1

Konu: 20 - Ixtlan Yolculuğu

Don Genaro öğle sularında döndü; don Juan’ın önerisiyle üçümüz arabayla bir gün önce kalmış olduğum sıradağlara doğru yöneldik. Benim geçtiğim aynı keçiyolunda ilerleyerek, ama yüksek yaylada, benim yaptığım gibi durmaksızın, daha alçaktaki sıradağların doruğuna ulaşana dek tırmandık, sonra da ovalık bir vadiye inmeye başladık.
Yüksek bir tepenin üzerinde dinlenmek için durduk. Yeri don Genaro seçti. Onlarla birlikte olduğum zamanlar hep yaptığım gibi hemen, bir üçgen oluşturacak şekilde, don Juan’ı sağıma, don Genaro’yu da soluma alarak, oturdum. Çöl çalılıkları gayet nefis nemli bir parlaklık içindeydiler. Kısa süren bir ilkbahar sağanağından sonra pırıl pırıl bir yeşile bürünmüşlerdi.
“Genaro sana bi şey anlatacak,” dedi don Juan birdenbire. “Sana kendi dostlarıyla ilk karşılaşmasının öyküsünü anlatacak. Di mi, Genaro?”
Don Juan’ın sesinde ayartıcı bir eda vardı. Don Genaro bana bakarak ağzı yumuşak bir delik haline gelene dek dudaklarını büzdü. Dilini kıvırarak damağına dayadı; kıvranmaktaymışçasına ağzını açıp kapamaya başladı.
Don Juan ona bakarak yüksek sesle güldü. Neler olduğu
nu anlayamamıştım.
“Ne yapıyor?” diye don Juan’a sordum.
“Bi tavuk o!” dedi.
“Tavuk mu?”
“Bak, ağzına bak. Tavuğun götü işte, yumurtlamak üzere.” Don Genaro’nun ağzında kıvranmalar artmaya başlamış
gibi görünmekteydi. Gözlerinde yabansı, delice bir bakış vardı. Ağzı, kıvranmalar o yuvarlak deliği genişletmişçesine, açıldı. Gırtlağından gıdaklama sesleri çıkardı, ellerini içeriye doğru bükerek kollarını göğsünde kavuşturdu, gayet nezaketsiz bir şekilde ağzından bir tutam balgam çıkardı.
“Kahrolasıca! Yumurta değilmiş,” dedi yüzünü ekşiterek.
Bedenin duruş biçimiyle yüzünün ifadesi öyle komikti ki, gülmeden edemedim.
“Artık Genaro sözüm ona yumurtasını da yumurtladığına göre, ola ki kendi dostuyla ilk karşılaşmasını anlatır sana,” diye dayattı don Juan.
“Ola ki,” dedi Genaro, ilgilenmemiş görünerek.
Ben de birkaç kez, anlatsın diye ısrar ettim.
Don Genaro ayağa kalktı, kollarını açıp sırtını yaylandırarak gerindi. Kemikleri çatırtılı sesler çıkarıyordu. Sonra gene yerine oturdu.
“Ben kendi dostumla tutuştuğumda genç bir delikanlıydım,” dedi sonunda. “Her şeyi hatırlıyorum, bir öğleden sonraydı. Şafaktan beri kırlarda dolaşmış, evime dönüyordum. Birden bir çalılığın ardından dost çıkarak yolumu kesti. Epeydir beni beklemekteymiş, niyeti de onunla güreşe tutuşmam imiş. Ondan uzaklaşmak amacıyla geriye döndüm ama sonra onunla güreşebilecek denli güçlü olduğumu düşündüm. Korkmuyor da değildim. Tüm bedenim yay gibi gerilmişti, boynum tahta gibi katılaşmıştı. Ama gel gör ki, insanın hazır olduğunu gösterir bu, yani boynunun kaskatı kesilmesi.”
Don Genaro gömleğini açarak bana sırtını gösterdi. Boynunun, sırtının, kollarının adalelerini kastı. Adalelerinin fevkalade gelişmiş olduğunu gördüm. Sanki o anısı, bedenindeki tüm kasları harekete geçirmişti.
“Böyle bir durumda,” diye sürdürdü, “ağzını hep kapalı tutmalısın.”
Don Juan’a dönerek, “Di mi, Juan?” dedi.
“Evet,” diye karşılık verdi don Juan sükûnetle. “Bi dostu tuttuğun zaman öyle şiddetli bi sarsıntı geçirirsin ki, insan dilini ısırıp kesebilir ya da dişlerini kırabilir. İnsan gövdesini dik olarak tutmalı, yere sıkıca basıp dengeli bir şekilde durmalıdır, ayakları yeri adeta kavramalıdır.”
Don Genaro ayağa kalkarak bana doğru dönüp doğru duruş biçimini gösterdi: Dizlerini hafif bükülü tutmaktaydı, kollarını iki yana sarkıtarak parmaklarını hafifçe kıvırmıştı. Gevşemiş görünüyordu ama yere sıkıca basmaktaydı. O pozisyon da bir süre kaldı; ben onun oturacağını sanırken, o, topuklarına yaylar takılıymışçasına inanılmaz bir sıçrayışla ileriye doğru atıldı. Bu hareketi öyle ani olmuştu ki ben arkaya doğru sırtüstü yuvarlandım; ama düştüğüm sırada don Genaro bana bir adamı ya da insan şeklindeki bir şeyi kavramış gibi gelmişti.
Tekrar oturdum. Don Genaro’nun bedenindeki aşırı gerginlik hâlâ sürmekteydi, sonra birden kaslarını gevşetti; daha önce oturmakta olduğu yere dönerek oturdu.
“Carlos şu anda senin dostunu gördü,” dedi don Juan kayıtsızca, “ama hâlâ mecalsiz olduğundan yere yuvarlandı.”
“Sahi, gördün mü?” diye sordu don Genaro safçasına, burun deliklerini şişiredursun.
Don Juan, “gördüğümden” emin olduğunu söyledi don Genaro’ya.

Cvp: 20 - Ixtlan Yolculuğu

Don Genaro tekrar öne doğru öyle bir güçle sıçradı ki, ben yan tarafıma yıkıldım. Don Genaro son kerte hızlı bir şekilde sıçradığından, onun, oturma pozisyonundan fırlayarak ayakları üzerine nasıl düştüğünü anlayamamıştım.
İkisi de yüksek sesle güldüler, sonra don Genaro kahkahasını bir çakal sesinden farksız bir ulumaya çevirdi.
“Dostunu yakalayabilmen için Genaro kadar iyi sıçraman gerektiğini sanmayasın,” diye don Juan dikkatimi çekti. “Genaro’nun öyle iyi bi şekilde atlayabilmesinin nedeni dostunun ona yardımcı olmasıdır. Senin yapman gereken tek şey çarpışmaya karşı koyabilmek için ayaklarını yere sıkıca basmaktır. Genaro sıçramadan önce nasıl durduysa, sen de öyle durmalısın, sonra atlayıp dostu yakalarsın.”
“Ama önce madalyonunu öpmesi gerek,” diye araya girdi don Genaro.
Don Juan tedirgin olmuş gibi yaparak madalyonumun olmadığını söyledi.
“Ama ya not defteri?” diye dayattı don Genaro. “Not defterleriyle bir şeyler yapması gerek— sıçramadan önce onları bir yere koyması gerek, ya da belki de dosta not defteriyle vurur.”
“Deme yahu!” diye gerçekten şaşırmışçasına ünledi don Juan. “Bak bunu hiç düşünmemiştim. Bi dostun defterlerle yere serildiğine ilk kez tanık olacağız demek ki.”
Don Juan’ın kahkahalarıyla don Genaro’nun ulumaları yatışınca hepimiz keyifli bir havadaydık.
“Dostunu yakaladığın zaman ne oldu, don Genaro?” diye sordum.
“Olanca gücümle ona sarıldım,” dedi don Genaro bir anlık bir tereddütten sonra. Düşüncelerini toparlamaya çalışır gibi bir hali vardı.
“O şekilde cereyan edeceğini asla tahmin edemezdim,” diye sürdürdü. “Öyle bir şeydi ki, öyle, öyle, öyle... Vallahi anlatılır gibi değil ki! Onu yakalamamla dönmeye başlamamız bir oldu. Dost beni fırıldak gibi çeviriyordu, ama onu bırakmadım hiç. Havada öyle bir hızla dönmekteydik ki, artık hiçbir şey göremez olmuştum. Her şey sisli görünüyordu. Dönmemiz sürdü, sürdü, sürdü. Birden tekrar yerde durmakta olduğumu hissettim. Kendime şöyle bir baktım. Dost beni öldürmemişti. Her bir yanım sağlamdı. Kendimdim ben. Başardığımı anlamıştım. Nihayet benim de bir dostum olmuştu. Sevinçle zıplamaya başladım. Ne güzel duyguydu o! Ne görkemli bir duyguydu!
“Sonra, nerdeyim, diye etrafıma bakındam. Hiç bilmediğim bir yerdeydim. Dost beni havaya kaldırmış, dönmeye başladığımız yerden uzakta bir yere fırlatıp atmıştı. Yönümü bulmaya çalıştım. Evimin doğu istikametinde bir yerlerde olmam gerek, diye düşünerek, o yöne doğru ilerledim. Vakit daha erkendi. Dostla karşılaşmamız pek uzun sürmemişti. Çok geçme den bir patika buldum— birkaç adamla kadının bana doğru gelmekte olduklarını gördüm. Kızılderiliydiler. Çevremi sarıp nereye gitmekte olduğumu sordular. Ben de, ‘Yurduma, Ixtlan’a gidiyorum,’ dedim onlara. ‘Kayboldun mu?’ diye sordu birisi. ‘Evet,’ diye yanıtladım onu. ‘Niçin?’ Ama Ixtlan o yönde değil. Tam tersi yönde. Biz de oraya gidiyoruz,” dedi bir başkası. ‘Sen de katıl bize!’dedi hepsi birden. ‘Yiyeceğimiz de var!’“
“Sonra ne oldu?” diye sordum. “Onlara katıldın mı?”
“Hayır, katılmadım,” dedi don Genaro. “Zira onlar gerçek değildi. Onları görür görmez anlamıştım bunu. Seslerinde, özellikle onlara katılmamı isterkenki dostça davranışlarında onları ele veren bir şey vardı. Onlardan kaçmaya başladım. Arkamdan çağırıp döneyim, diye yalvardılar. O tekinsiz yalvarışları giderek artıyordu, ama koşmayı sürdürüp onlardan kaçtım.”
“Kimdi onlar?” diye sordum.
“İnsanlar,” diye yanıt verdi don Genaro uzatmaksızın. “Ama gerçek insan değildiler.”
“Hayalet gibi, yani,” diye açıkladı don Juan. “Görüntüden ibaret.”
“Bir süre yürüdükten sonra,” diye sürdürdü don Genaro, “kendime güvenim arttı. Ixtlan’ın benim gittiğim istikamette olduğunu biliyordum. Sonra yolda, bana doğru iki adamın geldiğini gördüm. Onlar da Mazatec Kızılderililerine benziyorlardı. Yakacak odun yüklü bir eşekleri vardı. Yanımdan geçerken, ‘Merhaba,’diye mırıldandılar.
“ ‘Merhaba!’“ diyerek yoluma devam ettim. Benimle pek ilgilenmemişler, yanımdan geçip gitmişlerdi. Adımlarımı yavaşlatarak şöyle bir dönüp onlara baktım. Benimle ilgilenmeksizin yollarına devam etmekteydiler. Gerçek insanlara benziyorlardı. Arkalarından koşarak bağırdım, ‘Durun, durun!’
“Eşeklerinin iki yanına geçip, sanki yükünü korur gibi durdular.
“‘Bu dağlarda kayboldum,’ dedim onlara. Ixtlan’a nasıl gidilir?’ Gitmekte oldukları istikameti gösterdiler. ‘Sen ordan çok uzaktasın,’dedi içlerinden biri. ‘Dağların öte tarafında kalır orası. Dört beş günde varabilirsin oraya.’ Sonra dönüp yola revan oldular. Onların gerçekten Kızılderili olduklarını sezmiştim, onlara katılmama izin vermelerini istedim.
“Bir süre yol aldıktan sonra iki adamdan biri torbasından biraz yiyecek çıkararak bana sundu. Yerimde donup kalmıştım. Yiyeceğini sunuş biçimi bana son derece yabansı gelmişti. Bedenim korku hissine kapıldı; öyle ki, irkilip kaçmaya başladım. İkisi de onlarla birlikte gitmezsem dağlarda ölüp kalacağımı söylediler, onlara katılmam için diller döktüler. Onların dil döküşleri de bana pek tekinsiz gelmişti, onun için koşarak onlardan uzaklaştım.
“Yürümeye devam ettim, artık gerçekten Ixtlan yolunda olduğumu, o hayaletlerin beni yolumdan çevirmeye çalıştıklarını anlamıştım.
“Sonra sekiz kişiye daha rastladım; benim kararımdan dönmeyeceğimi anlamış olmalılardı. Yolun kenarında durup, yakaran gözlerle bana baktılar. Çoğu bir söz dahi etmemişti; ancak, aralarındaki kadınlar daha cüretkâr davranıp bana yalvardılar. Hatta kimileri pazarda satmaya götürdükleri yiyeceklerle öbür eşyalarını bile, saf köylü satıcılar gibi önüme serdiler. Ama hiçbirine bakmadım, yoluma devam ettim.

“Akşama doğru aşina olduğum bir vadiye ulaştım. Sanki daha önce orada bulunmuştum. Ama o takdirde oranın Ixtlan’ın güney yöresi olması lazımdı. Hatırlayabileceğim daha başka işaretler arayıp kendimi yönlendirmeye çalışıyordum ki, keçilerini güden bir Kızılderili oğlan gördüm. Aslında o çocuk bana babamın iki keçisini güden kendimi anımsatmıştı.
“Onu bir süre izledim; çocuk benim küçükken yaptığım gibi kendi kendine konuşmaktaydı, sonra keçileriyle konuşmaya başladı. Keçi gütmekten anladığım için onun bu işi gayet iyi bir şekilde yaptığını görmekteydim. İşinin ehliydi çocuk. Keçileri şımartmıyor, ama onlara gaddarca da davranmıyordu.
“Ona seslenmeye karar verdim. Yüksek sesle onu çağırınca çocuk yerinden fırlayıp kayalık bir yere kaçtı—kayaların ardından beni gözetlemeye başladı. Her an tabanları yağlamaya hazır gibi görünüyordu. O çocuğu sevmiştim. Korkarak kaçmıştı ama keçilerini benden ırak tutmayı da pekâlâ başarmıştı.
“Onunla uzun bir süre konuştum; yolumu kaybettiğimi, Ixtlan’a nasıl gideceğimi bilmediğimi söyledim. Bulunduğumuz yerin neresi olduğunu sordum, o da oranın benim aradığım yer olduğunu söyledi. Bu yanıtı beni çok mutlu kılmıştı. Demek ki artık yurdumdaydım; dostun tüm gövdemi göz açıp kapayana dek onca uzak yerlere nasıl taşımış olduğunu hayretle düşündüm.
“Çocuğa teşekkür ederek yürümeye başladım. Çocuk saklandığı yerden çıkarak keçilerini daha önce dikkatimi çekmemiş olan başka bir keçiyoluna doğru güttü. O keçiyolu vadiye doğru uzanmaktaydı. Çocuğa gene seslendim ama bu sefer kaçmadı. Ona doğru yürüdüm; ona epeyce yaklaştığım zaman çocuk koşarak çalıların arasına gizlendi. Kendisini öyle iyi kolladığı için onu övdüm, ona kimi sorular sordum.
‘“Bu keçiyolu nereye çıkar?’diye sordum. ‘Aşağıya,’dedi çocuk. ‘Nerede oturuyorsun?’ ‘Aşağıda.’ ‘Orda çok ev var mı?’ ‘Hayır, bir ev var.’ ‘Öbür evler nerde?’ Çocuk, o yaştaki oğlanlara özgü bir kayıtsızlıkla parmağını öbür tarafa doğru uzattı.
“‘Dursana,’dedim ona. ‘Çok yorgunum, ve açım. Beni ailene götürüver.’
‘“Ailem yok ki benim,’dedi çocuk; bu beni oldukça sarstı. Niçin, bilmiyorum, ama sesi beni duraksatmıştı. Duraksadığımı gören çocuk durdu, bana doğru döndü. ‘Bizim evde kimse yok,’ dedi. ‘Amcam gitti, karısı da tarlada. Evde yiyecek çok. Bol. Benimle gel.’
“Epey üzülmüştüm. O çocuk da bir hayaletti. Sesinin tonuyla istekliliği onu ele vermişti. Bütün hayaletler peşimdeydi demek; ama benim korktuğum yoktu. Dostla karşılaşmanın sersemletici etkisi hâlâ devam etmekteydi. Dosta da hayaletlere de kızmak istiyordum, ama bi türlü eskisi gibi öfkelenemiyordum, o yüzden vazgeçtim ben de. Sonra kendimi üzüntüye kaptırmak istedim, zira o küçük oğlanı sevmiştim, ama üzülmek de gelmedi elimden, onun için ondan da vazgeçtim.
“Birden bir dostum olduğu, hayaletlerin bana hiçbir şey yapamayacakları geldi aklıma. Keçiyolunda çocuğu izledim. Öbür hayaletler de derhal ortaya çıkıp beni uçurumdan aşağıya yuvarlamaya çalıştılar, ama benim istencim onlardan daha güçlüydü. Onlar bunu hissetmiş olacaklar ki, beni taciz etmekten vazgeçtiler; zaman zaman kimileri üzerime doğru atlıyordu, ama onları istencimle durdurabiliyordum. Sonra hepsi de beni taciz etmekten vazgeçtiler.”
Don Genaro uzun süre sessiz kaldı.
Don Juan bana bakmaktaydı.
“Ondan sonra ne oldu, don Genaro?” diye sordum. “Yürümeye devam ettim,” dedi düpedüz.
Öyküsünü bitirmiş olmalıydı; eklemek istediği bir şey yoğa benziyordu.
Onların yiyecek sunmalarını, ne diye hayalet olduklarını
gösteren bir ipucu olarak yorumladığını sordum don Genaro’ya.
Bu soruma yanıt vermedi. Sorumu yineledim; Mazatec Kızılderililerinin yiyecek şeyleri olduğunu yadsıma âdetlerinin olup olmadığını, yiyecek konusunda aşırı hassasiyet gösterip göstermediklerini sordum.
Don Genaro onların ses tonlarının, kendisine tatlı diller dökmelerinin, üstelik hayaletlerin yiyeceğe ilişkin tutumlarının aşikâr ipuçları olduklarını söyledi— ayrıca bunları dostunun yardımıyla da bildiğini anlattı. Bütün özelliklerin farkına kendi başına varamamış olacağını da ekledi.
“O hayaletler dost muydular, don Genaro?” diye sordum. “Yo. Onlar insandı.”
“İnsan mı? Ama sen onların hayalet olduklarını söylemiştin.”
“Ben onların gerçek olmadıklarını söyledim. Benim dostla karşılaşmamdan sonra hiçbir şey gerçek değildi artık.” Uzun bir süre sessiz oturduk.
“O deneyiminin nihai ürünü ne olmuştu, don Genaro?” diye sordum.
“Nihai ürünü mü?”
“Demem şu ki, sonunda Ixtlan’a nasıl ulaştın?”
İkisi de aynı anda makaraları koyuverdiler.
“Yani sana göre nihai ürün buydu, ha!” diye ünledi don Juan. “Şöyle anlatayım bari. Genaro’nun yolculuğunun bi sonu yoktu. Nihai bi ürün olmayacak hiçbi zaman. Genaro hâlâ sürdürüyor Ixtlan yolculuğunu!”
Don Genaro delici nazarlarla beni süzmekteydi; sonra gözlerini uzaklara, güneye doğru çevirdi.
“Ixtlan’a asla ulaşamayacağım,” dedi.
Sesi kesin ama yumuşaktı, mırıldar gibi.
“Ama duygularıma gelince... Kimi zaman duygularım bana oraya ulaşmaya sadece bir adım kaldığını söyler. Ama asla ulaşamam oraya. Yolculuğum boyunca bildiğim aşina işaretlere bile rastlamıyorum. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil.”

Cvp: 20 - Ixtlan Yolculuğu

Don Juan’la don Genaro birbirlerine baktılar. Bakışlarında pek hüzünlü bir şey vardı.
“Ixtlan yolculuğunda ben sadece hayalet yolculara rastladım,” dedi yumuşak bir sesle.
Don Juan’a baktım. Don Genaro’nun ne demek istediğini anlayamamıştım.
“Don Genaro’nun Ixtlan’a yolculuğunda herkes gerçek bi varlık,” diye açıkladı don Juan. “Örneğin, seni alalım. Sen bi hayaletsin. Senin duyguların da isteklerin de insanlarınki gibi. Ixtlan yolculuğunda yalnızca hayaletlerle karşılaştığını söylemesi o yüzden.”
Ansızın don Genaro’nun yolculuğunun bir mecaz olduğunu kavrayıverdim.
“Ixtlan yolculuğu gerçek değil, öyleyse,” dedim.
“Gerçek!” diye ünledi don Genaro. “Gerçek olmayan, o yolcular.”
Başının öne doğru devinimleriyle don Juan’ı imledi, bastıra bastıra, “Gerçek olan bir bu var. Ben anca onunlayken dünya gerçek oluyor.”
Don Juan gülümsedi.
“Genaro’nun sana öyküsünü anlatmasının nedeni,” dedi,
“senin dün dünyayı durdurmuş olmandır, senin üstelik gördüğün kanısında, ama sen öyle sersemsin ki bunun kendin bile farkında değilsin. Sende bi tuhaflık olduğunu, er geç göreceğini ona uzun uzun anlattım. Her ne hal ise, sen dostla bi dahaki karşılaşmanda, şayet bi daha öyle bi şey olacaksa, senin onunla güreşip onu uysallaştırman gerekecek. Şayet o olayın şokunu sağ salim atlatırsan, ki güçlü olduğun, bi savaşçı gibi yaşamakta olduğundan dolayı başaracağından eminim, o zaman sen kilidini bilinmeyen bi ülkede yaşıyor bulacaksın. O zaman, hepimiz için doğal olan şeyi yapacaksın, yani Los Angeles’e dönmek için yola çıkacaksın. Ama Los Angeles’e dönebileceğin bi yol yoktur. Orada bırakmış olduğun şeyleri ebediyen yitirmişsindir. Ama bu arada, elbet, bi büyücü olmuş olacaksın, ama bu da bi işe yaramayacaktır; öyle bi durumda hepimiz için önemli olan şey sevdiğimiz ya da nefret ettiğimiz ya da arzuladığımız her bi şeyi gerilerde bırakmış olduğumuz gerçeğidir. Ama bi insanın duyguları ölmez ya da değişmez, onun için büyücü de asla ulaşamayacağını bildiği halde, yeryüzündeki hiç bi gücün hatta ölümün bile onu sevdiği yere, nesnelere ve insanlara kavuşturamayacağını bildiği halde, yurduna dönmeye çalışır. Genaro sana bunu anlattıydı işte.”
Don Juan’ın açıklaması bir katalizör etkisi yapmıştı; don Genaro’nun öyküsünün çarpıcı etkisini, onu kendi yaşamının hikâyesiyle bağdaştırmaya başlar başlamaz, bütünüyle hissettim.
“Ya sevdiğim insanlar?” diye sordum don Juan’a. “Onlar ne olacak?”
“Hepsi de geride kalacak!” dedi.
“Ama onlara kavuşabileceğim bir yol yok mu? Onları kurtarabilir, yanıma alabilir miyim?”
“Hayır. Dostun seni, tek başına, fırıldak gibi çevirip, bilinmeyen diyarlara götürecek.”
“Ama pekâlâ Los Angeles’e dönebilirim, değil mi? Atlarım bir otobüse ya da uçağa, giderim oraya. Los Angeles gene yerinde duruyor olacak, değil mi?”
“Elbet,” dedi don Juan, gülerek. “Manteca da Temecula da, Tucson da yerlerinde duracak.”
“Tecate de,” diye ekledi don Genaro büyük bir ciddiyetle. “Piedras Negras ile Tranquitas da,” dedi don Juan, gülümseyerek.
Don Genaro daha başka yer adları da ekleyince, don Juan
da başka adlarla ona katıldı; artık ikisi de hiç akla hayale gelmeyen son derece komik kent ve kasaba adlarını sayıp dökmekteydiler.
“Dostunla fırıldak gibi dönmek bu dünyaya ilişkin düşüncelerini değiştirecek senin,” dedi don Juan. “O düşünce her şeydir; ama bi değişti mi, o zaman dünyanın kendisi de değişir.”
Don Juan bir zamanlar ona okuduğum bir şiiri gene söylememi istedi. Şiiri anımsatmak amacıyla birkaç sözcüğünü söyleyince hemen hatırladım, Juan Ramon Jimenez’in bir şiiriydi bu. El Viaje Definitivo adlı bu şiirin İngilizcesi The Definitive Journey (Son Yolculuk) idi. Okudum şiiri.
... ve bırakıp gideceğim. Ama kalacak kuşlar, ötecekler: bahçem de kalacak, yeşil ağaçlarıyla,
su kuyusuyla.
Sayısız ikindilerde gök olacak masmavi ve huzurlu, ve çalacak çanlar çankulelerinde,
tıpkı bugün çaldıkları gibi.
Beni sevmiş olan insanlar göçüp gidecek, tüm kent coşacak her yıl yeniden.
Ama ruhum ebediyen hasretle dolaşacak çiçekli bahçemin hep o kuytu köşesinde.
“İşte, don Genaro’nun sözünü ettiği duygu budur,” dedi don Juan. “Bi büyücü olabilmesi için insanın tutkulu bi kimse olması gerekir. Tutkulu bi insanın dünyevi edinçleri, aziz tuttuğu şeyler vardır—hiçbi şeyi yoksa bile, tuttuğu bi yol vardır.
“Genaro’nun öyküsünde sana anlattığı şey de işte budur. Genaro tutkusunu Ixtlan’da bıraktı: evini, insanlarını, aziz tuttuğu her şeyi. Şimdiyse, duygularıyla dolaşıp duruyor; kimi zaman, dediği gibi, handıysa ulaşıyor Ixtlan’a; senin için bu Los Angeles olacak; benim için...”
Don Juan’ın kendi hayatını bana anlatmasını istemiyordum. O da, zihnimi okumuş gibi, durakladı.
Genaro göğüs geçirerek şiirin ilk dizesinden aklında kalanları mırıldandı.
“Bırakıp gittim. Ama kaldı kuşlar, ötmekteler.”
Bir an yoğun bir ıstırap dalgasının, tarifsiz bir yalnızlık duygusunun üçümüzü de yutarcasına sardığını duyumsadım. Don Genaro’ya baktım—tutkulu bir insan olarak onun geriler de bıraktığı çok sayıda kalbi bağlar, aziz tutttuğu pek çok şeyleri olduğunu anladım. O anda onun yıllar boyunca biriken anılarının bir heyelan gibi kayıp yıkılacağını, yani don Genaro’nun ağlamak üzere olduğunu açık bir şekilde sezdim.
Derhal gözlerimi ondan uzaklaştırdım. Don Genaro’nun tutkusu, onun görkemli yalnızlığı, beni ağlatmıştı.
Don Juan’a baktım. O da beni süzmekteydi.
“Bilgi yolunda yalnızca bi savaşçı sağ kalabilir,” dedi. “Zira bi savaşçının sanatı bi insan olmanın dehşetiyle bi insan olmanın görkemini dengelemektir.”
Sırayla, ikisine de baktım. Gözleri ışıl ışıl ve dingindi. Karşı konulmaz bir özlem dalgasını davet etmişler, ve tam ıstıraplı gözlaşlarına gark olacakları bir anda dalgaların kabarıp onları yutmasını engellemişlerdi. Bir an için gördüğümü düşündüm. İnsanların bu en yalnızını, önümde donup kalan, bir mecazın görünmeyen mendireğiyle engellenen devasa bir dalga olarak görmekteydim.
Hüzün duygum öyle karşı koyulmaz yoğunluktaydı ki kendimi bir öforiye, aşırı sevinç duygularına kaptırdım. Kalkıp, onları kucakladım.
Don Genaro gülümseyerek ayağa kalktı. Don Juan da kalkarak elini sevecence omzumun üzerine koydu.
“Seni burada bırakıyoruz,” dedi. “Neyi uygun görürsen öyle yap. Dost seni şu ovanın kenarında bekleyecek.”
Don Juan uzaktaki karanlık vadiyi gösterdi.
“Şayet henüz erken olduğunu düşünüyorsan,” diye sürdürdü don Juan. “Zorlamanın bi yararı olmaz. Yaşamını sürdürmek istiyorsan, zihnin kristal gibi berrak olmalı, sen de kendinden son kerte emin olmalısın.”
Don Juan bana bakmaksızın yürüyerek uzaklaştı, ama don Genaro birkaç kez dönerek göz kırpışları ve başının bir hareketiyle o işi hemen halletmem için beni yüreklendirdi. Onlar uzakta kaybolana dek arkalarından baktım; sonra arabama binip oradan uzaklaştım. Benim zamanımın gelmediğini bilmekteydim, henüz değil.