Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

17 2


ISIDORO BALTAZAR’IN ODADA dolanıp durmasında, genellikle daha önce dairesini arşınlama şeklinden bir farklılık vardı. Önceleri bu dolanışları beni hep yatıştırmıştı. Oysa bu defa adımları, rahatsız edici, tuhaf bir şekilde tehdit edici bir sesle çınlıyordu. Çalıların içinde gizli gizli dolanan—kurbanının üstüne atılmaya daha hazır olmayan, ama bir şeylerin pek doğru olmadığını hisseden—bir kaplan imajı geldi gözlerimin önüne.

Tezimden başımı kaldırıp ona sorunun ne olduğunu sormak üzereydim ki, “Meksika'ya gidiyoruz!” dedi.

Bunu söyleyiş tarzı beni güldürmüştü. Sesindeki ciddiyet ve hırçınlık şaka mahiyetindeki sorumu kaçınılmaz kılmıştı,

“Benimle orada mı evleneceksin?”

Bana dik dik bakarak birden durdu. “Şaka değil bu,” dedi kızgın bir şekilde. “Ciddi bir şey bu.” Bunu söyler söylemez gülümsedi ve başını salladı. Komik, çaresiz bir hareket yaparak, “Ne yapıyorum ben?” dedi. “Sana kızıyorum, sanki buna vaktim varmış gibi. Ne utanç! Nagual Juan Matus, sonuna kadar saçmalık olduğumuz hakkında uyarmıştı beni.”

Ardından, sanki uzun bir süredir uzaklardaymışım da henüz geri dönmüşüm gibi beni hararetle kucakladı.

“Meksika'ya gitmenin benim için iyi bir fikir olduğunu sanmıyorum,” dedim.

“Yapmakta olduğun her şeyi iptal et. Fazla zaman yok.” Emirler veren bir subay gibiydi. Bense neşeli bir ruh hali içindeydim. “JawohI, mein Gruppenfuehrer!” diye cevabı yapıştırdım.

Güldü, gerginliğinden eser kalmamıştı.

Arizona'dan geçerken birdenbire son kerte garip bir duygu kapladı içimi. Bedensel bir duyumsamaydı bu, rahmimden tüm bedenime yayılan ve bütün tenimi diken diken eden bir ürperti gibi bir şeydi: bir şeylerin yanlış olduğu bilgisiydi bu. Bu duyguda daha önce karşılaşmadığım yeni bir boyut vardı: doğru ya da yanlışlığına dair en ufak bir tereddüt olmayan tam bir kesinlik.

“Şimdi içime bir şey doğdu. Bir şeyler yanlış!” dedim, istemememe karşın sesim yükselmişti.

Isidoro Baltazar başını salladı, sonra kayıtsız bir ses tonuyla, “Büyücüler gidiyor,” dedi.

“Ne zaman?” Elimde olmadan çığlık atmıştım.

“Belki yarın ya da öbür gün,” diye cevap verdi. “Ya da belki de bir ay sonra, ama ayrılmalarının eli kulağında.”

Rahatlayarak içimi çektim ve koltuğa yığılıp bilinçli olarak gevşedim. “Onlarla karşılaştığım günden beri, ki üç yılı geçiyor, gideceklerini söylüyorlar,” diye mırıldandım. Fakat bunu söylerken gerçekten haklı olduğumu hissetmiyordum. Isidoro Baltazar dönüp bana bir göz attı, yüzü sırf küçümsemeyle dolu bir maskeydi sanki. Hoşnutsuzluğunu silmek için harcadığı çabayı görebiliyordum. Gülümseyerek dizime vurdu, ve yavaşça, “Büyücülerin dünyasında bu kadar emin olamayız bizler. Eğer büyücüler, sen gına getirinceye kadar bir şeyi tekrarlıyorlarsa, bu seni buna hazırlamak istedikleri içindir,” dedi. Gülümsemeyen, sert gözlerini bir an üstüme dikerek, “Onların sihirli yollarını kendi aptalca yollarınla karıştırma,” diye ekledi.

Sessizce başımı salladım. Söyledikleri beni kızdırmamıştı; kızamayacak kadar korkmuştum. Sustum.

Yolculuk hemencecik bitivermişti ya da bana öyle geldi.

Sırayla birimiz uyuyup diğerimiz arabayı sürdük; ertesi gün öğle üzeri cadıların evine vardık. Arabayı durdurur durdurmaz ikimiz de arabadan dışarı fırlayıp kapıları çarparak kapattık, cadıların evine koştuk.

“Derdiniz ne?” dedi bakıcı. Ön kapının yanında duruyordu, bu ani ve gürültülü patırtılı gelişimizden şaşırmış görünüyordu. “Siz ikiniz kavga mı ediyorsunuz, yoksa birbirinizi mi kovalıyorsunuz?” Bir Isidoro Baltazar'a bir bana baktı. “Böyle koşmak da neyin nesi?”

“Ne zaman gidiyorsunuz? Ne zaman gidiyorsunuz?” diye tekrarladım mekanik bir şekilde, gittikçe artan endişeme ve korkuma hâkim olamıyordum artık.

Bakıcı gülerek, güven verir gibi sırtıma vurdu, “Ben hiç­ bir yere gitmiyorum,” dedi. “Benden bu kadar kolay kurtulamazsın.” Sözleri yeterince içten geliyordu kulağa, ama endişemi hafifletmemişti.

Bir yalan yakalayabilir miyim diye yüzünü ve gözlerini inceledim. Bütün gördüğüm şefkat ve içtenlikti. Isidoro Baltazar'ın artık yanımızda olmadığını anlayınca tekrar gerginleştim. Bir gölge gibi hızla ve sessizce kaybolmuştu.

Bakıcı heyecanlandığımı hissedince çenesiyle evi işaret etti. Isidoro Baltazar'ın sanki bir şeye karşı çıkıyormuş gibi sesinin yükseldiğini, sonra da güldüğünü duydum.

“Herkes burada mı?” diye sordum, bakıcının yanından geçmeye çalışırken.

“İçerideler,” dedi, kollarını açıp geçmemi engelleyerek. “Şu anda seni göremezler.” Sonra, karşı çıkmak üzere olduğumu görüp, “Seni beklemiyorlardı,” dedi. “Kendilerinden önce benim seninle konuşmamı istediler.”

Elimden tutarak beni kapıdan uzaklaştırdı. “Hadi, arkaya gidip yaprak toplayalım,” diye önerdi. “Yaprakları yakıp külleri su perilerine bırakırız. Belki külleri altına çevirirler.”

Öbek öbek yaprak toplarken hiç konuşmadık, ama bu fiziksel hareket ve yeri eşeleyen tırpanın sesi beni yatıştırmıştı. Bana saatlerdir yaprakları toplayıp yakıyoruz gibi gelmişti ki birden avluda başka birinin daha olduğunu fark ettim. Hemen başımı çevirdim, ve Florinda'yı gördüm. Beyaz bir

pantolonla ceket giymiş, zapote ağacının altındaki sırada oturan bir görüntü gibiydi. Geniş kenarlı hasır bir şapka yüzünü gölgeliyordu ve elinde dantel bir yelpaze tutuyordu. Tam olarak insan gibi görünmüyordu, öyle uzak görünüyordu ki hayretler içinde hareketsiz kalakaldım.

Beni tanıyıp tanımayacağını merak ederek ona doğru tereddüt içinde birkaç adım attım. Varlığımın hiç farkında olmadığını anlayınca kararsız bekledim. Onun beni önemsememesine ya da dışlamasına karşı kendimi korumaya falan çalışmıyordum. Daha ziyade, belirsiz ama yine de bilinçsizce anladığım bir kural, onun bana dikkat etmesini talep etmekten alıkoyuyordu beni.

Ne var ki, bakıcı sıraya gidip Florinda'nın yanına oturunca, bir ağaca dayalı olan tırpana uzandım, ve yavaş yavaş onlara doğru yaklaştım. Bakıcı dalgın dalgın gülümseyerek başını kaldırıp bana baktı, ama dikkati Florinda'nın söylediklerindeydi. Anlamadığım bir dilde konuşuyorlardı. Yine de büyülenmiş bir şekilde onları dinliyordum. Dilden mi, yoksa yaşlı adama duyduğu sevgiden mi bilmiyorum, Florinda'nın çatlak sesi alışılmadık derecede yumuşak, tuhaf ve akılda kalacak kertede müşfikti.

Birdenbire yerinden kalktı. Sanki gizli bir yayla çekiliyormuş gibi, her ağacın yanında bir an durup, orada bir yaprağa burada bir çiçeğe dokunarak, bir sinek kuşu gibi zikzak çizerek açıklığı geçti.

Dikkatini çekmek için kolumu kaldırdım, ama havada mavi gölgeler dokuyan parlak mavi bir kelebek dikkatimi dağıttı. Bana doğru uçtu ve elime kondu. Geniş, titrek kanatları yelpaze gibi açıldı ve gölgeleri parmaklarımın üstüne düştü. Ayaklarıyla başını ovuşturdu ve birkaç kez kanatlarını açıp kapattıktan sonra, orta parmağımda kelebek şeklinde üçgen bir yüzük bırakarak tekrar havalandı.

Bunun görsel bir illüzyon olduğundan emin olarak tekrar tekrar başımı salladım. “Bu bir hile, değil mi?” diye sordum bakıcıya titrek bir sesle. “Görsel bir illüzyon mu bu?”

Bakıcı başını iki yana salladı, yüzü kırıştı ve ışıl ışıl bir gülümseme yayıldı yüzüne. Elimi eline alarak, “Çok hoş bir yüzük,” dedi. “Fevkalade bir armağan bu.”

“Bir armağan,” diye tekrarladım. Şimşek gibi bir anlık bir içgörü çaktı içimde, ama beni şaşkın ve afallamış bir halde bırakarak kayboluverdi. Mücevhere bakakaldım: “Bu yüzüğü kim koydu parmağıma?” diye sordum. Üçgeni bölen ince uzun gövde ve antenler telkari işi beyaz altınla şekillenmiş ve ufak elmaslarla süslenmişti.

“Daha önce yüzüğü fark etmemiş miydin?” diye sordu bakıcı.

“Daha önce mi?” diye tekrarladım afallamış bir halde. “Neyden daha önce?”

“Bu yüzüğü Florinda onu sana verdiğinden beri takıyorsun,” diye cevap verdi.

“Ama ne zaman?” diye sordum, hayretimi bastırmak için elimi ağzıma götürerek. Bakıcıya söylemekten çok kendi kendime, “Florinda'nın bana bu yüzüğü verdiğini hatırlamıyorum,” diye mırıldandım. “Neden daha önce fark etmedim bu yüzüğü?”

Bakıcı bunu gözden kaçırışımı açıklamak için ne yapacağını bilmez bir halde omuzlarını silkti, sonra belki de parmağıma mükemmel uyduğu için yüzüğü fark etmediğimi ileri sürdü. Bir şey daha söyleyecek gibiydi, ama kendine engel oldu ve gidip biraz daha yaprak toplamamızı önerdi.

“Yapamam,” dedim. “Florinda'yla konuşmam gerek.” Gülünç ve muhtemelen sağlıksız bir fikir duyan birinin tavrıyla, “Öyle mi?” dedi düşünceli bir havayla, ama beni bunu yapmamam için ikna etmeye çalışmadı. “Yürüyüş yapmaya gitti,” diye açıkladı, çenesiyle tepelere çıkan patikayı imleyerek.

“Onu yakalayacağım,” dedim. Uzaktaki yüksek çalıların içine dalıp çıkan beyaz giysisini görebiliyordum.

“Uzağa gidiyor,” diye uyardı bakıcı.

“Sorun değil,” dedim.

Florinda'nın arkasından koştum ve ona yetişmeden önce yavaşladım.

Son derece güzel bir yürüyüşü vardı; sırtı dimdik, dinç ve atletik bir şekilde yürüyordu.

Varlığımı hissederek birden durdu, döndü ve beni selamlayarak ellerini uzattı. Gözlerini bana dikerek, “Nasılsın canım?” dedi. Çatlak sesi hafif, net ve çok yumuşaktı.

Yüzük hakkında bir şeyler öğrenme hevesiyle onu doğru dürüst selamlamadım bile. Dilim sürçerek, yüzüğü parmağıma onun takıp takmadığını sordum.

“Bu yüzük benim mi şimdi?” dedim.

“Evet,” dedi. “Hak itibariyle senin.” Ses tonunda beni hem heyecanlandıran hem de dehşete düşüren bir şey, bir kesinlik duygusu vardı. Yine de, şüphesiz pahalı olan bu armağanı reddetmek aklıma bile gelmedi.

“Bu yüzüğün sihirli erkleri var mı?” diye sordum elimi ışığa tutarak. Taşların herbiri göz kamaştıran bir ışıltıyla parıldadı.

“Hayır,” dedi gülerek. “Hiçbir erki yok. Yine de özel bir yüzük bu. Değerinden ya da bana ait olduğundan değil, bu yüzüğü yapan kişi olağanüstü bir nagual olduğu için.”

“Bir kuyumcu muydu?” diye sordum. “Bakıcının odasındaki tuhaf görünüşlü figürleri yapan da aynı kişi miydi.”

“Aynı kişiydi,” diye cevap verdi. “Gerçi bir kuyumcu değildi. Bir heykeltraş da değildi. Sırf onun bir sanatçı olduğunun düşünülmesi bile onu güldürüyordu. Ama çalışmalarını gören herhangi birinin, sadece bir sanatçının onun yaptığı bu olağanüstü şeyleri yapabileceğini görmemesi mümkün değildi.”

Florinda benden birkaç adım uzaklaşarak, sanki uzakta anılar arıyormuş gibi gözlerini tepelerde gezdirdi. Sonra tekrar bana dönerek, ancak duyulabilen bir fısıltıyla, bu nagual ne yaparsa yapsın, bir yüzük, bir tuğla duvar, yer için çini, gizemli icatlar ya da sadece karton bir kutu da olsa, bunun her zaman, mükemmel işçiliği anlamında değil de, tarif edilemez bir şeyle dopdolu olduğu için enfes bir parça haline geldiğini söyledi.

“Eğer böylesine olağanüstü birisi yaptıysa bu yüzüğü, o zaman bu yüzüğün bir tür erki olması gerekir,” dedim ısrarla. “Yüzüğün, onu kim yapmış olursa olsun, kendi içinde hiç erki yok,” dedi Florinda. “Erk yapıştaydı. Bu yüzüğü yapan nagual büyücülerin niyet diye adlandırdıkları şeyle öylesine

bütünüyle uyuşmuştu ki bu güzel yüzüğü bir kuyumcu olmasa da üretebildi. Bu yüzük saf niyetin bir edimiydi.”

Aptal görünmek istemeyerek, niyetle neyi kastettiğini zerre kadar anlamadığımı itiraf etmeye cesaret edemedim ve bana böylesine nefis bir armağan vermeye onu neyin ittiğini sordum. “Buna layık olduğumu sanmıyorum,” diye ekledim.

“Bu yüzüğü kendini niyetle uyuşturmak için kullanacaksın,” dedi. Yüzüne şeytani bir gülümseme yayılarak, “Ama, tabii sen zaten kendini niyetle uyuşturmayı biliyorsun,” diye ekledi.

“Böyle bir şey bilmiyorum ben,” diye mırıldandım kendimi savunur gibi ve gerçekte niyetin ne olduğunu bilmediğimi itiraf ettim.

“Bu kelimenin ne anlama geldiğini bilmeyebilirsin,” dedi soğuk bir tavırla, “ama içindeki bir şey bu kuvvete nasıl sızılacağını seziyor.” Başını bana yaklaştırarak, rüyadan gerçekliğe gelmek için ya da rüyamı— bu rüya her ne ise— gerçekliğe getirmek için hep niyeti kullanmış olduğumu fısıldadı. Hiç şüphesiz benim belli sonuçlara varmamı bekleyerek umutla bana bir göz attı. Yüzümdeki anlamadığımı gösteren ifadeyi görünce, “Hem bakıcının odasındaki icatlar hem de bu yüzük rüyalarda yapıldı,” diye ekledi.

“Hâlâ anlamıyorum,” diye yakındım.

“İcatlar seni korkutuyor,” dedi tatlı bir sesle. “Ve yüzük de keyiflendiriyor. Bunların her ikisi de rüya olduğuna göre, kolayca bunun tersi de olabilir . . .”

“Beni korkutuyorsun Florinda. Ne demek istiyorsun?”



“Bu, canım, bir rüyalar dünyası. Sana rüyaları nasıl kendi başına oluşturacağını öğretiyoruz.” Koyu renk, parlak gözleri bir an için gözlerime takıldı, sonra ekledi, “Şu anda nagual Mariano Aureliano'nun grubundaki bütün büyücüler senin bu dünyaya girmene ve bu dünyada kalmana yardım ediyorlar.”

“Farklı bir dünya mı bu? Yoksa ben kendim mi farklıyım?”

“Sen aynısın, ama farklı bir dünyadasın.” Bir an sustu, sonra öncekinden daha çok enerjim olduğunu söyledi. “Senin tasarruflarından ve bizim hepimizin sana verdiği borçlardan geliyor bu enerji.”

Bankacılık terimleriyle yaptığı bu mecaz benim için çok anlaşılırdı. Hâlâ anlayamadığım ise, farklı bir dünya derken neyi kastettiğiydi.

Kollarını kocaman açarak, “Etrafına bak!” diye bağırdı. “Her günkü dünya değil bu.” Uzun bir süre sustu, sonra alçak sesle, usulca mırıldanarak, “Günlük işlerin döndüğü dünyada kelebekler yüzüğe dönüşebilir mi?” diye ekledi. “Hepimize atfedilen rollerle güvenli bir şekilde sıkı sıkıya planlanmış olan bir dünyada?”

Verecek cevabım yoktu. Etrafıma baktım, ağaçlara, çalılara, uzaklardaki dağlara baktım. Farklı bir dünya derken ne demek istediğini hâlâ çıkartamamıştım. Sonunda, bu farkın yalnızca öznel bir fark olması gerektiğini düşündüm.

“Değil!” dedi Florinda üstüne basarak. Düşüncelerimi okumuştu. “Bu bir büyücünün rüyası. Sen bu rüyaya girdin, çünkü enerjin var.”

Bana oldukça ümitsiz bir şekilde baktı; “Kadınlara rüya görmeyi öğretmenin gerçekten hiçbir yolu yok,” dedi. “Yapılabilecek tek şey, organik yapılarında taşıdıkları müthiş potansiyeli anlamalarını sağlamak için onları desteklemektir.

“Bir kadın için rüya görmek, elinin altındaki enerjiye sahip olma meselesi olduğu için, önemli olan onu, bu enerjiyi kazanmak için bu derin sosyal süreçlerinde biraz değişiklik yapma gerekliliğine ikna etmektir. Bu enerjiyi kullanma edimi otomatiktir; kadınlar enerjiye sahip oldukları anda büyücülerin rüyalarını görürler.”

Sır verir gibi bir ses tonuyla, büyücülerin rüyaları hakkında göz önüne alınacak ciddi bir durumun da, ki bu kendi noksanlıklarından kaynaklanıyordu, kadınları yeni bir işe başlama cesaretiyle doldurmaktaki zorluk olduğunu söyledi. Pek çok kadın—ve kendisi de onlardan biriydi— güvenli prangalarını yeninin dehşetine tercih ediyordu.

“Rüya görme sadece cesur kadınlar içindir,” diye fısıldadı kulağıma. Sonra bir kahkaha patlatarak şöyle ekledi, “Ya da başka bir seçeneği olmayan kadınlar içindir, zira şartları dayanılmazdır—bunu bilmeseler bile çoğu kadının ait olduğu bir kategoridir bu.”

Çatlak sesiyle attığı kahkahanın tınısı üstümde tuhaf bir etki yaratmıştı. Sanki birden, derin bir uykudan uyanmışım da uyurken tümüyle unuttuğum bir şeyi hatırlamışım gibi hissettim kendimi. “Isidoro Baltazar ayrılmanızın eli kulağında olduğunu söyledi bana. Ne zaman gidiyorsunuz?”

“Daha hiçbir yere gitmiyorum ben.” dedi katı bir sesle, ama sesinde ezici bir üzüntü çınlıyordu. “Senin rüya görme öğretmenin ve ben geride kalıyoruz. Öbürlerinin hepsi gidiyor.”

Ne demek istediğini pek anlayamamıştım—kafamın karıştığını gizlemek için şaka yollu bir yorum yaptım. “Benim rüya görme öğretmenim Zuleica üç yıldır bana tek kelime söylemedi. Esasında benimle hiç konuşmadı bile. Sen ve Esperanza gerçekten bana öğreten ve yol gösteren yegâne insanlarsınız.”

Florinda'nın kahkahaları etrafımızda yankılandı. Bana büyük bir rahatlama veren neşeli bir sesti bu, ama yine de kendimi şaşkın hissediyordum.

“Bana bir şeyi açıkla Florinda,” dedim. “Bu yüzüğü ne zaman verdin bana? Nasıl oldu da, bakıcıyla yaprak toplamaktan bu yüzüğe sahip olmaya geldim?”

Florinda keyifli bir yüzle, yaprak toplamanın, eşiği geçmeye yetecek kadar enerjinin olması şartıyla, büyücülerin bir rüyasına açılan kapılardan biri olduğunun söylenebileceğini açıkladı. Elimi ellerinin arasına alarak, “Sen eşiği geçerken verdim sana yüzüğü; bu yüzden zihnin bu edimi kaydetmedi. Hâlâ rüyanın içindeyken, birdenbire parmağındaki yüzüğü keşfettin,” diye ekledi.

Ona merakla baktım. Açıklamasında kavrayamadığım çok belirsiz, ayırt edilemez bir şey vardı.

“Hadi, eve dönelim,” diye önerdi, “ve tekrar eşiği geçelim. Belki bu defa farkına varırsın.”

Eve arkadan yaklaşarak yavaş yavaş geri döndük. Florinda'nın birkaç adım önünden yürüyordum, böylelikle her şeyin pekâlâ farkında olabiliyordum. Değişimi ya da bana bu geçişe dair bir ipucu verebilecek herhangi bir şeyi sezinlemek gayretiyle dikkatle duvarlara, çinilere, ağaçlara bakıyordum.

Bakıcının artık orada olmadığı dışında hiçbir şey fark etmedim. Florinda'ya kesinkes değişim ya da geçişle ilgili hiç­ bir şey görmediğimi söylemek için döndüm, ama arkamda değildi. Görünürde hiçbir yerde yoktu. Gitmişti ve beni orada yapayalnız bırakmıştı.

Eve girdim. Daha önce de başıma geldiği gibi ıssızdı ev. Yalnızlık duygusu artık beni korkutmuyor, artık terk edilmişlik duygusu vermiyordu bana. Dosdoğru mutfağa gittim ve bir sepette bırakılmış olan tavuklu tamaleleri yedim. Sonra hamağıma gittim; düşüncelerimi bir düzene koymaya çalıştım.

Uyandığımda kendimi ufak, karanlık bir odada portatif bir bez karyolanın üstünde yatar buldum. Neler olduğuna dair bir işaret arayarak umutsuzca etrafıma bakındım. Kapının yanında yükselen hareketli, kocaman gölgeleri görünce dimdik doğruldum yerimde. Kapının açık mı, kapalı mı, gölgelerin içeride mi, dışarıda mı olduğunu anlama gayretiyle lazımlığı almak için karyolanın altına uzandım—her nasılsa orada olduğunu biliyordum—ve onu gölgelere doğru fırlattım. Lazımlık yüksek bir tangırtı sesiyle dışarıya düştü.

Gölgeler kayboldu. Acaba onları sadece hayal mi ettim diye merak ederek dışarı çıktım. Kararsız bir şekilde, açıklığı çevreleyen uzun mesquite dallarından oluşan çite baktım. Sonra nerede olduğum bir anda, şimşek gibi çaktı kafamda: küçük evin arkasında duruyordum.

Bütün bunlar, çite kadar yuvarlanmış olan lazımlığı ararken geçiyordu zihnimden. Lazımlığı almak için eğildiğim zaman çitin arasından sıkışıp geçen bir çakal gördüm. Otomatikman lazımlığı hayvana fırlattım, ama bir kayaya çarpmıştı. Çakal bu yüksek patırtıya, ve orada oluşuma karşı kayıtsız kalarak açıklığı geçti. Bana bakmak için birkaç kez kafasını cüretkârca geriye çevirdi. Tüyleri gümüş gibi parlıyordu. Gür kuyruğu sihirli bir değnek gibi birkaç kayanın üstünü süpürüp geçti. Dokunduğu her kaya canlandı. Kayalar parlak gözleriyle hoplayıp zıplayarak ve dudaklarını oynatarak, işitilemeyecek kadar zayıf seslerle tuhaf sorular sordular.

Bir çığlık attım; kayalar şaşırtıcı derecede hızlı bir şekilde bana doğru yaklaşıyorlardı.

Hemen anladım rüya gördüğümü. “Şu malum kâbuslarımdan biri bu,” diye mırıldandım kendi kendime. “Canavarlarıyla, korkusuyla, her şeyiyle.” Sorunu anlayıp dile getirince üstümdeki etkisini yok ettiğime inanarak teslim olup, oturup uslu uslu bu kâbusun dehşetini yaşayacaktım ki bir sesin, “Rüyaların yolunu test et,” dediğini işittim.

Hemen arkama döndüm. Ramadanın altında çamurla kaplanmış kamıştan yapılmış yüksek bir platformda, Esperanza bir ateşin üstüne eğilmiş duruyordu. Sanki uzayla hiçbir ilgisi olmayan bir mesafeyle benden ayrılmış gibi, ateşin parıldayan, hareketli ışığı altında tuhaf ve uzak görünüyordu.

“Korkma,” dedi. Sonra sesini alçaltarak bir mırıltı halinde, “Hepimiz birbirimizin rüyalarını paylaşıyoruz, ama şu anda rüya görmüyorsun,” dedi. Bütün yüzümü kuşku kaplamış olmalıydı. “İnan bana, rüya görmüyorsun,” diye temin etti beni.

Ona biraz daha yaklaştım. Sadece sesi yabancı gelmekle kalmıyordu, kendisi de farklıydı. Benim durduğum yerden Esperanza'ydı o; ne var ki Zuleica gibi de görünüyordu. İyice yanına yaklaştım. Zuleica'ydı! Genç, güçlü ve çok güzeldi. Kırk yaşından fazla olamazdı. Oval yüzü beyazlaşan, siyah, kıvırcık saçlarla çevrelenmişti. Birbirinden ayrı, koyu renk, berrak gözlerinin dikkati çektiği pürüzsüz, solgun bir yüzü vardı. Bakışları içedönük, muammalı ve çok saftı. Dar ve ince üst dudağı sertlik çağrıştırırken, dolgun, adeta şehvetli alt dudağı bir incelik, hatta tutku anıştırıyordu.

Ondaki bu değişikliğe hayran kalarak büyülenmiş bir şekilde bakakaldım. Mutlaka rüya görüyor olmam gerek, diye düşündüm.

Berrak kahkahasını duyunca düşüncelerimi okuduğunu anladım. Elimi ellerinin arasına alarak, yavaşça, “Rüya görmüyorsun, canım,” dedi. “Gerçekten benim. Senin rüya görme öğretmeninim ben. Ben Zuleica'yım. Esperanza benim öteki özüm. Büyücüler buna rüya görme bedeni derler.”

Kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki göğsüm ağrıdı. Duyduğum kaygı ve heyecandan neredeyse nefesim kesilecekti. Elimi çekmeye çalıştım, ama öyle sıkı tutuyordu ki kurtaramadım. Gözlerimi sımsıkı yumdum. Gözlerimi açtığımda gitmiş olmasını her şeyden çok istiyordum. Ama oradaydı, dudakları ışıl ışıl bir gülümsemeyle ayrılmıştı. Tekrar gözlerimi kapattım ve sanki çıldırmış gibi aşağı yukarı zıplayıp kuvvetle ayaklarımı yere vurdum. Boş kalan elimle de üst üste yüzüme tokat attım, ta ki yüzüm acıdan yanana kadar. Hepsi boşunaydı; uyanamıyordum. Gözümü her açışımda oradaydı.

Gülerek, “Sanırım bu kadarı yeterli,” dedi. Ona, bana vurmasını emrettim.

Hemen itaat etti. Uzun ve sert bir bastonla kollarımın üst kısmına iki şiddetli darbe indirdi.

“Faydası yok, canım.” Sanki çok yorgunmuş gibi yavaş yavaş konuşuyordu. Derin bir nefes alıp elimi bıraktı. Sonra tekrar konuşmaya başladı. “Sen rüya görmüyorsun. Ve ben Zuleica'yım. Ama rüya gördüğüm zaman Esperanza'yım ben, hem de başka bir şeyim. Ama şimdi buna girmeyeceğim.”

Bir şey, herhangi bir şey söylemek istedim, ama konuşamıyordum. Dilim tutulmuştu; sadece köpek gibi, inleyen bir ses çıkartabildim. Bir yoga sınıfında öğrendiğim nefes alış tekniğini uygulayarak gevşemeye çalıştım.

Kendi kendine güldü, besbelli bu maskaralıklarım pek hoşuna gitmişti. Üstümde yatıştırıcı bir etki yapan, güven verici bir sesti bu; öyle bir sıcaklık, öyle derin bir itimat yayıyordu ki bedenim anında gevşedi.

“Sen bir iz sürücüsün,” dedi. “Aslına bakılacak olursa, Florinda'ya aitsin.” Ses tonu hiçbir tartışma, hiçbir çelişki kaldırmayacağını gösteriyordu. “Aynı zamanda bir uyurgezersin, büyük bir doğal rüya görücüsün, bu yeteneğinden dolayı bana da aitsin.”

Bir yanım bir kahkaha basıverip ona kafayı yediğini söylemek istiyordu. Ama öteki yanım bu söylediklerine tam anlamıyla katılıyordu..

“Seni hangi isimle çağırmamı istersin?” diye sordum tereddütle.

“Hangi isimle mi?” diye tekrarladı, sanki bu apaçık ortadaymış gibi gözlerini bana dikerek. “Ben Zuleica'yım. Bunun ne olduğunu sanıyorsun? Bir oyun mu? Burada oyun oynamıyoruz biz.”

Hiddeti karşısında şaşalayarak, “Hayır, bunun bir oyun olduğunu düşünmüyorum,” diye mırıldanabildim ancak.

“Rüya gördüğüm zaman Esperanza'yım,” diye konuşmasını sürdürdü, sesi keskinleşmişti. Yüzü katı ama ışıl ışıldı, samimiydi ama acımasızdı, hepsi bir aradaydı. “Rüya görmediğim zaman Zuleica'yım, ama Zuleica ya da Esperanza ya da başka bir şey olup olmamamın senin için bir önemi olmamalı. Hâlâ senin rüya görme öğretmeninim ben.”

Bütün yapabildiğim budalaca başımı sallamak oldu. Söyleyecek bir şeyim olsaydı da bunu yapamayacaktım. Korkudan yan taraflarımdan yapış yapış, soğuk bir ter akıyordu. Bağırsaklarımın çözülmesine ramak kalmıştı ve mesanem patlamak üzereydi. Banyoya gidip rahatlamak ve kusmak istedim.

Sonunda kendimi daha fazla tutamadım. Ya kendimi tam orada rezil edecek ya da evin dışındaki tuvalete koşacaktım. Sonuncusunu seçebilecek kadar enerjim vardı.

Zuleica'nın bir genç kız kahkahasına benzeyen gülüşü evin dışındaki tuvalete kadar takip etti beni.

Tekrar açıklığa döndüğüm zaman, Zuleica oradaki bir sırada yanına oturmamı istedi. Otomatikman ona itaat ettim— kendimi bütün ağırlığımla sıranın kenarına bırakıverip dizlerimi bitiştirerek ellerimi dizlerimin üstüne koydum.

Zuleica'nın gözlerinde inkâr edilemez derecede sert, ama aynı zamanda da müşfik bir parıltı vardı. Bir anda, sanki bunu daha önceden biliyormuşum gibi, merhametsizliğinin, her şeyden çok, bir içsel disiplin olduğunu anladım. Amansız kendine-hâkimiyeti bütün varlığını hoş bir ele geçmezlik ve gizlilikle, sinsi ve gizli kapaklı davranış anlamında değil de, gizin, bilinmeyenin gizliliğiyle damgalıyordu. Onu her görüşümde bir köpek yavrusu gibi takip etmemin nedeni buydu.

“Bugün iki geçiş yaptın,” diye açıkladı Zuleica. “Biri normal uyanıklıktan rüya gören-uyanıklığa, diğeri ise rüya gören-uyanıklıktan normal uyanıklığa geçişti. Birincisi yumuşak ve fark edilmezdi; İkincisiyse kâbus gibiydi. Bu normal bir durum. Hepimiz bu geçişleri aynen böyle yaşarız.”

Zorla gülümsedim. “Ama ben ne yaptığımı hâlâ bilmiyorum,” dedim. “Hangi adımları attığımın farkında bile değilim. Sadece bir şeyler oluyor bana, ve nasıl olduğunu bilmeden kendimi bir rüyada buluyorum.”

Zuleica'nın gözlerinde bir parıltı vardı. “Genelde yapılan,” dedi, “bir hamakta ya da bir ağaca ya da tavan kirişine kayışla bağlı asılı bir tertibatta uyuyarak rüya görmeye başlamaktır. Bu şekilde asılı kalarak, yerle herhangi bir temasımız olmaz. Yer bizi toprağa bağlar, unutma. Bu asılı pozisyonda rüya görmeye başlayan biri enerjinin uyanıklıktan rüya görmeye, ve bir rüya görmekten rüya gören-uyanıklığa nasıl geçtiğini öğrenebilir.

“Bütün bunlar, Florinda'nın da zaten sana söylediği gibi, bir enerji meselesidir. Enerjiye sahip olduğun anda, haydi uğurlar ola.

“Şimdi senin sorunun, artık büyücüler sana ödünç enerji veremeyecekleri için senin kendinin yeterli enerji biriktirip biriktiremeyeceğin.” Zuleica kaşlarını abartılı bir tarzda kaldırarak, “Göreceğiz,” diye ekledi. “Gelecek defa birbirimizin rüyalarını paylaştığımız zaman sana hatırlatmaya çalışırım.” Yüzümdeki dehşeti görünce, çocuklar gibi kendini vererek gülmeye başladı.

“Nasıl paylaşıyoruz birbirimizin rüyalarını?” diye sordum, şaşırtıcı gözlerine bakarak. Gözleri koyu ve parlaktı, gözbebeklerinden ışıklar yayılıyordu.

Cevap vermek yerine ateşe birkaç dal daha attı. Sönmekte olan ateş harlanıp alevlendi ve ışık daha da parlaklaştı. Zuleica bir an hareketsiz kaldı, gözleri alevlere odaklanmıştı. Sertçe dönüp bana kısaca bir göz atarak çömeldi; güçlü, adaleli kollarını baldırlarına doladı. Karanlığa bakarak, ve çatırdayan ateşi dinleyerek iki yana sallanmaya başladı.

“Nasıl paylaşıyoruz birbirimizin rüyalarını?” diye sordum tekrar.

Zuleica sallanmayı kesti. Başını iki yana salladı, sonra sanki birden uyanmış gibi ürkerek başını kaldırdı.

“Bunu şimdi açıklamam mümkün değil,” dedi. “Rüya görme anlaşılmaz bir şeydir. Bunu tartışmak değil, hissetmek gerekir. Her günkü dünyada olduğu gibi, bir şey açıklanmadan, analiz edilmeden önce onun duyumsanması gerekir.” Yavaş yavaş ve düşünerek konuşuyordu. Kişi yolunda ilerledikçe, açıklama yapmanın önemli olduğunu söyledi.

“Ne var ki açıklamalar bazen zamansız olur. Şimdi de öyle.

“Bir gün bütün bunlar senin için bir anlam ifade edecek,” diye söz verdi, yüzümdeki hayal kırıklığını görünce.

Çabucak, zarif bir hareketle ayağa kalktı ve sanki gözleri ışıktan besleniyormuş gibi sabit bakışlarla alevlere bakmaya başladı. Ateşin yaydığı gölgesi kocaman duvara ve ramadanın çatısına vuruyordu. Başıyla bir selam bile vermeden, uzun eteğiyle yeri süpürerek döndü, evin içine girip gözden kayboldu.

Hareket edemeyerek olduğum yerde kalakaldım. Sandaletlerinin tıkırtısı gittikçe hafiflerken zorlukla nefes alabiliyordum. “Beni burada bırakma!” diye haykırdım paniğe kapılmış bir sesle. “Bilmem gereken şeyler var.”

Zuleica bir anda kapının yanında maddeleşti. “Neyi bilmen gerekiyor?” diye sordu kayıtsız, adeta sıkkın bir ses tonuyla.

Parıldayan gözlerine bir göz atarak, aceleyle, “Affedersin,” diye mırıldandım. Adeta ipnotize olmuş gibi inceliyordum onu. “Bağırmak istememiştim,” diye ekledim özür diler gibi. “Odalardan birine girdiğini sanmıştım.” bir şeyler açıklamasını umarak, yalvararak ona baktım.

Açıklamadı. Bütün yaptığı bana tekrar neyi bilmek istediğimi sormak oldu.

Eğer konuşmaya devam etmezsem gideceğinden korkarak, “Seni tekrar gördüğümde benimle konuşacak mısın?” diye aklıma ilk geleni söyleyiverdim.

“Seni tekrar gördüğümde, daha önceki gibi aynı dünyada olmayacağız,” dedi. “Orada ne yapacağımızı kim bilir?”

“Ama,” dedim ısrarla, “demin sen kendin benim rüya görme öğretmenim olduğunu söyledin. Beni karanlıkta bırakma. Bana açıklama yap. Yaşadığım azap dayanabileceğimden fazla. Parçalanıyorum.”

“Öyle,” diye kabullendi kayıtsızca. “Kesinlikle parçalanıyorsun.” Bana baktı. Gözleri şefkatle doluydu. “Ama bunun nedeni sadece eski tarzlarını bırakmaman. Uyurgezer beyinlerin müthiş bir potansiyeli vardır. Yani . . . eğer karakterini geliştirirsen.”

Ne dediğini zor işitiyordum. Düşüncelerimi bir düzene koymaya çalıştım, ama yapamadım. Zihnimden inanılmaz bir hızla tam olarak hatırlayamadığım bir dizi olayın imgesi geçti. İradem bu imgelerin doğası ya da düzeni üzerinde hiç kontrol sağlayamıyordu. Bu imgeler, kesin olmakla birlikte, belirlenmeyi reddeden, sözcükler, hatta düşünceler halinde bile formüle edilmeyi reddeden duyumsamalara dönüşüyordu.

Besbelli benim bu yetersizliğimin farkında olan Zuleica'nın yüzünü geniş bir gülümseme aydınlattı. “Hepimiz nagual Mariano Aureliano'nun seni ikinci dikkatin içine itmesine yardım ettik,” dedi yavaşça. “Orada da, günlük yaşamdaki gibi akıcılık ve devamlılık buluruz. Her iki durumda da pratik durumlar hâkimdir. Her iki durumda da etkin bir şekilde eylemde bulunuruz. Ne var ki ikinci dikkatle yapamadığımız şey, deneyimlerimizi elde tutabilmek için, anlayabilmek için, kendimizi güvende hissedebilmek için duyumsadıklarımızı parçalara bölememizdir.”

O konuşurken, ben kendi kendime, “Bütün bunları bana anlatarak zamanını boşa harcıyor. Açıklamalarını anlayamayacak kadar aptal olduğumu bilmiyor mu?” diye düşünüyordum. Zuleica kocaman bir gülümsemeyle konuşmaya devam etti, besbelli çok parlak olmadığımı kabul etmemin bir şekilde değiştiğim anlamına geldiğini biliyordu; aksi halde böyle bir savı asla kabul etmezdim, hatta kendi kendime bile.

“İkinci dikkatte,” diye devam etti, “ya da benim tercih ettiğim adlandırılışıyla rüya gören-uyanıkken, insanın rüyanın her günkü dünya kadar gerçek olduğuna inanması gerekir. Başka bir deyişle, insan razı olmalıdır. Büyücüler için, bütün dünyevi ve dünyevi olmayan meşguliyetlere kusursuz edimler hâkimdir ve bütün kusursuz edimlerin arkasında razı olma yatar. Ve razı olma kabullenme değildir. Razı olma dinamik bir öğe gerektirir; eylem gerektirir.” Sesi çok yumuşaktı; konuşmasını bitirirken gözlerinde ateşli bir ışıltı vardı. “İnsan rüya gören-uyanıklığa başladığı anda, önünde cezbedici, keşfedilmemiş bir olanaklar dünyası açılır. En büyük gözükaralığın bir gerçeklik olduğu, beklenmeyenin beklenir olduğu bir dünya. İnsanın nihai macerasının başladığı zamandır bu. Dünya mucize ve olasılıklarla sınırsızlaşır.”

Uzun bir süre sustu; başka ne söyleyeceğini düşünüyor gibi görünüyordu. “Nagual Mariano Aureliano'nun yardımıyla bir kez suremin ışıltısını bile gördün,” diye konuşmaya başladı. Yumuşak sesi özlemle dolarak daha da yumuşamıştı. “Sadece Kızılderili efsanelerinde var olan sihirli yaratıklar olan suremler büyücülerin yalnızca en derin seviyede rüya gören-uyanık oldukları zaman görebildikleri varlıklardır. Başka bir dünyanın varlıklarıdır onlar; fosforlu insanlar gibi ışıldarlar.”

Bana iyi geceler diledi ve dönüp evin içine girerek kayboldu. Bir an uyuşuk kalakaldım, sonra arkasından atıldım. Eşiğe ulaşmadan önce, Florinda'nın arkamdan, “Onu takip etme!” dediğini işittim.

Florinda'nın orada olması o kadar beklenmedikti ki bir duvara yaslanıp kalp atışlarımın normale dönmesini beklemek zorunda kaldım. “Yanıma gelip bana eşlik et,” dedi Florinda. Sıranın üstüne oturmuş ateşi besliyordu. Gözlerindeki anlaşılmaz ışık, saçlarının hayaletimsi beyazlığı bir görüntüden çok bir anı gibiydi. Sıraya yanına uzandım, ve sanki yapılacak en doğal şey buymuş gibi başımı kucağına koydum.

“Senden bunu yapman istenmedikçe Zuleica'yı ya da herhangi birimizi asla takip etme,” dedi Florinda parmaklarıyla saçlarımı tarayarak. “Artık senin de bildiğin gibi, Zuleica göründüğü gibi değil. Her zaman göründüğünden daha fazla bir şeydir o. Hiç onu anlamaya çalışma, çünkü bütün olasılıkları hesaba kattığını düşündüğün zaman bile, en çılgın fantazilerinde bile hayal edebileceğinden çok daha fazla bir şey olup seni ezer geçer.”

“Biliyorum,” diye iç çektim söylediklerine kanaat getirerek. Gerginliğin yüzümden çekildiğini, bedenimi terk ettiğini hissedebiliyordum. “Zuleica, Bacatete Dağlarından bir surem,” dedim kesin bir inançla. “Bu yaratıkları ta başından beri biliyordum ben.” Florinda'nın yüzündeki hayreti görünce cesaretle devam ettim. “Zuleica sıradan bir insan gibi doğmadı. Meydana getirildi o. Büyücülüğün ta kendisi o.”

Florinda karşı çıkarak, “Hayır,” diye vurguladı. “Zuleica doğdu. Esperanza doğmadı.” Gülümseyerek, “Bu senin için değerli bir bilmece olmalı,” diye ekledi.

“Sanırım anlıyorum,” diye mırıldandım, “ama ben çok duyarsızım ve anladıklarımı formüle edemiyorum.”

“İyi gidiyorsun,” dedi kendi kendine gülerek. “Senin normalde olduğun kadar duyarsız olunca, anlamak için gerçekten, yüzde yüz uyanık oluncaya kadar beklemek gerekir. Şimdi sadece yüzde elli uyanıksın. İşin sırrı yükselmiş bilinçte kalmaktır. Yükseltilmiş farkındalıkta hiçbir şeyi anlamamız imkânsız değildir.” Sözünü kesmek üzere olduğumu hissederek dudaklarımı eliyle kapattı; “Bunu şimdi düşünme,” diye ekledi. “Yükseltilmiş farkındalıkta dürtüsel davrandığını, düşünüşünün mükemmel olmadığını hep hatırla.”

Çalıların arkasındaki gölgelerde birinin hareket ettiğini işittim. “Kim var orada?” diye sordum yerimde doğrularak. Etrafıma bakındım, ama hiç kimseyi göremedim.

Kadınların kahkahaları avluda yankılandı.

“Onları göremezsin,” dedi Florinda uykulu bir sesle.

“Neden benden saklanıyorlar?” diye sordum.

Florinda gülümsedi. “Senden saklanmıyorlar,” diye açıkladı. “Yalnızca onları nagual Mariano Aureliano'nun yardımı olmadan göremiyorsun.”

Buna karşılık ne diyeceğimi bilemedim. Bir yerde, pekâlâ bir anlamı vardı bu söylediğinin, ne var ki kendimi başımı iki yana sallarken buldum. “Onları görmeme sen yardım edebilir misin?”

Florinda başını olumlu anlamda salladı. “Ama gözlerin yorgun; çok fazla şey görmekten yorgunlar. Uyumaya ihtiyacın var.”

Dikkatim zayıfladığı anda çalılıklardan kimin çıkacağını kaçıracağımdan korkarak gözlerimi zorlayarak kocaman açtım. Bakışlarımı yapraklara ve gölgelere diktim, artık hangisinin hangisi olduğunu bilmiyordum, ta ki derin, rüyasız bir uykuya dalıncaya kadar.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön