O akşam Carlos, algının kimi ayırt edici özelliklerinden bahsetti bizlere. İnsanoğlunun gökyüzünü mavi renk görme özelliğinin dinazorlardan miras kaldığını anlattı.
“Buna karşın,” diye açıkladı, “ebeveynlerimiz olan primatlar gökyüzünü sarı renk görüyorlardı.”
Birisinin sorusunu yanıtlarken, yaşadığımız dünyayı bir "yorumlama birimleri yığışımı" olarak tanımladı. Görünüşe göre, dünyanın bu tanımı dinleyicilere karanlık geliyordu, Carlos açıkladı:
“İnsanoğlu primatlar grubuna aittir. Onun büyük şansı, analiz ve dikkat kapasitesinden dolayı, bilincin benzersiz anlatımlarına ulaşabilmiş olmasıdır. Bununla beraber, saf algı daima bizim yorumlama tarzımızla etkileşir. Böylece gerçekliğimiz, kolay anlaşılır açıklamalarımızın şeklini alır.
Büyücülerin amacı, insan için olası her şeyi algılamaktır. Mademki biyolojik halimizden çıkamıyoruz, öyleyse mükemmel maymunlar olalım! Anlayışımızı yetkinleştirmek için sahip olduğumuz tek şey dikkat yoludur,” diye ekledi Carlos.
Aynı gece Carlos'la konuşma fırsatı buldum ve açıklamalarındaki önemli noktaları ayrıntılandırmasını istedim. Bana, biyolojik koşullarımız nedeniyle hepimizin algı birimleri gibi işlediğimizi ve bunun bizde bir dikkat mucizesini, algının bağdaşıklaştırılmasının gerçekleştirilmesini olanaklı kıldığını söyledi.
“‘Algı birimleri’ ne anlama geliyor?”
“Bunun anlamı, özerk varlıklar olmamızdan dolayı, algımızda özerk olmalıydı. Ne var ki bu böyle değil, çünkü hemcinslerimiz ile uzlaşırken, hepimiz aynı şeyi algılıyoruz. Bu sıra dışı maharetlilik, hayatta kalmak amacıyla istençli bir mutabakata sahip olmakla başlamış, kendi kolay anlaşılır açıklamalarımıza bağlanmamızla sonuçlanmış.”
Carlos, Kartal’ın yayılımlarının kabarışının mütemadiyen yeni ve şaşırtıcı olduğunu, ama bizim bunu göremediğimizi zira gerçek dünyanın üç adım ötesinde yaşadığımızı söyledi. Üç adım; doğuştan duyarlığımız, biyolojik yorumlamamız ve toplumsal uzlaşımızdı.
“Bu üç adım simültane değildir, ama onların çabukluğu bizim bilinçlice belirleyebileceklerimizin hepsine üstündür; bu yüzden algıladığımız dünyayı gerçek sayıyoruz.”
Bana bir örnek vermesini istedim. Carlos:
“Bir an için, Kartal'ın bir grup yayılımına tanık olduğunu hayal et. Sen bunları kendiliğinden bir biçimde hareket, ses, ışık vs. gibi özellikli duyumsal şeylere dönüştürürsün. Daha sonra bu olup biteni anlamlandırmaya zorunlu olan bellek işe karışır ve onu tanırsın; örneğin bir insan olarak. Ve nihayetinde, toplumsal envanterin onu sınıflandırıp tanıdığın herkesle karşılaştırır; bu sınıflandırma senin ona bir kimlik biçmene izin verecektir. İşte şimdiden anlatılması olanaksız gerçek olgusunun çok uzağındasındır, çünkü o yegânedir.
Gördüğümüz her şey ile aynı şey olur. Don Juan'ın dediği gibi bizim anlayışımız, kaymağını alma ya da filtreleme gibi uzun bir işlemin sonucudur. Her şeyin kaymağını alıyoruz ve bu tarzda dünyayı kendi etrafımızda döner hale getiriyoruz, dolayısıyla çok az özgün kalıyoruz. Bu durum, en iyi koşullarda yaşamamıza, yardım etse de, bizi kendi yaratımlarımızın kölesi ve önceden tahmin edilebilir kılıyor.
Birleşim noktamızı bağdaşıklaştırdığımızda, sadece dünya önyargımıza ters gelmeyen şeyleri algılamaya cesaret ediyoruz. Tüm yaptıkları bir modeli takip etmek olan, bir yolu öğrendikten sonra, artık kendi özgürlüğünden faydalanamayan atlar gibiyiz. Bu bağdaşıklık haddinden fazla, dehşet verici. Bu durumda eksik bir şeyler olduğunu düşünsek fena olmaz!"
Carlos, her önyargının herhangi bir şeyi adlandırmak kolaylığı gibi bir şey olduğu kadar, aynı şekilde bunun bizde akli bir zinciri devam ettirdiğini zira bunun bizi yargı mekanizmaları yaratmaya zorladığını söyledi.
"Örneğin, 'Tanrı'ya inanıyorum' dediğin zaman gerçekte; 'Bana kimi fikirler anlatıldı ve ben onları onaylamayı seçtim; hatta şimdi bu fikirler için öldürebilirim' demektesindir. Bu nedenle, karar veren sen değilsin! Bu başka bir şeydir, sana yerleştirilmiş bir yargıdır.
İdeal olan, hayatını kendi deneyiminden yola çıkarak kendin belirlemendir. Eğer inancın seni ele geçiren bir şeyse, aman dikkat! Seni özgür kılmayan her şey seni köle kılar.
İnsani envanterin belirli bir yönü üzerine odaklanmanın iki etkisi vardır: Bu bizi bir alanda uzman kılar, ama aynı zamanda, daha şimdiden benliğimizi uyaran ve doyuran kimi fikir ve görüşleri ancak yanıtlayan enerji kanallarımızı fosilleştirir.
Bir savaşçı, ne yığınların tarzını takip etme lüksüne kaptırabilir kendini ne de gerici olmanın, zira onun özgürlüğü başka alternatiflerin sınanması anlamına gelir."
Başka alternatiflerden neyi kastettiğini sordum ama o, çoktan geciktiğini söyleyerek benim omzuma vurmakla yetindi.
"Bir başka gün devam edeceğiz."
••Bilinç Asalakları••
Bir sonraki konuşmamız ancak uzun yıllar sonra gerçekleşti Bu sırada — gayri resmi görüşmelerden birinde — Carlos, en ateşli tartışmaları tahrik edecek büsbütün yeni ve korkutucu bir kavrama dayanan bir konuyla geldi.
“insan,” dedi, “büyülü bir varlıktır. O evrende var olan milyonlarca başka bilinçle aynı biçimde uçma kapasitesine sahip. Bununla beraber tarihinin belirli bir anında, özgürlüğünü kaybetti. Bugün tini artık kendisininki değil, bir implantasyondur.”
Carlos insanoğlunun büyücülerin "uçucular” dediği, kendini asalaklığa vermiş kozmik bir antite grubuna rehin düştüğünü ifade etti. Bu konunun eski görücüler tarafından gizli tutulmuş olduğunu, ama bir yoradan dolayı, onu ifşa etmenin zamanının geldiğini anladığını söyledi. Yora, bir Hıristiyan Budist olan arkadaşı Tony’nin çekmiş olduğu bir fotoğraftı. Bu fotoğrafta, Teotihuacan piramitleri sit alanı üzerinde toplanmış bir insan kalabalığının üzerinde asılı duran, tehditkâr ve karanlık bir varlığın resmi net olarak görünüyordu.
“Böyle bir malumatın halkta uyandıracağı tüm şüphelere rağmen, topluluğumla beraber, toplumsal varlık sıfatıyla durumumuzun gerçeğinden sizi haberdar etme zamanının geldiği kararına vardık.”
İlk fırsatta, ’’uçucular” konusundan daha fazla bahsetmesini istedim, o zaman Don Juan dünyasının en ürkünç yanlarından birini anlattı: Bizim piliçleri kullandığımız gibi bizi kullanan, evrenin ücra köşelerinden gelmiş bu varlıkların tutsaklarıydık.
Carlos:
“Evrenin erişebildiğimiz bölümü, kökten farklı iki bilinç biçiminin kullanım alanıdır. Bitkiler, hayvanlar ve de insanoğlundan müteşekkil olanı, beyazımsı, genç ve enerji üretici bir bilinçtir. Diğeri ise son derece daha eski ve parazit, koca bir bilgi niceliğine sahip bir bilinç.
İnsanlardan ve bu yeryüzünde yaşayan diğer varlıklardan başka, evrende uçsuz bucaksız bir inorganik antiteler gamı var. Onlar aramızdalar ve belirli zamanlarda görünüyorlar. Onlara hayalet ya da görüntü diyoruz.
Görücülerin siyah renkli, dev büyüklükte uçan siluetler olarak betimlediği bu türlerden biri, bir gün kozmosun derinliğinden gelir ve gezegenimiz üzerindeki bir bilinç vahasıyla karşılaşır.
İnsanoğlunu 'sağmak’ta uzmanlaşırlar.”
"Bu korkunç!” diye bağırdım.
"Biliyorum, ama gerçek daha katıksız ve daha ürkütücü! İnsanların enerjisel yayılımlarının yükseklikleri ve düşüklükleri üzerine kendi kendine hiç soru sormadın mı? Bunlar kendi bilinç kotalarını toplamak için düzenli aralıklarla gelen asalaklar. Sadece hayatta kalmayı sürdürebilmemize yetecek kadarını bırakırlar bize ve bazen de bunu bile bırakmazlar,”
"Ne demek istiyorsunuz?”
"Bazen gereğinden fazlasını alırlar ve insan ağır hasta olur ve hatta bundan ölebilir.”
Duyduklarıma bir türlü inanamıyordum.
"Canlı birer lokma olduğumuzu mu söylemek istiyorsunuz?”
Carlos gülümsedi.
'“Peki, tamam, harfiyen bizi 'yemiyorlar', yaptıkları bir titreşim transferidir, Bilinç enerjidir ve onlar bizimle düzenlenebilirler. Doğaları gereği onlar durmadan açlık çekerler ve buna karşın biz ışık sızdırırız. Bu düzenlenmenin sonucu, bu enerji asalaklığı gibi tanımlanabilir.
"Ama bunu niçin yapıyorlar?"
"Çünkü kozmik planda, enerji çok güçlü bir dövizdir, onu her şeyle değiştiririz ve insanlar besin değeri açısından zengin, hayati öneme sahip bir türdür. Yaşayan her şey besinini bir başkasını yiyerek alır ve her zaman en güçlü olan kazanır. Kim demiş ki, insan besin zincirinin tepesindedir diye? Bu görüş tabii ki ancak insanoğlundan gelebilirdi. İnorganik varlıklar için bizler birer avız.”
Bizden daha bilinçli olsalar bile, asalaklığın böyle bir derecesine ulaşmış antiteleri kabul etmenin, bana akıl almaz geldiğini belirttim.
Carlos:
“Ama sen bir marul ya da bir biftek yediğinde ne yaptığını zannediyorsun? Hayat yiyorsun! Senin duyarlılığın ikiyüzlü. Kozmik asalaklar bizden ne daha az zalimdirler ne de daha fazla. Daha güçlü bir tür bir başka alt türü tüketirken, enerjisinin dönüşümüne yardım eder. Daha önce sana evrende sadece savaş olduğunu söylemiştim. İnsanoğulları arasındaki çarpışmalar sadece bunun, dışarıda yaşananın bir yansımasıdır. Bir türün tüketecek bir başka türü araması normaldir. Bir savaşçı bu meseleye gereksiz yere ağlayıp sızlamaz, hayatta kalmaya çabalar.”
“Peki, ama, onlar bizi nasıl tüketiyorlar?”
“İçsel söyleşimizin hiç durmadan neden olduğu heyecanlarımız sırasında. Onlar sosyal bir ortam düzenlemişlerdir, öyle ki biteviye derhal emilen coşku dalgaları yaymaktayız. Bilhassa ego ataklarını severler; onlar için lezzetli bir lokmadır bunlar. Bu tür heyecanlar, onların bulunduğu ve bu heyecanları hazmetmeyi öğrendikleri evrenin herhangi bir köşesindekilerle benzerdir.
Bazıları bizi şehvet düşkünlüğümüz, korkumuz ya da öfkemiz ile tüketir; bir başkası daha zarif duyguları tercih eder, aşk ve şefkat gibi. Ama hepsi aynı şeyle ilgilidir. Onların normal saldırı güzergâhı, enerjimizin en büyük bölümünü depoladığımız yerlerdir; kafa, kalp ya da karın."
"Hayvanlara da saldırıyorlar mı?"
"Bu varlıklar uygun olan her şeyi kullanırlar, ama onlar düzenli bilinci tercih ederler. Dikkatlerinin çok fazla sabit olmadığı bölümlerde bitkileri ve hayvanları drenajlarlar. Onlar inorganik varlıkların büyük kısmına da saldırırlar, tabi onları görüp de bizim sivrisineklere yaptığımız gibi onları başından savanlar hariç. Onların tuzağına tamamen düşen sadece insanoğludur."
"Tüm bu olup bitenler, bizler farkına varmaksızın nasıl mümkün oluyor?"
"Çünkü bu varlıklarla yaptığımız değiş tokuşu, genetik bir koşul söz konusuymuşçasına miras alırız ve bu bize doğal gelir. Biri doğduğunda, farkına bile varmaksızın annesi onu bir besin gibi sunar, zira onun tini de kontrol altındadır. Çocuğu vaftiz etmek, bir anlaşmaya imza atmak gibidir. Bu andan itibaren annesi, kabul edilebilir davranış biçimlerini tekrarlayarak onun kafasına sokmaya çabalar; onu evcilleştirir, onun savaşçı yanlarını budar ve onu uysal bir koyuna çevirir.
Bir çocuk bu dayatmayı reddetmek için kâfi derecede enerjiye sahip olduğunda ki bu savaşçı yoluna girmek için yeterli değildir, çocuk ya bir asi olur ya da bir suçlu. ‘Uçucuların’ avantajı, bilinç seviyelerimiz arasındaki farktan ileri gelir. Bu antiteler fazla büyük ve güçlüdürler; onlar hakkında sahip olduğumuz fikir, bir karıncanın bir insanoğlu hakkında sahip olabileceğine
eşdeğerdir.
Bununla beraber varlıkları acı vericidir ve farklı biçimlerde ölçülebilirler. Örneğin, ussallık ya da güvensizlik saldırılarıyla karşılaştığımızda ya da kendi kararlarımızın tecavüzüne tutulduğumuzda. Deliler onları çok kolay biçimde ortaya çıkarabilirler, aslında gereğinden kolay bulurlar, çünkü paranoya yaratan bu varlıkların, kendi omuzlarına nasıl konduklarını fiziksel olarak hissederler. İntihar ‘uçucuların’ damgasıdır, zira onların tini potansiyel katildir.”
“Bir değiş tokuşun söz konusu olduğunu söylediniz, ama böylesi bir yağmadan biz ne kazanıyoruz ki?”
"‘Uçucular’ enerjimize karşılık bize zihnimizi, bağlılıklarımızı ve egomuzu vermişlerdir. Onlar açısından bizler birer köle değiliz, ama bir tür ücretli işçiyiz. Bu ayrıcalıkları ilkel bir türe uyumlu kılmış ve ona düşünme yeteneği vermişlerdir, bizi bununla evrilttiler, aslında uygarlaştırdılar. Bunlarsız, ya hâlâ mağaralarda saklanıyor ya da ağaçların tepesinde yuva yapıyor olacaktık.
‘Uçucular’ bizi gelenek ve âdetlerimiz içinde kontrol ederler. Dinin efendileri, tarihin yaratıcıları onlardır. Onların sesini radyodan dinliyor ve fikirlerini gazetelerden okuyoruz. Onlar bütün ortalama bilgi ve inanç sistemlerimizi yönetiyorlar. Onların stratejisi muhteşemdir. Örneğin, bir gün aşktan ve özgürlükten konuşan namuslu bir adam vardır; onu kendi kendine acıyan ve köle ruhlu bir adama dönüştürürler. Onlar bunu herkese yaparlar, hatta naguallara bile. Bundan dolayı bir büyücünün çalışması münzevidir.
‘Uçucular’ bin yıllar boyunca bizi toplumsallaştırmak için planlar tasarladılar. Bir dönem öyle yüzsüzleştiler ki, halka bile gözüktükler ve insanlar onları taşlara resmetti. Karanlık zamanlardı, her yer onlardan kaynıyordu. Ama günümüzde onların stratejisi öylesine kurnaz bir hâl aldı ki, artık onların varlıklarından bile bihaberiz.
Geçmişte, saflığımızdan faydalanarak bizi ellerinde tutuyorlardı, bugün ise maddecilikle bunu başarıyorlar. Artık kendisine dair düşünmeyen modern insanın ihtirasının sorumlusu onlardır;
bir kişinin sessizliğe ne kadar tahammül edebileceğini gözlemle yeter!”
"Niçin stratejilerini değiştirdiler?"
“Çünkü onlar şimdi büyük bir riskle karşı karşıyalar. İnsanlık durmaksızın ve hızlı bir şekilde iletişimde ve bilgi herkese ulaşabilir. Ya her türden telkinle bizi gece gündüz bombardımana tutup kafamızı dolduracaklar, ya da birileri olup biteni anlamaya başlayacak ve diğerlerini uyaracak.”
“Bu antiteleri geri püskürtmeyi başarsaydık ne olurdu?”
“Bütün hayatiyetimizi bir haftada tekrar ele geçirir ve yeniden parlıyor olurduk! Ama sıradan insanlar olarak, bu olanağı tahayyül edemiyoruz, çünkü bu bizim toplumsal kabul gören her şeyin aksine hareket etmemiz anlamına geliyor. Neyse ki gerçekten, büyücüler baş edilmez bir silaha sahipler: Disiplin.
İnorganik varlıklarla karşılaşma tedricîdir. Başlangıçta dikkatimizi çekmezler. Fakat bir çömez onları önce rüyalarında görmeye başlar, sonra uyanık durumda. Eğer bir savaşçı gibi yaşamayı öğrenmediyse, bu onu delirtebilecek bir şeydir. Bunu anladıktan sonra, onları cesaretle karşılayabilir. Büyücüler enerji avcıları olarak yabancı tinleri yönlendirirler. Bu amaçla topluluğumdakilerle, bizi ‘uçucular’ın tininden kurtarma marifeti olan tensegriti alıştırmalarını düzenledik.
Bundan dolayı, büyücüler fırsatçıdır. Bu asalakların kendilerine verdikleri dürtüden faydalanırlar ve onlara: ‘Her şey için teşekkürler, elveda! Yaptığınız anlaşma atalarımızlaydı, benimle değildi’ derler. Hayatlarını özetleyerek, kelimenin tam anlamıyla ekmeği asalağın ağzından alırlar. Bu, ürün iadesinde paranızın size iade edileceği söylenmiş bir mağazaya aldığınız ürünü iade etmeye gitmek gibidir! İnorganik varlıklar bunu sevmezler, fakat yapabilecekleri bir şey yoktur.
Bizim avantajımız yeri doldurulabilir olmamızdır, her taraf besin dolu! Bu, kendi dikkatimiz içinde bu varlıklar için lezzetli birer varlık olmayı kestiğimiz böyle şartları yaratma disiplininden başka bir şey olmayan, tamamen bir alarmda olma durumudur. Bu durumda, bizi huzur içinde bırakarak çekip giderler.”
••Zihinselliği Kaybetmek••
Bir başka sohbet sırasında Carlos, aklın yabancı tinin bir alt ürünü olduğunu ve ona güvenmememiz gerektiğini açıkladı. Benim zihinsel yapımdaki bir kişi için, bunu kabul etmek oldukça zordu.
Bu noktayı sorguladığımda, büyücülerin itirazının, yargılara ulaşmak için akıl yürütme kapasitesine değil, onun biricik alternatifmiş gibi hayatımıza empoze edilme tarzına olduğunu açıkladı:
“Ussallık sağlam bir blok gibi bizi bize açıklar ve biz de en büyük değeri ‘Gerçek’mişçesine kavramlara vermeye başlarız. Alışılmamış durumlarla karşı karşıya geldiğimizde, büyücülerin aleyhinde konuşanlar gibi, kendi kendimize: ‘Bu akla uygun değil!’ deriz; sanki söylenebilecek her şeyi söylemişiz gibi. Zihinsel dünyamız diktatoryal fakat kırılgandır da. Birkaç yıllık kesintisiz bir kullanım sonrası, kendisi öyle ağırlaşır ki, ‘Bu akla uygun değil!’ cümlesi, devam edebilmek adına hareketsiz kalmanın klişesi olur.
Bir savaşçı yeni şeylere yer açmak amacıyla, kendisine zerk edilmiş dünya betimlemesini parçalamak için mücadele eder. Onun savaşı benliğe karşıdır. Bu amaçla, hiç durmaksızın kendi potansiyelinin bilincinde olmaya çabalar. Algı muhtevası birleşim noktasının konumuna bağlı olduğundan, bir savaşçı bu noktanın sabitliğini sarsacak bütün güçlerini elde etmeye çalışır. Kurgularındaki bir külte teslim olmak yerine, büyücü yolunun belirli ilkelerini dikkate alır.
Bu ilkeler öncelikle, ancak yüksek bir enerji seviyesinin bizim dünyayla uygun biçimde karşılaşmamıza imkân verebileceğini belirtir: İkinci olarak, ussallığın akıl konumu üzerindeki birleşim noktası sabitlenmesinin bir neticesi olduğunu ve bu noktanın içsel sessizliğe ulaştığımız zaman yer değiştirdiğini; üçüncü olarak, mantıklılık kadar kullanışlı başka noktaların da ışıklı alanımızda var olduğunu; dördüncü olarak, aklın ikiz merkeziyle - sessiz bilinç - müteşekkil olduğu bir görüşe erişmeyi başardığımızda, hakikat ve yalan kavramlarının fiili etkinliğinin kesildiğini ve insanın gerçek ikileminin enerji sahibi olmak ya da olmamak olduğunun aşikarlaştığını belirtir.
Büyücüler, sıradan insanlardan farklı bir tarzda akıl yürütürler. Onlar için dikkate demir atmak akılsızlıktır ve onu akmaya bırakmak aklıselim olmaktır. Onlar birleşim noktasının alışılmamış bölgelerdeki sabitlenmesine görmek adını verirler. Bilge olmak gereklidir ve ussallığın her zaman bilgelik olmadığını da keşfetmişlerdir. Bilge olmak iradi bir eylemdir, hâlbuki akılcı olmak sadece kolektif bir mutabakat üzerinde dikkatimizin sabitlenmesidir.”
Carlos'un sözünü kestim:
“Yani büyücüler akla karşı mıdırlar?”
“Bunu sana daha önce söylemiştim: Onlar aklın diktatoryasına karşı. Akıl merkezinin bizi çok uzağa götürebileceğini bilirler. Ayrıca mutlak akıl acımasızdır, o yarı yolda durmaz; bundan dolayı insanların ondan ödü patlar. Bükülmezlikle kendi üstümüzde odaklanmaya muktedir olduğumuzda, bu, kusursuz olmak yükümlülüğünü doğurur, çünkü kusursuz olmak makul olmamaktır. İşleri kusursuzlukla yapmak, insani açıdan olanaklı olan her şeyi ve daha fazlasını yapmaktır. Böylelikle, akıl da birleşim noktasının hareketine yol açar.
Savaşçı yolunun temel ilkeleriyle hareket etmek için, açık bir amaca, görevini kabul etmeye ve bükülmez bir niyete ihtiyacın var. Eğer çevrene bakarsan, göreceksin ki makul insanların büyük kısmı bu noktada değildirler, bu noktanın dışında kalırlar.”
“Niçin?”
“Enerji eksikliği yüzünden. Delikleri onların gerçekten nesnel olmalarını engeller. Dikkatleri tahterevalli gibi sallanır, neticede algıları melez ve müphemdir. Kendi heyecanlarının insafında, ne saf aklın ne de soyutun eşiğini algılamaksızın, akıntı ortasında dümensiz bir sandal gibi sürüklenirler.
Akıl ile sessiz bilgi arasında dikkatinin akışkanlaşabilmesi amacıyla, modern bir savaşçının ihtiyacı daimi bir enerjisel artış halidir. Bu şekilde devinebilmek onu asla olmadığından daha bilge kılar, buradan ussal bir varlık çıkmasa da. Durduğu konum neresi olursa olsun, öteki taraf bakışını kaybetmez; böylece, görüşü perspektif ve derinlik kazanır. Büyücüler bu durumu ‘çift olmak' ya da ‘zihinselliği kaybetmek’ olarak adlandırırlar.
Sessiz bilgiye öğretmenlerimizin bize akla erişmeyi öğrettiği aynı tarzda erişebiliriz: Tümevarımla. Bu bir köprünün iki yanını egemenlik altına almak gibidir. Bir yandan aklı; ortak yorumlamanın, sağduyudan zihinsel meşguliyet alışkanlıklarına doğru dönüştüğü bir uzlaşılar ağı olarak görebilirsin. Öte yandan, sessiz bilgiyi, tam anlamıyla acımasızlık eşiğinin ötesine uzanan yaratıcı ve dipsiz bir karanlık olarak algılayabilirsin. Bu eşiği geçen eski büyücüler saf anlayışın kaynağına varmışlardır. Çift olmak,
kendi kendinle bir bağlantı gerçekleştirmek ve iki nokta arasında akmaktır. Bu somut olarak anlatılamaz bir şeydir, ama bir çömezin eğer yeter derecede bir enerji stoku varsa bu deneyimi hayli erken yaşar. O andan itibaren, akılla özgür bir varlık olarak ilişkilenmeyi öğrenir, diz çökmeksizin, boyun eğmeden. Böylece Don Juan'ın yeğinlik dediği şeyi, yani soyutu anlayan algısal bir blokta malumatı biriktirme kapasitesini edinir.”
Yeğinlik kavramı bana büsbütün muğlak geliyordu ve bu yüzden Carlos'tan bunu daha fazla açıklamasını istedim. Algının içerik ve yeğinlikten meydana geldiğini, söyledi. Örneğin bir tehlikenin keskin bilinci, ölümün yakınlığı ya da erk bitkilerinin etkisi gibi durumlar, büyük bir yeğinlik doğuran en uç durumlardı.
“Bir büyücü birleşim noktası hareketindeki bu deneyimleri biriktirmeyi öğrenir.
Bilgi yolu, günlük hayattan enerjimizi çekip çıkartıp, onu yeğin yaşanmış bir deneyimi gerektiren durumlar üzerinde yoğunlaştırarak, tür sıfatıyla anladığımız toplumsal etkileşim tarzı içinde bir değerler değişimi getirir.
Önemli olan, olağanüstü insana, erke geri dönmek, rüyasını kurduğu her ne ise; hayret ve yaratma kapasitesiyle onu tekrar birleştirmektir. Işıltımızın algısal tek biçimliliğini özgürleştirecek tek şey bu kırılmadır."
••Birleşim Noktasının Hareketi••
Carlos bir başka vesileyle, küçük bir arkadaş grubuyla konuşurken, birleşim noktası hareketinin bir diğer etkisinin de nesnelerin yeni biçimler kazanması olduğunu açıkladı; görünümlerin parlaklığı yerini daha derin ve daha Özsel bir parlaklığa terk ediyor ve yaşayan varlıklar büyük yuvarlak bir ışık alanı biçimini alıyordu.
"Bir erkek ya da bir kadının ışıklı dış görünüşü varoluşunun portresidir," dedi. Görücüler her detayı inceler ve bu şekilde, bir kişinin çömezlik için hazır olup olmadığını belirler.
"İnsanların çoğunluğu tonalına kötü davranır; sonuçta bu, lifcikleri eskimiş bir perdenin pilileri gibi olur. Bu yorgun lifcikler enerjinin doğal akışını bloke eden bir tür ökse gibidirler. Don Juan "çan tonallar" derdi onlara, bu formda oldukları için bunlar gölgelidirler ve çok ağır çekiyor izlenimi verirler. Kımıldadıklarında, bu ışıklı alanlar kayarak gider ya da kısa sıçramalar yapar, sanki peşlerinden bir şeyleri sürüklüyormuşçasına ya da kendisine fazla büyük gelen bir ayı postunu alelacele giyinmiş bir insan gibidirler.
Savaşçılarda ise tersine pililer gergindir. Kozaları neredeyse küreseldir ve dinçlik fışkırır; alt kısım sert kauçuk bir top gibi sıkıdır ve zıplar, yerden ayrılır. Onlar ilerlediğinde, bu küreler zahmetle kaymaz, sevinçle zıplarlar ve bazen adamakıllı bir mesafe üzerinden süzülürler. Don Juan bu nedenle onlara tam olarak ‘planörler’ derdi ve sokakta onlardan biriyle karşılaşmanın gerçek bir zevk olduğunu söylerdi.
Ama yerden tamamen ayrılabilecek ve uçabilecek biçimde ışıltılarını yeniden düzenlemeye muktedir olan görücüler de vardır. Kimileri sınırlarını kırabilir; bu savaşçılar sanki enerjilerini hapseden derilerini yırtmış, pırıl pırıl merkezi çekirdeği açığa çıkarmış gibidirler. Bunlar seyyah büyücülerdir ve artık bilinçli olmak ve hareket etmek için fizik bedenlerine bağlı değildirler.
Bir çömezin görevi, birleşim noktası hareketine götüren güç ve kusursuzluk eylemleri sırasında, enerji bedenini yeniden merkeze oturtmaktır. En önemlisi, enerjisine devingenlik vermeli, onu doğal bir biçimde yaymalıdır. Böylece, lifçikleri esner ve kehribar renginde bir ışık parlamaya başlar.
Algı, büyücülerin ‘insani bant’ dedikleri çok özgün bir bölgede, genel olarak katı bir biçimde sabitlenmiş beyaz ışıltılı yeğinliğin bir noktasında yer alır. Bu nokta, radyo dalgalarını sese dönüştüren bir antenin yaptığı gibi, ışıltı alanımızda olanlarla dışarıdan algıladığımız yayılımları düzenler.”
Şaşkınlığımızı gören Carlos, bu noktayı görmenin bir hayli kolay olduğuna ve yolun ilk etapları sırasında bunun görülebileceğine bizi temin etti:
“Uygun bir tarzda telkinlerde bulunmak yeter. Bir çömez asla: ‘Hiçbir şeyde iyi değilim. Hiçbir şey görmüyorum’ dememeli. Tam tersine: ‘Bana öyle geliyor ki görüyorum... Evet, oluyor! Demeli. Eğer biz bu niyeti sürekli tekrarlarsak, er ya da geç birleşim noktası algısal alanımıza girecektir ve bu onu kasten kımıldatmanın ilk adımı olacaktır.”
Gruptan birisi, kendi algımıza nasıl tanıklık edebileceğimizi sordu.
Carlos, birleşim noktası yoluyla bunun meydana gelip gelmediğini algılamanın hiçbir aracına sahip olmadığımız için, bu konuyu anlamanın tek yolunun; birleşim noktasının kendi kendini algılaması olduğunu belirtti. “Gördüğümüz her şey onun işlevinin bir sonucudur. Bu yüzden, yayılımları dışarıyla düzenlenen yanan bir alevi duyumsuyoruz,” diye açıkladı.
"Bu fenomeni işitsel öğelerde de betimleyebilirsiniz, düzenlemeyi duyuran bir elektrik şaklaması gibi,” dedi ve ekledi:
"Önemli olan onu kendi kendinize doğrulamanızdır, çünkü bu sizi zihinselliğin ötesine yerleştirecek ve sizi sessiz bilgiyle dolduracaktır. Onu görüyor olmanın yalın gerçeği birleşim noktasının sabitliğini hareket ettiren bir etkiye sahiptir.”
Carlos, “deneyimli bir büyücü dikkatini insani bandın çok uzağında bir yere kaydırabilir,” diyerek sözlerine devam etti. Bu, onun algı alanını önemli derecede genişletir.
“Bazıları inorganik varlıklar âlemine seyahat ederler; bu düzenlenme onların enerjileri açısından çok ödüllendiricidir ve seyyahlar eve yenilenmiş dönerler. Başkaları aşağı bölgeye, hayvanlara özel alana, bilincin en pis köşesine meyillidir. İnsanoğlu için tehlikeli bir yerdir, çünkü bu yerde uzun bir dönem kalmak, fiziksel yaralanmalara yol açabilir.”
Katılımcılardan birisi, birleşim noktasının kendi bulunduğu yerden aşağı bölgeye ne zaman hareket ettiğini sordu.
Carlos:
“Bana öyle geliyor ki, birleşim noktasının kendi ussal dökümünüze denk düştüğünü düşünmektesiniz, ama öyle değil. Onu katı bir nesne gibi ya da bedeninizin bir başka bölümü gibi görmeyin.
Bizim bir birleşim noktamız yok, biz oyuz!
Bir savaşçı insani biçimin sınırları içerisinde tutsak kaldıkça, birleşim noktasını aktarabileceği en uzak yer, yeni görücülerin ‘limbes’ dedikleri, yorumsal boş bir bölgedir. Bu öteki dünyanın sınırında gerçek bir yer, başka bir dikkat çevresindeki bir ara geçiş bölgesidir.
Birleşim noktasının hareketleri birikir ve kişisel erkimizin yoğunlaşmasına yarar, ta ki sonunda Don Juan'ın ‘rüya konumları’ olarak adlandırdığı ışıklı bir tür matriste kristalleşene kadar. Bu konumları keşfi sırasında, bir büyücünün kişisel deneyimi insani kanalını terk eder ve neredeyse sınırsız olur.
Birleşim noktasının hareketi yalnızca şaşırtıcı vizyonlara sahip olma ilgisine dayanmaz, o her şeyden önce her kontrollü yer değiştirmenin enerjinin devasa niceliğini serbest bırakması olgusuyla yürütülür. Savaşçı, kusursuzluğundaki bükülmez niyetini uygular ve enerji alanını bir ışık patlaması olmuş gibi yakar ve bir daha kendi biçimine dönmez. Bu meydan okumanın en büyüğü, sonsuzlukla bilincimizin birliğidir.”