1

Konu: 1- Bilgiyle Buluşma

Don Juan’ı birkaç aydır görmemiştim. 1971 yılının güzüydü. Onun, .don Genaro’nun orta Meksika’daki evinde olduğundan emindim. Arabayla altı ya da yedi gün sürecek bir yolculuğun hazırlığını yaptım. Ne var ki, yola çıkışımın ikinci gününde öğleden sonra bir dürtüyle Don Juan’ın Sonora’daki yerinde durdum. Arabayı park edip eve giden kısa yolu yürüdüm. Şaşkınlıkla, orada olduğunu gördüm.
“Don Juan! Seni burada bulmayı ummuyordum,” dedim.
Güldü; şaşkınlığım onu hoşnut etmiş gibiydi. Ön kapıya doğru, boş bir süt sandığının üzerinde oturuyordu. Beni bekliyormuş gibi bir hali vardı. Kolay kazanılmış bir başarı havasıyla beni selamladı. Şapkasını çıkararak gülünç bir şekilde salladı. Sonra, yeniden başına geçirip asker selamı verdi. Semer gibi üzerine oturduğu sandığın üzerinde, arada bir duvara yaslanıyordu.
“Otur, otur,” dedi neşeli bir sesle. “Seni yeniden görmek güzel.”
“Bütün orta Meksika yolunu boşuna kat edecektim,” dedim. Sonra yeniden Los Angeles’a dönmem gerekecekti. Seni burada bulmak, beni günlerce direksiyon sallamaktan kurtardı.”
“Nasıl olsa bulacaktın beni,” dedi, gizemli bir sesle, “oraya gitmen için gereken altı günü bana borçlusun, diyelim. Bu günleri, arabanın gaz pedalına basmaktan daha ilginç şeylerle geçirirsin artık.”
Don Juan’ın gülüşünde çekici bir şeyler vardı. Sıcaklığı bulaşıcıydı.
“Yazı taklavatın nerde?” diye sordu.
Arabada bıraktığımı söyledim; onlar olmadan çok tuhaf göründüğümü belirtti, gidip onu getirmemi istedi.
“Yeni bir kitabın yazımını bitirdim,” dedim. Öylesine uzun, yabansı, bir biçimde baktı ki bana, sonunda, karnımın gıdıklandığını duyumsadım. Sanki bedenimin orta kesimini yumuşak bir nesneyle itiyordu. Sıyrılacağımı sandım, ama başını yana çevirdi de, ben de eski sağlıklı konumuma dönebildim.
Kitabımdan söz etmeyi arzuladım, ne var, eliyle bu konu hakkında, bir şey duymak istemediğini belirten bir harekette bulundu. Güldü. Çekici, rahat bir havası vardı. Beni çabucak, insanlarla, günlük olaylarla ilgili, sıradan bir konuşmanın içine çekli. Sonunda, konuşmayı kendi ilgi alanıma çevirmeyi becerdim. Eski notlarımı yeniden gözden geçirdiğimi, onun, birlikteliğimizin başından bu yana, büyücülerin dünyasıyla ilgili ayrıntılı tanımlamalar verdiğinin ayırdına vardığımı belirterek başladım sözlerime. O dönemlerde bana söylediklerinin ışığında, sanrılandırıcı bitkilerin işlevini sorgulamaya başlamıştım.
“Erk bitkilerini bol bol yutmamı neden istedin?” diye sordum.
Kahkahayla gülerek çok yavaşça mırıldandı, “Çünkü sen budalanın tekisin.”
Bunu ondan ilk kez işitiyordum. Söylediğinden emin olmak istediğimden, anlayamamış gibi yaptım.
“Ne dedin, işitemedim,” dedim.
“Ne dediğimi biliyorsun,” diye yanıtladı; ayağa kalktı.
Bana doğru yürüyerek kafama vurdu. “Sen biraz yavaşsın,” dedi. “Seni sarsmanın başka bi yolu yoktu.”
“Dernek ki, bunların hiçbiri, kesinlikle gerekli değildi?” diye sordum.
“Yo, sana gerekiyordu. Ama kimi insanlar var ki onlar için yok bi gereği.”
Evinin solunda yer alan çalılıkların uçlarına gözü takılmış bir biçimde yanımda, ayakta durdu. Ardından, yeniden oturdu, öbür çömezi Eligio’dan söz etmeye başladı. Eligio’nun, psikotropik bitkileri, çömez olduğundan bu yana, yalnızca bir kez kullandığını, üstelik belki de benden çok daha ilerilerde olduğunu söyledi.
“Duyarlı olmak kimi insanların doğasında var,” dedi. “Sen öyle değilsin. Ama ben de öyle değilim. Ne var, duyarlı olmanın yok fazla bi önemi.”
“Nedir o halde önemli olan?” diye sordum.
Doğru yanıtı arıyormuş gibiydi.
“Önemli olan bi savaşçının kusursuz olmasıdır!” dedi, sonunda. “Ama yalnızca bi lakırdı salatası bu. Sen, büyücülüğün kimi gereklerini yerine getirdiğine göre, en önemli şeyden söz etmenin zamanı. Geldi galiba. Diyeceğim o ki, bi savaşçının varacağı en önemli yer özün bütünselliğidir.”
“Özün bütünselliği nedir, don Juan?”
“Yalnızca söz edeceğim, dedim. Özün bütünselliğini açıklamadan önce, yaşamında tamamlaman gereken bi dolu yarım kalmış iş var.”

Cvp: 1- Bilgiyle Buluşma

Konuşmamızı burada bitirdi. Elleriyle konuşmamı durdurmamı imlercesine, bir hareket yaptı. Yakınlarda biri, ya da bir şey olmalıydı. Başını, dinliyormuş gibi soluna eğdi. Gözünü, evin ötesinde sol yandaki çalılıklara odaklamıştı. Gözlerinin akını görebiliyordum. Bir süre dikkatlice ortalığı dinledi. Sonra ayağa kalkarak yanıma geldi, kulağıma fısıldayarak evi terk edip yürüyüşe çıkmamız gerektiğini söyledi.
Ben de, fısıltıyla, “Yolunda gitmeyen bir şey mi var?” diye sordum.
“Hayır, ters bi şey yok,’’dedi. “Aksine, her şey doğru.”
Beni, çöldeki çalılıklara doğru götürdü. Yarım saat kadar yürüdükten sonra, bitkiden arınmış, küçük, değirmi, üç buçuk dört metre çapında, kızıl çamurdan temizlenmiş, çok düz bir alanın yanına geldik. Ne var, buranın makineyle temizlenip düzeltildiğine ilişkin hiçbir iz gözükmüyordu. Don Juan, yüzü güneydoğuya dönük biçimde, bu alanın merkezine oturdu. Kendinden bir buçuk metre ötede bir yeri göstererek, yüzüm ona dönük oturmamı buyurdu.
“Burada ne yapacağız?” diye sordum.
“Burada bi buluşma var bu gece,” diye yanıtladı beni. Oturduğu yerin etrafında yeniden güneydoğu yönüne gelinceye dek dönerek, çevreyi gözleriyle çabucak taradı.
Devinimleri beni korkutmuştu. Ona, kiminle buluşacağımızı sordum.
“Bilgiyle,” dedi. “Diyelim ki, bilgi buralarda sinsi sinsi dolaşıyor.”
Bu gizli kapaklı yanıta karşılık vermeye bırakmadı beni. Konuyu çabucak değiştirerek neşeli bir sesle, doğal olmamı, yani evdeymişiz gibi, konuşup notlar almamı buyurdu.
O sıralar, altı ay önce bir çakalla “konuşmuş” olmamla ilgili canlı duygular aklımdan hiç çıkmıyordu. Bu olay, ilk kez, dengeli bilinçle ve duyularım aracılığıyla, büyücülerin dünya betimlemesini, hayvanlarla konuşarak iletişime girmenin mümkün olduğu bir betimlemeyi gözümde canlandırabildiğimi ya da kavrayabildiğimi göstermişti.
“Bu türden hiçbi deneyime girmeyeceğiz,” dedi don Juan, sorumu duyduktan sonra. “Dikkatini geçmiş olaylara odaklamana izin vermek doğru olmaz. Onlardan ancak söz edebiliriz.”
“Neden böyledir bu, don Juan?”
“Büyücülerin açıklamasının peşine düşecek denli kişisel erkin yok, senin.”
“Demek ki büyücülerin de açıklaması var!”
“Tabii ki var. Büyücüler de insan. Biz de düşünen yaratıklarız. Biz de açıklamaları gereksiniriz.”
“En büyük kusurumun açıklamaları gereksinmek olduğu düşüncesindeydim.”
“Hayır. Senin en büyük kusurun, hem sana hem de senin dünyana uyan açıklamalar aramak. Benim en çok karşı çıktığım, senin mantıklılığın. Bi büyücü de açıklar dünyasındaki şeyleri, ama o hiçbir zaman senin gibi katı olmaz.”
“Peki, büyücülerin açıklamasına nasıl ulaşabilirim?”
“Kişisel erk toplayarak. Kişisel erk, senin kolayca büyücülerin açıklamasına kayabilmeni sağlar. Açıklama, senin açıklama dediğin şey değil aslında; ne var, dünyayı da gizemlerini de açığa çıkaramazsa bile, daha az korku verici kılar. Açıklamanın özü bu olmalı. Ama bu senin aradığın değil. Ya! Sen kendi fikirlerinin yansımalarının peşindesin.”
Soru sorma isteğimi yitirmiştim. Ama onun gülümsemesi beni yeniden konuşmaya yöneltti. Benim için çok önemli bir başka konu da, dostu don Genaro’yla onun edimlerinin üzerimde yaptığı olağandışı etkiydi. Onunla her bir araya gelişimizde, en çarpıcı duygusal bozulmaları yaşamıştım.
Sorumu dile getirdiğimde, don Juan kahkahalarla güldü.
“Genaro akıl almaz bi heriftir,” dedi. “Ne var, şu anda ondan da sana yaptıklarından da söz etmenin yok bi anlamı. Gene diyorum, bu konuyu çözümleyecek yeterli kişisel erkin yok senin. Oluncaya dek bekle, sonra gene konuşuruz.”
“Ya hiçbir zaman olmazsa?”
“Hiçbi zaman olmazsa, hiçbi zaman konuşmayız.”
“Bu gidişle, hiçbir zaman elde edemeyecek miyim acaba?” diye sordum.
“Bu sana bağlı,” diye yanıtladı. “Gereken tüm bilgiyi verdim sana. Yeterince kişisel erk kazanmak, kantarın topuzunu kırmak senin elinde.”
“Kinayeli konuşuyorsun,” dedim. “Şunu doğrudan anlat.
Tam olarak ne yapmanı gerektiğini söyle, daha önce söyledim diyorsan, varsay ki unuttum.”
Don Juan kıkırdadı, ellerini başının ardına koyarak yere uzandı.
“Tam olarak ne gerektiğini biliyorsun,” dedi.
Ona, kimi zamanlar bildiğimi sandığımı, ama çoğunlukla özgüvenimi yitirdiğimi söyledim.
“Ola ki, konulan karıştırıyorsun, sen,” dedi. “Savaşçının özgüveniyle, sokaktaki adamın özgüveni aynı şey değildir. Sokaktaki adanı, seyircinin gözündeki kesinliği arar, buna da özgüven der. Savaşçı ise kendi gözlerinde kusursuzluğu arar, buna alçakgönüllülük der. Sokaktaki adam arkadaşlarına çengellenmiştir. Savaşçı ise yalnızca kendine bağlıdır. Belki de sen akıntıya kürek çekiyorsun. Savaşçının özgüveninin ardında olman gerekirken, sokaktaki adamın özgüveninin peşindesin. Bu ikisinin arasında olağanüstü bir fark var. Özgüven, bi şeyi kesin biçimde bilmeyi gerektirir; alçakgönüllülük, kişinin eylemlerinde ve duygularında kusursuzluğu gerektirir.”
“Senin telkinlerine uygun biçimde yaşamaya çabalıyordum,” dedim. “En iyisi olmayabilirim, ama ben kendimin en iyisiyim. Kusursuzluk değil ki bu?”
“Hayır. Bundan daha iyisini yapman gerekir. Kendi sınırlarını zorlamalısın, her zaman!”
“Ama bu insafsızlık olur, don Juan. Kimse yapamaz bunu.”
“Şu anda yaptığın bi dolu edim var, on yıl önce sana insafsızlıkmış gibi gelen. Bu şeylerin kendisi değişmedi. Ama senin kendinle ilgili fikirlerin değişti. Önceleri olanaksız olan, şimdi olanaklı. Senin kendini değiştirmede tanı anlamıyla başarıya ulaşman, belki de yalnızca bi zaman sorunu. Bu olayda bi savaşçının izleyeceği, olası tek yol, tutarlı, ikirciksiz eylemlerde bulunmaktır. Bi savaşçının yoluyla ilgili yeterli bilgin var, senin. Ama eski alışkanlıkların da yöntemlerin de kesiyor yolunu.”
Ne demek istediğini anlamıştım.
“Yazma işinin bırakmam gereken eski alışkanlıklarımdan biri olduğuna inanıyor musun?” dedim. “Yeni kitabımın metnini yırtıp atayım mı?”
Yanıt vermedi. Ayağa kalktı, gür çalılıkların kenarına bakmak amacıyla döndü.
Ona, kimi insanlardan, çömezliğimi yazmamın doğru olmadığını belirten mektuplar aldığımı söyledim. Doğulu gizli doktrinlerin ustalarının, öğretileri konusunda kesin gizlilik istediklerinden söz ettiklerini belirttim.
Don Juan, bana bakmadan, “Belki de o ustalar, yalnızca usta olma düşkünlüğü içindedirler,” dedi. “Ben usta değil, bi savaşçıyım yalnızca. Bi ustanın neler duyumsadığını bilemem. Ya!”
“Ama belki de açığa çıkarmamam gereken şeyleri açığa çıkarıyorumdur, ha don Juan?”
“Birinin bi şeyleri açığa çıkarması ya da kendine saklaması önemli değil,” dedi. “Yaptığımız ve olduğumuz her şey, kişisel erkimizde kalır. Eğer yeterince erkimiz varsa, bize edilen tek bi söz bile yaşamımızın akışını değiştirmeye yeter. Ne var, yeterince kişisel erkimiz yoksa bilgeliğin en görkemli parçası bile bi gıdam fark etmez.”
Ardından, gizli bir şey söyleyecekmiş gibi, sesini alçalttı.
“Belki de dile getirilebilecek en büyük bilgi parçasını söyleyeceğim sana,” dedi. “Görelim, bakalım, ne yapacaksın bununla. Tam şu anda, çevrenin sonsuzlukla kaplı olduğunu, üstelik eğer çok istersen, bu sonsuzluğu kullanabileceğini biliyor musun?”
Gözlerinin belirsiz devinimleriyle beni yanıt vermeye yönelttiği uzunca bir sessizliğin ardından, söylediklerinden bir şey anlamadığımı belirttim.
“Orada! Sonsuzluk orada!” dedi, ufku imlerken. Ardından göğün doruğunu imledi. “Ya da orada, belki de sonsuzluk şöyle bi şey." Doğuyu ve batıyı imlemek amacıyla her iki elini de uzattı.
Birbirimize baktık. Gözlerinde bir soru ifadesi vardı.
“Buna ne dersin?” diye sordu, beni sözleri üzerinde düşünmeye yönelterek.
Ne diyeceğimi bilemedim.
“Kendini, imlediğim yönlere doğru sonsuza dek uzatabileceğini biliyor muydun?” diye sürdürdü. “Tek bi anın sonsuzluk olabileceğini biliyor muydun? Bu bi bilmece değil, bi gerçek, buna, yalnızca o ana binip, özünün bütünselliğini herhangi bi yöne doğru taşımada kullanabilirsen, eğer.”
Bana baktı.
“Daha önce bu bilgi yoktu sende,” dedi, gülümseyerek, “Şimdi var. Bunu sana açıkladım, ama bi nebze değişiklik olmadı sende, çünkü açıklamamı kullanacak yeterince kişisel erkin yok. Olaydı, yalnızca şu sözlerimin aracılığı bile, özünün bütünselliğini yakalayıp, en önemli parçasını sınırları içinden çekip almana yeterdi.”
Yanıma gelip, parmaklarıyla göğsüme vurdu; çok hafif bir dokunuştu, bu.
“İşte, sözünü ettiğim sınırlar bunlar,” dedi. “İnsan bunların içinden çıkabilir. Biz burada saklı bi duyguyuz; bi bilinçliliğiz.”
Elleriyle, omuzlarımı hafifçe sarstı. Kalemimle defter altlığım yere düştü. Don Juan altlığa ayağıyla bastı, bana bakıp kahkahayı patlattı. Not almamı kafasına takıp takmadığını sordum. Güven verici bir titremle, “Hayır,” diyerek ayağını çekti.
“Bizler ışıldayan varlıklarız,” dedi, kafasını tartımla sallarken. “Işıldayan bi varlık için önemli olan tek şey kişisel erktir. Ama kişisel erkin ne olduğunu soracak olursan, benim açıklamam bunu açıklayamaz derim, sana.” Don Juan batı ufkuna bakarak, hâlâ birkaç saatlik günışığı kaldığını söyledi.
“Burada uzun bi süre kalmamız gerek,” diye açıkladı. “Ya sessizce otururuz, ya da konuşuruz. Sessiz durmak senin için doğal değil. O halde, konuşmaya devam! Bu nokta bi erk yeri, akşam karanlığı düşmeden önce de bize alışması gerek. Korku ya da sabırsızlık göstermeden, olabildiğince doğal biçimde oturmalısın burada. Senin için, dinginleşmenin en doğal yolu yazmak. Doya doya yaz bakalım!
“Şimdi de varsay ki, bana rüya görmenden söz ediyorsun.”
Bu ani değişime karşı hazırlıksız yakalanmıştım. Arzusunu yineledi. Bu konuda söylenecek çok şey vardı. “Rüya görme”, insanın kendi rüyaları üzerinde belirli bir denetim geliştirerek rüya boyunca yaşanan deneyimlerle uyanıkken yaşananların, kılgısal açıdan aynı değerde olmasını gerektirmekteydi. Büyücülerin savına göre, "rüya görme”nin etkisi altındayken rüya ile gerçeği ayırmanın sıradan ölçütleri etkisizleşiyordu.
Don Juan’ın “rüya görme” uygulaması, kişinin, rüyada ellerini bulmasını içeren bir çalışmaydı. Bir başka deyişle, kişinin, rüyasında, ellerini göz düzeyine kaldırdığını basitçe rüyada görerek, onları arayıp bulduğunun “rüyasını görmesi” gerekiyordu.
Başarısız denemelerle geçen yılların ardından, bu eylemi sonunda başarabilmiştim. Geriye dönüp baktığımda, bunu günlük yaşamımı bir derece denetim altına aldığımda başarabildiğimi gördüm.
Don Juan dikkat çekici noktaları dinlemek istedi. Ellerime bakma komutunu düzenlemenin çoğunlukla üstesinden gelinemez olduğunu söyleyerek başladım sözlerime. Onun, “rüya görmeye geçme” adını verdiği, hazırlık aşamasının ilk ayağının, kişinin zihninin oynadığı ölümcül bir oyun olduğunu söylemiş, özümün bir tarafının bunu başarmamı engellemek amacıyla elinden geleni ardına koymayacağı konusunda beni uyarmıştı.
Don Juan’ın dediğine bakılırsa beni anlam yitimine, kara kaygıya, hatta kendime kıymaya varan bir çöküntüye bile götürebilirmiş. Ne var, iş oralara kadar gelmemişti. Benim deneyimimin daha yalın, daha gülünç bir tarafı vardı; bununla birlikte, sonuç o denli asap bozucuydu. Rüyamda, tam ellerime bakacağım sırada olağanüstü bir şey oluyordu. Rüyadaki her şey, canlılık açısından “normal”in ötesine uzandığı gibi son kerte sürükleyici de olabiliyordu. Ellerimi inceleme biçimindeki başlangıç amacım, yeni konunun gölgesinde kalıp, unutuluyordu.
Bir gece, hiç beklemediğim bir anda, rüyamda ellerimi buldum. Yabancı bir kentin tanımadık bir sokağında yürüdüğümü görüyordum ki birden ellerimi kaldırıp başımın hizasına getirdim. Sanki özümde bir şey teslim olmuştu da ellerimin tersini incelememe izin vermişti.
Don Juan’ın yönergelerine göre, ellerimin görüntüsü gözlerimin önünde dağılmaya başlayınca, bakışımı, rüyamda yer alan herhangi bir başka öğeye çevirmeliydim. Söz konusu rüyada, bakışımı sokağın sonunda yer alan bir yapıya yönelttim. Yapının görüntüsü yok olmaya başlayınca dikkatimi rüyamı çevreleyen öteki öğelere odakladım. En sonunda, tanımadığım, yabancı bir kentin boş bir sokağının inanılmaz derecede berrak, tam bir görüntüsünü elde etmiştim.
Don Juan, “rüya görme”de yaşadığım başka deneyimleri anlatmayı sürdürmemi istedi. Uzun bir süre konuştuk.
Açıklamalarım bilince ayağa kalkarak çalılıklara gitti. Ben de kalktım. Sinirliydim. Korku ya da endişe verici bir durum olmadığına göre, bu gerekçesiz bir duyguydu. Don Juan birden döndü. Heyecanımın farkındaydı.
“Dinginleş,” dedi, hafifçe kolumu tutarak.
Beni oturttu, defterimi kucağıma koyarak beni yeniden yazmaya yöneltti. Ona bakılırsa, gereksiz korku ya da kararsızlık duygularıyla, bu erk yerini tedirgin etmemeliydim.
“Neden bu denli sinirliyim?” diye sordum.
“Doğal bu,”dedi. “İçindeki bi şey, rüya görme etkinliklerin nedeniyle yılmış durumda. Kafan bu tür düşüncelerle meşgul değilken daha iyi hissediyordun kendini. Ne var, açığa çıkardığım eylemler nedeniyle bayılacaksın neredeyse, şimdi.
“Her savaşçının kendine özgü bi rüya görmesi vardır. Her yöntem bi başkasından değişiktir. Hepimizin içine düştüğü bi tuzak var: küçük dalavereler çevirerek kendimizi bu serüvenden kopmaya zorlamak. Alınabilecek tek karşı önlem ise, her türlü engel ve umutsuzluğa karşın direncini yitirmemek.”
Ardından, rüya görme için konu seçebiliyor muyum, diye sordu. Bunu nasıl yapacağım hakkında en ufak bir fikrim olmadığını söyledim.
“Büyücülerin rüya görmeyle ilgili açıklaması şöyledir,” dedi, “bi savaşçı içsel söyleşisini kestiği anda zihnindeki bi imgeyi bilerek tutup, konusunu seçer. Başka bi deyişle, bi süre boyunca kendisiyle konuşmamayı becerebilir; ardından rüya görmede karşılaşmak istediği şeyi imge ya da konu olarak bi an boyunca bile olsa zihninde tutabilirse, istenen konuyu yakalar. Ayırdında değilsin ama bunu yaptığına eminim.”
Uzun bir sessizlik oldu, ardından don Juan havayı koklamaya başladı. Gören, burnunu temizliyor sanırdı; burun deliklerinden üç ya da dört kez nefes verdi, büyük bir güçle. Karın kasları çırpınmalarla kasıldı. Bunu, küçük nefes alışlarla denetledi.
“Rüya görmeden söz etmeyeceğiz, artık,” dedi. “Takılıp kalırsın sonra buna, alimallah. Herhangi bi şeyi başarma yolunda, başarı yavaş yavaş, büyük bi güç harcayarak gelmeli ama; asla takınak ya da gerginliğe yer yok bu yolda.”
Kalktı, çalılığın kenarına yürüdü. Öne eğilip yaprakların arasına baktı. Yapraklara pek yanaşmadan, aralarında bir şey arıyormuş gibiydi.
“Ne yapıyorsun?” diye sordum, merakımı yenemeyip. Bana dönüp gülümseyerek kaşlarını kaldırdı.
“Çalılık garip şeylerle dolu,” dedi, yeniden yerine otururken.
Sesinde öyle bir rahatlık vardı ki birdenbire bağırsaydı daha az ürkerdim. Defterimle kalemim elimden düştü. Don Juan kahkahayı basarak taklidimi yaptı. Abartılı devinimlerimin, yaşamımda hâlâ var olagelen, yarım kalmış işlerden biri olduğunu söyledi.
Karşılık vermek istedim ama beni konuşturmadı.
“Çok az bi gün ışığı kaldı,” dedi. “Alacakaranlık bastırmadan değineceğimiz başka şeyler de var.”
Ardından, “rüya görme” konusunda söylediklerimi yeniden gözden geçirdiğimde, benim istencimle içsel söyleşimi durdurmayı öğrenmiş olmam gerektiğini belirtti. Ben de ona haklı olduğunu söyledim.
Don Juan birlikteliğimizin başlangıcında bir başka yöntem daha betimlemişti: gözlerini hiçbir şeye odaklamadan uzun uzun yürümek.
Hiçbir şeye doğrudan bakmadan, gözleri hafifçe kısıp, göz önüne gelen her şeyin çevresel bir görüntüsünü tutturmayı önermişti. O zamanlar pek anlamamama karşın, kişinin odaklanmamış gözlerini ufkun hemen üzerinde bir noktada tutarak, gözünün önünde yer alan her şeyi neredeyse 180 derecelik bir açıyla görebileceği konusunda diretmişti. Bu alıştırmanın içsel söyleşiyi susturmanın tek yolu olduğu konusunda güvence vermişti. Gösterdiğim ilerlemelerle ilgili olağan soruların ardından sorgulamayı durdurdu.
Don Juan’a bu yöntemi hiçbir değişim gözlemlemeden yıllarca uyguladığımı; kaldı ki, hiçbir şey beklemediğimi belirttim. Ne var, sonunda bir gün, tam on dakika boyunca, özüme tek bir sözcük bile söylemeden yürüdüğümün şaşkınlıkla ayırdına varmıştım.
Don Juan’a bunun yanı sıra, içsel söyleşiyi durdurmanın, kendime söylediğim sözcükleri kesip atmaktan çok başka bir şey olduğunu anladığımı da söyledim. Bütün bir düşünce sürecim durmuştu, hemen hemen asılı kaldığımı, boşlukta yürüdüğümü duyumsamıştım. Bu bilinçliliğin arasından bir ürkü duygusu çıkmıştı ortaya, onun için içsel söyleşime, panzehirmiş gibi sarılmıştım.
“Bizi yere çivileyen şeyin içsel söyleşi olduğunu söylediydim, sana,” dedi don Juan. “Kendimizle, dünya şöyle ya da böyledir diye konuştuğumuz için dünya şöyle ya da böyle oluyor.”
Don Juan, büyücülerin dünyasına geçiş yolunun, savaşçının içsel söyleşiyi durdurmayı öğrendikten sonra açıldığını açıkladı.
“Dünya görüşümüzü değiştirmek büyücülüğün dönüm noktasıdır,” dedi. “İçsel söyleşiyi durdurmaksa bunu becerebilmenin tek yoludur. Gerisi boş laf. Artık, içsel söyleşiyi, durdurmanın dışında, yaptığın ya da gördüğün hiçbi şeyin, tek başına, sende ya da dünya görüşünde kendiliğinden hiçbi şey değiştiremeyeceğini bilme durumunda olman gerekir. Bu değişimin düzenini bozmamak şart, Bi öğretmen neden çömezinin üzerine düşmez anlamışsındır belki. Saplantıyı, hastalığı beslemekten başka bi boka yaramaz bu.”
İçsel söyleşiyi sustururken yaşadığım başka deneyimlerle ilgili ayrıntıları sordu. Anımsayabildiğim her şeyi anlattım.
Karanlık basıncaya dek konuştuk. Artık, rahatça not alamıyordum; yazıma dikkat etmem gerekiyordu. Bu da dikkatimi dağıtıyordu. Bunun farkına varan don Juan gülmeye başladı. Bir başka büyücülük edimini, kendimi yoğunlaştırmadan yazmayı becerebildiğimi belirtti. Bunu söylediği an, not alma işini, gerçekten dikkatsizce yaptığımın ayırdına vardım. Sanki benim değil de bir başkasının etkinliği gibiydi. Bir gariplik hissettim. Don Juan, kendi yanına, çemberin merkezine oturmamı istedi. Artık çok karanlık olduğunu, çalılığın o denli yakınında oturmamın benim için uygun olmayacağını söyledi. Sırtımda bir ürperme hissedip onun yanına zıpladım.
Yüzümü güneybatıya döndürdü; kendime, sessiz durmayı, düşünmemeyi buyurmamı istedi. Önce, bunu beceremeyip, bir sabırsızlık anı yaşadım. Don Juan, bana arkasını dönerek destek olmam için sırtına yaslanmamı söyledi. Düşüncelerimi dindirdikten sonra, gözelerimi açıp güneybatı yönündeki çalılıklara bakmam gerektiğini belirtti. Gizemli bir sesle, benim için bir problem düzenlediğini, bunu çözersem büyücülerin dünyasının bir başka yüzüyle karşılaşmaya hazır olacağımı ekledi.
Problemin türü hakkında belirsiz bir soru sordum. Yavaşça kıkırdadı. Yanıtını beklerken, içimde bir şey ters döndü. Askıda kalmışım sandım. Kulaklarım, mantarı patlamış şişeler gibiydi, çalılıklardan gelen binlerce ses duyuyordum. Bu sesler öylesine çoktu ki, birer birer ayırt edemiyordum. Tam uyumak üzereyken birdenbire bir şey dikkatimi çekti. Benim düşünce sürecimi etkileyen bir şey değildi, bir görüntü ya da çevrenin bir parçası da değildi bu. Gene de bilinçliliğim bir şey taralından çekilmişti. Tamamıyla uyanıktım. Gözlerim çalılığın köşesindeki bir noktaya odaklanmıştı; ne var, bakmıyor, düşünmüyor ya da kendimle konuşmuyordum. Duygularım, berrak, bedensel duyulardı; sözlere gerek yoktu. Belirsiz bir şeye doğru çekildiğimi duyumsuyordum. Belki de, “düşüncelerim” dediğim şeyler çekiliyordu. Her nasılsa, bir toprak kaymasına kapıldığımı, bir tepeye doğru sürüklendiğimi sandım. Midemde devinmeler hissettim. Bir şey beni çalılığa doğru çekiyordu. Önümde çalılıkların karanlık kütlesini ayırt edebiliyordum. Ne var, sıradan bir karanlık değildi bu. Her bir çalılığı, koyu bir alacakaranlığın içinden bakıyormuş gibi tek tek görebiliyordum. Deviniyormuş gibiydiler. Yapraklarının kütlesi rüzgârda oynuyormuşçasına, üzerime doğru dalgalanan kara eteklere benziyordu. Ama rüzgâr esmiyordu. Cezp edici devinimlerinin içine çekildim. Titreşimli dalgalar gibi yavaş yavaş üzerime geliyorlardı. Sonra, koyu çalılıkların üzerinde duran daha açık bir karaltıyı ayırt ettim. Gözlerimi bu karaltının yanında bir noktaya odakladım, çok geçmeden sarımtırak bir parıltı yakaladım. Birden, odaklanmadan karaltıya baktım. Bunun, çalılıkların ardına gizlenen bir insan olduğu kesindi.
O anda çok tuhaf bir bilinçlilik durumundaydım. Çevremin de, çevremin bende uyandırdığı zihinsel süreçlerin de ayırdındaydım. Gene de, her zaman düşündüğüm gibi düşünmüyordum. Örneğin, çalıların üstündeki karaltının bir insan olduğunu anlayınca, çölde geçen bir başka olayı anımsadım; bir gece don Genaro’yla çalılıklar arasında yürürken bir adamın arkamızdaki çalılığın ardına saklandığının ayırdına varmıştım. Olayı mantıksal açıdan açıklamayı denediğim anda adamın görüntüsünü yitirmiştim. Ne var, bu kez kendimi yenerek, açıklama yapmayı, ya da düşünmeyi geri çevirdim. Bir an, adamı yakalayıp olduğu yerde kalmaya zorlayabileceğim kanısına vardım. O anda, midemin üstünde garip bir acı duydum. Sanki bir şey beni yarıp içime girmişti da, mide kaslarımı gergin tutamaz olmuştum. Kendimi bıraktığım anda, büyük bir kuşun ya da uçan bir hayvanın koyu karaltısı bana doğru silkelendi. Sanki adamın karaltısı bir kuşun karaltısına dönüşmüştü. Üzerime, berrak, bilinçli bir korku duygusu gelmişti. Nefes nefese kaldım, ardından güçlü bir çığlık atarak arka üstü düştüm.
Don Juan kalkmama yardım etti Yüzü benimkine çok yakındı. Kahkahalar, atıyordu.
“Neydi o?” diye bağırdım.
Elini ağzımın üstüne koyarak beni susturdu. Dudaklarını kulağıma yaklaştırıp, oradan sessiz ve dingin biçimde, hiçbir şey yokmuş gibi ayrılmamız gerektiğini fısıldadı.
Yan yana yürüdük. Dingin, düzenli bir biçimde yürüyordu. Birkaç kez hızla kendi çevresinde döndü. Ben de aynı şeyi yaptım—-iki kez, bizi izliyor gibi görünen bir kütlenin görüntüsünü yakaladım. Tekinsiz bir çığlık koptu arkamdan. Katışıksız bir korku anı yaşadım. Mide kaslarım dalgalandı, kasılmalar bedenimi koşmaya zorlayan bir yoğunlukta arttı.
Tepkilerimi en iyi don Juan’ın terimleriyle açıklayabilirim: bedenim, yaşadığım korku deneyimine bağlı olarak, onun “erk tırısı” adını verdiği şeyi gerçekleştirebilmişti. Bu, bana don Juan’ın yıllarca önce öğrettiği, insanın karanlıkta kendini berelemeden, sağa sola çarpmaksızın koşabilmesini içeren bir yöntemdi.
Neyi nasıl yaptığımın tam ayırdında değildim. Birdenbire kendimi yeniden don Juan’ın evinde buldum. Görünüşe bakılırsa, o da koşmuş ve oraya benimle aynı zamanda varmıştı. Gaz lambasını yaktı, tavandaki bir kirişe astı ve teklifsizce, oturup gevşememi söyledi.
Sinirliliğim daha dayanılır bir hale gelinceye dek, aynı noktada yerimde saydım. Sonra da yere oturdum. Bana, zorla, hiçbir şey olmamış gibi davranmamı buyurarak defterimi elime tutuşturdu. Çalılığı aceleyle terk ederken bunları düşürdüğümün ayırdına varamamıştım.
“Orada ne oldu?” diye sorabildim, sonunda.
“Bilgiyle buluşacaktın,” dedi, çenesiyle çölün koyu çalılarını imleyerek. “Seni oraya götürdüm, çünkü günün erken saatlerinde evin çevresinde dolanan bilginin bakışını yakaladım. Ola ki, bilgi senin geleceğini biliyordu da, seni bekliyordu. Burada buluşmak yerine bi erk noktasında karşılaşmayı yeğledim. Sonra da bilgiyi çevremizdeki öbür şeylerden ayrıştırabileceğinden emin olmak için bi deney hazırladım. Aferin, iyi becerdin.”
“Bir dakika!” diye karşı çıktım. “Önce çalılığın ardında gizlenen bir insan karaltısı gördüm, ardından da koca bir kuş.”
“Sen bi adam görmedin!” dedi, kesinlikle. “Ne de bi kuş. Çalılıklardaki karaltı da, üzerimize uçan şey de bi güveydi. Eğer büyücülerin terimlerine alışmak istersen, gerçi senin terimlerine göre gülünç bi şey bu ama sen bi güveyle buluştun. Bilgi bi güvedir.”
Delici bir bakışla bana baktı. Lambanın ışığı yüzünde garip gölgeler oluşturmuştu. Gözlerimi başka yöne çevirdim.
“Bu gizi bu gece çözmek için yeterli erkin olur belki. Bu gece olmazsa, yarın. Unutma, bana hâlâ altı gün borçlusun.”
Don Juan ayağa kalkıp evin arka yanındaki mutfağa yürüdü. Lambayı alıp, sıra gibi kullandığı çotuğun üzerine yerleştirdi. Sırt sırta yere oturup, bir tencereden kendimize fasulye ile et aldık. Sessizlik içinde yedik.
Zaman zaman, hızlı bakışlar fırlatıyordu benden tarafa. Gülmesini zor tutuyormuş gibiydi. Gözleri iki yarığı andırıyordu. Bana baktığında, gözlerini biraz açtı; nemli, saydam tabakadan lambanın ışığı yansıdı. Işığı bir ayna etkisi yaratmak istercesine kullanıyormuş gibiydi. Bununla oynadı bir süre; gözlerini üzerime her odakladığında başını neredeyse algılanamayacak biçimde sallıyordu. Çekici bir ışık titreşimi oluşuyordu böylece, Yaptıklarının ayırdına bir süre sonra varabildim. Kalasında belirli bir düşünceyle devindiğine inanıyordum. Ne yaptığını sormak gereğini duydum.
"Bi başka nedeni var," dedi güven verici bir titremle. "Gözlerimle seni yatıştırıyorum. Artık sinirli değilsin, di mi?"
Kendimi daha iyi hissettiğimi teslim etmeliydim. Gözlerinde sürekli ışıyan parlaklık korkutucu değildi. Ne sıkıldım ne de irkildim.
"Beni gözlerinle nasıl yatıştırıyorsun?" diye sordum.
Başını yeniden algılanamaz biçimde salladı. Gözlerinin saydam tabakaları lambanın ışığını gerçekten yansıtıyordu.
"Sen de yapmaya çalış," dedi, bana bir tabak yemek daha verirken, "Kendini dinginleştirebilirsin, istersen."
Başımı sallamayı denedim. Devinimlerim sakarcaydı.
"Böyle yaparsan, anca sallabaş olursun," diyerek güldü. "Dikkat et, başın ağrıyacak. Bunun gizi kafada değil, devinim, göze midenin altındaki bölgeden gelen duyguda. İşte, başı sallatan da bu!"
Göbek deliği bölgesini okşadı.
Yemeği bitirdikten sonra sırtımı odun destesiyle çuvallara dayayıp oturdum. Onun baş sallamasına öykünmeyi denedim. Don Juan çok eğleniyor gibiydi. Kıkırdayıp kalçalarını tokatladı.

Cvp: 1- Bilgiyle Buluşma

Apansız duyulan bir gürültü, kahkahalarını kesmesine neden oldu. Tahtaya vuruluyormuş gibi derinden bir ses geldi çalılık tarafından. Don Juan, çenesiyle tetikte olmamı imledi.
"Bu, seni çağıran güve," dedi, kesin bir ifadeyle.
Yattığım yerden zıpladım. Ses birden kesildi. Bir açıklama beklercesine don Juan'a baktım. Omuzlarını sallayarak gülünç bir umursuzluk deviniminde bulundu.
"Buluşmanı gerçekleştirmedin, henüz," diye ekledi. Kendimi buna hazır hissetmediğimi, eve gidip kendimi güçlü duyumsadığımda dönersem daha iyi olacağını söyledim, ona.
"Anlamsızca konuşma," dedi. "Bi savaşçı, payına düşeni sonsuz bi alçakgönüllülükle kabul eder. Ne olduğunu, kim olduğunu da alçakgönüllülükle kabullenir; üzülerek değil, hem de canlı bi meydan okuyuşla!
"Bu noktayı anlayıp, tümüyle yaşamak, hepimiz için zaman gerektiren bi olay. Örneğin ben, ‘alçakgönüllülük’ sözcüğünün yanımda dile getirilmesinden bile nefret ederdim. Ben bi Kızılderiliyim. Biz, Kızılderililer hep alçakgönüllüydük, başımızı öne eğmekten başka bi şey yapmadık. Bi savaşçının yolunda alçakgönüllülüğe yer olmadığını düşünürdüm. Ne büyük yanılgı! Şimdi, bi savaşçının alçakgönüllülüğünün, bi dilencininkine benzemediğini çok iyi biliyorum. Savaşçı başını kimseye eğmez, ama aynı zamanda kimsenin ona baş eğmesine de izin vermez. Öte yandan, bi dilenci kendisinden daha yüce olduğuna inandığı birisinin önünde isteyerek diz çöker, bi de yerleri silmeye başlar. Ne var, kendinden aşağı birisinin de kendi önünde yerleri silmesini ister.
"İşte demin onun için ustaların ne hissettiklerini anlayamadım," dedi. "Ben yalnızca savaşçıların alçakgönüllülüğünü bilirim, işte bu da benim, başkalarının ustası olmama asla izin vermez."
Bir süre sessiz kaldık. Sözleri içimde derin bir sıkıntıya yol açmıştı. Etkilenmiş ve üzülmüştüm. Aynı zamanda, çalılıklarda tanık olduklarım da beni endişelendiriyordu. Don Juan'ın benden bir şeyler gizlediğine emindim; gerçekten neler döndüğünü biliyor olmalıydı.
Tam bu fikirler üzerinde kafa yorarken, yeniden duyulan o garip vuruş sesi beni düşüncelerimden kopardı. Don Juan önce güldü, sonra yeniden kıkırdamaya başladı.
"Dilencinin alçakgönüllülüğüne bayılıyorsun sen," dedi tatlılıkla. “Aklın önünde başını eğiyorsun.”
“Nedense, hep oyuna getirildiğimi düşünüyorum,” dedim. “Bu da benim açmazım.”
“Haklısın. Oyuna getirildin,” diye ekledi dinginleştirici bir gülüşle. “Ama senin asıl açmazın olamaz bu. Sen aslında, benim sürekli, bilerek sana yalan söylediğime inanıyorsun, haksız mıyım!”
“Evet. İçimde bir yerlerde, şu olanların gerçekliğine inanmamı önleyen bir şeyler var.”
“Gene haklısın. Burada olanların hiçbiri gerçek değil.”
“Bununla ne demek istiyorsun, don Juan?”
“Olaylar ancak, kişinin onların gerçekliğini kabul etmesinin ardından gerçektirler. Örneğin, şu akşam olanlar senin açından gerçek olamaz. Çünkü hiç kimse sana bunların gerçekliğini kabul ettiremez.”
“Olanları görmediğini mi söylemeye çalışıyorsun?”
“Tabii ki gördüm. Ama ben sayılmam. Sana yalan söyleyen benim, unuttun mu?”
Don Juan öksürükten tıkanıncaya dek güldü. Her ne kadar benimle dalga geçiyorduysa da, gülüşü dostçaydı.
“Benim laf oyunlarıma kafanı çok takma,” dedi güven verici bir biçimde. “Yalnızca seni dinginleştirmeye çabalıyorum, senin anca şaşkınlaşınca kendini iyi hissettiğini dünya âlem biliyor.”
Yüz ifadesini öylesine gülünçleştirdi ki, buna ikimiz de çok güldük. Ona, biraz önce söylediklerinin beni, şimdiye kadar olduğundan çok daha fazla korkuttuğunu söyledim.
“Benden korkuyor musun?” diye sordu.
“Senden değil, senin simgelediklerinden.”
“Ben savaşçının özgürlüğünü simgeliyorum. Korkuyor musun bundan?”
“Hayır. Ben senin bilginin ürkünçlüğünden korkuyorum. Ne bir avuntum var, ne de sığınacak bir yerim var.”
“Sen gene konuları karıştırıyorsun. Avuntu, sığınak, korku... Tüm bunlar, değerlerini sorgulamadan benimsediğin havalar. Herkesin de görebileceği gibi, kara büyücüler senin basiretini bağlamış.”
“Kara büyücüler kim, don Juan?”
“Arkadaşlarımızdır, kara büyücüler. Onlarla birlikte olduğuna göre, sen de bi kara büyücüsün. Düşün bi an bunu. Senin için çizdikleri yoldan ayrılabiliyor musun? Hayır. Düşüncelerin de, edimlerin de daima onlar tarafından belirlenmiş. Tutsaklık bu. Öte yandan, ben sana özgürlük getirdim. Özgürlük pahalıdır ama ödenemez bi değer değil bu. Sen ustalarını, seni tutsak edenleri korkut. Beni korkutmak için zaman ve erk harcama. Ya!”
Haklı olduğunu biliyordum. Ne var, onunla bu içtenlikli anlaşmamıza karşın, yaşam boyu süren alışkanlıklarım nedeniyle yolumdan kolay kolay kopamayacağımı da biliyordum. Kendimi gerçekten bir tutsak gibi hissettim.
Uzun bir sessizliğin ardından, don Juan bilgiyle yeniden karşılaşabilecek denli güç toplayıp toplayamadığımı öğrenmek istedi. “Güveyle mi demek istiyorsun?” dedim, şaka yollu.
Gülmekten iki büklüm oldu. Sanki ona dünyanın en gülünç fıkrasını anlatmıştım.
“Bilgi bir güvedir demekle aslında neyi anlatmak istedin?” diye sordum.
“Başka bi anlamı yok bunun,” diye yanıtladı. “Güve güvedir. Şimdi düşündüm de, tüm bu başarılarının ardından, görmek için yeterli erkin olmalıydı. Ama bi insan görüntüsü yakaladın. Bu da gerçek görme değil.”
Don Juan, çömezliğimin en başından bu yana, görme kavramını, kişinin geliştirebileceği ve varoluşun “çözümlenemez” doğasını anlamaya yardımcı olabilecek özel bir yetenek biçiminde tanımlamıştı.
Birlikte olduğumuz yıllar boyunca, onun “görme” dediği olgunun, şeyleri sezgi yoluyla kavrama, bir şeyi önceden anlama ya da insan etkileşimlerinin satır aralarını görerek örtülü anlamlarıyla güdüleri bulgulama olduğu yolunda bir kavram geliştirmiştim.
“Şunu belirtmeliyim ki, bu gece güveyle karşılaştığında, yarı bakıyor, yarı görüyordun,” diye başladı, don Juan. “O aşamada, sen her ne kadar, tam anlamıyla bilinen sen değildiysen de dünya anlayışını kullanacak denli, tam bi bilinçlilik durumundaydın.”
Don Juan susarak bana baktı. Önce, ne söyleyeceğimi bilemedim.
“Dünya anlayışımı nasıl kullanıyordum?” diye sordum.
“Dünya anlayışın, çalılıkların arkasında yalnızca gizli gizli dolaşan hayvanların bulunabileceğini ya da yaprakların ardında gizlenen insanlar olabileceğini söyledi sana. Bu düşünceye yapıştın, bu yüzden doğal olarak, dünyayı bu düşünceye uygun kılacak yolları bulman gerekiyordu.”
“Ama o sırada hiçbir biçimde düşünmüyordum ki, don Juan.”
“Buna düşünme demeyelim, o halde. Bu, daha çok dünyayı daima düşüncelerimize uydurma alışkanlığı. Uymayınca, uydurmak için, elimizden geleni ardımıza koymuyoruz. İnsan kadar büyük güveler düşünülemez bile. O halde, sana göre çalılıklardaki şey insandan başka bir şey olamazdı.
“Çakalla da aynı şey geldi başına. Eski alışkanlıkların bu karşılaşmanın da türünü belirledi. Seninle çakal arasında bi şey gerçekleşti. Ama bu, konuşma değildi. Ben de aynı şaşkınlığa düşmüştüm. Sana, bi zamanlar bi geyikle konuştuğumu anlatmıştım. Şimdi de sen bi çakalla konuştun. Ama ne sen, ne de ben o zaman ne olduğunu asla bilemiycez.”
“Bana ne anlatmaya çalışıyorsun, don Juan?”
“Büyücülerin açıklaması benim için bi anlam kazandığında geyiğin bana neler yaptığını anlamak için artık çok geçti. Konuştuk demiştim ama öyle olmadı. Söyleştiğimizi söylemek, bu konu hakkında konuşabilmeyi ayarlamanın bi yolu yalnızca. O geyikle ben bi şeyler yaptık ama o sıralarda, tıpkı senin gibi ben de dünyayı düşüncelerime uygun kılmayı gereksiniyordum. Tıpkı senin gibi, yaşamım boyunca konuşmuştum. Alışkanlıklarım ağır bastı, geyiği de içine aldı. Geyik yanıma gelip, yapacağını yaptığında, bunu konuşma olarak almak için kendimi zorlamıştım.”
“Büyücülerin açıklaması bu mu?”
“Hayır, bu sana yaptığım bi açıklama, ama büyücülerin açıklamasıyla da pek çatışmıyor.”
Bu söylediği, bende büyük bir zihinsel çalkantı yaratmıştı. Bir süre için sinsi güveyi de not tutmayı da unuttum. Anlatımını yeniden dile getirmeyi denedim, ardından dünyamızın yansımalı doğasını konu eden uzun bir tartışmanın içinde bulduk kendimizi. Don Juan’a göre, dünya, tanımına uygun olmalıydı. Bir başka deyişle tanım kendini yansıtmalıydı.
Açıklamasının bir başka noktası da, kendimizi, “alışkanlıklar” adını verdiği kavram bağlamında, dünya tanımlamasıyla birleştirmeyi öğrenmiş olduğumuz yolundaydı. Ben ise, buna daha kapsamlı bir kavram olduğunu düşündüğüm niyetlilik terimini getiriyordum—yani, insan bilinçliliğinin bir nesneye göndermede bulunmasını, ya da bir şeye niyetlenmesini sağlayan özellik.
Söyleşimiz daha da ilginç bir çözümlemeyi ortaya çıkardı. Çakalla yaptığım “konuşma”, don Juan’ın açıklamasının ışığında yeni bir görünüme büründü. Niyetli iletişimin bir başka yolunu bilmediğime göre bu “konuşmaya” niyetlenmiştim. Bunu iletişimin söyleşi yoluyla oluştuğu yolundaki tanıma da uydurmayı başarıp, tanımlamanın kendini yansıtmasını sağlamıştım.
Büyük bir kıvanç anı yaşadım. Don Juan gülerek sözcüklerden bu denli etkilenmemin, deliliğimin bir başka yanı olduğunu söyledi. Ses çıkarmaksızın konuşmayı içeren gülünç bir devinimde bulundu.
“Hepimiz aynı maskaralığın peşinde koşuyoruz,” dedi uzun bir suskunluğun ardından. “Bunun üstesinden gelmenin tek yolu, savaşçı gibi davranmayı sürdürmek. Gerisi kendiliğinden gelir.”
“Nedir, gerisi, don Juan?”
“Bilgi ve erk. Bilgi adamlarında her ikisi de vardır. Ne ki, hiçbiri bunları nasıl elde ettiğini anlatamaz. Savaşçı gibi devindikleri ve bi gün her şeyin değiştiği dışında, tabii.”
Bana baktı. Kararsız gibiydi. Sonra, birden kalkıp, bilgiyle olan buluşmayı gerçekleştirmekten başka bir çarem olmadığını belirtti.
Bir ürperti geçirdim. Yüreğim daha hızlı atmaya başladı. Ayağa kalktım. Don Juan bedenimi her açıdan incelermişçesine, çevremde döndü. Oturmamı ve yazmamı imledi.
“Bu denli ürkersen, buluşmana sadık kalamazsın,” dedi. “Bi savaşçı sakin olmalı, kendine hakim olmalı, denetimini hiçbi zaman yitirmemdi.”
“Gerçekten korktum,” dedim. “Güve ya da her neyse, çalıların orada dolanan bir şey var.”
“Tabii ki var!” diye bağırdı. “Benim karşı çıktığım şey, tıpkı çakalla konuştuğunu düşündüğün gibi, bunun da bi insan olduğunu düşünmeyi sürdürmen.”
Bir tarafım, öne sürdüğü şeyi tamamıyla anlamıştı. Gene de özümün bir başka yanı kendimi bırakmamı önlüyor, beni “akla” uygun davranmaya zorluyordu.
Don Juan’a, her ne kadar onunla tam bir ussal anlaşma içinde olsam da açıklamasının duyularımı tam anlamıyla tatmin etmediğini söyledim.
“Bu,” dedi, “sözlerin sakatlığından ileri geliyor. Sözcükler kendimizi aydınlanmış gibi hissetmeye zorlar bizi, hep. Ama dünyayla yüzleşmeye kalktığımızda, bizi daima yalnız bırakırlar; biz de dünyayla, her zaman yaptığımız gibi, aydınlanmasız biçimde yüzleşmek durumunda kalırız. Bu nedenle, bi büyücü konuşmaktansa yapmayı yeğler, bu bağlamda yeni bi dünya tanımlaması çıkarır ortaya; konuşmanın önemini yitirdiği, yeni edimlerin yeni yansımalar getirdiği bi dünya tanımlaması.”
Yanıma oturdu. Gözlerime bakıp, çalılıkta, gerçekte ne “görmüş” olduğumu dile getirmemi buyurdu.
O anda boğucu bir tutarsızlıkla karşı karşıya kalmıştım. Bir insanın karaltısını görmüştüm, ama öte yandan, bir kuşun karaltısını da görmüştüm. O halde, aklımın “yeter” dediğinden fazlasına tanık olmuştum. Ama içimde bir şey, aklı tümden göz ardı etmeden, deneyimin, karaltının boyu poşu gibi parçalarını seçip bunları mantıklı olasılıklar olarak kabul etmiş, kuşa dönüşen karaltı gibi parçalarını ise doğrudan göz ardı etmişti. Böylece, bir insan gördüğüme inanmıştım.
Kuşkularımı dile getirdiğimde, don Juan kahkahalarla güldü. Büyücülerin açıklamasının, er ya da geç yardıma koşacağını, böylece her şeyin, mantıksal ya da mantık dışı olması gerekmeden berraklık kazanacağını söyledi.
“Bu arada, senin için yapabileceğim tek şey gördüğünün gerçekten bi insan olmadığını söylemektir,” dedi.
Don Juan’ın bakışı gittikçe sinir bozucu oldu. Bedenim istem dışı bir biçimde titremeye başladı. Sıkıntı hissetmeme neden oluyordu.
“Bedenindeki izleri arıyorum,” diye açıkladı. “Belki ayırdında değilsin ama bu akşam büyük bi güç gösterisiyle karşı karşıya kaldın, orada.”
“Ne tür izler, bunlar?”
“Bildiğin türden bedensel izler değil bunlar, ışıldayan telciklerinle parlak bölgelerinin üzerindeki imleri arıyorum. Biz ışıldayan varlıklarız. Olduğumuz, duyumsadığımız her şey telciklerin üzerinde belirir. İnsanların kendilerine özgü bi parlaklığı vardır. Bu, onları yaşayan, ışıldayan varlıklardan ayırt etmenin tek yoludur.
“Eğer bu gece görebilmiş olsaydın, çalılıklardaki karaltının ışıldayan bi canlı varlık olmadığının, ayırdına varabilirdin.
Bir şeyler daha sormak istedim ama elini ağzıma dayayıp beni susturdu. Ağzını kulağıma yaklaştırıp, bir hışırtı, bir güvenin kuru yaprakların, dalların üzerinde çıkardığı yumuşak adım seslerini duymam gerektiğini fısıldadı.
Hiçbir şey duyamadım. Don Juan birden kalktı. Lambayı yerinden alarak sundurmanın altında, ön kapıya doğru oturacağımızı söyledi. Evin içine girmektense çevresinde yürümeye, çalılıkların kenarına doğru gitmeye yönlendirdi beni. Varlığımızı belirgin kılmanın vazgeçilmez olduğunu açıkladı. Evi, sol tarafına doğru yarı yarıya çevreledik. Don Juan’ın yürüyüşü aşırı yavaştı. Adımları zayıftı, sendeliyordu. Lambayı taşıyan eli titriyordu.
Ona, yolunda gitmeyen bir şeyler mi olduğunu sordum. Bana göz kırparak, çevrede dolanan büyük güvenin genç bir insanla buluşacağını, zayıf bir yaşlı adamın yavaş yürüyüşünün, buluşulacak kişinin kim olduğunu gösteren çok belirgin bir yol olduğunu fısıldadı.
Sonunda, evin önüne geldiğimizde don Juan, lambayı bir kirişe asıp beni sırtım duvara gelecek biçimde oturttu. Sağıma da kendisi oturdu.
“Burada oturacağız,” dedi, “sen de tüm doğallığınla yazacak, benimle konuşacaksın. Sana bugün pusu kuran güve, şu anda buralarda, çalılığın içinde. Bi süre sonra gelip, sana bakacak. Lambayı, işte bu nedenle senin tepene astım. Işık, güvenin seni bulmasına yardımcı olacak. Çalılığın kenarına geldiğinde, çağıracak seni. Çok özel bi sesle yapacak bunu. Sesin salt kendisi bile sana yardımcı olabilir.”
“Ne tür bir ses bu, don Juan?”
“Bi ezgi. Güvelerin oluşturduğu, akıldan çıkmaz bi sestir bu. Aslında duyamazsın ama oradaki güve bi başka güve. Çağrısını açıkça duyacaksın; ola ki kusursuzsan eğer, yaşamın boyunca seninle birlikte kalır.”
“Ne işime yarayacak ki?”
“Bu gece, daha önce başlattığını bitirmeye çabalayacaksın. Görme, savaşçı ancak iç söyleşisini kesince gerçekleşir.
“Bugün çalıların orada konuşmanı istencinle durdurdun. Ve gördün. Gördüğün şey berrak değildi. Onun bi insan olduğunu sandın. Ben de, o bi güveydi, diyorum. İkimiz de doğru değiliz, çünkü konuşmak durumunda kalıyoruz. Ben gene de senden bi kerte üstünüm. Çünkü senden daha iyi görüyorum, üstelik büyücülerin açıklamasına da sahibim. Yani, belirgin olmasa da bu gece gördüğüm şeyin bi güve olduğunu biliyorum.
“Şimdi de sessizce, düşünmeden küçük güvenin yeniden sana gelmesini bekle, bakalım.”
Not tutmakta güçlük çekiyordum. Don Juan güldü, hiçbir şey beni rahatsız etmiyormuşçasına, not almayı sürdürmemi istedi. Koluma dokunarak, yazı yazmanın sahip olduğum en iyi koruyucu kalkan olduğunu söyledi.
“Güvelerden hiç konuşmadıydık,” diye sürdürdü. “Şu ana değin zamanı değildi. Senin de önceden bildiğin gibi, tinin dengesizdi. Bunun üstesinden gelmen için, sana savaşçının yolunu yaşamayı öğrettim. Evet, bi savaşçı ruhun dengesiz olduğu düşüncesinden yola çıkarak işe koyulur. Tam denetim ve bilinçlilik, acele etmeden yaşar, dengesini kazanmak için elinden gelenin daha iyisini yapar.
“Senin konumunda, aslında hemen her insanın konumunda, dengesizliğe neden olan şey edimlerinin tümünden birden kaynaklanıyor. Ne var, tinin şu anda güvelerden söz edecek denli hafiflemiş gibi görünüyor.”
“Güvelerden söz etmek için doğru zaman olduğunu ne bildin?”
“Sen buraya geldiğin sırada, çevrede dolaşan güvenin bakışını yakaladım. İlk kez dostçaydı ve açıktı. Onu daha önce, Genaro’nun evinin çevresindeki dağlarda gördüğümde senin düzen eksikliğini yansıtan, göz korkutucu bi biçimi vardı.”
O anda garip bir ses duydum. Bir dalın boğuk bir tınıyla kırılmasını ya da uzaktan gelen küçük bir motor sesini andırıyordu. Müzikteki perdelerin gam değiştirmesi gibi, tekinsiz bir tartım oluşturdu. Sonra birdenbire kesildi.
“Bu, güveydi,” dedi don Juan. “Belki daha önce ayırdına varmışsındır; lambanın ışığı güveleri çekecek denli aydınlık, ama çevrede bi tane bile yok.”
Daha önce buna dikkat etmemiştim; don Juan, bunun bilincinde olmamı sağladığı andan başlayarak evin çevresindeki çölde de inanılmaz bir sessizliğin hüküm sürdüğünün ayırdına vardım.
“Diken üstünde durma,” dedi dingince. “Yeryüzünde bi savaşçının yüz yüze gelemeyeceği hiçbi şey olamaz! Anlamıyor musun, kendisini zaten ölü kabul ettiği için yitirecek bi şeyciği kalmaz. En kötüsü başına gelmiştir. E, o halde dingin ve durudur. Onu edimlerine ve sözlerine göre yargılayan bi kişi, her şeye tanık olduğunu anlayamaz.”
Don Juan’ın sözleri, her şeyin ötesinde de havası beni yatıştırmıştı. Ona, günlük yaşamımda o eski saplantılı korkuları uzun süredir yaşamadığımı; ne var, bedenimin, karanlıkta beni bekleyen şey nedeniyle korku kasılmalarına uğradığını söyledim.
“Orada, yalnızca bilgi var,” dedi sıradan bir meseleden söz ediyormuşçasına. “Doğru, bilgi korku vericidir. Savaşçı bilginin korku verici doğasını olurlarsa, korkutuculuğunu da geçersiz kılar.”
O alışılmadık ses yeniden duyuldu. Daha patırtılı, daha yakından geliyor gibiydi. Dikkatlice dinledim. Dikkatimi arttırdıkça doğasını belirlemek güçleşiyordu. Kuş ya da hayvan sesine benzemiyordu. Gürültüler dolgun, derin bir titremdeydi. Kimisi pes, kimisi de tiz perdeden geliyordu. Bir tartımı, belirli bir süresi vardı; bazıları uzundu. Bunları tek bir ses birimi gibi duydum. Öteki sesler makineli tüfek gürültüsü gibi kesik kesik geliyordu.
“Güveler sonsuzun habercileridir. Yok, daha da doğrusu bekçileridir,” dedi don Juan, sesler kesildikten sonra. “Bazı nedenlerden ötürü, ya da hiçbi nedensiz, sonsuzluğun altın tozunun emanetçileridir.”
Bu benzetmeyi anlamamıştım. Açıklamasını istedim.
“Güveler kanatlarında bi toz taşırlar. Koyu altın tozu. İşte bu, bilginin tozudur.
Açıklaması, mecazı daha da belirsizleştirmişti. Sorumu, söze en iyi biçimde aktarabilmek amacıyla bir süre durdum.  Ama o, yeniden konuşmaya başladı. “Bilgi en önemli bi iştir,” dedi, “özellikle de bi savaşçı için. Savaşçıya bilgi bi seferde gelir, onu içine çeker, sonra gecikmeden yoluna devam eder.”
“Bilginin, güvenin kanadındaki tozla ne işi olabilir ki?” diye sordum, uzun bir aranın ardından.
“Bilgi havadan uçarak gelir, altın toz zerrecikleri gibi. Ayın toz, güvenin kanatlarını kaplar. Yani, savaşçı için bilgi, yoğun koyu altın tozuyla duş yapar, ya da yıkanır gibidir.”
Takınabildiğim en nazik tavırla, açıklamasının kafamı daha da karıştırdığını belirttim. Kahkahalarla gülerek bana, olayı tam anlamıyla doğru biçimde aktardığı, ne var ki, inançlarımın beni rahat bırakmadığı konusunda güvence verdi.
“Güveler,” dedi, “çok uzun süreden beri büyücülerin dostu ve yardımcısı olmuştur. Bu konuya, senin hazırlığın tam olmadığı için daha önce değinmediydim.”
“İyi de, kanatlarındaki toz nasıl bilgi olabilir?”
“Görürsün.”
Ellerini defterimin üzerine koydu, gözlerimi kapayıp sessiz ve düşüncesiz, öylece oturmamı söyledi. Çalılıklardaki güvenin çağrısının bana yardımcı olacağını söyledi. Dikkatimi verirsem, bana yakında gerçekleşecek olayı anlatacaktı. Güveyle aramdaki iletişimin nasıl kurulacağını, bunun ne çeşit bir iletişim olacağını bilmediğini vurguladı. Kendimi rahat ve güvencede hissetmemi, ayrıca kişisel erkime de güvenmemi istedi.
Sabırsızlık ve sinir içinde geçen ilk anların ardından sessiz kalmayı başardım. Düşüncelerim, zihnim tamamıyla boşalana dek, teker teker azaldı. Ben dinginleştikçe çöldeki çalılığın gürültüleri artıyor gibiydi.
Don Juan’ın, bir güveden geldiğini söylediği o şaşırtıcı ses yeniden duyuldu. Bunu zihnimde bir düşünce olarak değil de bedenime yansıyan bir duygu biçiminde algıladım. Göz korkutucu ya da kötü bir şey değilmiş gibi geldi bana. Yalın ve sevimliydi. Bir çocuğun çağrısı gibiydi. Bir zamanlar tanışmış olduğum küçük bir çocuğun anısını aklıma getirmişti. Uzun sesler, onun yuvarlak, sarışın kafasını anımsatmış, kısa kesik sesler ise gülüşünün tınısını hatırlatmıştı. Aklımda hiçbir düşünce olmamasına karşın çok kaygı verici bir duygu beni ağırlığı altına aldı: kaygıyı bedenimde de hissettim. Oturduğum yerde bundan daha fazla kalamazdım. Yanıma doğru kaydım. Hüznüm öylesine yoğundu ki yeniden düşünmeye koyuldum. Acıyla keder kapladı içimi, birden kendimi çocukla ilgili bir içsel tartışmanın ortasında buldum. Bağlantısız immişçesine gelen ses kesilmişti. Gözlerim kapalıydı. Don Juan’ın ayağa kalktığını duydum. Benim de kalkmama yardım ettiğini hissettim. Canım konuşmak istemiyordu. O da tek bir sözcük etmedi. Bana doğru yöneldiğini duydum. Gözlerimi açtım. Tam önümde diz çökmüş, lambayı bana tutarak yüzümü inceliyordu. Ellerimi karnımın üstüne koymamı buyurdu. Ayağa kalktı, mutfağa giderek bana su getirdi. Bir kısmını yüzüme vurdu, gerisini de içmem için bana verdi.
Yanı başıma oturup, bana notlarımı verdi. Ona, seslerin beni en acı verici düşlere sürüklediğini söyledim.
“Kendine acımada kendi sınırlarını da aştın,” dedi, ince bir alayla.
Yapacağı en doğru yorumu dile getirmek istermişçesine düşünceye dalmış gibiydi.
“Bu gecenin sorunu, insanları görmek” dedi sonunda. “Önce içsel söyleşini kes, sonra da görmek istediğin kişinin imgesini getir. Kişi sessiz bi anında, kafasında başka bi düşünce yokken tek bi düşünceyi tutabilirse, bu bi komut olur, işte,” dedi. “Bu gece, güve sana yardımcı olmak istiyor, az sonra senin için şarkı söyleyecek. Ezgisi, altın zerrecikleri getirecek. Sen de, seçtiğin her kimse, onu göreceksin.”

Cvp: 1- Bilgiyle Buluşma

Daha fazla ayrıntı istedim, ne var, ani bir devinim yaparak işe koyulmamı imledi.
İçsel söyleşimi durdurmak için birkaç dakika çabaladıktan sonra, tamamıyla sessizleşmiştim. Bir dostumun düşüncesini kısa bir süre kafamdan geçirdim. Bir an olduğuna inandığım bir süre boyunca gözümü kapalı tutmuştum ki, birisinin omuzlarımı sarstığının ayırdına vardım. Yavaş bir farkındalıktı bu. Gözlerimi açtığımda, kendimi sol yanıma yatmış buldum. Görünüşe bakılırsa, o kadar derin bir uykuya dalmıştım ki, düştüğümü anımsamıyordum bile. Don Juan doğrulmama yardım etti. Gene gülüyordu. Horlamamı taklit ederek, şayet kendisi tanık olmasaymış, bir insanın bu denli hızlı biçimde uykuya dalabileceğine onu kimsenin inandıramayacağını söyledi. Aklımın anlamadığı bir şey yapmak zorunda kaldığımda benim çevremde olmasının onun için bir zevk oluşturduğunu belirtti. Defterimi benden uzağa iterek her şeye yeni baştan başlamamız gerektiğini söyledi.
Gerekli adımları yeniden attım. O şaşırtıcı kesik ses yeniden duyuldu. Ne var, bu kez çalılıklarından değil de, daha çok içimden geliyormuş gibiydi. Sanki dudaklarımla, bacaklarımla ya da kollarımla ben çıkarıyordum bu sesi. Ses beni çabucak içine aldı. Birtakım yumuşak toplar bana doğru ya da benden dışarıya doğru fırlatılıyormuş gibiydi; ağır pamuk balyalarıyla bombardımana tutulmuşçasına yatıştırıcı, farklı bir duyguydu bu. Birden, bir kapının rüzgârın etkisiyle ardına dek açıldığını işiterek yeniden düşünmeye başladığımın ayırdına vardım. Bir başka şansı da berbat ettiğimi sanmaktaydım. Gözlerimi açtım, kendimi odamda buldum. Masanın üzerindeki nesneler onları bıraktığım gibi duruyordu. Kapı açıktı, dışarıda yeğin bir rüzgâr esiyordu. Aklımdan, su ısıtıcısına bir göz atmam gerektiği düşüncesi geçti. Bunun ardından, kendi yaptığım, ama çerçevesine pek de iyi oturmayan sürmeli pencereden tırmalamaya benzer bir ses geldi. Sanki birisi içeri girmek istiyordu. Korkuyla sarsıldım. Oturduğum iskemleden kalktım. Bir şeyin beni çektiğini duyumsadım. Bağırdım.
Don Juan omuzlarımdan sarsıyordu. Heyecanlı bir biçimde gördüklerimi anlattım. Bunlar öylesine canlıydı ki, hâlâ titriyordum. Masanın yanında tüm bedenimle öylece durmakta olduğumu duyumsamıştım.
Don Juan, anlattıklarıma inanmazmışçasına başını sallıyor, kendimi aldatma konusunda bir dâhi olduğumu söylüyordu. Yaptıklarımla ilgilenmemiş gibiydi. Kısa yoldan sözümü kesti; her şeye yeniden başlamamı buyurdu.
O gizemli sesi yeniden duydum. Don Juan’ın betimlediği gibi, onları altın zerrecikler yağmuru olarak algıladım. Aslında bunları, bana anlatmış olduğu gibi, zerrecik ya da parçacık olarak değil de, küresel baloncuklar biçiminde duyumsamıştım. Çevremde yüzüyorlardı. Bunlardan biri ansızın açılı vereli ve bir görüntüyü açığa çıkardı. Sanki garip bir nesneyi göstermek amacıyla açılmıştı da tam gözlerimin önünde durmuştu. Bir mantara benziyordu. Kesinlikle ona bakmaktaydım, tanıklık ettiğim her neyse, bir rüya değildi. Mantara benzeyen nesne “görüntü” alanımın içinde değişmeden kaldı, sonra birden içindeki ışık söndürülmüşçesine patladı. Bunu, tanımlanamaz bir karanlık izledi: bir ürperme, rahatsız edici bir sarsıntı duyumsadım. Birden birisinin beni salladığının ayırdına vardım. Duyularını yeniden devinmeye başlamıştı. Don Juan şiddetli biçimde beni sarsıyor, ben de ona bakıyordum. Gözlerimi o anda açmış olmalıydım.
Don Juan yüzüme su serpti. Suyun serinliği oldukça çekiciydi. Kısa süren bir aranın ardından, ne olduğunu sordu.
Gördüklerimin her ayrıntısını aktardım.
“Peki, ben ne gördüm!” diye sordum.
“Arkadaşını,” diye yanıtladı.
Güldüm, sabırla, mantara benzer bir biçim “görmüş” olduğumu açıkladım. Her ne kadar, boyutlar konusunda fikir yürütecek durumda olmasam da bunun otuz santimetre dolayında olduğu düşüncesindeydim.
Don Juan duygunun en önemli şey olduğunu belirtti. Duygularımın, “görmekte” olduğum nesnenin varoluş halini belirleyen ölçüt olduğunu söyledi.
“Tanımlamalarından ve duygularından anladığıma göre arkadaşın iyi bi adam,” dedi.
Sözleri beni bocalatmıştı.
Mantara benzer biçimin, bir büyücünün insanları uzaktan “gördüğü” zamanki asıl biçimleri olduğunu, doğrudan yüz yüze baktığında ise kişiyi parlak telciklerden oluşan, yumurtamsı bir salkım biçiminde gördüğünü söyledi.
“Arkadaşına bakmıyordun, sen,” dedi. “O nedenle mantar gibi göründü.”
“Bu neden böyle, don Juan?”
“Kimse bilmez nedenini. Kısacası bu tür görmede insanlar böyle görünür.”
Mantara benzer biçimin her bir bölümünün ayrı bir anlama geldiğini, ama bir çömezin bu anlamı doğru biçimde yorumlamasının da olanaksız olduğunu ekledi.
Sonra, aklıma ilginç bir anı geldi. Birkaç yıl önce psikotropik bitkilerin alımına bağlı olağandışı bir gerçeklik anı sırasında, bir su akıntısına baktığımda, bir baloncuk salkımının çevremde yüzüp beni içine aldığını yaşamış ya da sezgilemiştim. Biraz önce tanık olduğum altın baloncuklar da beni aynı biçimde içlerine almıştı. Aslında, her iki baloncuk salkımının da aynı yapı ve biçime sahip olduklarını söyleyebilirdim.
Don Juan yorumlarımı ilgisizce dinledi.
“Erkini bu önemsiz şeylerle harcama,” dedi. “Şu anda seni çevreleyen bi sonsuzlukla cebelleştiğini unutma.” Elinin bir devinimiyle çalılıkları imledi.
"Bu büyüklüğü mantıklılığa dönüştürmek hiçbi işine yaramaz. Burada bizi çevreleyen şey sonsuzluğun ta kendisi. Bunu, üstesinden gelinebilir bi anlamsızlığa dönüştürmek hem abestir, hem de yıkım getirir.”
Ardından, tanıdıklarımdan bir başka kişiyi “görmem” konusunda üsteledi. Görüntü sona erdiğinde gözlerimi kendim açmam ve yakın çevrenin tam farkındalığına varmam gerektiğini ısrarla belirtti.
Mantara benzer bir başka biçimin görüntüsünü yakalamayı başardım. Ne var, birincisi sarımsı ve küçük, İkincisi beyazımsı, daha büyük ve buruşuktu.
“Görmüş” olduğum iki biçim üzerinde konuşmayı bitirdiğim sırada, çok kısa bir süre önce o denli bunaltıcı gelen “çalılardaki güveyi” çoktan unutmuştum. Don Juan’a benim için çok gizemli olan bir şeyi bu kadar kısa bir süre içinde göz ardı edebilmesinin beni gerçekten şaşırttığını söyledim. Sanki ben, kendim olduğumu bildiğim insan değildim.
“Bu konuda neden bu denli gürültü kopartıyorsun, anlamıyorum,” dedi don Juan. “Söyleşi durduğunda dünya da durur, o zaman özümüzün olağandışı yanları, sözlerimizin bekçiliğinden kurtulurmuşçasına su yüzüne çıkar. Sen neysen osun, çünkü kendine bunun böyle olduğunu söylüyorsun.”
Kısa bir dinlenmenin ardından, don Juan yeniden arkadaşlarımı “aramamı” istedi. Duyguya kılavuzluk etmek açısından, olabildiğince çok “görmenin” en önemli nokta olduğunu belirtti.
Ardı ardına otuz iki kişiyi çağırdım. Don Juan, her denemenin ardından, görüntümde sezgilediğim her şeyi dikkatli ve ayrıntılı biçimde betimlememi istedi. Deneyimlerimde yetkinleştiğimi, içsel söyleşimi birkaç saniye içinde susturmama, her deneyimimin ardından gözlerimi açabilmeme ve sıradan etkinlikleri ara vermeden gerçekleştirmeme bakarak anladıktan sonra bu yöntemi bıraktı. Bu değişimin ayırdına, mantara benzer biçimlerin renk değiştirmesini tartıştığımız sırada, vardım. Benim renk değiştirme adını verdiğim şeyin gerçekte renk değiştirme olmadığını, bunun değişik yoğunlukların akışı olduğunu daha önce belirtmişti. Görüntülemiş olduğum sarımsı bir akışı betimlemek üzereydim ki beni susturarak ne “görmüş” olduğumu kendisi açık ve seçik bir biçimde betimledi. O andan başlayarak, her görüntü üzerinde, hem de benim söylediklerimi anlamış gibi değil de kendi “görmüş” gibi tartıştı. Bu konuda bir yorum yapmasını istediğimde doğrudan konuşmayı reddetti.
Otuz iki kişiyi çağırdıktan hemen sonra, bir dizi mantara benzer biçim ve akış görmüş olduğumun, onlar hakkında hoşnutluktan iğrenmeye kadar uzanan bir dizi duygu geliştirdiğimin ayırdına vardım.
Don Juan, insanların arzu, sorun, üzüntü, kaygı gibi görünüşlerle dolu olduğunu açıkladı. Yalnızca derin ve güçlü bir büyücünün bu görünüşlerin anlamlarını açıklayabileceğini ve benim, insanların dış görünüşlerini gözlemlemekle yetinmem gerektiğini anlattı.
Çok yorulmuştum. Bu garip görüntülerde, aslında yorgun düşürücü bir şey vardı. Mide bulantısı hissi hepsinden ağır basmaktaydı. Gördüklerimi beğenmemiştim. Kendimi tuzağa düşmüş, lanetlenmiş gibi hissediyordum.
Don Juan, bu kötümserlik duygusunu dağıtmak amacıyla yazı yazmamı buyurdu. Hiçbir şey yazamadığım uzun ve sessiz bir sürenin ardından kendisinin seçeceği kişileri çağırmamı istedi.
Bir dizi yeni biçim görünmeye başladı. Bunlar mantardan çok ters çevrilmiş Japon pirinç-rakısı kadehlerini andırıyordu; kimileriyse daha değirmiydi. Biçimleri çekici ve dingindi. Onlardan yayılan bir mutluluk duygusu algıladım. Bir önceki dizide duyumsadığım ağırlık ve dünyaya bağımlılık onlarda gözlemlenmiyordu. Bir biçimde, az önceki yorgunluğumu gidermişlerdi.
Seçtiği kişilerin arasında çömezi Eligio da vardı. Eligio’nun görüntüsünü aldığımda, beni bu görsel durumunun dışına iten bir sarsıntı geçirdim. Eligio’nun sallanan ve bana doğru geliyormuş duygusunu veren uzun, beyaz bir biçimi vardı. Don Juan, Eligio’nun çok yetenekli bir çömez olduğunu, hiç kuşkusuz, birisinin kendisini “gördüğünü” anladığını açıkladı.
Don Juan’ın bir başka seçimi de, Don Genaro’nun çömezi Pablito’ydu. Pablito’nun görüntüsünün verdiği sarsıntı, Eligio ’nunkinden bile büyüktü.
Don Juan öylesine güldü ki, gözyaşları yanaklarından aktı.
“Bu insanların biçimleri niye farklı?” diye sordum.
“Onların daha fazla kişisel erki var,” diye yanıtladı. “Sen de görmüşsündür, onlar toprağa bağlı değil.”
“Bu hafifliği sağlayan nedir? Böyle mi doğmuşlar?”
“Hepimiz hafif ve devingen doğar, sonradan da böyle ağırlaşır ve sabitleriniz. Bu duruma kendimizi biz kendimiz sokarız. Belki şöyle diyebiliriz: bu insanlar hafif, çünkü savaşçı gibi yaşıyorlar. Neyse, bu o kadar önemli değil. Önemli olan, senin şu anda bi şeylerin kıyısına gelmiş olman. Kırk yedi kişiyi aradın ve özgün kırk sekizi tamamlamana bi kişi kaldı.”
O anda, yıllar önce, mısırlarla yapılan büyücülük ve önbili eylemleri üzerinde tartışırken, bana bir büyücünün sahip olduğu mısır tanelerinin sayısının kırk sekiz olduğunu söylediğini anımsadım. Nedenini hiçbir zaman açıklamamıştı.
Ona yeniden sordum. “Neden kırk sekiz?”
“Kırk sekiz bizim sayımız,” dedi. “Bizi insan kılan budur. Nedendir, bilinmez. Aptalca sorularla erkini boşa harcama.”
Ayağa kalktı, kollarını, bacaklarını uzatıp açarak gerindi. Bana da aynısını yapmamı söyledi. Gökte, doğuya doğru bir ışık çizgisinin ayırdına vardım. Yeniden oturduk. Öne doğru eğilip ağzını kulağıma yaklaştırdı.
“Çağıracağın son kişi, can dostumuz Genaro olsun,” diye fısıldadı.
Bir merak ve heyecan dalgası sardı beni. Gerekli adımları uygulamaya koyuldum. Çalılığın kıyısından gelen ses, canlılık ve yeni bir güç kazandı. Bunu neredeyse tümden unutmuştum. Altın baloncuklar beni yeniden yuttu, bunlardan birinde Don Genaro’nun kendisini gördüm. Şapkası elinde, tam önümde duruyordu. Gülümsüyordu. Çabucak gözlerimi açtım. Tam don Juan’la konuşmak üzereydim ki, daha tek bir sözcük bile edemeden bedenim tahta gibi sertleşti, saçlarım diken diken oldu. Uzun bir süre ne yapacağımı ya da ne diyeceğimi bilemedim. Don Genaro önümde duruyordu! Kendisi!
Don Juan’a döndüm; gülümsüyordu. Sonra, ikisi birden korkunç bir kahkaha tufanına yakalandılar. Ben de gülmeyi denedim. Gülemiyordum. Öylece kaldım.
Don Juan bana bir bardak su verdi. Ne yaptığımın ayırdında olmadan içtim. Yüzüme su serpeceğini sanıyordum. Bunun yerine bardağımı yeniden doldurdu.
Don Genaro yüzünü buruşturup, sırıttığını gizledi.
“Don Genaro’ya merhaba demek yok mu?” diye sordu, don Juan. Düşüncelerimi ve duygularımı düzene koymak için olağanüstü çaba harcamam gerekti. Sonunda ağzımdan birkaç selam sözcüğü çıkabildi. O da yerlere kadar eğildi.
“Beni çağırdın, di mi?” dedi gülümseyerek. Onu burada görmekten dolayı duyduğum şaşkınlığı dile getirmeye çalıştım.
“Seni çağırdıydı,” diye araya girdi, don Juan.
“İyi, buradayım işte,” dedi don Genaro bana. “Senin için ne yapabilirim?”
Yavaş yavaş aklım bir düzene kavuştu, sonunda bir içgörüyle uyandım. Düşüncelerim su gibi berraklaşmıştı—gerçekle ne olduğunu “biliyordum”. Don Genaro’nun, don Juan’ı görmeye geldiğini ve benim arabamın yaklaştığını duydukları anda don Genaro’nun çalılıkların ardına gizlendiğini, sonra karanlık basıncaya kadar orada sessiz ve devinimsiz kaldığını düşündüm. Sahne gayet inandırıcıydı. Olayı, kuşkusuz, don Juan tasarlamıştı. Arada, bana küçük ipuçları vererek sonuna vardırmıştı. Don Genaro tam anında varlığını bana duyumsatmış, don Juan’la ben eve dönmek için yola koyulunca, korkmamı sağlamak amacıyla bizi gayet aşikâr bir biçimde izlemişti. Ardından evin yanındaki çalılıkta beklemiş ve don Juan’ın her imleyişinde, o yabansı sesi çıkarmıştı. Son işaret, gözlerim kapalıyken verilmiş, don Genaro sundurmaya kadar yürüyüp gözlerimi açmamı beklemişti. Ben de gözlerimi açmış ve korkudan deliye dönmüştüm.
Mantıksal açıklamama uymayan iki şey vardı. Çalılıkların ardına saklanan kişinin bir kuşa dönüştüğünü gerçekten görmüştüm, ayrıca don Genaro’yu ilk olarak altın baloncuğun içinde bir imge biçiminde görüntülemiştim. Görüntümdeki giysisiyle, karşımdaki adamın giysisi aynıydı. Bu aykırılıkları mantıklı biçimde açıklamanın bir yolu olmadığı için, benzer durumlarda her zaman yapmış olduğum gibi, duygusal gerginliğimin, “gördüğüme inandığım şeyi” belirlemede önemli bir rolü olduğunu kabul ettim.
Yaptıkları akıl almaz numaraları düşündüğümde kendimi tutamayarak gülmeye başladım. Onlara bu olayı nasıl açıkladığımı anlattım. Kükrercesine gülmeye başladılar. Safçasına, bu kahkahalarını, foyalarının ortaya çıkmış olduğunu kabul ettiklerine bağladım.
“Çalılıkların ardındaydı, değil mi?” diye sordum, don Genaro’ya.
Don Juan yere oturup kafasını ellerinin arasına aldı.
“Hayır, saklanmıyordum,” dedi don Genaro, sabırla. “Buralardan uzaktaydım; sonra, sen çağırdın, ben de seni görmeye geldim.”
“Neredeydin, don Genaro?”
“Çok uzakta.”
“Ne kadar uzakta?”
Don Juan beni susturup, don Genaro’nun, bana saygıda kusur etmemek için ortaya çıktığını, ona nerede olduğunu soramayacağımı, çünkü hiçbir yerde olmadığını söyledi.
Don Genaro yardımıma koşarak, ona her şeyi sorabileceğimi söyledi.
“Eğer evin çevresinde gizlenmiyorduysan, nerelerdeydin don Genaro?” diye sordum.
Büyük bir açık yüreklilikle, “Evimdeydim,” dedi.
“Nerede, orta Meksika’da mı?”
“Evet, sahip olduğum tek ev orada.”
Birbirilerine bakıp yeniden gülmeye koyuldular. Benimle dalga geçtiklerini biliyordum, ama bu konuda artık tartışmamaya karar vermiştim. Böylesine görkemli bir işe kalkışmalarının önemli bir nedeni olmalı diye düşündüm. Yerime oturdum.
Gerçekte ikiye bölündüğümü duyumsadım; bir tarafım hiç şaşırmamıştı, üstelik don Juan ya da don Genaro’nun yapabileceği her şeyi göründüğü gibi kabul etmeye hazırdı. Bir de sorgusuz sualsiz reddeden bir tarafım vardı; bu benim en güçlü yanımdı. Bilinçli değerlendirmem, don Juan’ın dünyayı büyücülük açısından tanımlamasını ussal açıdan kabul ederken, bedenimin tamamıyla reddettiği yolundaydı. Bu da benim ikilemimdi. Ne var ki, don Juan ve don Genaro’yla birlikte olduğum yıllar boyunca, olağandışı olaylar yaşamıştım— bunlar ussal değil, bedensel deneyimlerdi. Daha o gece “erk tırıs”ını uygulamıştım ki, bu bile ussal bakış açıma göre havsalanın alamayacağı bir edimdi. Her şeyin ötesinde, istemim dışında gerçekleşemeyecek, inanılmaz görüntülere tanık olmuştum.
Onlara, bu acı veren ama aynı zamanda gerçek akıl karışıklığımın mahiyetini açıkladım.
Don Juan duyduklarına inanamazmışçasına kafasını sallayarak, don Genaro’ya, “Bu oğlan bi deha,” dedi.
“Sen kocaman bir dâhisin Carlitocuk” dedi, don Genaro, bir iletiyi aktarırmışçasına.
Don Juan sağıma, don Genaro da soluma gelecek biçimde iki yanıma oturdular. Don Juan yakında sabah olacağını söyledi. O anda güvenin çağrısını yeniden duydum. Yer değiştirmişti; karşı yönden geliyordu. Bakışlarını yakalamak amacıyla ikisini de gözden geçirdim. Mantıklı planım parçalanmaya başladı. Sesin cezp edici bir zenginliği ve derinliği vardı. Sonra, kurumuş yaprakları ezen yumuşak adımların sesini duydum. Kesik kesik gelen tını daha da yakınlaştı. Don Juan’a doğru seğirttim. O ise bana “görmemi” buyurdu. Onun hoşuna gitmek için değil de, kendi hoşuma gitmek için olağanüstü bir çaba gösterdim. Don Genaro’nun güve olduğundan emindim. Ama don Genaro benimle oturuyordu; peki, o halde çalılıklardaki neydi? Güve mi?
Kesik gelen ses kulaklarımda yankılandı. İçsel söyleşimi durduramamıştım. Sesi duymuş, ama daha önce yaptığım gibi bedenimde duyumsayamamıştım. Belirgin adım sesleri duydum. Karanlıkta, bir şey sokuluyordu. Bir dal kırılıyormuş gibi bir gürültü duyuldu, birden ürküntü verici eski bir anı beni yakaladı. Yıllar önce, bir dağ başında korku dolu bir gece geçirmiştim; bir şey, çok yumuşak, çok hafif bir şey bana saldırmış, yerde kapaklanmış yatarken ensemde dolanıp durmuştu. Don Juan bu olayı, büyücünün bir varlık gibi kabul ettiği, gizemli bir güç olan “dost”la bir karşılaşma biçiminde açıklamıştı.
Don Juan’a biraz daha yaklaşarak, anımsadıklarımı kulağına fısıldadım. Don Genaro bize yaklaşmak amacıyla dört ayak oldu.
“Ne dedi, o?” diye fısıldayarak sordu, don Juan’a.
“Oralarda bi yerde, bi dost var, dedi,” diye yanıtladı don Juan, alçak bir sesle.
Don Genaro yerine doğru emekleyip oturdu. Sonra bana dönüp yüksek bir fısıldamayla, “Sen dâhisin,"dedi.
Sessizce güldüler. Don Genaro çenesiyle, çalılığı imledi.
“Git, yakala şunu,” dedi. “Çıkar şu giysilerini de, git dostun ödünü patlat.”
Kahkahadan kırıldılar. Bu sırada ses de kesilmişti. Don Juan, düşüncelerimi durdurmamı, ama gözlerimi çalılığın kenarına odaklayarak açık tutmamı imledi. Güvenin konum değiştirdiğini, zira don Genaro’nun burada bulunduğunu, eğer bana görünmeye karar verirse ön taraftan geleceğini söyledi.
Düşüncelerimi durdurmak amacıyla bir an çaba harcadıktan sonra sesi yeniden duydum. Her zamankinden daha güçlüydü. Önce, kuru yapraklar üzerinde yürüyen adım seslerini duydum, ardından bunları bedenimde duyumsadım. O anda, çalılığın kenarında, tam önümde bir karaltı sezinledim.
Birisi beni sarsıyordu. Gözlerimi açtım. Don Juan’la don Genaro önümde, ayakta duruyorlardı. Ben ise çömelerek dizlerimin üstündeydim, uyuyakalmış gibiydim. Don Juan bana su verdi, sonra yeniden, sırtımı duvara dayayıp oturdum.
Kısa bir süre sonra şafak sökmüştü. Çalılık uyanıyormuş gibiydi. Keskin, insanı canlandıran bir sabah ayazı vardı.
Don Genaro, güve değildi. Mantıksal yapılanmam parçalanıyordu. Artık, soru sormak istemiyordum. Bunun yanı sıra sessiz kalmak da istemiyordum. Sonunda konuşmam gerekmişti.
“Orta Meksika’da idiysen, buraya nasıl geldin don Genaro?” diye sordum.
“Kusura bakma,” dedi bana, “ağzım konuşmak istemiyor.”
Sonra, don Juan’a döndü, sırıtarak, "Neden sen söylemiyorsun?” diye sordu.
Don Juan kararsızdı. Sonra, don Genaro’nun yetkin bir büyücü olarak, olağanüstü devinimlerde bulunabileceğini söyledi.
Don Genaro’nun göğsü, sanki don Juan’ın sözleriyle dolmuş gibi şişti. İçine öylesine çok hava çekmişti ki, göğsü olağan boyutunun iki katına çıkmış gibiydi. Havalanmanın sınırındaydı sanki. Havaya zıpladı. Ciğerlerinin içindeki havanın onu sıçramaya zorladığı duygusuna kapıldım. Sözde, göğsünü tümüyle denetim altına almayı becerinceye kadar toprak zeminin üzerine öne arkaya sallanıp durdu. Sonra, bir araba tekerleğinin iç lastiğini indiriyormuş gibi, ayalarını olanca gücüyle bastını bastıra göğüs kaslarından midesine doğru sürttü. Sonunda oturdu.
Don Juan sırıtıyordu. Gözleri kıvançla parlıyordu. “Notlarını yaz,” diye buyurdu, şefkatle. “Yaz, yaz yoksa öleceksin!”
Ardından, yazı yazmamın artık don Genaro tarafından bile o denli şaşırtıcı karşılanmadığını ekledi.
“Bak, bu doğru!” diye araya girdi, don Genaro. “Ben de yazsam nasıl olur diye düşünmeye başladıydım.”
“Don Genaro bi bilgi adamıdır,” dedi don Juan kısaca; “ve bi bilgi adamı olarak kendini çok uzak yerlere yollama yetisi vardır.”
Sonra bana, bir keresinde, yıllar önce üçümüz dağlardayken, don Genaro’nun benim aptal aklımın üstesinden gelmeme yardımcı olmak için Sierralar’ın doruklarına, ta yirmi kilometre uzağa müthiş bir sıçrama yapmış olduğunu hatırlattı.
Don Juan, don Genaro’nun kimi zamanlarda olağanüstü işler becerdiğini de ekledi.
“Genaro bazen Genaro değil, kendisinin çiftidir,” dedi.
Bunu üç ya da dört kez yineledi: sonra, ikisi de, ortaya çıkmak üzere olan tepkimi beklercesine beni izlemeye başladı.
“Kendi çifti” sözleriyle ne demek istediğini anlamamıştım. Bundan daha önce hiç söz etmemişti. Açıklık getirmesini istedim.
“Bi başka Genaro daha var,” diye açıkladı.
“Üçümüz de birbirimize bakmaya başladık. Oldukça kaygılandım. Don Juan, gözlerinin bir devinimiyle beni yeniden konuşmaya yönlendirdi.
Don Genaro’ya dönerek, “Yoksa bir ikiz kardeşin mi var?” diye sordum.
“Tabii,” dedi, “bir ikizim var.”
Benimle dalga geçip geçmediklerini anlayamıyordum. İkisi de, şaka yapan çocukların neşesiyle kıkırdayıp durdu.
“Şunu da bil ki,” diye sürdürdü don Juan, “Genaro şu anda kendi ikizi.”
Bu açıklamanın ardından ikisi de kahkahalar içinde yerlerde kıvranmaya başladı. Ne yazık ki, onların bu neşeli haline eşlik edemiyordum.
Bedenim, istem dışı olarak titremeye başladı.
Don Juan acımasız bir sesle, çok usandırıcı olduğumu, kendime çok önem verdiğimi söyledi.
“Koyuver kendini!” diye buyurdu kısaca, “Don Genaro’nun bi büyücü, kusursuz bi savaşçı olduğunu biliyorsun. Demek ki, sıradan birisinin aklından bile geç iremeyeceği edimleri yapabilir, di mi? Çifti, öteki Genaro da bu edimlerden biri işte. Ya!”
Söyleyecek söz bulamıyordum. Benimle eğlenip eğlenmediklerini anlayamamıştım.
“Genaro gibi bi savaşçı için,” diye sürdürdü, “ötekini üretmek öyle erişilmez bi iş değil.”
Ne söyleyeceğimi toparlamak için uzun bir süre geçtikten sonra sordum. “Öteki dediğin de kendin gibi midir?”
“Öteki, kendindir,” diye yanıtladı, don Juan.
Açıklaması inanılamaz bir durum almıştı, gene de yaptıkları tüm o şeylerden daha inanılmaz da değildi.
Kararsızlıkla geçen dakikaların ardından, “Öteki, ne gibi şeylerden oluşmuştur?” diye sordum.
“Bunu bilemeyiz,” dedi.
“Gerçek mi yoksa bir yanılsama mı yalnızca.”
“Tabii ki gerçek.”
“Etten ve kemikten oluşmuştur diyebilmek mümkün mü, o halde?” diye sordum.
“Yok. Mümkün değil,” diye, don Genaro yanıtladı.
“Ama eğer benim kadar gerçekse...”
“Senin kadar gerçek mi?” Don Juan’la don Genaro tek bir ağızdan, aynı anda sözümü kesti.
Birbirilerine bakıp öyle bir gülmeye başladılar ki, hastalanacaklar sandım. Don Genaro şapkasını yere attı, sonra çevresinde dans etti. Çevik, çok hoş bir danstı bu— bir yandan da anlaşılamayan bir nedenle son kerte gülünçtü. Mizah duygusu belki de, gereğinden fazla “profesyonelce” uyguladığı figürlerden ileri geliyordu. Öylesine mahir ve aynı zamanda benzersiz bir uyumsuzluk örneği gösteriyordu ki gülmekten ikiye katlandım.
“Senin derdin ne, biliyor musun Carlitocuk?” dedi, yeniden otururken, “Dâhisin sen, dâhi!”
“Ama çift hakkında öğrenmem gerekenler var,” dedim.
“Etten kemikten mi olduğunu bilmenin yok bi yolu,” dedi, don Juan. Çünkü o senin kadar gerçek değil. Genaro’nun çifti Genaro denli gerçektir, ne demek istediğimi anladın mı?”
“Ama don Juan şu da bir gerçek ki bunu bilmenin bir yolu olmalı, değil mi?”
“Çift insanın kendisidir; bu açıklama yeterli olmalı. Ne var, eğer görebilseydin, Genaro ile çifti arasında büyük bi fark olduğunu anlayacaktın. Gören bi büyücü, çiftin daha parlak olduğunu bilir.”
Başka soru soramayacak denli zayıf olduğumun ayırtına vardım. Yazı tahtamı yere bıraktım, bir an için, bayılacağımı sandım. Bir tünelin içindeydim sanki; gözlerimin önündeki yuvarlak, açık seçik noktanın dışındaki her şey karanlıkta kalmıştı.
Don Juan yemek yemem gerektiğini söyledi. Aç değildim. Don Genaro açlıktan midesinin kazındığını söyledi, ayağa kalkarak evin arkasına doğru yürüdü. Don Juan da ayağa kalkıp, onu izlememi imledi. Don Genaro, mutfakta kendine yemek hazırladı, sonra yemek isteyip de lokmaları yutamayan bir adamı, olabilecek en gülünç biçimde oynadı. Bir ara don Juan ölecek sandım; kükredi, kıkırdadı, bağırdı, ağladı, gülmekten öksürüğü tuttu. Ben de az kalsın yere düşüyordum. Don Genaro’nun soytarılıklarına değer biçilemezdi.
Sonunda durarak sırayla don Juan’a ve bana baktı; gözleri parlak, gülüşü ışıltılıydı.
“Olmadı,” dedi, omuzlarını silkerek.
Çok yemek yedim. Don Juan da öyle yaptı. Sonra, üçümüz de yeniden evin ön tarafına geçtik. Gün ışığı parlak, gök berraktı; sabah yeli havayı keskinleştiriyordu. Kendimi mutlu ve güçlü hissettim.
Yüzümüz birbirine dönük, üçgen biçiminde oturduk. Kısa bir suskunluğun ardından, kafamın içindeki açmazı açıklığa kavuşturmak amacıyla onlara soru sormaya karar verdim. Kendimi, gücümün doruğunda hissediyor, bundan yararlanmak istiyordum.
“Bana, bu çift nedir, onu anlat, don Juan,” dedim.
Don Juan, don Genaro’yu gösterdi, don Genaro da başını yerlere eğip bizi selamladı.
“İşte sana çift” dedi, don Juan. “Söyleyecek başka bi şey yok. İşte o, sen göresin diye burada.”
“Ama o, don Genaro,” dedim, zayıf da olsa, söyleşiyi yöneltmek amacıyla.
“Tabii ki Genaro’yum,” dedi, omuzlarını dikleştirerek.
“Peki, çift dediğiniz nedir o halde, don Genaro?” diye sordum.
“Ona sor,” dedi, parmağını şaklatıp don Juan’ı göstererek. “Konuşan o. Ben dilsizim.”
“Çift, büyücünün bizzat kendisidir, onu rüya görmesi sırasında geliştirir,” diye açıkladı don Juan. “Çift bi büyücünün erk eylemidir, senin içinse, yalnızca bi erk öyküsü. Genaro’nun durumunda, çift özgün Genaro’dan ayırt edilemez. Çünkü onun savaşçı olarak kusursuzluğu en üst düzeydedir; nitekim sen hiçbi zaman bu farkın ayırdına varamadın. Ama onunla tanıştığından bu yana özgün don Genaro’yla yalnızca iki kez birlikte oldun; tüm öbür zamanlarda onun çiftiyle beraberdin.”
“Ama bu akıl almaz bir şey!” diye ünledim.

Cvp: 1- Bilgiyle Buluşma

Göğsümün sıkıştığını hissettim. Öylesine huzursuzlaşmıştım ki yazı tahtamı yere attım; kalemim gözden uzak bir yere yuvarlandı. Don Juan’la Don Genaro yere eğilip, en maskaraca edimlerle kalemimi aramaya başladılar. Bu türden bir sahne sihirbazlığını, böyle bir el çabukluğu marifetini daha önce hiç izlememiştim. Aslında, sahnenin de donanımın da olmaması hiç önemli değildi; ayrıca, sanatçılar el çabukluğu da yapmıyorlardı.
Baş sihirbaz don Genaro’yla yardımcısı don Juan, birkaç dakika içinde, sundurmanın çevresinde, sağda solda, her gediğin içinden, bulunabilecek en garip, en beklenmedik, en şaşırtıcı nesneleri bir araya topladılar.
Yardımcısı, belirgin bir sahne sihirbazlığı uzluğuyla donanımı bir araya getirdi: kaya parçaları, çuvallar, tahta parçaları, bir süt şişesi kasası, bir fener, bir de benim ceketim; ardından, sihirbaz don Genaro, bakıp da benim kalemim olmadığını anladıktan sonra fırlatıp attığı bir dizi nesneyi arama eylemine koyuldu. Bu nesnelerin arasında, giysiler, peruklar, gözlükler, oyuncaklar, gereçler, makine parçaları, kadın iç çamaşırları, insan dişleri, sandviçler hatta dinsel nesneler de yer alıyordu. Bunlardan biri gerçekten imrendiriciydi. Bu, don Genaro’nun benim ceketimin altından çıkardığı, bütün bir insan dışkısıydı. Sonunda don Genaro kalemimi buldu, gömleğiyle tozunu aldıktan sonra bana verdi.
Şeytanlıklarını bağırmalarla, kıkırdamalarla kutladılar. Kendimi, onlara katılamadan, onları izlerken buldum.
“Böyle şeyleri o kadar ciddiye alma Carlitocuk,” dedi don Genaro, anlayışlı bir sesle, “yoksa...”
Her anlama çekilebilecek gülünç bir devinim yaptı.
Kahkahaları dindikten sonra, don Genaro’ya, çiftin neler yaptığını, ya da büyücünün çiftiyle neler yaptığını sordum.
Don Juan yanıtladı. Çiftin erki olduğunu, sıradan anlayışa göre düşlenemeyecek edimlerde bulunabileceğini söyledi.
“Sana kim bilir kaç kez dünyanın anlaşılamaz olduğunu söylemişimdir,” dedi. “Bizler de öyleyizdir, dünyada yaşayan her varlık da böyledir. Bu durumda, çifti akıl çerçevesine oturtmak olası değil. Buna tanıklık etmene izin verildi işte. E, bu da yetmiyorsa?..”
“İyi de, bundan söz etmenin bir yolu olsa gerek,” dedim. “Sen kendin bana geyikle söyleşmene bu konuda konuşabilmek amacıyla bir açıklama getirdiğini söylemiştin. Aynı şeyi çift için de yapamaz mısın?”
Bir süre sessiz kaldı. Ona yalvardım. O anda geçirmekte olduğum sıkıntıyı daha önce yaşadığım hiçbir şeyle karşılaştıranı azdım.
“Eh işte, bi büyücü kendini çiftleyebilir,” dedi don Juan. “Söylenebilecek tek şey bu.”
“Peki, çiftlediğinin ayırdında mıdır?
“Tabii!”
“Aynı anda iki yerde birden bulunduğunu bilebilir mi?”
İkisi de birbirine bir bakış fırlattı.
“Öteki don Genaro nerede?” diye sordum.
Don Genaro bana doğru yaklaşıp gözlerimin içine baktı.
“Bilmiyorum,” dedi, yavaşça, “Ötekinin nerede olduğunu hiçbir büyücü bilemez.”
“Genaro haklı,” dedi don Juan. “Büyücünün kafasında aynı anda iki yerde olmak diye bi kavram yer almaz. Bunun bilincinde olmak çiftinle yüz yüze gelmek gibi bi şey olsa gerek, oysa kendisiyle yüz yüze gelen büyücü ölü bi büyücüdür. Bu işin kuralı bu. Erkin, işleri yola koyuş biçimdir bu... Neden böyledir, kimsecikler bilemez.”  Don Juan, bir savaşçının “rüya görme” ve “görmenin” üstesinden gelip, bir de çift geliştirdiği sırada, aynı anda kişisel öyküsünü, kendine önem vermeyi ve alışkanlıklarını silip atmayı bilmesi gerektiğini de açıkladı. Bana öğrettiği ve benim boş laf sandığım tüm yöntemlerin, aslında güncel yaşamda bir çift üretebilmenin zorluğunu ortadan kaldırmaya yönelik olduğunu, bunu yapmak için de kişinin özünü ve dünyayı akmaya bırakması ve bunları kehanetlerin ötesinde bir yere koyması gerektiğini söyledi.
“Seyyal bir savaşçı dünyayı artık tarih sırasına göre düşleyemez,” diye açıkladı don Juan. “Dünya da kendisi de artık onun için bi nesne olmaktan çıkar. O, ışıyan bi dünyanın ışıldayan bi varlığıdır artık. Çift, büyücü için sıradan bi iştir, çünkü ne yaptığını bilir, o. Not tutmak senin için basit bi iş, ama o kaleminle hâlâ Genaro’yu korkutabiliyorsun.”
“Peki, dışarıdan birisi, büyücüye baktığında, onun aynı anda iki yerde olduğunu görebilir mi?” diye sordum don Juan’a.
“Tabii. Belki de bunu bilmenin tek yolu bu.”
“Ama bu durumda insan, bir büyücünün de iki yerde birden olduğunun ayırdına varmış olabileceğini mantıksal açıdan varsayamaz mı?”
“Ooo!” diye bağırdı don Juan. “Belki de ilk kez on ikiden vurdun. Bi büyücü, tabii ki, sonradan aynı anda iki yerde birden bulunmuş olduğunun ayırdına varabilir. Ne var, bu gene de yalnızca bi tür kâtiplikten başka bi bok değildir, üstelik de yapacağını yaparken, ikiliğinin ayırdına varamadığı gerçeğiyle de bi alâkası yoktur.”
Kafam karışmıştı. Yazmayı bırakırsam patlayabileceğimi hissettim.
“Şöyle düşün,” diye sürdürdü don Juan. “Dünya doğrudan bize teslim olamıyor, çünkü dünyanın tanımı araya giriyor. Yani, doğru dürüst konuşmak gerekirse, biz hep bi adım gerideyiz, dünya deneyimimiz de, bu deneyimin anımsanmasından başka bi şey değil. Şimdi şu anda olan ve geçen anı hiç durmadan anımsıyoruz. Yalnızca anımsıyor, anımsıyor, anımsıyoruz.”
Ne demek istediğiyle ilgili duyguyu bana aktarabilmek amacıyla, elini havada çevirdi de çevirdi.
“Eğer dünyayla ilgili tüm deneyimimiz bu anılar topluluğuysa, bi büyücünün aynı anda iki yerde bulunabilmesi de o denli şaşırtıcı olmasa gerek. Hâlbuki onun sezgisi açısından bu böyle değil, çünkü dünya deneyimi için bi büyücünün de öteki insanlar gibi, tam şu anda yapmış olduğunu, tanık olduğu olayı, yaşadığı deneyimi anımsaması gerek. Bilinçliliğinde yalnızca tek bi anı vardır, onun da. Büyücü dediğin, gene de iki tek ve ayrı anı anımsayabilir, çünkü zaman betimlemesinin zamkı artık onu bağlamıyordun”
Don Juan konuşmasını bitirdiğinde ateşimin yükselmiş olduğundan emindim.
Don Genaro meraklı gözlerle beni inceledi.
“Adam haklı,” dedi, “Her zaman bir zıplama boyu gerideyiz.”
Elini don Juan’ın yapmış olduğu gibi devindirdi; bedeni sarsılmaya başlayarak geriye, oturduğu yere sıçradı. Sanki hıçkırık tutmuştu da bu hıçkırıklar onun sıçramasına neden olmuştu. Tüm sundurmayı bu biçimde dolaşıp geri döndü.
Don Genaro’nun kalçaları üzerinde geri sıçraması her zamanki gibi gülünç olması bir yana, beni bir korku selinde boğmuştu. Bu duygu öylesine yoğundu ki don Juan parmaklarının eklemleriyle art arda başımın üstüne vurmak zorunda kaldı.
“Tüm bunları bir kerede kavrayamam don Juan.”
“Ben de,” dedi, don Juan, omuzlarını silkerek.
“Ne de ben, sevgili Carlitocuk,” diye ekledi, don Genaro.
Yorgunluğum, duygusal deneyimimin yükü, ortalığı saran hafiflik ve mizah havası, üstelik bir de don Genaro’nun maskaralıkları sinirlerimin kaldıramayacağı denli ağır gelmişti. Karın kaslarımdaki hareketlenmeyi durduramıyordum.
Don Juan, dinginliğimi yeniden kazanana dek beni yerde yuvarladı. Sonra da, yeniden yüzüm onlara dönük biçimde oturdum.
Uzun bir sessizliğin ardından, don Juan’a, “Çift dediğin katı bir madde midir?” diye sordum.
Bana baktılar.
“Çiftin bedenselliği var mıdır?” diye sordum, bu kez.
“Tabii,” dedi, don Juan. “Katılık, bedensellik, bunlar hepsi anılar. Demek ki, kendileri yoluyla dünyayı duyumsadığımız tüm öbür şeyler gibi topladığımız anılar bunlar da. Sende, benim katı olmamın anısı vardı, tıpkı sözcüklerle konuşmanın anısı olduğu gibi. Böylece, bi çakalla konuştun sen, beni de katı olarak anımsıyorsun.”
Don Juan omzunu omzuma yaklaştırarak hafifçe dirseğiyle dürttü beni.
“Dokun bana, dedi.
Ona elimle dokundum sonra da sarıldım. Gözümden yaşlar gelmek üzereydi.
Don Genaro yerinden kalkıp daha da yakınıma geldi. Haylazca parıldayan gözleriyle, küçük bir çocuğa benziyordu. Dudaklarını büzüp uzun bir süre bana baktı.
“Ya ben?” diye sordu, bir gülüşü saklamaya çalışarak. “Bana da sarılmayacak mısın?”
Ayağa kalkıp kollarımı uzattım: bedenim o anda buz gibi oldu. Kımıldayacak gücüm kalmamıştı. Ona doğru yaklaşmayı denedim ama çabalamam boşunaydı.
Don Juan’la don Genaro yan yana ayakta beni izliyorlardı. Bedenimin bilinmez bir güç altında ezildiğini hissettim.
Don Genaro oturdu; ona sarılmadığım için, bozulmuş adamı oynamaya başladı.
Yüzünü ekşitti, toprağı topukladı. Sonra ikisi birden daha da korkunç bir kahkaha seline kaptırdılar kendilerini.
Karnımın kasları tüm bedenimin sarsılmasına yol açacak denli titremeye başladı. Don Juan kafamı, daha önce göstermiş olduğu gibi sallamamı buyurdu. Böylece gözümün bebeğinden bir güneş ışınını yansıtarak kendimi yatıştırma şansını yakalayacaktım. Beni zorla sundurmanın altından kaldırdı, açığa çıkarıp bedenimi gözlerimin doğu ışığını yakalayacağı biçimde devindirdi; ama o böyle bedenimi döndürürken yatışmıştım bile. Don Genaro’nun, kâğıtların ağılığının bana titreme verdiğini söyledikten hemen sonra defterimi sıkıca kavradığımın ayırdına vardım.
Don Juan’a bedenimin oradan ayrılmak için neredeyse beni sürüklediğini söyledim. Don Genaro’ya el salladım. Onlara, düşüncemi değiştirebilecekleri kadar zaman tanımak istemedim.
“Haydi, eyvallah, don Genaro,” diye bağırdım. “Şimdi gitmem gerek.”
O da bana el salladı.
Don Juan benimle birlikte, arabaya doğru birkaç metre yürüdü. “Senin de çiftin var mı, don Juan?” diye sordum.
“Tabii!” diye bağırdı.
O anda çılgınca bir düşünce geldi, aklıma. Bunu kafamdan atıp aceleyle oradan ayrılmalıydım, ama içimde bir şey sanki beni oraya yapıştırmıştı. Tüm birlikte olduğumuz yıllar boyunca benim için, buraya her geldiğimde don Juan’ı bulmak amacıyla Sonora’ya, ya da orta Meksika’ya gitmem yetiyordu, onu orada beni bekler buluyordum. Bunu öylece kabullenmeyi öğrenmiştim, bu ana dek de bu olgudan kuşkulanmak gelmemişti aklıma.
“Söyle bana, don Juan,” dedim, yarı şaka yarı ciddi, “sen sen misin yoksa çiftin misin?”
Bana yaklaştı. Sırıtıyordu.
“Çiftimim,” diye fısıldadı.
Bedenim, inanılmaz bir güç tarafından itilmişim gibi havada sıçradı. Arabama koşmaya başladım.
“Şaka ediyordum,” diye bağırdı. “Gidemezsin daha. Bana hâlâ beş gün borçlusun.”
Ben hızla geri sürerken ikisi de arabama doğru koşuyorlardı. Gülüyor, hoplayıp zıplıyorlardı.
“Carlitocuk, istediğin zaman beni ara!” diye bağırdı, don Genaro.

Cvp: 1- Bilgiyle Buluşma

.