ifadeyi görünce, sadece başımın dönüp bok çukuruna düşmeyeceğimden emin olmak istediğini ekledi.

Aslında, avluya doğru giderken onun koluna tutunmam iyi olmuştu. Dışarıya adım atınca az kalsın düşüyordum, dermansız olduğum için değil de, günün ne kadar ilerlemiş olduğunu görünce uğradığım şoktan dolayı.

“Sorun nedir?” diye sordu Florinda. “Kendini bayılacak gibi mi hissediyorsun?”

Gökyüzünü işaret ettim. Güneş ışığından geriye kalan sadece hafif bir parlaklıktı. “Bir gün kaybetmiş olmama imkân yok,” dedim. Sesim daha cümlemi bitirmeden kesilip gitmişti. Gerçekten bütün bir gecenin ve bütün bir günün geçmiş olduğu düşüncesini hazmetmeye çalıştım, ama zihnim bunu kabul etmiyordu. Bilinen tarzda ölçülen zamanın nasıl geçtiğinin hesabını veremeyince az kalsın kafayı yiyecektim.

Florinda düşüncelerime cevap vererek, “Büyücüler zamanın akışını keserler,” dedi. “Büyücülerin rüya gördüğü şekilde rüya görülünce, zaman onu ölçtüğümüz şekilde var olmaz. Büyücüler zamanı istedikleri gibi uzatır ya da kısaltırlar. Büyücüler için zaman, dakika, saat ya da gün meselesi değil, tümüyle farklı bir meseledir.”

Florinda konuşmaya devam ederek, sabırlı, ölçülü bir ses tonuyla, “rüya gören-uyanık iken algı yeteneklerimiz yükselmiştir,” dedi. “Ne var ki, iş zamanı algılamaya gelince tümüyle farklı bir şey olur. Zamanın algılanışı yükselmiş olmaz, hepten iptal edilir.” Florinda zamanın her zaman bir faktörü olduğunu ekledi; yani zamanın farkında olmak, otomatik olarak fiziksel ölçümlere dönüştürdüğümüz psikolojik bir durumdu. Bu içimizde o kadar kök salmıştı ki bilinçli olarak bunun farkında olmadığımız zamanlarda bile, içimizde, bilinçaltında zamanın izini takip eden bir saatin tıkladığını işitebilirdik.

“Rüya gören-uyanıklıkta bu kapasite yoktur,” diye vurguladı. “Normalde zamanı anladığımız ve izah ettiğimiz şekilde olmayan, tümüyle yeni, alışık olmadığımız bir yapı geçer onun yerine.”

“Öyleyse rüya gören-uyanıklık hakkında bilinçli olarak bilebileceğim tek şey zamanın ya uzadığı ya da kısaldığıdır,” dedim söylediklerini anlamaya çalışarak.

“Bundan çok daha fazlasını anlayacaksın,” dedi üstüne basarak. “Mariano Aureliano'nun adlandırdığı gibi, yükseltilmiş farkındalığa girmekte bir kez ustalaşınca o zaman istediğin her şeyin farkında olacaksın, çünkü büyücüler zamanı ölçmekle ilgilenmezler. Onlar zamanı kullanmakla, istedikleri gibi uzatmakla ya da kısaltmakla ilgilenirler.”

“Daha önce hepinizin benim rüya görmeye girmeme yardım ettiğinizden bahsetmiştin,” dedim. “O zaman bazılarınızın bu durumun ne kadar sürdüğünü bilmesi gerekir.”

Florinda kendisinin ve arkadaşlarının çok uzun bir süredir rüya gören-uyanıklık durumunda olduklarını, beni rüya gören-uyanıklığa çekenin ortak çabaları olduğunu, ama hiç bunun seyrini takip etmediklerini söyledi.

“Şimdi de rüya gören-uyanık olabileceğimi mi ima ediyorsun?” diye sordum, ama daha o cevap vermeden yanıtı biliyordum. “Eğer öyleysem, bu duruma ulaşmak için ne yaptım? Nasıl bir adım attım?”

“Tasavvur edilebilecek en basit adımı,” dedi Florinda. “Kendinin bildik kendin olmasına izin vermedin. Kapıları açan anahtar budur. Sana pek çok defa ve pek çok şekilde büyücülüğün hiç de senin düşündüğün şey olmadığını söyledik. Kendini bildik kendin olmaktan alıkoymanın büyücülüğün en karmaşık gizi olduğunu söylemek ahmaklık gibi geliyor, ama değil. Bu erkin anahtarıdır, bu nedenle de bir büyücünün yaptığı en zor şeydir. Yine de anlaşılması imkânsız ya da karmaşık değildir. Zihni ürkütmez ve bu nedenle de hiç kimse bunun öneminden kuşkulanmaz ya da bunu ciddiye bile almaz.

“En son rüya gören-uyanıklığının sonucuna bakarsak, kendini bildik kendin olmaktan alıkoyarak yeterli enerji topladığını söyleyebilirim.”

Omzuma vurdu ve arkasına dönerek, “Mutfakta görüşürüz,” diye fısıldadı.

Mutfak kapısı aralıktı, fakat içerden hiç ses gelmiyordu. “Florinda?” diye fısıldadım.

Bu çağrıma usul bir kahkaha cevap verdi, ama hiçkimseyi göremedim. Gözlerim yarı karanlığa alışınca Florinda ile Nelida'nın masada oturduklarını gördüm. Yüzleri bu solgun ışıkta garip bir şekilde canlı görünüyordu. Birbirinin aynı saçları, gözleri, burunları, ağızları sanki içsel bir ışık tarafından aydınlatılmış gibi parıldıyordu. İki varlığı bu kadar benzer görmek çok ürkütücüydü.

“Siz ikiniz o kadar güzelsiniz ki korku veriyorsunuz,” dedim yanlarına yaklaşarak.

İki kadın sanki söylediklerimi onaylıyormuş gibi birbirlerine baktılar, sonra da son derece tedirgin edici bir kahkaha attılar. Sırtımdan aşağıya doğru garip bir karıncalanma hissettim. Çıkarttıkları bu tuhaf sesten söz açmama fırsat kalmadan, gülmeyi kestiler. Nelida yanındaki boş sandalyeye oturmamı işaret etti.

Derin bir nefes aldım. Otururken kendi kendime sakin olmam gerektiğini söylüyordum. Nelida'da cesaretimi kıran bir gerginlik, bir keskinlik vardı. Masanın ortasında duran büyük çorba kâsesinden bir tabak koyu çorba doldurdu benim için.

“Her şeyi yemeni istiyorum,” dedi, önüme tereyağı ve bir sepet sıcak tortilla iterek.

Açlıktan ölüyordum. Sanki günlerdir yemek yememişim gibi yiyeceklere saldırdım. Harika bir lezzetleri vardı. Çorba kâsesindeki bütün çorbayı içtim ve üstüne tereyağı sürdüğüm tortillaları üç kupa dolusu sıcak kakaoyla beraber mideye indirdim.

Tıka basa doymuş bir halde sandalyeye yığıldım. Avluya açılan kapı ardına kadar açıktı, serin bir esinti odadaki gölgelere yeni bir düzen verdi. Alacakaranlık sanki ebediyen sürüyormuş gibiydi. Gökyüzü kalın renk tabakalarıyla çizgi çizgi olmuştu: parlak kırmızı, koyu mavi, mor ve altın sarısı. Ve havada, uzaktaki tepeleri yaklaştıran o saydam nitelik vardı. Gece, içsel bir güç tarafından zorlanıyor gibi, sanki yerden fışkırıyordu. Rüzgârda sallanan meyve ağaçlarının ritmik ve zarif, gölgeli devinimleri karanlığı yukarıya, gökyüzüne doğru itiyordu.

O sırada Esperanza odaya daldı ve masaya yanan bir gaz lambası koydu. Sanki gözlerini odaklamakta zorluk çekiyormuş gibi, gözlerini hiç kırpmadan bana baktı. Bana hâlâ dünyevi olmayan bir gizle ilgileniyormuş, daha tam anlamıyla orada değilmiş gibi bir izlenim vermişti. Sonra yavaş yavaş bakışları yumuşadı, sanki büyük bir mesafeden döndüğünü o anda anlamış gibi gülümsedi.

Kolunun altındaki not defterimi ve dağınık sayfaları görünce, “Tezim!” diye bağırdım.

Esperanza ağzı kulaklarına vararak notlarımı elime tutuşturdu.

Hevesle kâğıtları inceledim ve sayfaların, yarı İspanyolca, yarı İngilizce, dönem tezimi yazarken nasıl bir yol tutacağıma dair ayrıntılı ve kesin talimatlarla dolu olduğunu görünce yüksek sesle güldüm. El yazısı şüphe götürmez şekilde benimdi.

“Hepsi burada,” dedim heyecanla. “Tıpkı rüyamda gördüğüm gibi.” İhtisası o kadar çok çalışmak zorunda kalmadan kazanabileceğim düşüncesi biraz önceki bütün kaygılarımı unutturmuştu bana.

“İyi dönem tezleri yazmanın hiçbir kestirme yolu yoktur,” dedi Esperanza.



“Büyücülüğün yardımıyla bile. Ön okuma olmadan, not almadan ve tekrar tekrar yazmadan, rüya görmedeki dönem tezinin düzenini ve yapısını asla anlayamazdın.”

Sessizce başımı salladım. Öylesine karşı konulmaz bir otoriteyle konuşmuştu ki ne söyleyeceğimi bilemedim.

“Ya bakıcı?” diye sorabildim nihayet. “Gençliğinde bir profesör müydü o?”

Nelida ile Florinda, sanki cevap vermek ona düşüyormuş gibi, Esperanza'ya döndüler.

“Bilmiyorum,” dedi baştan savma bir edayla. “O sana fikirlere âşık bir büyücü olduğunu söylemedi mi?” Bir an sustu, sonra usulca ekledi. “Bir bakıcıya yaraştığı gibi, bizim sihirli dünyamıza bakıp gözetmediği zamanlarda, okur.”

“Kitap okumanın dışında,” diye açıkladı Nelida, “olağanüstü sayıda ilmi dergi okur. Birkaç dil konuşur, böylelikle en son bilgileri yakalar. Delia ile Clara onun asistanları. İngilizce ve Almanca konuşmayı öğretti onlara.”

“Evinizdeki kütüphane onun mu?” diye sordum.

“Kütüphane hepimize ait,” dedi Nelida. “Gerçi, Vicente dışında, raflardaki bütün kitapları okuyan tek kişinin o olduğuna eminim.” Yüzümdeki inanmayan ifadeyi görünce, büyücülerin dünyasındaki insanların dış görünüşüne aldanmamamı öğütledi. “Büyücüler, bir bilgi seviyesine erişmek için normal insanların iki katı fazla çalışırlar,” dedi. “Büyücülerin sihirli dünya kadar her günkü dünyadan da anlam çıkartmaları gerekir. Bunu başarmak için, bedensel olduğu kadar zihnen de çok usta ve incelikli olmaları gerekir.” Gözlerini kısarak tartarcasına bana baktı ve usulca kendi kendine güldü.

“Tezin üstünde üç gün çalıştın,” diye açıkladı. “Çok çalıştın, değil mi?” Onaylamamı bekledikten sonra, rüya gören-uyanıkken dönem tezim üstünde uyanıkken olduğundan daha çok çalıştığımı ekledi.

“Hiç de değil,” diye karşı koydum hemen. “Çok basit ve kolay oldu.” Bütün yaptığımın, tezimin eski taslağının üstüne eklenmiş olan yeni bir uyarlamasını görmek ve sonra da gördüğümü kopya etmek olduğunu açıkladım.

“Bunu yapmak bütün gücünü aldı,” diye iddia etti Nelida. “Rüya gören-uyanıkken bütün enerjilerini tek bir amaca kanalize ettin. Bütün ilgin ve çaban tezini bitirmeye yöneldi. O anda başka hiçbir şey önemli değildi senin için. Bu gayretinle çatışacak başka hiçbir düşüncen yoktu.”

“Bakıcı benim tezime bakarken rüya gören-uyanık mıydı?” diye sordum. “Onun gördüğünü mü gördüm ben?”

Nelida ayağa kalkarak yavaş yavaş kapıya doğru yürüdü. Uzunca bir süre gözlerini dikkatle dışarıdaki karanlığa dikti, sonra masaya geri döndü. Esperanza'ya bir şeyler fısıldadı. Ne dediğini işitemedim, sonra tekrar yerine oturdu.

Esperanza usulca kendi kendine güldü, sonra bakıcının tezimde gördüklerinin benim gördüklerimden ve yazdıklarımdan farklı olduğunu söyledi. “Farklı olması pek doğaldı, çünkü onun bilgisi seninkinden çok daha engindir.”

Esperanza, bir şekilde yüzünün geri kalan kısmını ölgün gösteren keskin, koyu renk gözlerini bana dikti. “Onun önerilerinin rehberliğinde ve kendi yeteneklerine göre, tezin nasıl okunmalı, onu gördün sen. Yazdığın da buydu.”

“Rüya gören-uyanık iken, genelde hiç kullanmadığımız gizli kaynaklara girebiliriz,” dedi Nelida, ve tezimi gördüğüm anda bakıcının bana vermiş olduğu ipuçlarını hatırladığımı açıkladı.

Yüzümdeki inanmayan ifadeyi görünce, bakıcının tezim hakkında söylediklerini hatırlattı: “Çok fazla dipnot, çok fazla alıntı ve şapşalca geliştirilmiş fikirler.” Rüya gördüğüm ve görünmeye çalıştığım kadar aptal olmadığım için, daha önce tezimin malzemesinde fark etmemiş olduğum her türlü ilişkiyi ve bağlantıyı hemen gördüğümü söylerken Nelida'nın gözlerinden sempati ve keyif yayılıyordu. Bana doğru eğildi, tepkimi beklerken yarım yamalak bir gülümseme dolaştı dudaklarında.

“Orijinal tezinin daha iyi bir uyarlamasını görmeni sağlayanın ne olduğunu bilmenin vakti geldi.” Esperanza doğrulup ayağa kalktı ve sanki büyük bir sır açıklamak üzere olduğunu vurguluyormuş gibi bana göz kırptı. “Rüya gören-uyanıkken doğrudan doğruya bilgiye girebiliriz.”

Uzunca bir süre bana baktı, gözlerindeki hayal kırıklığını görebiliyordum.

“Bu kadar kalın kafalı olma,” dedi Nelida sabırsızca, “rüya gören-uyanıklık, bütün kadınlar gibi senin de bilgiyi doğrudan doğruya alacak eşsiz bir kapasiten olduğunu anlamanı sağlamış olmalıydı.”

Esperanza eliyle susmasını işaret ederek, “Kadınlarla erkekler arasındaki en temel farklardan birinin bilgiye nasıl yaklaştıkları olduğunu biliyor muydun?” dedi.

Ne demek istediği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Esperanza kasten yavaş yavaş not defterimden boş bir sayfa yırttı ve iki insan şekli çizdi. Birinin başına bir koni koydu ve bunun bir erkek olduğunu söyledi. Diğerinin başına da aynı koniyi koydu, ama başaşağı bir şekilde ve bunun da bir kadın olduğunu söyledi.

“Erkekler bilgiyi adım adım kurarlar,” diye açıkladı. Sonra kalemi konili şeklin üstünde tutarak, “Erkekler yukarı uzanırlar; bilgiye doğru tırmanırlar. Büyücüler erkeklerin tine doğru konileştiklerini söylerler; yukarıya, bilgiye doğru konileşir onlar. Bu konileşme süreci erkeklerin ne kadar uzağa erişebileceklerine sınır koyar.” İlk şekildeki koninin üstünü tekrar çizdi. “Görebileceğin gibi erkekler sadece belli bir yüksekliğe erişebilirler. Bilgiye giden yolları dar bir noktada son bulur: koninin ucunda.”

Bana keskin bir bakış attı. “Dikkatini ver,” diye uyardı ve kalemini başında ters dönmüş koni olan ikinci şekle yöneltti. “Göreceğin gibi koni bir huni gibi açık, başaşağı duruyor. Ka­ dınlar kendilerini dosdoğru kaynağa açabilirler, ya da daha doğrusu, kaynak koninin geniş tabanında dosdoğru onlara erişir. Büyücüler kadınların bilgiyle bağlantılarının engin olduğunu söylerler. Öte yandan erkeklerin bağlantısı oldukça kısıtlıdır.

“Erkekler somuta yakındır,” diye devam etti, “ve soyutu hedeflerler. Kadınlar soyuta yakındır ve yine de somuta düşkünlük gösterirler.”

“Bilgiye ya da soyuta bu kadar açık oldukları halde neden kadınların aşağı olduğu düşünülüyor?” diye sözünü kestim.

Esperanza kendinden geçmiş bir halde, büyülenmiş gibi gözlerini bana dikti. Hızla ayağa kalktı, bütün eklemleri çatırdayana kadar bir kedi gibi gerindi, sonra tekrar yerine oturdu. “Kadınların aşağı olduğunun düşünülmesinin, ya da en iyi tabirle, kadın özelliklerinin erkeğinkinin tamamlayıcısı olarak eşit sayılmasının, kadınların ve erkeklerin bilgiye yaklaşma tarzlarıyla ilgisi vardır,” diye açıkladı. “Genel olarak, kadınlar başkalarından çok kendi üzerlerinde erkli olmayı yeğlerler, ki erkeklerin açıkça istediği bir erktir bu.”

“Hatta büyücülerin arasında bile,” diye araya girdi Nelida. Hepsi gülmeye başladı.

Esperanza konuşmaya devam ederek, esasında kadınların kendilerini engin bir şekilde ve doğrudan doğruya tine bağlama yeteneklerinden yararlanmaya hiç gerek görmediklerine inandığını söyledi. Bu doğal kapasiteleri hakkında konuşmaya ya da bunu bilgece ifade etmeye hiç lüzum görmüyorlardı, zira bu kapasitelerini eyleme geçirmek ve bu kapasiteye sahip olduklarını bilmek yeterliydi onlar için.

“Erkeklerin kendilerini doğrudan doğruya tine bağlama kapasitelerinin olmaması, onları bilgiye ulaşma süreci hakkında konuşmaya itti,” diye vurguladı. “Bu konuda konuşmayı hiç kesmediler. Ve işte tine doğru nasıl çabaladıklarını bilmekte ısrar edişleri, bu süreci analiz etmekte ısrar edişleri, onların ussal olmanın tipik bir erkek hüneri olduğundan emin olmalarını sağladı.”

Esperanza usun yalnızca erkekler tarafından kavramsallaştırıldığının, bunun erkeklerin kadınların başarılarını ve yaradılıştan gelen hünerlerini küçümsemelerine izin verdiğini açıkladı. Daha da kötüsü, erkeklerin, kadın özelliklerini usun ideallerinin biçimlenmesinin dışında tutmalarına izin veriyordu.

“Şimdi de artık, elbette, kadınlar kendileri için ayrılmış olana inanıyorlar,” diye vurguladı Esperanza. “Kadınlar sadece erkeklerin ussal ve tutarlı olabileceklerine inanacak şekilde yetiştirildiler. Şimdi de, erkekler, hazır olup olmadıklarına ya da kapasitelerine bakmadan kendilerini otomatikman üstün kılan, hak edilmemiş kazanımların yükünü taşıyorlar.”

“Kadınlar bilgiyle olan dolaysız bağlantılarını nasıl kaybettiler?” diye sordum.

“Kadınlar bağlarını kaybetmediler,” diye düzeltti Esperanza. “Kadınların tinle hâlâ doğrudan doğruya bağlantıları var. Sadece bunun nasıl kullanılacağını unuttular, ya da daha doğrusu, erkeklerin bu bağlantıya hiç sahip olmamaları durumunu taklit ettiler. Binlerce yıl erkekler kadınların bu bağlantıyı unutmalarını sağlamak için çabaladılar. Mesela, Kutsal Engizisyonu ele al. Kadınların bu dolaysız bağlantıya sahip oldukları inancını kökünden sökmek için yapılan sistematik bir tasfiye idi bu. Bütün organize dinler, kadınları daha aşağı bir yere koymak için yapılan çok başarılı bir manevradan başka bir şey değildir. Dinler kadınların aşağı olduklarını söyleyen tanrısal bir kanunu delil gösterirler."

Nasıl bu kadar geniş bilgi sahibi olabildiğini merak ederek ona hayret içinde bakakaldım.

“Erkeklerin başkalarına hükmetme ihtiyacı ve kadınların da neleri bildikleri, ve bunu nasıl bildiklerini ifade ya da formüle etmedeki ilgisizlikleri son kerte alçakça bir ittifak oldu,” diye devam etti Esperanza. “Bu da kadınların, doğdukları andan itibaren, tatminkârlığın ev kadını olmakta, aşkta, evlilikte, çocuk sahibi olmakta ve kendinden feragat etmekte yattığını kabul etmeye mecbur olmalarını olası kıldı. Kadınlar hâkim soyut düşünce biçimlerinin dışında tutuldular; bağımlı olacak şekilde eğitildiler. Öylesine bütünüyle erkeklerin onlar için düşünmesi gerektiği inancına göre yetiştirildiler ki sonunda düşünmeyi bıraktılar.”

“Kadınlar pekâlâ düşünebiliyorlar,” diye sözünü kestim.

“Kadınlar öğrendiklerini formüle edebiliyorlar,” diye söylediklerimi düzeltti Esperanza. “Ve öğrendikleri de erkekler tarafından belirleniyor. Erkekler bilginin doğasını belirlerler, kadınlara ait olanı da bunun dışında tutarlar. Ya da dahil etseler bile, bu hep negatif bir açıdan olur. Ve kadınlar bunu kabul etmişlerdir.”

“Sen bu çağın yıllarca gerisinde kalmışsın,” diye araya girdim. “Bu zamanda kadınlar yapmaya gönül koydukları her şeyi yapabilirler. Bütün öğrenim merkezlerine ve erkeklerin yapabildikleri hemen her işe girebilirler.”

“Ama bir destek sistemine, bir destek esasına sahip olmadıkça bu anlamsız,” diye karşı çıktı Esperanza. “Kadınların hâlâ başarılı olmak için erkek tavır ve davranışlarını benimsemeleri gereken aşağı varlıklar oldukları düşünülürken, erkeklerin sahip olduklarına girebilmelerinin neresi iyi? Hakikaten başarılı olanlar, bu bağlamdaki inançlarını değiştirmiş mükemmel dönmelerdir. Onlar da kadınları aşağı görürler.

“Erkeklere göre rahim kadınları hem zihinsel hem de fiziksel olarak sınırlar. Kadınların, bilgiye girseler de, bu bilginin ne olduğunun belirlenmesine yardım etmelerine izin verilmemesinin nedeni bu.

“Mesela filozofları ele al,” diye sürdürdü Esperanza. “Arı düşünürler. Bazıları şiddetle kadınlara karşıdır. Bazılarıysa daha incedirler, öyle ki kadınların ussal arayışlarla ilgilenmedikleri gerçeği olmasa, erkekler kadar kabiliyetli olduklarını kabul etmeye isteklidirler. Ve eğer kadınlar ussal arayışlarla ilgileniyorlarsa da ilgilenmemeleri gerekirdi. Zira bir kadının kendi doğasına sadık olması daha yakışık alırdı: yani erkeğini besleyip büyüten, bağımlı eşi olması.”

Esperanza bütün bunları kesin bir otoriteyle anlatmıştı. Ne var ki, birkaç dakika içinde kuşkular üstüme saldırmaya başlamıştı. “Eğer bilgi bir erkek yapısıysa, o zaman neden okula gitmemde ısrar ediyorsunuz?” diye sordum.

“Çünkü bir cadısın sen ve bu nedenle sana neyin çarptığını ve nasıl çarptığını bilmen gerekiyor,” diye yanıt verdi. “Bir şeyi reddetmeden önce bunu neden reddettiğini anlamalısın.

“Görüyorsun ya sorun, zamanımızda bilginin sadece her şeyi usa vurarak sonuca varılmasından çıkartılmasıdır. Ama kadınların, asla ve asla hesaba katılmayan farklı bir yolları vardır. Bu yol bilgiye katkıda bulunabilir, ama bunun her şeyi usa vurup sonuç çıkartmakla ilgisi olmayan bir katkı olması gerekir.”

“O zaman neyle uğraşılacak?” diye sordum.

“Usa vurma ve anlama vasıtalarına hâkim olduktan sonra, buna sen karar vereceksin.”

Kafam çok karışmıştı.

“Büyücülerin öne sürdükleri,” diye açıkladı, “erkeklerin us üstünde özel bir hakka sahip olamayacaklarıdır.Şimdi bu hakka sahip gibi görünüyorlar, çünkü usu uyguladıkları zemin erkekliğin hüküm sürdüğü bir zemindir. Öyleyse usu kadınlığın hüküm sürdüğü bir zemine uygulayalım. Ve bu zemin de, doğal olarak, sana anlattığım ters çevrilmiş konidir. Kadınların tinin kendisiyle olan bağlantılarıdır.”

Ne söyleyeceğini düşünerek başını hafifçe yana eğdi. “Bu bağlantı usavurmanın farklı bir cephesiyle karşılanmalıdır. Daha önce asla ve asla kullanılmamış olan bir cepheyle: usa vurmanın kadına ait yönüyle,” dedi.

“Usun kadına ait yönü nedir, Esperanza?”

“Pek çok şey. Bunlardan biri kesinlikle rüya görmedir.” Soru sorar gibi bana baktı, ama söyleyecek hiçbir şeyim yoktu.

Boğuk bir sesle kendi kendine gülünce şaşırdım. “Büyücülerden ne beklediğini biliyorum. Ayinler, büyüler istiyorsun. Tuhaf, gizemli tapınmalar. Şarkı söylemek istiyorsun. Doğayla bir olmak istiyorsun. Su perileriyle söyleşmek istiyorsun. Putperestlik istiyorsun. Büyücülerin yaptıklarından birkaç romantik manzara. Çok Almanvari.

“Bilinmeyenin içine atlamak için,” diye devam etti, “cesarete ve zihne gereksinimin var. Ancak bunlarla, bulabileceğin hâzineleri kendine ve başkalarına açıklayabilirsin.” Sanki bir sır verecekmiş gibi hevesle bana doğru eğildi. Başını kaşıdı ve bakıcının yaptığı gibi üst üste beş defa hapşırdı. “Sihirli tarafına göre davranman gerekiyor,” dedi.

“O da ne?”

“Rahim.” Bunu, sanki tepkimle ilgilenmiyormuş gibi öyle soğuk ve sakin bir şekilde söyledi ki neredeyse ne söylediğini kaçırıyordum. Sonra birdenbire söylediğinin saçmalığını kavrayarak yerimden doğrulup diğerlerine baktım.

“Rahim!” diye tekrarladı Esperanza. “Rahim nihai kadın organıdır. Kadına bu ekstra üstünlüğü, enerjilerini kanalize etmek için bu ekstra kuvveti veren rahimdir.”

Esperanza erkeklerin, üstünlük arayışları içinde, kadının o bilinmez erkini, rahmini, tek fonksiyonu doğurmak, erkeğin tohumunu taşımak olan, tam anlamıyla biyolojik bir organa indirgemeyi başardıklarını açıkladı.

Nelida sanki bir işarete uyuyormuş gibi yerinden kalktı, masanın çevresinden dolandı ve gelip arkamda durdu. “Cebrail vasıtasıyla Hazreti Meryem'e ulaştırılan haberin hikâyesini biliyor musun?” diye fısıldadı kulağıma.

Kıkır kıkır gülerek ona döndüm. “Bilmiyorum.”

Yine fısıldayarak, sır verir gibi, Yahudi-Hıristiyan geleneğinde Tanrının sesini işitenlerin sadece erkekler olduğunu anlatmaya koyuldu. Bakire Meryem istisna olmak üzere, kadınlar bu imtiyazın dışında tutulmuştu.

Nelida, Meryem'e bir meleğin fısıldamasının tabii ki doğal olduğunu söyledi. Doğal olmayan, meleğin Meryem'e bütün söylediğinin, onun Tanrının oğlunu taşıyacağı olmasıydı. Rahim bilgi değil, daha çok Tanrının tohumu vaadini almıştı. Sırayla başka bir erkek tanrı vücuda getiren bir erkek tanrı.

Düşünmek, bütün bu duyduklarımın yanlış taraflarını ortaya çıkartmak istiyordum, ama zihnim karmaşık bir devaran içindeydi. “Ya erkek büyücüler?” diye sordum. “Onların bir rahmi yok, yine de besbelli tinle bağlantılılar.”

Esperanza gizlemediği bir keyifle bana baktı, sonra sanki duyulmaktan korkuyormuş gibi omzunun üstünden bir göz atarak şöyle fısıldadı, “Büyücüler kendilerini niyete, tine uydurabilirler, çünkü özellikle erkekliklerini belirleyen şeyleri terk etmişlerdir. Artık erkek değil onlar.”



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön