Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

19 1


YÜKSEK BİR ÇATIRTI sesiyle uyandım. Gözlerimi kısıp karanlığa bakarak hamağımda doğruldum ve pencereleri kapatan tahta kepenklerin aşağıya inmiş olduğunu gördüm. Soğuk, emici bir rüzgâr girdap gibi etrafımda dönüyordu. Avluda yapraklar hışırdadı; hışırtı arttı, sonra birden yavaşlayarak hafif bir ıslık sesine dönüştü. Odaya sis gibi, çıplak duvarlara yapışan loş bir aydınlık sızdı.

“Nagual!” diye bağırdım. Bir anda, sanki onu büyüyle çağırmışım gibi, Isidoro Baltazar hamağımın ayakucunda duruyordu. Gerçek görünüyordu, yine de sudaki bir görüntü gibi belirsiz bir şeyler vardı onda. Konuşmak için boğazımı temizledim, ama görüntü sisin içinde çözülüp dağılınca dudaklarımdan kurbağa sesi gibi hafif bir ses çıktı sadece. Sonra sis, dışarıdaki rüzgâr gibi huzursuzca ve aniden hareket etti.

Uyuyamayacak kadar gergin olduğum için ttaniyeme sarındım ve Isidoro Baltazar'ı aramak için cadıların evine gelmekle doğru mu yaptım diye düşünmeye koyuldum. Gidecek başka bir yer bilmiyordum. Üç ay sabırla beklemiştim, sonra endişelerim o kadar artmıştı ki sonunda beni hareket etmeye zorladı. Bir sabah—yedi gün önce— arabaya atlayıp hiç mola vermeden cadıların evine geldim. O sırada doğru yapıp yapmadığıma dair hiçbir soru yoktu kafamda—hatta evin arkasındaki duvara tırmanıp kendimi kilitlenmemiş bir pencereden içeri bırakmak zorunda kaldığım zaman bile. Ne var ki, yedi gün bekledikten sonra güvenim sarsılmaya başlamıştı.

Çıplak ayaklarla topuklarımın üstüne sertçe basarak hamağımdan çini döşeli yere atladım. Kendimi bu şekilde sarsmak her zaman kararsızlığımı gidermeye yardım etmişti. Ama bu kez işe yaramadı ve tekrar hamağıma uzandım.

Eğer büyücülerin dünyasında geçirdiğim üç yılda öğrenmem gereken bir şey varsa, o da büyücülerin kararlarının nihai olduğu ve benim kararımın da büyücülerin dünyasında yaşamak ve orada ölmek olduğuydu. Şimdi bunu ispat etmemin zamanıydı.

Doğa üstü bir kahkaha beni ürküterek bu derin düşüncelerimden uzaklaştırdı. Bu ses uğursuz bir şekilde evin içinde yankılandı, sonra her şey sessizleşti. Gergin bir şekilde bekledim, ama avludan rüzgârın sürüklediği kuru yaprakların sesi dışında hiçbir ses gelmiyordu. Yapraklar belli belirsiz, hışırtılı bir fısıltı gibi ses çıkarıyordu.

Bu sesi dinlemek beni sadece mahmurlaştırıp uyutmakla kalmamış, son yedi gecedir gördüğüm aynı rüyanın içine de çekmişti.

Sonora Çölü'nde duruyorum. Öğle vakti. Güneş neredeyse görünemeyecek kadar parlak gümüş bir disk halinde gökyüzünün ortasında duruyor. Etrafta tek bir ses, tek bir hareket yok. Dikenli kolları hareketsiz güneşe doğru uzanan uzun saguarolar sessizliği ve dinginliği koruyan nöbetçiler gibi duruyorlar.

Rüzgâr, sanki rüya boyunca beni izlemiş gibi, müthiş bir güçle esmeye başlıyor. Mesquite ağaçlarının dalları arasında ıslık çalıyor ve dalları ritmik bir öfkeyle sallıyor. Kırmızı toprak bütün çevremde tozlu girdaplar halinde fışkırıyor. Bir karga sürüsü havada benek benek dağılıyor, sonra siyah tül parçaları gibi, usulca, benden biraz uzakta yere iniyorlar.

Rüzgâr başladığı gibi birdenbire kesiliyor. Uzaktaki tepelere doğru yöneliyorum. Yerde kocaman, karanlık bir gölge gördüğümde sanki saatlerce yürümüşüm gibi geliyor bana. Başımı kaldırıp bakıyorum. Devasa bir kuş, sanki gökyüzüne çivilenmiş gibi hareketsiz, kanatlarını açmış havada asılı duruyor. Ancak tekrar yerdeki karanlık gölgesine gözlerimi dikince kuşun hareket ettiğini anlıyorum. Gölgesi yavaş yavaş, algılanamaz bir şekilde önümde süzülüyor.

Açıklanamaz bir dürtüyle gölgeyi yakalamaya çalışıyorum. Ne kadar hızlı koşarsam koşayım, gölge benden uzaklaştıkça uzaklaşıyor. Bitkinlikten başım dönerek kendi ayağıma takılıp boylu boyunca yere düşüyorum.

Giysilerimdeki tozu toprağı silkmek için ayağa kalkınca, kuşun yakındaki iri bir kaya parçasının üstünde tünediğini görüyorum. Sanki bana işaret ediyormuş gibi başını hafifçe bana doğru çeviriyor, ihtiyatlı bir şekilde ona yaklaşıyorum. Kalaylanmış bakır gibi parıldayan tüyleriyle, kocaman ve sarı kahverengi. Kehribar rengi gözleri sert, amansız ve ölüm gibi nihai.

Kuş geniş kanatlarını açıp havalandığı zaman bir adım geriye çekiliyorum. Yükseklere uçuyor, ta ki gökyüzünde sadece bir benek oluncaya kadar. Yine de yerdeki gölgesi sonsuzluğa uzanan, çölü ve gökyüzünü bir arada tutan düz, karanlık bir çizgi.

Eğer rüzgârı çağırırsam kuşa yetişeceğime inanarak bir büyü okuyorum. Ama nağmemde hiçbir kuvvet, hiçbir erk yok. Sesim sessizliğin çabucak emdiği binlerce fısıltıya parçalanıyor. Çöl o uğursuz sakinliğini tekrar kazanıyor. Kenarlarından ufalanmaya başlıyor, sonra yavaş yavaş bütün çevremde silikleşip gidiyor . . .

Yavaş yavaş hamakta yatan bedenimin bilincine varmaya başladım. Dönüp duran bir pusun içinden, odanın kitaplarla kaplı duvarlarını ayırt ettim. Sonra tümüyle uyandım ve geçen hafta boyunca da her seferinde olduğu gibi, bunun sıradan bir rüya olmadığını ve ne anlama geldiğini bildiğimi kavrayıverdim.

Nagual Mariano Aureliano bir seferinde bana büyücülerin kendi aralarında konuştukları zamanlarda büyücülükten bir kuş olarak bahsettiklerini söylemişti; ona özgürlük kuşu diyorlardı. Özgürlük kuşunun sadece düz bir çizgide uçtuğunu ve aynı yere asla ikinci kez uğramadığını söylüyorlardı. Bir de özgürlük kuşunu çağıranın nagual olduğunu söylemişlerdi. Kuşu, gölgesini savaşçının yoluna vurması için ayartan oydu. Bu gölge olmazsa yön de olmazdı.

Rüyamın anlamı özgürlük kuşunu kaybetmiş olduğumdu. Nagualı ve o olmadan da bütün umudu ve amacı kaybetmiştim. Yüreğime en çok ağırlık veren, özgürlük kuşunun öylesine hızla uçup gitmesi ve bana onlara doğru dürüst teşekkür etmem için, sonsuz hayranlığımı ifade etmem için zaman vermemesiydi.

Büyücülere, sürekli olarak, onların dünyasını ya da o dünyadaki şahısları asla öylesine hak diye kabul etmediğimi söylemiştim, ama öyle kabul etmiştim, özellikle Isidoro Baltazar'ı. Onun sonsuza dek benimle birlikte olacağını düşünüyordum tabii. Aniden hepsi, bir hava akımı gibi, göktaşları gibi gidivermişlerdi. Ve Isidoro Baltazar'ı yanlarında götürmüşlerdi.

Haftalarca, kendime hep aynı soruyu sorarak sürekli odamda oturdum: Böyle ortadan kaybolmaları nasıl mümkün olabilmişti? Onların dünyasında duyumsadıklarımı ve tanık olduklarımı düşününce, anlamsız, gereksiz bir soru oluyordu bu. Bunun açığa vurduğu tek şey benim gerçek doğamdı: uysal ve şüpheciydim. Oysa büyücüler yıllarca bana nihai amaçlarının yanmak, ortadan kaybolmak, farkındalığın gücü tarafından yutulmak olduğunu anlatmışlardı. Eski nagual ve onun büyücü grubu hazırdı, ama ben bunu anlayamamıştım. Neredeyse bütün ömürleri boyunca kendilerini bu nihai gözükaralık için hazırlamışlardı: ölümü— genelde ölümü anladığımız şekliyle— sıyırıp geçerek enerjilerini, bütünlüğünü bozmadan, arttırarak bilinmeyene geçmek için rüya gören-uyanık olmak.

Her zamanki şüpheci özümün, bunu en az beklediğim zamanlarda, nasıl ortaya çıktığını hatırlayınca pişmanlığım daha da arttı. Onların bu hayret verici, dünyevi olmayan, ama yine de böylesine pratik olan hedeflerine ve amaçlarına inanmıyor değildim. Daha ziyade, bunları izah ediyor, bir bütün haline getiriyor—tümüyle olmasa da kesinlikle benim için normal ve bildik olan—her günkü sağduyu dünyasına uyduruyordum.

Büyücüler beni nihai yolculuklarına tanık olmam için hazırlamaya çalışmışlardı kesinlikle; bir gün ortadan kaybolacaklarının az çok farkındaydım. Ama hiçbir şey beni bunu izleyen ümitsizlik ve ıstırap için hazırlayamazdı. İçinden asla çıkmayacağımı bildiğim bir üzüntü batağına saplanmıştım. Bu sadece benim yalnız başıma halledeceğim bir durumdu.

Hamağımda bir dakika daha kalırsam kendimi ümitsizliğe daha çok kaptıracağımdan korkarak kalkıp kendime kahvaltı hazırladım. Daha doğrusu, geçen geceden kalanları ısıttım: tortilla, pilav ve fasulye -son yedi gündür standart yemeğim buydu, sadece öğle yemeğinde bir kutu Norveç sardalyesi de ekliyordum. En yakın kasabadaki bir bakkalda bulmuştum bunları. Ellerindeki bütün konserveleri satın almıştım. Fasulye de konserveydi.

Bulaşıkları yıkayıp yerleri sildim. Sonra elimde süpürge, oda oda dolaşarak yeni bir toz zerreciği, unutulmuş bir köşede bir örümcek ağı aramaya başladım. Geldiğim günden beri yerleri fırçalamak, camları ve duvarları yıkamak, avlularla koridorları süpürmek dışında bir şey yapmamıştım. Temizleme işi her zaman beni sorunlarımdan uzaklaştırmış, bana hep teselli vermişti. Ama bu defa değil. Günlük ev işlerine ne kadar hevesle sarılırsam sarılayım, içimdeki sızlayan boşluğu, ıstırabı dindiremiyordum.

Yaprakların süratle hışırdaması üzerine temizlik faaliyetime son verdim. Dışarıya çıktım. Ağaçların arasında güçlü bir rüzgâr esiyordu. Rüzgârın kuvveti beni ürküttü. Tam pencereleri kapatmaya hazırlanıyordum ki rüzgâr aniden kesildi. Bütün avlunun üstüne, çalıların, ağaçların, çiçek ve bitki öbeklerinin üstüne derin bir melankoli çöktü. Bu üzüntüye duvarın üstünden sarkan parlak pembe bougainvillealar bile katılmıştı.

Avlunun ortasına yapılmış İspanyol kolonisi dönemi tarzındaki çeşmeye doğru yürüdüm ve geniş taş çıkıntıya diz çöktüm. Dalgın dalgın, suya düşen yaprakları ve çiçekleri topladım. Sonra, öne eğilerek, suyun kıpırtısız yüzeyindeki görüntüme baktım. Yüzümün yanında Florinda'nın o güzel, sade ve üçgen yüzü belirdi.

Hayretler içinde, örgülü beyaz saçlarıyla göz kamaştırıcı bir şekilde tezat oluşturan büyük, ışıltılı, koyu renk gözlerinden ipnotize olarak Florinda'nın yansısını izledim. Yavaş yavaş gülümsemeye başladı. Ben de gülümsedim.

“Geldiğini duymadım,” diye fısıldadım, görüntüsünün kayboluvereceğinden, onun sadece bir rüya olabileceğinden korkarak.

Elini omzuma koydu ve taş çıkıntının üstüne yanıma oturdu. “Sadece bir dakika kalacağım yanında,” dedi. “Daha sonra tekrar geri geleceğim ama.”

Döndüm ve içimde birikmiş ümitsizliği, olanca ıstırabı döktüm.

Florinda bana bakakalmıştı. Yüzü ölçüsüz bir üzüntü yansıtıyordu. Birden gözlerinde yaşlar belirdi, ama gözyaşları geldikleri gibi çabucak kayboldular.

“Isidoro Baltazar nerede?” diye sordum.

Yüzümü öte yana çevirip hapsolmuş gözyaşlarımı salıverdim. Beni ağlatan kendime-acıma duygusu ya da üzüntü değil, derin bir başarısızlık, suçluluk ve kayıp duygusuydu; bu beni boğuyordu. Florinda geçmişte beni bu tür duygulara karşı uyarmıştı.

Florinda o boğuk ve kısık sesiyle, “Gözyaşları büyücüler için anlamsızdır,” dedi. “Büyücülerin dünyasına katıldığın zaman, sana kaderin tasarımlarının, bunlar her ne olursa olsun, bir büyücünün içerlemeden ya da kendine-acımadan karşılaması gereken meydan okuyuşlar olduğu anlatıldı sana.” Bir an sustu, sonra o bildik, amansız tarzıyla daha önceleri bana söylemiş olduklarını tekrarladı: “Isidoro Baltazar artık bir erkek değil, o bir nagual. Eski nagualla birlikte gitmiş olabilir, ki bu durumda asla geri dönmeyecektir. Ama, gitmemiş de olabilir.”



“Ama neden o . . .” Sorumu soramadan sesim kesiliverdi.

“Şu anda gerçekten bilmiyorum,” dedi, karşı koymamı önlemek için elini kaldırarak. “Bütün bunların üstüne çıkmak senin meydan okuyuyacağın zorluktur. Senin de bildiğin gibi, meydan okuma olgusu tartışılamaz ya da onlara içerlenemez. Meydan okuyuşlar aktif bir şekilde karşılanırlar. Büyücüler meydan okuyuşlarını karşılamakta ya başarılı ya da başarısız olurlar. Ve duruma hâkim oldukları sürece bunun gerçekten önemi yoktur.”

“Üzüntü beni öldürürken benden duruma hâkim olmamı nasıl beklersin? Isidoro Baltazar ebediyen gitti,” dedim içerleyerek. Florinda'nın duygularının ve tavırlarının yavanlığından bıkmıştım artık.

“Neden önerimi dinleyip duygularını umursamadan kusursuz bir biçimde davranmıyorsun?” diye karşılık verdi sertçe. Terslenmesi de ışıl ışıl gülümsemesi kadar aniydi.

“Bunu nasıl yapabilirim ki? Eğer nagual gittiyse oyunun bittiğini biliyorum.”

“Kusursuz bir büyücü olmak için naguala ihtiyacın yok,” dedi. “O artık dünyada olmasa da kusursuzluğun seni ona götürmeli. İçinde bulunduğun koşullar içinde kusursuz bir şekilde yaşamak, senin meydan okuyacağın şeydir. Isidoro Baltazar'ı yarın ya da bir yıl içinde ya da yaşamının sonunda görmen senin için fark etmemeli.”

Florinda sırtını bana dönerek uzun bir süre sustu. Tekrar bana döndüğü zaman, yüzü sanki duygularını kontrol etmek için büyük bir çaba harcıyormuşçasma, bir maske gibi, tuhaf bir şekilde donuk ve sakindi. Gözlerinde öyle üzücü bir şey vardı ki bana kendi ıstırabımı unutturdu.

Alışılmadık ölçüde katı bir sesle, “Sana bir hikâye anlatayım, genç bayan,” dedi. Ses tonu sanki gözlerindeki acıyı silmek istiyordu. “Ben nagual Mariano Aureliano ve grubuyla gitmedim. Zuleica da gitmedi. Neden biliyor musun?

Umutla bekleyerek ve korkudan uyuşmuş bir halde ağzım açık ona bakakaldım. Nihayet, “Hayır, Florinda, bilmiyorum,” diyebildim.

“Bizler buradayız, çünkü o büyücü grubuna ait değiliz biz,” dedi; şimdi sesi daha alçak ve yumuşaktı. “O gruba aidiz, ama gerçekten ait değiliz. Bizim duygularımız başka bir nagualla, öğretmenimiz nagual Juliân’la beraber. Nagual Mariano Aureliano bizim işbirlikçimiz, nagual Isidoro Baltazar ise öğrencimiz.

“Senin gibi biz de geride bırakıldık. Sen, onlarla gitmeye hazır olmadığın için, bizler de, daha büyük bir sıçrayış yapıp belki başka bir savaşçı takımına, daha eski bir takıma katılmak için daha çok enerjiye ihtiyacımız olduğu için. Nagual Juliân'ın takımına.”

Tüm çevreme çöken ince bir sis gibi, Florinda'nın yalnızlığını ve tek başınalığını hissedebiliyordum. Konuşmasını kesmesin diye nefes almaya bile cesaret edemiyordum.

Bana uzun uzadıya öğretmenini, herkesçe meşhur nagual Juliân'ı anlattı. Onu tasvir edişi kısaydı, ama öyle bir çağrışım uyandırıyordu ki onu tam gözlerimin önünde görebiliyordum: gelmiş geçmiş en yaman varlık. Komik, hızlı düşünen, cin gibi biri; ıslah olmaz bir oyunbaz. Bir masalcı, algıyı usta bir ekmekçinin hamuru kullandığı gibi kullanan, onu hiç gözden kaçırmadan yoğurarak herhangi bir şekle ya da biçime sokan bir sihirbaz. Florinda nagual Julian'la beraber olmanın unutulmaz bir şey olduğunu söyledi. Onu sözcüklerin ötesinde, duyguların ötesinde sevdiğini itiraf etti. Zuleica da öyleydi.

Uzun bir süre sustu. Bakışları, sanki dağların sivri zirvelerinden güç çekiyormuş gibi uzaktaki dağlara dikilmişti. Tekrar konuşmaya başladığı zaman sesi zar zor duyulabilecek bir fısıltı halindeydi. “Büyücülerin dünyası bir tek-başınalık dünyasıdır, yine de bu dünyada sevgi ebedidir. Benim nagual Juliân'a karşı olan sevgim gibi. Bizi sadece davranışlarımız, duygularımız, hatasızlığımız bağlar, büyücülerin dünyasında kendi başımıza hareket ederiz.” Sanki söylediklerinin altını çiziyormuş gibi başını salladı. “Artık herhangi bir duygum yok benim. Sahip olduklarım nagual Juliân'la beraber gitti. Bana geriye kalan sadece istenç, görev ve amaç hissim.

“Belki de senle ben aynı gemideyiz.” Bunu öyle yumuşak bir şekilde söyledi ki daha ben ne söylediğini anlamadan uçup gitmişti.

Ona bakakaldım ve her zamanki gibi, yılların büyülü bir şekilde bozmadan bıraktığı o muhteşem gençliği ve güzelliği gözlerimi kamaştırdı.

“Ben değilim, Florinda,” dedim sonunda. “Senin nagual Isidoro Baltazar'ın, ben ve anlattığınız bütün öbür çömezlerin var. Benimse hiçbir şeyim yok. Eski dünyam bile yok artık.” İçimde kendime-acıma duygusu yoktu hiç, sadece yaşantımın, şimdiye dek bildiğim şekliyle, sona erdiğine dair yıkıcı bir bilgi vardı. “Nagual Isidoro Baltazar, erkim dolayısıyla, benim. Görevimi bilerek biraz daha bekleyeceğim, ama artık o burada, bu dünyada değilse, ben de olmam. Ne yapacağımı biliyorum!” Florinda'nın artık beni dinlemediğini anlayınca sesim gittikçe alçalıp kesildi. Florinda çeşmenin çıkıntısı üstünden bize doğru gelen küçük bir kargayı izlemeye dalmıştı.

“Dionysos bu,” dedim, cebimde onun için tortilla parçaları arayarak. Ama hiç tortilla yoktu cebimde. Başımı kaldırıp harikulade açık gökyüzüne baktım. Kendi üzüntümle o kadar meşguldüm ki vaktin, bu küçük karganın genellikle yemek için geldiği öğle üzerini geçtiğini fark etmemiştim.

“Bu arkadaş epey üzgün.” Florinda kuşun bozulmuş gibi gaklamasına güldü, sonra da gözlerime bakarak, “Sen ve karga birbirinize çok benziyorsunuz,” dedi. “Kolayca üzülüyor ve her ikiniz de bu konuda epey gürültü yapıyorsunuz.”

Bunun onun için de geçerli olduğunu söyleyecektim ki kendimi zor tuttum. Florinda, sanki ağlamamak için gösterdiğim çabayı biliyormuş gibi kendi kendine güldü.

Karga boş elime kondu ve parlak, çakıltaşlarına benzeyen gözleriyle bana yan yan baktı. Kanatlarını açtı ama uçmadı; siyah tüyleri güneşte mavi mavi parıldıyordu.

Sakin bir tavırla, Florinda'ya büyücülerin dünyasının baskısının dayanılmaz olduğunu söyledim.

“Saçmalık!” dedi, sanki şımarık bir çocuğu azarlıyormuş gibi. “Bak, Dionysos'u korkutup kaçırdık.” Kendinden geçmiş bir halde, başımızın üstünde daire çizen kargayı izledi, sonra dikkatini tekrar bana çevirdi.

Yüzümü başka tarafa çevirdim. Bunu neden yaptım bilmiyorum, zira o parlak, koyu renk gözlerdeki bakışta sert bir şey yoktu. Gözlerinde sakin ve son kerte kayıtsız bir ifadeyle, “Eğer Isidoro Baltazar'a yetişemezsen, o zaman seni eğiten ben ve öteki büyücüler seni etkilemeyi başaramamış oluruz,” dedi. “Sana meydan okumayı başaramamış oluruz. Bu bizim için nihai bir kayıp değildir, ama senin için kesinlikle nihai bir kayıp olacaktır.” Yine ağlamak üzere olduğumu görerek bana meydan okudu, “Hani senin o hatasız amacın nerede? Bizimle beraber öğrendiğin her şeye ne oldu?”

“Eğer Isidoro Baltazar'a hiç yetişemezsem, ne olacak?” diye sordum gözyaşları içinde.

“Bunu öğrenmek için bir çaba göstermezsen büyücülerin dünyasında yaşamaya devam edebilir misin?” diye sordu sertçe.

Gözyaşlarımın akmasını önlemek için gözlerimi kapatarak, “Şu an şefkate ihtiyacım var,” diye mırıldandım. “Anneme ihtiyacım var. Keşke ona gidebilseydim.”

Bu sözlerime kendim de şaşırmıştım, ama gerçekten söylemek istediğim buydu. Artık gözyaşlarımı tutamayarak ağlamaya başladım.

Florinda güldü. Benimle alay etmiyordu; gülüşünde bir şefkat, bir duygudaşlık vardı. Gözlerinde düşünceli, uzak bir ifadeyle, “Annenden o kadar uzaksın ki,” dedi yavaşça, “onu bir daha hiç bulamayacaksın.” Usulca fısıldayarak, büyücülerin yaşantısının etrafımızda aşılmaz engeller kurduğunu söyledi. Büyücülerin başkalarının duygudaşlığında ya da kendilerine-acıma duygusunda teselli bulmadıklarını hatırlattı bana. “Bütün bu yaşadığım azaba kendime-acıma duygusunun

neden olduğunu düşünüyorsun, öyle değil mi Florinda?” “Hayır. Sadece kendine-acıma duygusu değil, marazilik de var.” Kollarını omuzlarıma koyarak beni küçük bir çocukmuşum gibi kucakladı. “Pek çok kadın lanet derecede marazidir, biliyorsun,” diye mırıldandı. “Sen ve ben de onlardanız.”

Ona katılmıyordum, ama ona karşı koymak için hiçbir istek de duymuyordum. Beni saran kollarının arasında fazlasıyla mutluydum. İçinde bulunduğum sıkıntılı ruh halime rağmen gülümsemek zorunda kaldım. Florinda'nın da, büyücülerin dünyasındaki bütün diğer kadınlar gibi, anaç duyguları ifade etme yeteneği yoktu. Ben de, sevdiğim insanları öpüp kucaklamaktan hoşlansam da, birisinin kollarında bir andan fazla kalmaya dayanamıyordum. Florinda'nın kucaklayışı anneminki kadar yatıştırıcı ve sıcak değildi, ama bu kadarını umabilirdim ancak.

Sonra Florinda eve girdi.

Birdenbire uyandım. Yapraklarla beneklenmiş güneş ışığının altında uykuya dalmadan önce Florinda'nın söylemiş olduğu bir şeyleri hatırlamaya çalışarak orada—yerde, çeşmenin alt yanında—öylece yattım bir an. Besbelli saatlerce uyumuştum. Gökyüzü hâlâ parlak olsa da, akşamın gölgeleri çoktan avluya sokulmuştu.

Tam eve girip Florinda’yı arayacaktım ki doğaüstü bir kahkaha yankılandı avluda; gece boyunca duyduğum aynı kahkahaydı bu.

Bekleyip dinledim. Çevremdeki sessizlik tedirgin ediciydi. Hiçbir şey cıvıldamıyordu; hiçbir şey vızıldamıyordu; hiç­ bir şey hareket etmiyordu. Ortalık çok dingin olsa da, yine de arkamda gölge gibi sessiz, gürültüsüz ayak seslerini hissedebiliyordum.

Arkama döndüm. Avlunun en ucunda, çiçek açan bougainvilleaların arasına gizlenmiş, birinin tahta bir sırada oturduğunu gördüm. Sırtı bana dönüktü, ama hemen tanıdım onu. “Zuleica?” diye fısıldadım tereddütle, sesimin onu korkutup kaçıracağından korkarak.

“Seni tekrar gördüğüme çok sevindim,” dedi yanına oturmam için işaret ederek.

Çöl havasının canlılığıyla titreşen, boğuk, net sesi bedeninden değil de uzaklardan geliyor gibiydi. Ona sarılmak istedim, ama yapmadım. Zuleica dokunulmaktan hiç hoşlanmazdı, onun için sadece yanına oturdum, benim de onu tekrar gördüğüme çok sevindiğimi söyledim. Elimi küçük, narin ellerinin arasına alınca çok şaşırdım. O güzel, bakırımsı-pembe, soluk yüzünde garip bir anlamsızlık vardı. Bütün bir yaşam inanılmaz gözlerinde yoğunlaşmıştı: ne siyah ne kahverengi, garip bir şekilde ikisinin arası bir renkte ve tuhaf bir şekilde berraklıktaki gözlerini uzun bir süre üstüme dikti.

“Ne zaman geldin buraya?” diye sordum.

“Tam şu anda,” diye cevap verdi, dudakları meleğimsi bir gülümseyişle kıvrılarak.

“Nasıl geldin buraya? Florinda da seninle mi geldi?”

“Biliyorsun,” dedi belli belirsiz bir şekilde, “kadın büyücüler fark edilmeden gelir giderler. Hiç kimse bir kadına dikkat etmez, özellikle yaşlıysa. Öte yandan genç, güzel bir kadın herkesin dikkatini çeker. Eğer güzelse kadın büyücülerin her zaman kılığını değiştirip saklanmaları gerekmesinin nedeni bu. Eğer orta karar gösterişsizlerse endişelenecek bir şeyleri yoktur.”

Zuleica birden omzuma hafifçe vurunca titredim. Sanki şüphelerimi gideriyormuş gibi ellerimi sıkıca tuttu, sonra gözlerini sakin ve keskin bir şekilde üstüme dikerek, “Büyücülerin dünyasında olmak için muhteşem bir şekilde rüya görmek gerekir,” dedi. Bakışlarını çevirdi. Uzaktaki dağların üstünde, neredeyse tam bir dolunay asılıydı. “Çoğu insan ne rüya görecek kadar zeki ve anlayışlı ne de yüce ruhludur. Onlar dünyayı sıradan ve tekdüze olarak görmeden edemezler. Ve neden biliyor musun?” diye sordu keskin bakışlarını üstüme dikerek. “Çünkü eğer bundan kaçınmak için mücadele etmezlerse, dünya gerçekten sıradan ve tekdüzedir. Çoğu insan kendileriyle öylesine ilgilidirler ki, ahmaklaşırlar. Ahmakların sıradanlıktan ve tekdüzelikten kaçınmak için mücadele etme arzuları hiç yoktur.”

Sıradan kalkarak sandaletlerini ayağına geçirdi. Uzun eteğinin yere sürünmemesi için şalını beline bağladı ve avlunun ortasına doğru yürüdü. Daha o başlamadan ne yapacağını biliyordum. Fırıl fırıl dönecekti. Kozmik enerji toplamak için bir dans yapacaktı. Kadın büyücüler bedenlerini hareket ettirerek, rüya görmek için gerekli gücü elde edebileceklerine inanıyorlardı.

Çenesini belli belirsiz devindirerek onu izlememi ve hareketlerini taklit etmemi imledi. Koyu kahverengi Meksika çinileri ve kahverengi tuğlalar üzerinde kaymaya başladı. Bu tuğlaları Isidoro Baltazar eski bir Toltec modeli şeklinde, çağlar boyunca rüya görücülerini ve büyücü kuşaklarını giz ağlarında ve erk hünerlerinde tutan bir büyücü motifi halinde döşemişti— Isidoro Baltazar'ın efsanenin ve rüyanın gerçekliğe dönüşmesini dileyerek bütün kuvvetiyle, içine ve çevresine bütün niyetiyle kendisini koyduğu bir motifti bu.

Zuleica genç bir dansçının çevikliği ve kararlılığıyla hareket ediyordu. Hareketleri basitti, ama öyle bir hız, denge ve konsantrasyon gerektiriyordu ki beni tüketti. Tuhaf bir çeviklik ve süratle döne döne benden uzaklaştı. Bir an, sanki onu izlediğimden emin olmak için, ağaçların gölgelerinin arasında duraksadı. Sonra evin arkasındaki araziyi çevreleyen duvarın içine oyulmuş kemerli girişe doğru yöneldi. Duvarın dış tarafında büyüyen ve gür çalıların arasından küçük eve doğru giden patikanın her iki yanında iki nöbetçi gibi duran portakal ağaçlarının yanında bir an durakladı.

Onu gözden kaçırmaktan korkarak karanlık, dar yoldan hızla koştum. Sonra, merak ve heves içinde, onu evin içine, ta arka odaya kadar izledim. Işığı yakmak yerine, çatı kirişlerinden birinde asılı duran bir gaz lambasını yaktı; gaz lambası bütün etrafımıza titrek bir parıltı yaydı, ama odanın köşeleri gölgede kaldı. Odadaki tek eşya olan ve pencerenin altında duran sandığın önünde diz çökerek bir yaygı ile battaniye çıkarttı.

Yaygıyı çini zemine sererek, yavaşça, “Karnının üstüne uzan,” dedi.

Derin bir iç çektim ve yüzükoyun yaygının üstüne yatarken hoş bir güçsüzlük duygusuna bıraktım kendimi. Bedenime bir barış, bir huzur duygusu yayıldı. Zuleica'nın ellerini sırtımda hissettim; bana masaj yapıyor, hafifçe sırtıma vuruyordu.

Sık sık küçük eve gelmiş olsam da, hâlâ kaç odası olduğunu ya da nasıl döşendiğini bilmiyordum. Florinda bana bir defasında bu evin, serüvenlerinin merkezi olduğunu söylemişti. Eski nagual ve büyücülerinin sihirli ağlarını orada ördüğünü anlatmıştı. Büyücüler alışıldığı üzere bilinmeyene, karanlığa ve ışığa daldıkları zaman, görünmez ve esnek bir örümcek ağı gibi tutuyordu onları bu ev.

Bu evin bir simge olduğunu söylemişti. Kendi grubundan büyücüler rüya görme yoluyla bilinmeyene daldıkları zaman bu evin içinde ve hatta civarında bile olmak zorunda değillerdi. Gittikleri her yerde bu evin ruh halini, duygusunu kalplerinde taşıyorlardı. Ve her biri için ne anlama gelirse gelsin, bu duygu ve ruh durumu, her günkü dünyayı hayret ve zevkle karşılamaları için onlara kuvvet veriyordu.

Zuleica sertçe omzuma vurunca ürktüm. “Sırt üstü dön,” diye buyurdu.

Döndüm.

Öne eğilirken yüzünden enerji ve bir amaç duygusu yayılıyordu. “Efsaneler olağanüstü rüya görücülerin rüyalarıdır,” dedi. “Bunları sürdürmek için büyük bir cesarete ve konsantrasyona ihtiyacın var. Hepsinden öte, büyük bir hayal gücüne ihtiyacın var. Saklaman için sana devredilmiş olan bir efsaneyi yaşıyorsun sen.”

Adeta hürmetkâr bir ses tonuyla konuşuyordu. “Eğer kusursuz değilsen bu efsanenin alıcısı olamazsın. Eğer kusursuz değilsen efsane senden uzaklaşıverir.”

Bütün bunları anladığımı söylemek için ağzımı açtım, ama gözlerindeki sertliği gördüm. Benimle karşılıklı konuşmak için bulunmuyordu orada.

Dışarıdaki duvara sürten dalların tekdüze sesleri kesildi ve işitmekten çok hissettiğim, nabız gibi atan bir ses, havada­ ki bir çarpıntı haline dönüştü. Tam uykuya dalmak üzereydim ki Zuleica tekrar tekrar gördüğüm o rüyanın komutlarını izlemem gerektiğini söyledi.

Korkmuş bir halde yerimden doğrulmaya çalışarak, “O rüyayı gördüğümü sen nereden biliyorsun?” diye sordum.

“Birbirimizin rüyalarını paylaştığımızı hatırlamıyor musun?” diye fısıldadı, beni tekrar yere iterek. “Sana rüyaları getiren benim.”

“Sadece bir rüyaydı o, Zuleica.” Sesim titriyordu, çünkü ağlamak için çaresiz bir arzuya kapılmıştım. Onun sadece bir rüya olmadığını biliyordum, ama bana yalan söylemesini istiyordum. Başını iki yana sallayarak bana baktı. “Hayır. Sadece bir rüya değildi,” dedi usulca. “O bir büyücü rüyasıydı, bir imgeydi o.”

“Ne yapmam gerekiyor?”

“Rüya sana ne yapacağını söylemedi mi?” diye sordu meydan okuyan bir ses tonuyla. “Florinda söylemedi mi?” Yüzünde anlaşılmaz bir ifadeyle beni izliyordu. Sonra gülümsedi, çocuksu, utangaç bir gülümsemeydi bu. “Isidoro Baltazar'ın ardından koşamayacağını anlaman gerek. O artık dünyada değil. Artık ona verebileceğin ya da onun için yapabileceğin hiçbir şey yok. Naguala bir kişi olarak değil, ancak efsanevi bir varlık olarak katılabilirsin.” Yumuşak, ama buyurgan bir ses tonuyla, benim bir efsane yaşadığımı tekrarladı. “Büyücülerin dünyası, her günkü dünyadan rüyalardan ve vaatlerden oluşan bilinmez bir engelle ayrılan efsanevi bir dünyadır.

“Ancak nagual rüya görücüleri tarafından ayakta tutulur ve desteklenirse, onları başka yaşanabilir dünyalara, özgürlük kuşunu ayartıp çıkartabileceği dünyalara götürebilir.” Isidoro Baltazar'ın gereksindiği desteğin dünyevi duygular ve eylemler değil, rüya görme enerjisi olduğunu eklerken sözleri odanın gölgelerinde silikleşti.

Uzun bir sessizlikten sonra tekrar konuşmaya başladı. “Isidoro Baltazar kadar eski nagualın da, sırf mevcudiyetleri ile, kendi büyücüleri olsun ya da sadece yanında bulunanlar olsun, etrafındakileri nasıl etkilediklerine, onların dünyanın, hiçbir koşul altında hiçbir şeyin muhakkak addedilemeyeceği bir giz olduğunun farkına varmalarını nasıl sağladıklarına tanık oldun.”

Onaylayarak başımı salladım.

Uzun zaman, nagualların, sırf mevcudiyetleriyle, nasıl böyle bir fark yaratabildiklerini anlamak için uğraşıp durmuştum. Sonsuz bir içsel gözlemden ve fikirleri birbiriyle kıyaslayarak dikkatli bir inceleme yaptıktan sonra, nagualların etkilerinin dünyevi ilgilerle alakalarını kesmelerinden kaynaklandığı sonucuna varmıştım. Günlük dünyamızda da, dünyevi ilgileri geride bırakan kadın ve erkek örnekleri vardı. Onlara mistikler, azizler, din insanları diyorduk. Ama naguallar ne mistik, ne azizdi, ve kesinkes din adamları değillerdi. Naguallar en ufak dünyevi ilgisi olmayan dünyevi insanlardı.

Bilinçaltı bir seviyede, çevresindekiler üstünde en büyük etkiyi bu çelişki yapıyordu. Bir nagualın çevresinde bulunanların zihinleri onları neyin etkilediğini kavrayamıyordu, gene de bu etkiyi bedenlerinde tuhaf bir kaygı, kopup serbest kalmak için duydukları bir dürtü ya da sanki bir yerlerde deneyüstü bir şey oluyor da ona ulaşamıyorlarmış gibi bir yetersizlik duygusu şeklinde hissediyorlardı.

Ama nagualların içlerindeki bu başkalarını etkileme kapasiteleri sadece dünyevi ilgilerden yoksun olmalarına ya da kişiliklerinin gücüne değil, daha ziyade kınanamaz davranışlarının gücüne bağlıydı. Naguallar o sonu gelmeyen yollarına konan— dünyevi ya da dünyevi olmayan— tuzakları umursamaksızın, duygu ve eylemlerinde kusursuz idiler. Naguallar, kınanamaz davranışlarda bulunmaları için atanmış olan kural ve nizamları izlemiyorlardı, zira böyle kurallar ve nizamlar yoktu. Daha çok, eylemlerini akıcı kılmak için, her ne gerekiyorsa ona uymak ya da onu benimsemek için hayal güçlerini kullanıyorlardı.

Naguallar, sıradan insanların tersine, yaptıkları şeyler için, kendi büyücüleri de dahil hiç kimseden onay, saygı, övgü ya da herhangi bir tür takdir beklemiyorlardı. Bütün bekledikleri kendi kusursuzluk, masumiyet, doğruluk duygularıydı.

Bir nagualın eşliğini alışkanlık haline getiren de buydu. İnsan bir uyuşturucuya bağlanır gibi onun özgürlüğüne bağlanıyordu. Bir nagual için dünya her zaman yepyeniydi. Onun eşliğinde insan dünyaya sanki daha önce hiç olmamış gibi bakmaya başlıyordu.

“Çünkü naguallar kendi-yansılarının aynasını kırdılar,” dedi Zuleica, sanki düşüncelerimin akışını izlemiş gibi. “Naguallar kendilerini, sadece bilinmeyeni yansıtan sis aynasında görebilirler. Artık bizim sürekli yinelemeyle ifade bulan normal insanlığımızı yansıtmayan, fakat sonsuzluğun yüzünü açığa vuran bir aynadır bu.

“Büyücüler, kendi-yansısının yüzüyle sonsuzluğun yüzü birbirine karışıp birleşince bir nagualın gerçekliğin sınırlarını kırıp, sanki katı maddeden yapılmamış gibi ortadan kaybolmak için tümüyle hazır olduğuna inanıyorlar. Isidoro Baltazar uzun bir süredir hazırdı.”

“Beni arkada bırakamaz!” diye bağırdım. “Hiç adil değil bu.”

“Adalet ve adaletsizlik anlamında düşünmek basbayağı aptallık,” dedi Zuleica. “Büyücülerin dünyasında sadece erk vardır. Hepimiz sana bunu öğretmedik mi?”

“Öğrendiğim pek çok şey var,” dedim karamsar bir tavırla. Birkaç dakika sonra, alçak sesle ekledim, “Ama şu anda hiçbir değeri yok bunların.”

“En çok şimdi değerleri var,” diye karşı koydu. “Eğer bir tek şey öğrendiysen, o da savaşçıların erklerini en sıkıntılı anlarında yola devam etmek için topladıklarıdır. Bir savaşçı umutsuzluğa yenilmez.”

“Öğrendiğim ve yaşadığım hiçbir şey üzüntümü ve umutsuzluğumu yatıştıramıyor,” dedim usulca. “Dadımdan öğrendiğim ilahileri bile denedim. Florinda bana güldü. O benim bir budala olduğumu düşünüyor.”

“Florinda haklı,” dedi Zuleica. “Bizim sihirli dünyamızın şarkılarla, büyülerle, ayinlerle ve acayip davranışlarla hiçbir ilgisi yok. Bu dünyaya katılanların yoğun arzularıyla, bir rüya olan bizim bu sihirli dünyamızın var olması istendi. Bu dünya an be an büyücülerin dirençli istençleriyle bozulmadan tutulur. Her günkü dünyanın herkesin dirençli istenciyle bir arada tutulduğu gibi.”

Birdenbire durdu, kendisini söylemek istemediği bir düşüncenin ortasında yakalamış gibi görünüyordu. Sonra gülümsedi. Çaresizmiş gibi gülünç bir hareket yaparak, “Bizim rüyamızı görmek için ölü olman gerek,” diye ekledi.

“Şimdi, tam burada düşüp ölmem mi gerekiyor yani?” diye sordum, giderek boğuklaşan bir sesle. “Hemen şu anda buna hazır olduğumu biliyorsun.”

Zuleica'nın yüzü parıldayarak sanki müthiş bir şaka yapmışım gibi güldü. Olabildiğince ciddi olduğumu görünce, aceleyle, “Hayır, hayır. Ölmek, elindeki bütün değerlerden vazgeçmek, olduğun her şeyi, sahip olduğun her şeyi bırakmak demektir.”

“Yeni bir şey değil ki bu,” dedim. “Sizin dünyanıza katıldığım anda yaptım bunu.”

“Besbelli yapmamışsın. Aksi halde böyle bir karmaşada olmazdın. Büyücülüğün talep ettiği şekilde ölmüş olsaydın, şimdi hiç ıstırap çekmezdin.”

“Ne hissederdim o zaman?”

“Görev! Amaç!”

“Istırabımın amaç duygumla hiçbir ilgisi yok,” diye bağırdım. “Bu ayrı, bağımsız bir duygu. Yaşıyorum, üzüntü ve sevgi duyuyorum. Bundan nasıl kaçınabilirim ki?”

“Bundan kaçınman değil,” diye açıkladı Zuleica, “bunu yenmen bekleniyor. Eğer savaşçılar hiçbir şeye sahip değillerse, hiçbir şey hissetmezler.”

“Nasıl boş bir dünya ki bu?” diye sordum küstahça.

“Boş olan düşkünlük dünyasıdır, çünkü düşkünlük, düşkünlük dışındaki her şeyi dışlar.” Söylediklerine katılmamı bekliyormuş gibi hevesle gözlerini bana dikti. “Yani aksak bir dünya bu. Sıkıcı ve tekdüze. Büyücüler için düşkünlüğün panzehiri ölmektir. Ve sadece bunu düşünmekle kalmazlar, yaparlar da.”

Sırtımdan soğuk bir ürperti yükseldi. Yutkundum ve pencereden parlayan ayın muhteşem görüntüsüne bakarak sustum. “Ne söylediğini gerçekten anlamıyorum, Zuleica.”

“Beni mükemmel anlıyorsun,” diye sürdürdü. “Benimle karşılaştığın zaman başladı senin rüyan. Şimdi başka bir rüyanın zamanı. Ama bu defa ölü rüya gör. Senin hatan canlı rüya görmekti.”

“Bu ne demek?” diye sordum yerimde kıpırdanarak. “Bana bilmecelerle eziyet etme. Sen kendin sadece erkek büyücülerin kendilerini bilmecelerle delirttiğini söylemiştin bana. Şimdi sen de bana aynısını yapıyorsun.”

Zuleica'nın kahkahası duvardan duvara yankılandı. Rüzgârın sürüklediği kuru yapraklar gibi hışırdıyordu kahkahası. “Canlı rüya görmek, umudu olmak anlamına gelir. Yaşamını kurtarmak için rüyana tutunuyorsun demektir bu. Ölü rüya görmek, umudun olmadan rüya görüyorsun demektir. Rüyana tutunmadan rüya görürsün.”

Konuşabileceğime güvenemediğim için, bütün yapabildiğim sadece başımı sallamak oldu.

Florinda özgürlüğün, insanın kendisine dair hiçbir ilgisinin olmaması, içimizdeki hapsolmuş enerji çözülünce erişilen bir ilgisizlik olduğunu söylemişti bana. Bu enerjinin ancak kendimize ilişkin, önemimize ilişkin—ki alay edilmemesi ya da tecavüz edilmemesi gerektiğini hissettiğimiz bir önemdir bu— sahip olduğumuz o yüceltilmiş kavramı durdurabildiğimiz zaman özgür kaldığını anlatmıştı bana.

“Özgürlüğün bedeli çok yüksektir,” diye ekledi Zuleica, sesi netti, ama uzak bir mesafeden geliyormuş gibiydi.

“Özgürlüğe ancak umut olmadan rüya görmekle, her şeyi, hatta rüyayı bile kaybetmeye razı olmakla ulaşılabilir.

“Kimilerimiz için umut olmadan rüya görmek, kafasında hiçbir hedef olmadan mücadele etmek özgürlük kuşundan geri kalmamak için tek yoldur.”



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön