Don Genaro tekrar öne doğru öyle bir güçle sıçradı ki, ben yan tarafıma yıkıldım. Don Genaro son kerte hızlı bir şekilde sıçradığından, onun, oturma pozisyonundan fırlayarak ayakları üzerine nasıl düştüğünü anlayamamıştım.
İkisi de yüksek sesle güldüler, sonra don Genaro kahkahasını bir çakal sesinden farksız bir ulumaya çevirdi.
“Dostunu yakalayabilmen için Genaro kadar iyi sıçraman gerektiğini sanmayasın,” diye don Juan dikkatimi çekti. “Genaro’nun öyle iyi bi şekilde atlayabilmesinin nedeni dostunun ona yardımcı olmasıdır. Senin yapman gereken tek şey çarpışmaya karşı koyabilmek için ayaklarını yere sıkıca basmaktır. Genaro sıçramadan önce nasıl durduysa, sen de öyle durmalısın, sonra atlayıp dostu yakalarsın.”
“Ama önce madalyonunu öpmesi gerek,” diye araya girdi don Genaro.
Don Juan tedirgin olmuş gibi yaparak madalyonumun olmadığını söyledi.
“Ama ya not defteri?” diye dayattı don Genaro. “Not defterleriyle bir şeyler yapması gerek— sıçramadan önce onları bir yere koyması gerek, ya da belki de dosta not defteriyle vurur.”
“Deme yahu!” diye gerçekten şaşırmışçasına ünledi don Juan. “Bak bunu hiç düşünmemiştim. Bi dostun defterlerle yere serildiğine ilk kez tanık olacağız demek ki.”
Don Juan’ın kahkahalarıyla don Genaro’nun ulumaları yatışınca hepimiz keyifli bir havadaydık.
“Dostunu yakaladığın zaman ne oldu, don Genaro?” diye sordum.
“Olanca gücümle ona sarıldım,” dedi don Genaro bir anlık bir tereddütten sonra. Düşüncelerini toparlamaya çalışır gibi bir hali vardı.
“O şekilde cereyan edeceğini asla tahmin edemezdim,” diye sürdürdü. “Öyle bir şeydi ki, öyle, öyle, öyle... Vallahi anlatılır gibi değil ki! Onu yakalamamla dönmeye başlamamız bir oldu. Dost beni fırıldak gibi çeviriyordu, ama onu bırakmadım hiç. Havada öyle bir hızla dönmekteydik ki, artık hiçbir şey göremez olmuştum. Her şey sisli görünüyordu. Dönmemiz sürdü, sürdü, sürdü. Birden tekrar yerde durmakta olduğumu hissettim. Kendime şöyle bir baktım. Dost beni öldürmemişti. Her bir yanım sağlamdı. Kendimdim ben. Başardığımı anlamıştım. Nihayet benim de bir dostum olmuştu. Sevinçle zıplamaya başladım. Ne güzel duyguydu o! Ne görkemli bir duyguydu!
“Sonra, nerdeyim, diye etrafıma bakındam. Hiç bilmediğim bir yerdeydim. Dost beni havaya kaldırmış, dönmeye başladığımız yerden uzakta bir yere fırlatıp atmıştı. Yönümü bulmaya çalıştım. Evimin doğu istikametinde bir yerlerde olmam gerek, diye düşünerek, o yöne doğru ilerledim. Vakit daha erkendi. Dostla karşılaşmamız pek uzun sürmemişti. Çok geçme den bir patika buldum— birkaç adamla kadının bana doğru gelmekte olduklarını gördüm. Kızılderiliydiler. Çevremi sarıp nereye gitmekte olduğumu sordular. Ben de, ‘Yurduma, Ixtlan’a gidiyorum,’ dedim onlara. ‘Kayboldun mu?’ diye sordu birisi. ‘Evet,’ diye yanıtladım onu. ‘Niçin?’ Ama Ixtlan o yönde değil. Tam tersi yönde. Biz de oraya gidiyoruz,” dedi bir başkası. ‘Sen de katıl bize!’dedi hepsi birden. ‘Yiyeceğimiz de var!’“
“Sonra ne oldu?” diye sordum. “Onlara katıldın mı?”
“Hayır, katılmadım,” dedi don Genaro. “Zira onlar gerçek değildi. Onları görür görmez anlamıştım bunu. Seslerinde, özellikle onlara katılmamı isterkenki dostça davranışlarında onları ele veren bir şey vardı. Onlardan kaçmaya başladım. Arkamdan çağırıp döneyim, diye yalvardılar. O tekinsiz yalvarışları giderek artıyordu, ama koşmayı sürdürüp onlardan kaçtım.”
“Kimdi onlar?” diye sordum.
“İnsanlar,” diye yanıt verdi don Genaro uzatmaksızın. “Ama gerçek insan değildiler.”
“Hayalet gibi, yani,” diye açıkladı don Juan. “Görüntüden ibaret.”
“Bir süre yürüdükten sonra,” diye sürdürdü don Genaro, “kendime güvenim arttı. Ixtlan’ın benim gittiğim istikamette olduğunu biliyordum. Sonra yolda, bana doğru iki adamın geldiğini gördüm. Onlar da Mazatec Kızılderililerine benziyorlardı. Yakacak odun yüklü bir eşekleri vardı. Yanımdan geçerken, ‘Merhaba,’diye mırıldandılar.
“ ‘Merhaba!’“ diyerek yoluma devam ettim. Benimle pek ilgilenmemişler, yanımdan geçip gitmişlerdi. Adımlarımı yavaşlatarak şöyle bir dönüp onlara baktım. Benimle ilgilenmeksizin yollarına devam etmekteydiler. Gerçek insanlara benziyorlardı. Arkalarından koşarak bağırdım, ‘Durun, durun!’
“Eşeklerinin iki yanına geçip, sanki yükünü korur gibi durdular.
“‘Bu dağlarda kayboldum,’ dedim onlara. Ixtlan’a nasıl gidilir?’ Gitmekte oldukları istikameti gösterdiler. ‘Sen ordan çok uzaktasın,’dedi içlerinden biri. ‘Dağların öte tarafında kalır orası. Dört beş günde varabilirsin oraya.’ Sonra dönüp yola revan oldular. Onların gerçekten Kızılderili olduklarını sezmiştim, onlara katılmama izin vermelerini istedim.
“Bir süre yol aldıktan sonra iki adamdan biri torbasından biraz yiyecek çıkararak bana sundu. Yerimde donup kalmıştım. Yiyeceğini sunuş biçimi bana son derece yabansı gelmişti. Bedenim korku hissine kapıldı; öyle ki, irkilip kaçmaya başladım. İkisi de onlarla birlikte gitmezsem dağlarda ölüp kalacağımı söylediler, onlara katılmam için diller döktüler. Onların dil döküşleri de bana pek tekinsiz gelmişti, onun için koşarak onlardan uzaklaştım.
“Yürümeye devam ettim, artık gerçekten Ixtlan yolunda olduğumu, o hayaletlerin beni yolumdan çevirmeye çalıştıklarını anlamıştım.
“Sonra sekiz kişiye daha rastladım; benim kararımdan dönmeyeceğimi anlamış olmalılardı. Yolun kenarında durup, yakaran gözlerle bana baktılar. Çoğu bir söz dahi etmemişti; ancak, aralarındaki kadınlar daha cüretkâr davranıp bana yalvardılar. Hatta kimileri pazarda satmaya götürdükleri yiyeceklerle öbür eşyalarını bile, saf köylü satıcılar gibi önüme serdiler. Ama hiçbirine bakmadım, yoluma devam ettim.
“Akşama doğru aşina olduğum bir vadiye ulaştım. Sanki daha önce orada bulunmuştum. Ama o takdirde oranın Ixtlan’ın güney yöresi olması lazımdı. Hatırlayabileceğim daha başka işaretler arayıp kendimi yönlendirmeye çalışıyordum ki, keçilerini güden bir Kızılderili oğlan gördüm. Aslında o çocuk bana babamın iki keçisini güden kendimi anımsatmıştı.
“Onu bir süre izledim; çocuk benim küçükken yaptığım gibi kendi kendine konuşmaktaydı, sonra keçileriyle konuşmaya başladı. Keçi gütmekten anladığım için onun bu işi gayet iyi bir şekilde yaptığını görmekteydim. İşinin ehliydi çocuk. Keçileri şımartmıyor, ama onlara gaddarca da davranmıyordu.
“Ona seslenmeye karar verdim. Yüksek sesle onu çağırınca çocuk yerinden fırlayıp kayalık bir yere kaçtı—kayaların ardından beni gözetlemeye başladı. Her an tabanları yağlamaya hazır gibi görünüyordu. O çocuğu sevmiştim. Korkarak kaçmıştı ama keçilerini benden ırak tutmayı da pekâlâ başarmıştı.
“Onunla uzun bir süre konuştum; yolumu kaybettiğimi, Ixtlan’a nasıl gideceğimi bilmediğimi söyledim. Bulunduğumuz yerin neresi olduğunu sordum, o da oranın benim aradığım yer olduğunu söyledi. Bu yanıtı beni çok mutlu kılmıştı. Demek ki artık yurdumdaydım; dostun tüm gövdemi göz açıp kapayana dek onca uzak yerlere nasıl taşımış olduğunu hayretle düşündüm.
“Çocuğa teşekkür ederek yürümeye başladım. Çocuk saklandığı yerden çıkarak keçilerini daha önce dikkatimi çekmemiş olan başka bir keçiyoluna doğru güttü. O keçiyolu vadiye doğru uzanmaktaydı. Çocuğa gene seslendim ama bu sefer kaçmadı. Ona doğru yürüdüm; ona epeyce yaklaştığım zaman çocuk koşarak çalıların arasına gizlendi. Kendisini öyle iyi kolladığı için onu övdüm, ona kimi sorular sordum.
‘“Bu keçiyolu nereye çıkar?’diye sordum. ‘Aşağıya,’dedi çocuk. ‘Nerede oturuyorsun?’ ‘Aşağıda.’ ‘Orda çok ev var mı?’ ‘Hayır, bir ev var.’ ‘Öbür evler nerde?’ Çocuk, o yaştaki oğlanlara özgü bir kayıtsızlıkla parmağını öbür tarafa doğru uzattı.
“‘Dursana,’dedim ona. ‘Çok yorgunum, ve açım. Beni ailene götürüver.’
‘“Ailem yok ki benim,’dedi çocuk; bu beni oldukça sarstı. Niçin, bilmiyorum, ama sesi beni duraksatmıştı. Duraksadığımı gören çocuk durdu, bana doğru döndü. ‘Bizim evde kimse yok,’ dedi. ‘Amcam gitti, karısı da tarlada. Evde yiyecek çok. Bol. Benimle gel.’
“Epey üzülmüştüm. O çocuk da bir hayaletti. Sesinin tonuyla istekliliği onu ele vermişti. Bütün hayaletler peşimdeydi demek; ama benim korktuğum yoktu. Dostla karşılaşmanın sersemletici etkisi hâlâ devam etmekteydi. Dosta da hayaletlere de kızmak istiyordum, ama bi türlü eskisi gibi öfkelenemiyordum, o yüzden vazgeçtim ben de. Sonra kendimi üzüntüye kaptırmak istedim, zira o küçük oğlanı sevmiştim, ama üzülmek de gelmedi elimden, onun için ondan da vazgeçtim.
“Birden bir dostum olduğu, hayaletlerin bana hiçbir şey yapamayacakları geldi aklıma. Keçiyolunda çocuğu izledim. Öbür hayaletler de derhal ortaya çıkıp beni uçurumdan aşağıya yuvarlamaya çalıştılar, ama benim istencim onlardan daha güçlüydü. Onlar bunu hissetmiş olacaklar ki, beni taciz etmekten vazgeçtiler; zaman zaman kimileri üzerime doğru atlıyordu, ama onları istencimle durdurabiliyordum. Sonra hepsi de beni taciz etmekten vazgeçtiler.”
Don Genaro uzun süre sessiz kaldı.
Don Juan bana bakmaktaydı.
“Ondan sonra ne oldu, don Genaro?” diye sordum. “Yürümeye devam ettim,” dedi düpedüz.
Öyküsünü bitirmiş olmalıydı; eklemek istediği bir şey yoğa benziyordu.
Onların yiyecek sunmalarını, ne diye hayalet olduklarını
gösteren bir ipucu olarak yorumladığını sordum don Genaro’ya.
Bu soruma yanıt vermedi. Sorumu yineledim; Mazatec Kızılderililerinin yiyecek şeyleri olduğunu yadsıma âdetlerinin olup olmadığını, yiyecek konusunda aşırı hassasiyet gösterip göstermediklerini sordum.
Don Genaro onların ses tonlarının, kendisine tatlı diller dökmelerinin, üstelik hayaletlerin yiyeceğe ilişkin tutumlarının aşikâr ipuçları olduklarını söyledi— ayrıca bunları dostunun yardımıyla da bildiğini anlattı. Bütün özelliklerin farkına kendi başına varamamış olacağını da ekledi.
“O hayaletler dost muydular, don Genaro?” diye sordum. “Yo. Onlar insandı.”
“İnsan mı? Ama sen onların hayalet olduklarını söylemiştin.”
“Ben onların gerçek olmadıklarını söyledim. Benim dostla karşılaşmamdan sonra hiçbir şey gerçek değildi artık.” Uzun bir süre sessiz oturduk.
“O deneyiminin nihai ürünü ne olmuştu, don Genaro?” diye sordum.
“Nihai ürünü mü?”
“Demem şu ki, sonunda Ixtlan’a nasıl ulaştın?”
İkisi de aynı anda makaraları koyuverdiler.
“Yani sana göre nihai ürün buydu, ha!” diye ünledi don Juan. “Şöyle anlatayım bari. Genaro’nun yolculuğunun bi sonu yoktu. Nihai bi ürün olmayacak hiçbi zaman. Genaro hâlâ sürdürüyor Ixtlan yolculuğunu!”
Don Genaro delici nazarlarla beni süzmekteydi; sonra gözlerini uzaklara, güneye doğru çevirdi.
“Ixtlan’a asla ulaşamayacağım,” dedi.
Sesi kesin ama yumuşaktı, mırıldar gibi.
“Ama duygularıma gelince... Kimi zaman duygularım bana oraya ulaşmaya sadece bir adım kaldığını söyler. Ama asla ulaşamam oraya. Yolculuğum boyunca bildiğim aşina işaretlere bile rastlamıyorum. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil.”