1

Konu: 4 - Tinin İnişi

1 - TİNİ GÖRMEK
Geç yenilen bir öğle yemeğinden sonra henüz sofrada oturmaktayken, don Juan geceyi büyücüler mağarasında geçireceğimizi ve yola çıkmamız gerektiğini belirtti. Orada, zifiri karanlıkta kaya oluşumlarının ve büyücülerin niyetinin birleşim noktamı yerinden oynatması için yeniden oturmalıymışım.
Sandalyemden kalkmaya davrandım ama beni durdurdu. İlk önce bana açıklamak istediği bir şey olduğunu söyledi. Ayaklarını bir sandalyenin oturma yerine koyarak gerindi, sonra huzurlu, rahat bir konum alarak arkasına yaslandı. “Seni daha ayrıntılı gördükçe” dedi don Juan, “senin ve
velinimetimin ne kadar birbirinize benzediğinizi daha iyi anlıyorum.”
O kadar korktum ki devam etmesine izin vermedim. Bu benzerliklerin neler olabileceğini kestiremediğimi, ama böylesi benzerlikler varsa—bu, pek ihtimal vermediğim bir durum da olsa—onları düzeltmek ve değiştirmek adına bana bir şans verip söylerse memnun olacağımı belirttim.
Don Juan yanaklarından yaşlar akana kadar güldü.
“Benzerliklerden biri” dedi, “eyleme geçtiğin zaman bunu çok iyi başarman, ama iş düşünmeye gelince kendini hep tuzağa kaptırman. Velinimetim de böyleydi, düşünmede iyi değildi.”
Tam kendimi savunmak, düşünmemde bir sorun olmadığını söylemek üzereyken, gözlerinde haylaz bir parıltı gördüm ve durdum. Don Jun bendeki değişikliği fark ederek şaşkınlıkla güldü. O, tam aksini bekliyor olmalıydı.
“Demek istediğim, örneğin tini anlamada onunla ilgili düşündüğünde, sorunlarının olması,” diye sürdürdü azarlar bir gülümsemeyle. “Ama eyleme geçtiğinde tin kendisini kolayca sana gösteriyor. Velinimetim de böyleydi.
“Mağaraya doğru yola koyulmadan önce sana velinimetim ve dördüncü soyut öz hakkında bi öykü anlatacağım.”
“Büyücüler tinin indiği ilk ana kadar kişinin ondan uzuklaşabileceğine ama o andan sonra bunun artık mümkün olmadığına inanırlar.”
Don Juan durdu ve bir kaş hareketiyle söylediklerini düşünmem için beni uyardı.
“Dördüncü soyut öz, tinin inişinin esas yükünü taşıyan bölümdür,” diye devam etti. “Dördüncü soyut öz gizli bi şeyin açığa vurulmasıdır. Böylelikle tin kendini bize gösterir. Büyücüler bu inişi tinin üzerimize avının üzerine atlayan bi hayvan gibi inmesi olarak tanımlarlar. Tinin inişi her zaman örtüktür. Olay gerçekleşir ama yine de hiç olmamış gibi görünür.”
Oldukça gerginleşmiştim. Don Juan’ın sesinin tonu, her an başıma bir çorap örmek üzereymiş duygusunu yaşatıyordu bana.
Tinin üzerime inişini, soyutla olan sürekli bağımı damgaladığı anı anımsayıp anımsamadığımı sordu.
Neden bahsettiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu.
“Bi kez aşıldı mı geri dönüşe olanak vermeyecek bi eşik vardır,” dedi. “Tinin dokunuşundan itibaren bi çömezin bu eşiğe ulaşması genellikle yıllar sürer. Bazen de her nasılsa eşiğe aniden ulaşılır. Velinimetimin durumu buna bi örnektir.”
Don Juan her büyücünün bu eşiği geçtiğine dair net bir anısı bulunması gerektiğini, böylelikle yeni algı potansiyeli durumuyla ilgili kendisine hatırlatmalarda bulunabileceğini söyledi. Kişinin bu eşiğe ulaşabilmesi için bi büyücü çömezi olması gerekmiyormuş. Bu durumda sıradan bir insanla bir büyücü arasındaki ayrım her birinin neyi vurguladığına göre anlaşılırmış. Büyücü, eşiği geçme durumunun üzerinde durur ve buna dair anısını bir ilgi noktası olarak kullanırken, sıradan insan, eşiği geçmez ve onunla ilgili her şeyi unutmak için elinden geleni yaparmış.
Aşılacak yalnız bir eşik olduğu düşüncesini kabul etmediğimden, görüşünü benimsemediğimi söyledim.
Don Juan göğe doğru umutsuzluk içinde baktı ve başını komik bir çaresizlik edasıyla iki yana salladı. Ona karşı çıkmak adına değil, olayları kafamda netleştirmek için savımı sürdürdüm. Yine de hızımı çabucak yitirdim. Aniden bir tünele doğru kaydığım duygusuna kapıldım.
“Büyücüler dördüncü soyut özün, tin, kişisel yansımamızın zincirlerini kırdığında ortaya çıktığını söylerler,” dedi. “Zincirlerimizi kırmak muhteşem, ama aynı zamanda arzu edilmez bir şeydir çünkü kimse özgür olmak istemez.”
Bir tünele doğru kaymakta olduğum duygusu bir an daha sürdü ve sonra her şey netleşti. Gülmeye başladım. İçimdeki kapana sıkışmış sezgiler, kahkahaya dönüşerek patlamaktaydı.
Don Juan zihnimi bir kitap gibi okur görünüyordu.
“Düşündüğümüz ve söylediğimiz her şeyin birleşim noktasının konumuna bağlı olduğunu anlamak ne garip bi duygu” dedi.
Ve işte bu da tam benim düşündüğüm ve güldüğüm şeydi.
“Şu anda birleşim noktanın yer değiştirdiğini biliyorum,” diye devam etti, “ve böylece zincirlerimizin gizini anlamış oldun. Onlar bizi tutsak eder ama aynı zamanda kişisel yansımamızın güven verici noktasını sabit tutarak bizi bilinmeyenin saldırılarına karşı korurlar.”
Büyücülerin dünyasıyla ilgili her şeyin kristal parlaklığında net olduğu o olağanüstü anlardan birini yaşıyordum. Her şeyi anlıyordum.
“Zincirlerimiz bi kez koptu mu,” diye devam etti don Juan, “artık gündelik hayatın sorunlarına bağlı değilizdir. Orada yaşarız ama ona ait olmadan. Ona ait olabilmek için insanların sorunlarını paylaşmamız gerekir, zincirler olmadan da bunu yapamayız.”
Don Juan nagual Elias’ın kendisine sıradan insanları belirleyen şeyin, paylaşılan mecazi bir hançer olduğunu açıkladığını söyledi: kişisel yansımamızın ortaya çıkardığı durumlar. Bu hançerle kendimizi keser ve kan kaybedermişiz; kişisel yansımamıza ait zincirlerin görevi, bize birlikte kan kaybettiğimiz duygusunu vermekmiş, yani harika bir şeyi, insanlığımızı paylaştığımızı hissettirmek. Ama bunu biraz inceleyecek olursak, yalnız başımıza kan kaybettiğimizi, herhangi birşeyi paylaşmadığımızı, tüm yaptığımızın üstesinden gelinebilir, gerçek dışı, insan icadı yansımamızla oynamak olduğunu anlarmışız.
“Büyücülerin gündelik dünya sorunlarıyla bi işi kalmamıştır artık,” diye devam etti don Juan, “çünkü artık kendi kişisel yansımalarının kurbanı olmazlar.”
Daha sonra velinimetinin ve tinin inişinin öyküsünü anlatmaya başladı. Öykünün, tinin genç oyuncunun kapısını çalışının hemen ardından başladığını söyledi.
Don Juan’in sözünü keserek, niçin nagual Julian için düzenli olarak ‘genç adam’ ya da ‘genç oyuncu’ terimlerini kullandığını sordum.
“Öykünün geçtiği zamanda, o bi nagual değildi,” diye yanıtladı. “Genç bi oyuncuydu. Ona sadece Julian da diyemem, çünkü benim için o, her zaman nagual Julian’dı. Kusursuzluğa adanmış yaşamlarına bi saygı göstergesi olarak, ‘nagual’ önekini nagual’ın adına ekleriz.”
Don Juan öyküsüne devam etti. Nagual Elias’ın genç
oyuncunun ölümünü, onu ileri farkındalık düzeyine sokarak durdurduğunu ve saatler süren mücadeleden sonra genç oyuncunun bilincini yeniden kazandığını anlattı. Nagual Elias adından söz etmeyerek kendisini, iki kişinin neredeyse öldüğü acıklı bir manzaraya kazara tanık olan deneyimli bir otacı olarak tanıtmış. Yerde uzanmış yatıyor olan Talia’yı işaret etmiş. O’nu bilinçsiz bir şekilde yanında yatıyor gören genç adam çok şaşırmış. Çünkü kaçıp gittiğini anımsıyormuş. Yaşlı otacının Tanrı’nın Talia’yı günahlarından dolayı bir yıldırımla çarparak cezalandırdığını ve genç kadının da böylece aklını yitirdiğini açıklaması üzerine iyice şaşırmış ve ürkmüş.
“Peki yağmur bile yağmazken yıldırım nasıl düşer?” diye sormuş genç oyuncu zar zor duyulur bir sesle. Yaşlı Kızılderili, Tanrı’nın yöntemlerinin sorgulanamayacağı yanıtını verince de gözle görülür bir şekilde etkilenmiş.
Yeniden don Juan’ın sözünü keserek genç kadının gerçekten aklını yitirip yitirmediğini sordum. Bana nagual Elias’ın onun birleşim noktasına sarsıcı bir darbe indirdiğini anımsattı. Aklını yitirmiş olmadığını ama darbenin sonucunda sağlığı için ciddi bir tehlike oluşturacak şekilde, ileri farkındalık ve normal farkındalık arasında gidip geldiğini söyledi. Muazzam bir mücadeleden sonra nagual Elias, Talia’ya birleşim noktasını dengeleyebilmek için yardım edebilmiş ve genç kadın sürekli olarak ileri farkındalığa girmiş.
Don Juan kadınların böylesine ustalık isteyen bir işi yapma yeterliliğine sahip olduklarını söyledi: birleşim noktasının yeni konumunu olduğu yerde sürekli koruyabilirlermiş. Ve Talia bu konuda eşsizmiş. Zincirleri kırılır kırılmaz, her şeyi hemencecik anlamış ve nagual’ın tasarılarına uymuş.

Cvp: 4 - Tinin İnişi

Öyküsüne geri dönen don Juan, nagual Elias’ın yalnızca mükemmel bir rüya görücü olduğu için değil, aynı zamanda eşsiz bir iz sürücü olduğu için de katı ve duygusuz biri gibi davranan genç oyuncunun aslında kibirli ve mahvolmuş birisi olduğunu gördüğünü söyledi. Nagual, eğer Tanrı düşüncesini, günahı ve cezayı ön plana çıkartırsa genç oyuncunun dini duygularının alaycı tavrını yok edeceğini biliyormuş. Nitekim Tanrı’nın cezalandırıcılığından bahsedilince, genç adamın maskesi hemen düşmüş ve pişmanlıklarını dile getirmeye başlamış, ancak nagual buna izin vermeyerek ölüm bize yakın olduğunda suçluluk duygusunun hiçbir işe yaramayacağını söylemiş.
Genç oyuncu nagual Elias’ı dikkatle dinlemiş, ama kendini çok hasta hissetmesine rağmen, ölüm tehlikesi içinde bulunduğuna inanmıyormuş. Güçsüzlüğünün ve bayılmasının kan kaybından kaynaklandığını düşünüyormuş.
Nagual, onun aklını okuyormuşçasına, iyimser düşüncelere kapılması için bir neden olmadığını, eğer bir otacı olarak yarattığı tıkaç olmasa kanamasının ölümcül olabileceğini belirtmiş.
“Sırtına vurduğumda, yaşam gücünün akıp gitmesini engelleyecek bir tıkaç yerleştirdim sana,” demiş, nagual kuşkucu genç oyuncuyu. “Bu durdurma olmadan, ölümün kaçınılmaz gelişimi devam edecektir. Eğer bana inanmıyorsan, bir başka darbeyle tıkacı yerinden çıkartıp bunu sana kanıtlayabilirim.”
O konuşmaktayken, nagual Elias genç adamın sağ tarafına, göğüs kafesinin üzerine hafifçe vurmuş. Genç adam bir anda böğürüp, soluksuz kalmış. Ağzından kan boşanmış ve denetimsizce öksürmeye başlamış. Nagual’ın sırtına diğer bir vuruşla ıstırap verici acı ve öğürmeyi durdurması gencin korkusunu durduramamış ve bayılmış.
“Ölümü şu an denetleyebilirim,” demiş nagual genç oyuncu bilincini yeniden kazandığında. “Bunu ne kadar denetleyebileceğim sana bağlı; sana söyleyeceğim her şeyi itiraz etmeden içtenlikle yapmana.”
Nagual genç adamdan ilk istediklerinin mutlak bir sessizlik ve hareketsizlik olduğunu söylemiş. Eğer tıkacın çıkmasını istemiyorsa, hareket etme ve konuşma erkini kaybetmiş gibi davranması gerekiyormuş. En ufak bir kıpırdanma ya da mırıldanma ölümüne neden olabilirmiş.
Genç oyuncu önerilere ya da isteklere uymaya alışık değilmiş. İçinde kabaran bir öfke duymuş. Karşı çıkışını dile getirmeye yeltendiğinde, yakıcı acı ve çırpınmalar yeniden başlamış.
“Doğru dürüst dur da ben de seni iyi edeyim,” demiş nagual. “Her zaman olduğun güçsüz, çürümüş aptal gibi davran da öl.”
Oyuncu, mağrur genç adam hakaretten dolayı uyuşmuş. Bugüne kadar hiç kimse güçsüz ya da çürümüş aptal dememişmiş. Öfkesini belli etmeye çalışmış, ama acısı o kadar keskinmiş ki, hakarete bile tepki veremiyormuş.
“Eğer acılarını dindirmemi istiyorsan, bana körü körüne itaat etmelisin,” demiş nagual korkutucu bir soğuklukla.
“Bana başını sallayarak işaret ver. Ama bil ki fikrini değiştirip o olduğun utanılacak gerizekâlı gibi davranmaya başladığında, hemencecik tıkacı kaldıracak ve seni ölüme terkedeceğim.
Genç oyuncu gücünün son damlasını kullanarak, başıyla nagual’ı onaylamış. Nagual sırtına vurmuş ve acı kayboluvermiş. Ancak yakıcı acıyla birlikte bir başka şey daha kaybolmuş; kafasındaki sis. Böylelikle genç oyuncu herhangi bir şeyi anlamaksızın her şeyi bilir hale gelmiş. Nagual kendisini yeniden tanıtmış. Adının Elias olduğunu ve nagual olduğunu söylemiş. Ve oyuncu bütün bunların ne anlama geldiğini bilmiş.
Bundan sonra nagual Elias dikkatini yarı bilinçsiz durumdaki Talia’ya yöneltmiş. Ağzını sol kulağına dayayıp, birleşim noktasının kararsız değişimini durdurmak için kıza bazı emirler fısıldamış. Deneyimlemekte olduğu şeyin aynısını yaşamış olan büyücüler hakkında öyküler anlatıp korkusunu dindirmiş. Sonunda sakinleştiğinde kendisini bir büyücü, nagual Elias olarak tanıtmış; ve sonra onunla büyücülükteki en zor şeyi don Juan deneyimli büyücülerin bildiğimiz dünyanın ötesine geçme durumuna yatkın olduklarını, ama deneyimsiz kişilerin bunu yapamadığını anımsattı. Nagual Elias normal bir zamanda böylesine ustalık isteyen bir işi yapmayı hayal bile etmediğini sık sık tekrarlarmış, ama o gün kendi bilgisinden ya da istencinden başka bir şey onu eyleme geçirmiş. Deneyim başarılı olmuş; Talia bildiğimiz dünyanın ötesine geçip güven içinde geri dönmüş.
Daha sonra nagual başka bir sezgi daha yaşamış. Yere uzanmış olan o iki insanın arasına oturmuş—oyuncu bu sırada çırılçıplakmış ve üzerinde yalnızca nagual’ın binici ceketi varmış—ve onların durumunu gözden geçirmiş. Onlara her ikisinin de durumlarının yarattığı zorlamayla, tinin kendisince kurulmuş bir tuzağa düştüklerini söylemiş. O, yani nagual tuzağın etken kısmıymış, çünkü içinde bulunduğu durumda onlarla karşılaşması, onu onların geçici koruyucusu olmaya ve büyücülük bilgisini yardım etmek amacıyla kullanmaya itmiş. Koruyucuları olarak onları, benzeri olmayan bir eşiğe ulaşmak üzere olduklarına dair uyarmak onun göreviymiş; hem yalnız, hem birlikte, kendini serbest bırakan ama kayıtsızlaşmayan, umursayan ama düşkün olmayan bir ruh haline girerek o eşiğe ulaşmak, kendilerine bağlıymış. Kafalarını karıştırmamak ve kararlarını etkilememek için daha fazla konuşmak istememiş. Eğer eşiği geçeceklerse bu kendisinin en az yardımıyla olmalı, diye düşünmüş.
Nagual daha sonra onları o terk edilmiş yerde yalnız bırakarak, bazı tıbbi bitkiler, hasırlar ve battaniyeler ayarlamak üzere şehre inmiş. Yalnızken eşiğe ulaşacakları ve onu geçecekleri düşüncesindeymiş.
İki genç uzun bir süre yanyana uzanmış bir halde düşüncelere dalmışlar. Birleşim noktalarının hareket etmiş olması her zamankinden daha derin düşünmelerini sağlarken aynı ölçüde korku ve endişe de yaratıyormuş.
Talia, konuşabildiği ve biraz daha güçlü olduğu için sessizliği ilk o bozarak, genç oyuncuya korkup korkmadığını sormuş. O da evetlercesine başını sallamış. Bunun üzerine Talia içi genç adama yönelik büyük bir şefkatle dolarak, giydiği şalı çıkarıp onun omuzlarına sarmış ve elini tutmuş.
Genç adam, konuşursa acısının yineleneceği korkusuyla hissettiklerini söylemeye cesaret edememiş. Aslında Talia’dan özür dilemek, tek üzüntüsünün onu incitmiş olmaktan kaynaklandığını, ölecek olmasının önemli olmadığını söylemek istiyormuş— çünkü o günü çıkaramayacağını biliyormuş.
Talia da benzer şeyler düşünüyormuş. Kendisinin de tek üzüntüsü, genç oyuncunun ölümüne neden olacak kadar çok ona vurmasıymış. Şimdi ise huzur içindeymiş ve fazlasıyla güçlü olmasından kaynaklanan her zamanki gerginlik duygusuna kıyasla şimdi içinde bulunduğu ruh hali ona yabancı geliyormuş. Genç adama kendi ölümünün de çok yakın olduğunu ve her şeyin o gün biteceğine sevindiğini söylemiş.
Genç oyuncu düşündüğü şeylerin Talia tarafından dile getirildiğini duyunca, ürpermiş. Dalga halinde üzerine gelen bir güç, doğrulup oturmasını sağlamış. Acı duymuyormuş, öksürmüyormuş da. Daha önce hiç yapmadığı şekilde derin derin solumuş. Kızın elini tutmuş ve sözcükleri kullanmadan konuşmaya başlamışlar.
Don Juan işte o anda tinin onlara indiğini söyledi. Ve beraberce görmüşler. İkisi de koyu katolikmiş ve gördükleri de bir cennet görüntüsüymüş, her şeyin canlı olduğu, ışığın içinde yıkandığı bir yer. Mucizevi görüntülerden oluşmuş bir dünya görmüşler.

Cvp: 4 - Tinin İnişi

Nagual geri döndüğünde, yaralanmamış olmalarına rağmen son derece bitkinlermiş. Talia baygınmış, ama genç adam öz-denetimini sonuna kadar zorlayarak ayık kalmayı başarmış. Nagual’ın kulağına fısıldayarak, “Cenneti gördük,” demiş, yanaklarından göz yaşları süzülürken. “Ondan da fazlasını gördünüz,” demiş nagual Elias hemencecik. “Siz, tini gördünüz.
Don Juan, tinin inişi her zaman örtük olduğundan, doğal olarak Talia ve genç oyuncunun o görüntüyü belleklerinde tutamadıklarını söyledi. Herkesin yapacağı gibi sonradan gördükleri şeyi unutmuşlar. Deneyimlerinin eşsizliği hiçbir eğitim almadan ve farkında olmadan birlikte rüya görüp, tini görmüş olmalarından kaynaklanıyormuş. Bunu bu denli kolaylıkla başarmış olmalarıysa son derece sıradışı bir olaymış.
“O ikisi gerçekten de bugüne kadar gördüğüm en hatırı sayılır varlıklardı,” diye ekledi don Juan.
Ben doğal olarak onlarla ilgili daha fazla şey öğrenmek istiyordum. Ama don Juan bununla hiç ilgilenmeyerek bana velinimeti ve dördüncü soyut özle ilgili söyleyeceklerinin bu kadar olduğunu belirtti.
Bana anlatmadığı bir şeyi anımsıyormuş gibi görünerek gürültülü bir şekilde güldü ve sırtımı tıpışlayarak, mağaraya doğru yola koyulma zamanının geldiğini söyledi.
Kaya çıkıntısına ulaştığımızda hava hemen hemen kararmıştı. Don Juan aynen ilk oturduğumuz konumda aceleyle oturdu. Benim sağımdaydı, omuzuyla bana değiyordu. Beni mutlak devinimsizliğe ve sessizliğe iten derin bir rahatlama durumuna geçti. Solumasını bile duyamıyordum. Gözlerimi kapayınca, onları açmam konusunda uyararak hafifçe dürttü.
Hava tamamıyla karardığında, ani bir bitkinlik gözlerimi yakıp kaşındırmaya başladı. Sonunda direnmekten vazgeçip, bugüne kadar yaşadığım en derin, en karanlık uykuya daldım. Yine de uyuyormuş gibi değildim. Çevremdeki yoğun karanlığı duyumsayabiliyor, sığ bir suda yürüyormuşçasına karanlığın içinde hareket ettiğimi hissediyordum. Sonra aniden karanlık kırmızılaştı, turunculaştı ve ardından rahatsızlık verecek kadar güçlü neon bir lamba gibi parıldayan bir beyaza dönüştü. Ağır ağır görüntüye odaklandım, don Juan ile aynı konumda oturduğumuzu görene dek—ama artık mağarada değildik. Bir dağın tepesinden, uzaklardaki dağlara, enfes düz arazilere bakmaktaydık. Bu güzel geniş kırlar kendilerinden yayılan bir ışıkla yıkanıyor gibiydiler. Nereye baksam tanıdık biçimler—kayalar, tepeler, nehirler, ormanlar, kanyonlar—ve onların iç titreşiminin içsel bir parıltıya dönüştüğünü görüyordum. Bu mutluluk verici görüntü aynı zamanda tüm varlığımı karıncalandırmıştı.
“Birleşim noktan hareket etti,” dedi sanki don Juan.
Sözcüklerin hiç sesi yokmuş gibiydi; yine de ben bana az önce ne dediğini biliyordum. Mantıklı tepkim, onu sanki havası alınmış boş bir odada duymuş olduğumu kendime açıklamaya çalışmak oldu. Kulaklarım muhtemelen olan bitenden etkilenmişti.
“Kulaklarının bir şeyi yok. Farkındalığın farklı bi alanındayız,” dedi gibi geldi don Juan.
Konuşamıyordum. Derin uykunun verdiği uyuşukluk söz söylememi engeller gibiydi, yine de olabildiğimce uyanık ve tetikteydim.
“Neler oluyor?” diye düşündüm.
“Mağara birleşim noktanı hareket ettirdi,” diye düşündü don Juan ve ben onun düşüncelerini, bana ait sözcüklermiş gibi kendime söylediğimi duydum.
Düşüncelerle vurgulanmamış bir emir sezinledim, bir şey bana yeniden geniş kırlara bakmamı buyuruyordu.
O harika görüntüye gözlerimi diktiğimde, ışık telcikleri geniş kırlardaki her şey üzerinden parlamaya başladılar. İlk başta, sonsuz sayıda kısa ışık lifçiklerinin patlaması gibiydi, sonra lifçikler uzun, ince, birbirine dolanmış saydam ipliklere, sonsuzluğa ulaşan titrek ışık huzmelerine dönüştüler. Gerçekten de gördüğüm şeyleri anlamamın ya da açıklamamın bir başka yolu yoktu; titreyen ışık lifçikleri dışında. Işık lifçikleri birbirine sarılmış ya da dolanmış değillerdi. Her yana dağılmalarına ve yükselmeye devam etmelerine rağmen, her biri farklıydı. Yine de birbirlerinden ayrılmaz bir biçimde sıkıştırılmışlardı.
“Kartal’ın yayılımlarını, onları ayrı tutan ve birbirine sarmalayan gücü görmektesin diye düşündü don Juan.
Onun düşüncesini yakaladığım an, sanki ışık lifçikleri tüm erkemi emdi. Ansızın bir baygınlık bastırdı. Tüm görüntü silindi ve karanlığın içine daldım.
Yeniden kendime geldiğimde, çevremde çok tanıdık bir
şey vardı, ne olduğunu anlayamadığımdan olağan farkındalığıma dönmüş olduğumu düşündüm. Don Juan omuzu bana dayanmış, yanımda uyuyordu.

Cvp: 4 - Tinin İnişi

Sonra çevremizdeki karanlığın ellerimi dahi göremeyeceğim kadar koyu olduğunu fark ettim. Sisin kaya çıkıntısını kapladığını ve mağaranın içini doldurmuş olduğunu düşündüm. Ya da belki mağarayı dolduran, her yağmurlu geceden sonra yüksek dağlardan sessiz bir çığ gibi inen, ince alçak bulutlardı. Mutlak karanlığa rağmen, don Juan’ın benim ayılmamın hemen ardından gözlerini açtığını ama bana bakmadığını gördüm. Aniden onu görüyor olmamın gözlerime gelen ışıkla bir ilgisi olmadığını, daha çok bedensel bir duyum olduğunu anladım.
Don Juan’ı gözlerim olmaksızın inceleyebilmek beni öylesine dalgınlaştırmıştı ki, onun bana ne söylemekte olduğuyla ilgilenmiyordum bile. Sonunda konuşmayı bırakıp gözlerime bakmak istermişçesine yüzünü bana çevirdi.
Boğazını temizlemek için birkaç kez öksürdü ve çok alçak sesle konuşmaya başladı. Velinimetinin sık sık hem onunla hem diğer çömezleriyle, ama daha çok kendi başına bu mağaraya geldiğini söyledi. Burada bizim gördüğümüz kırları görmüş; tini şeylerin akışı olarak açıklamasını sağlayan görüntüyü.
Don Juan velinimetinin iyi bir düşünür olmadığını tekrarladı. Öyle olsaymış şeylerin akışı olarak görüp açıkladığı şeyin her şeyin içine işleyen güç, yani niyet olduğunu anlarmış. Don Juan velinimetinin görmesinin bilincine varmış olsa bile bunu belli etmediğini söyledi. Aslında don Juan, velinimetinin bunun hiç farkında olmadığı düşüncesindeymiş. Yine de velinimeti şeylerin akışını gördüğüne inanıyormuş ve bu tamamıyla doğruymuş ama anlamı onun düşündüğü gibi değilmiş.
Don Juan’ın bu konuyu açıklarken takındığı gönüldeş tavır, ben de aradaki ayrımın ne olduğunu sormak isteği uyandırdı, ama konuşamıyordum. Boğazım donmuş gibiydi. Orada saatlerce kesin bir sessizlik ve hareketsizlik içinde oturduk. Buna rağmen hiçbir rahatsızlık hissetmedim. Adelelerim yorulmadı, bacaklarım uyuşmadı ve sırtım ağrımadı.
Yeniden konuşmaya başladığını bile fark etmedim ve kendimi isteklice onun sesini dinlemek üzere koyverdim. Beni sarmalayan mutlak karanlıktan çıkan, ezgili ahenkli bir sesti.
Benim tam o anda ne olağan farkındalık ne de yüksek farkındalık durumunda olduğumu söyledi. Bir boşlukta, algısızlığın karanlığında asılı kalmışım. Birleşim noktam gündelik dünyayı algılama konumundan uzaklaşmış, ama yepyeni bir erke alanı demetine ulaşabilecek ve aydınlatabilecek kadar da hareket etmemiş. Doğrusu iki algılanabilir olasılık arasında sıkışmışım. Bu iki arada— durumuna, bu algının boşluğu durumuna, onu yapan büyücülerin niyetince yönlendirilen mağaranın etkisiyle ulaşmışım.
Don Juan bundan sonra söyleyeceklerine dikkat etmemi istedi benden. Büyücülerin binlerce yıl önce görmeyi kullanarak, yeryüzünün hisseden bir varlık olduğunun ve onun farkındalığının insanların farkındalığını etkileyebileceğinin ayırdına vardıklarını söyledi. Yeryüzünün farkındalığını insan farkındalığının üzerinde kullanabilecekleri bir yol bulmaya çalışmışlar ve bunun sonucunda en etkili yerlerin bazı mağaralar olduğunu keşfetmişler. Don Juan bu büyücüler için uygun mağara araştırmanın tüm zamanlarını verdikleri bir iş haline geldiğini ve girişimleri sonucu farklı mağaraların farklı kullanımları olduğunu bulduklarını söyledi. Bu keşfin bizimle ilgili tek sonucu, şu anda bulunduğumuz mağaranın birleşim noktasını bir ara algı noktasına ulaştıracak biçimde hareket ettirebilmesiymiş.
Don Juan konuştukça, zihnimde belirginleşen birşeylerin yarattığı tedirgin edici bir duygu yaşamaya başladım. Birşeyler farkındalığımı ince bir kanalın içinden geçiriyordu. Olağan farkındalığımın tüm o gereksiz yarım kalmış düşünceleri ve hislerinden kurtuluyordum.
Bana neler olduğunun bütünüyle farkında olan don Juan zevkten dört köşeydi. Artık daha kolay konuşabileceğimizi ve konuşmalarımızın daha derin olacağını söyledi.
O anda bana daha önce açıkladığı sürüyle şey anımsadım. Örneğin, rüya görmekte olduğumu biliyordum. Aslında tamamen uyuyordum, yine de birinci dikkatimin tamamlayıcısı olan ikinci dikkatim sayesinde bütünüyle farkındaydım. Bir çeşit bedensel duyum ve don Juan’ın geçmişte bana söylediği bazı şeyler nedeniyle uyuyor olduğumdan emindim. Kartal’ın yayılımlarını henüz görmüştüm ve don Juan geçmişte büyücülerin bu yayılımları görmeye dayanabilmelerinin ancak rüya görme yoluyla mümkün olabileceğini söylemişti. O halde ben de rüya görüyor olmalıydım.
Don Juan evrenin tanımlanmaya ve araştırılmaya karşı koyan erke alanlarından oluştuğunu, ışık lifçiklerinin sıradan ışığa benzediklerini, ancak farkındalık yayıcı Kartal’ın yayılımlarıyla karşılaştırıldığında sıradan ışığın çok cansız kaldığını söylemişti. O geceye kadar onları asla böyle süregiden bir durumda görmeyi başaramamıştım, gerçekten canlıydılar ve ışıktan oluşmuşlardı.

Cvp: 4 - Tinin İnişi

Don Juan geçmişte niyet hakkındaki bilgi ve denetimimin görüntünün etkisine dayanacak yeterlilikte olmadığını defalarca tekrarlamıştı. Olağan algının saf erke olan niyetin kozamızın içindeki saydam ışık telciklerinden bir bölümünü aydınlattığında oluştuğunu ve bu durumun aynı zamanda kozamızdan sonsuzluğa doğru uzayan saydam telciklerden uzun bir eklentinin parıldamasını sağladığını söyledi. Sıradışı algı, yani görme ise niyetin gücü tarafından bir başka bölüm erke aldığında ve aydınlandığında ortaya çıkarmış. Kozanın içinde önemli miktarda erke alanı aydınlandığında, bir büyücü erke alanlarının kendisini görmeye başlarmış.
Bir başka sefer don Juan ilk büyücülerin mantıksal düşünme sistemlerini anlatmıştı. Görme yetilerini kullanarak, farkındalığın saydam kozamızın içerisindeki erke alanlarının, dışımızda bulunan eş erke alanlarıyla bağlanması sonucu ortaya çıktığını anlamışlar. Ve farkındalığın kaynağı olarak bağlanışı bulduklarına inanmışlar.
Bununla birlikte yakından incelendiğinde, Kartal’ın yayılımlarının bağlanışı dedikleri şeyin görme durumunu tam açıklamadığı da ortadaymış. Eski büyücüler kozanın içindeki ışık telciklerinden küçük bir kısmı erke alırken, büyük kısmının değişmeden kaldığını fark etmişler. Az sayıda olan bu telcikleri görmek, yanlış bir keşfe yol açmış. Aslında ışık telcikleri aydınlanmak için bağlanışı gereksinmiyormuş, çünkü kozamızın içinde olanlarla dışında olanlar birbirinin aynısıymış. Onlara güç kazandıran şey kesinlikle bağımsız bir kuvvetmiş. Yapmış oldukları gibi buna farkındalık demeyi sürdüremeyeceklerini anlamışlar, çünkü farkındalık aydınlanan erke alanlarının akışıymış. Böylece alanları aydınlatan kuvvete istek demişler.
Don Juan eski büyücülerin görüşleri daha etkin ve daha deneyimli hale geldikçe, Kartal’ın yayılımlarını ayrı tutan isteğin sadece farkındalığımızdan değil, evrendeki her şeyden sorumlu olduğunu anladıklarını söylemişti. Bu kuvvetin mutlak bir bilinci olduğunu ve evreni oluşturan her erke alanından yayıldığını görmüşler. Böylece sözünü ettikleri şey için niyetin, istekten daha uygun bir ad olduğuna karar vermişler. Buna karşın, zaman içinde bu adın getirdiği olumsuzluklar belli olmuş, çünkü bu ad da onun ezici önemini ya da evrendeki her şeyle olan canlı bağlantısını tam tanımlamıyormuş.
Don Juan en büyük ve ortak kusurumuzun, yaşamlarımızı bu bağlantıyı tamamen dışlayarak yaşamamız olduğunu belirtmişti. Yaşantımızdaki meşguliyetler, acımasız ilgilerimiz, sorunlarımız, umutlarımız, korkularımız hep önde geliyormuş ve günü gününe yaşama esasına dayanarak, diğer her şeyle olan bağımızı unutuyormuşuz.
Don Juan, Hıristiyanlığa ait Cennet bahçesinden kovulma düşüncesinin kendisine, sessiz bilgi yani niyet ile olan bağlarımızın yitirilmesine ilişkin bir benzetme gibi geldiğini ileri sürmüştü. Böylelikle büyücülük, başlangıca, kökene yani Cennet’e geri dönme anlamına geliyordu.
Mutlak sessizlik içinde belki saatlerce, belki de sadece bir kaç an oturduk. Don Juan aniden konuşmaya başladı ve sesinin beklenmedik etkisi beni sarstı. Ne söylediğini anlayamadım. Sözlerini tekrarlamasını söylemek için boğazımı temizledim ve bu hareket beni düşünceli halimden çıkardı. Çevremdeki karanlık artık zifiri karanlık değildi. Olağan farkındalık durumuma geri döndüğümü anladım.
Don Juan çok yumuşak bir sesle yaşamımda ilk kez tini, evreni bir arada tutan gücü görmüş olduğumu söyledi. Niyetin, kişinin kullanabileceği, denetleyebileceği ya da harekete geçirebileceği birşey olmadığını, yine de onu arzusu doğrultusunda kullanabileceğini, denetleyebileciğini ya da harekete geçirebileceğini söyledi. Bu çelişkinin büyücülüğün özü olduğunu belirtti. Bunu anlayamamak yüzyıllarca büyücülere acı ve üzüntü vermiş. Günümüz naguallar’ı bu acı dolu bedeli ödememek için, savaşçının yolu ya da kusursuz eylem denilen ve büyücüleri temkinli ve düşünceli olmaya hazırlayan bir davranışlar dizisi geliştirmişler.
Bir zamanlar, uzak bir geçmişte, büyücüler niyetin her şeyle olan genel bağlantı hattıyla derinlemesine ilgilenmişler. Ve ikinci dikkatlerini bu hat üzerinde yoğunlaştırarak, yalnız dolaysız bilgi edinmekle kalmamış, aynı zamanda bu bilgiyi yönlendirerek inanılmaz işler yapma becerisi de elde etmişler. Bu yolla tüm o güçle başa çıkmak için gerekli olan zihinsel derinliği elde edememişler ama.
Böylece büyücüler sağduyulu bir ruh hali içinde ikinci dikkatlerini sadece farkındalığı olan varlıkların bağlantı hattı üzerinde yoğunlaştırmaya karar vermişler. Bu, tüm yaşayan organik canlıları kapsadığı gibi, büyücülerin dost diye adlandırdığı, farkındalığı olan ama bizim anladığımız anlamda bir yaşamı olmayan inorganik varlıkları da kapsıyormuş. Fakat bu çözüm de başarılı olmamış, çünkü onlara bilgelik getirmemiş.
Büyücüler bir sonraki denemelerinde dikkatlerini sadece insanların niyet ile olan bağlantı hattına odaklamışlar. Sonuç bir önceki durumla hemen hemen aynıymış.
Ve böylece nihai bir çözüm arayışına girmişler. Her büyücü kendi kişisel hattı üzerinde yoğunlaşmış. Ama bu da aynı ölçüde etkisiz olmuş.
Don Juan bu dört ayrı ilgi alanı arasında kayda değer ayrımlar olmasına rağmen, her birinin birbirinden beter etkileri olduğunu söyledi. Böylece büyücüler en sonunda, kendilerini kendi içlerindeki ateşi yakmak üzere serbest bırakacak olan niyet ile bağlantılı bireysel hatlarının kapasitesi üzerine yoğunlaşmışlar.
Günümüz büyücülerinin zihinsel bir derinlik kazanabilmek için acımasızca savaşmak zorunda olduklarını söyledi. Bir nagual ise, daha dayanıklı olduğundan, algıyı belirleyen erke alanları üzerinde daha büyük bir denetimi olduğundan, daha eğitimli olduğundan ve niyet ile dolaysız bağlantı anlamına ge len sessiz bilginin belirsizliğiyle daha tanışık olduğundan, özellikle daha çok mücadele etmeliymiş.
Böyle bakıldığında, büyücülük, niyet hakkındaki bilgimizi yeniden kurma ve ona yenilmeden onun kullanımını yeniden kazanma anlamına geliyordu. Ve büyücülük öykülerinin soyut özleri de bizim niyet ile ilgili farkındalığımızın aşamaları, kavrayışın gölgeleriydi.
Don Juan’ın açıklamalarını kusursuz bir netlikle anlamaktaydım. Ancak daha çok anladıkça ve cümleleri netleştikçe, yitirme ve ümitsizlik hislerini artıyordu. Bir anda, hemen orada yaşamımı gerçekten de sona erdirmeyi düşündüm. Kendimi lanetlenmiş hissediyordum. Neredeyse gözyaşları içinde don Juan’a açıklamalarını sürdürmesinin gereksiz olduğunu, zihinsel netliğimi kaybetmek üzere olduğumu ve normal farkındalığıma döndüğüm zaman nasıl olsa gördüğüm ve duyduğum hiç bir şeyi anımsamayacağımı söyledim. Dünyevi farkındalığım bana ömrüm boyunca süren tekrarlama alışkanlığımı ve onun akla yatkın tahminlerini dayatacaktı. Kendimi lanetlenmiş hissetmem bu yüzdendi. Ona yazgıma öfkelendiğimi söyledim.
Don Juan ileri farkındalıkta bile tekrara düşebildiğimi, düzenli aralıklarla kişisel değersizlik hislerimden kaynaklanan nöbetleri anlatarak onun canını sıkmakta ısrar ettiğimi söyledi. Eğer batacaksam, özür dileyip kendim için üzülmek yerine dövüşmeliymişim. Kişisel yazgımızın ne olduğunun onunla nihai terkedişle yüzyüze geleceğimiz için önemi yokmuş.
Sözleri beni kutsanmışçasına mutlu etti. Gözyaşlarını yanaklarımdan süzülürken defalarca onunla aynı fikirde olduğumu tekrarladım. İçimde öyle derin bir mutluluk vardı ki, sinirlerimin iyice gevşemiş olduğunu düşündüm. Bütün gücümü bunu durdurmak için seferber ettim ve zihinsel frenlerimin ayıltıcı etkisini duyumsadım. Ama bu olurken zihnimdeki berraklık giderek zayıflamaya başladı. Sessizce dövüştüm—hem daha az ayık hem de daha az sinirli olmaya çalıştım. Don Juan hiç ses çıkarmadı ve beni yalnız bıraktı.
Dengemi yeniden kazandığımda gün neredeyse ağarmıştı. Don Juan ayağa kalktı, elleri başının üzerinde gerindi ve eklemlerini kıtırdattı. Ayağa kalkmama yardım ederek, en aydınlatıcı gecemi geçirdiğimi belirtti: tinin ne olduğunu deneyimlemiş ve bir şeyi başarmak için gizli bir dayanıklığı bir araya getirebilmiştim; bu yüzeysel olarak sinirlerimi gevşetmek anlamına geliyordu ama daha derin düzeyde birleşim noktamın gerçekten de çok başarılı ve iradeli bir şekilde hareket ettirilmesiydi.
Sonra geri dönme zamanımızın geldiğini belirtti.

Cvp: 4 - Tinin İnişi

2 - Düşüncenin Perendesi
Don Juan’ın evine sabah yedi civarında vardık, kahvaltı saatiydi. Karnım açlıktan zil çalıyordu ama yorgun değildim. Mağaradan tan ağarırken ayrılmıştık. Don Juan kestirmeden gideceğine, bizi nehir kenarından götüren dolambaçlı bir yol seçmişti. Eve varmadan düşünce gücümüzü toplamamız gerektiğini açıkladı.
Düşünce gücü dağılmış olan sadece ben olduğum halde ‘düşünce gücümüz’ demiş olmasının çok nazik olduğu yanıtını verdim. Nezaketten değil, savaşçı eğitimi nedeniyle öyle dediği yanıtını verdi. Bir savaşçı, insan davranışının sertliğine karşı her zaman tetikte olmalıymış. Bir savaşçı büyülü ve acımasız olurmuş, en süzme zevk ve davranışlara haiz, kimse acımasızlığından kuşku duymasın diye dünyevi işi keskinliğini örtük bir şekilde arttırmak olan başıboş biri.
Kahvaltıdan sonra biraz uyumanın iyi olacağını düşündüm ancak don Juan yitirilecek vaktimin olmadığını söyledi. Hâlâ tam dağılmamış olan zihinsel netliğimin yakında kaybolacağını, eğer uyursam onu bütünüyle yitireceğimi belirtti.
Beni baştan aşağı hızlı bir şekilde süzerek, “Niyet hakkında konuşmanın pek bi yolu olmadığını anlamak için dahi olmaya lüzum yok,” dedi. “Ama bu açıklamayı yapmanın hiçbir anlamı yok. İşte büyücülerin büyücülük öykülerine güvenmelerinin nedeni de budur. Öykülerin soyut özlerinin bi gün dinleyiciye bir anlam ifade edeceğini ümit ederler.”
Ne söylediğini anlıyordum ama hala bir soyut özün ne olduğunu ya da ne anlama geldiğini kavrayamamıştım. Bu konuda düşünmeye çalıştım. Düşünce yağmuruna tutuldum. İmgeler, bana onları düşünecek zaman bırakmadan zihnimden hızlıca geçiyorlardı. Onları tanımama olanak tanıyacak kadar bile yavaşlatamıyordum. Sonunda öfke beni ele geçirdi ve yumruğumu masaya indirdim.
Don Juan’ın gülmekten bütün vücudu sarsılıyordu.
“Geçen akşam yaptığını yap,” diye dürttü beni, göz kırparak. “Kendini yavaşlat.”
Öfkem yüzünden çok saldırgandım. Hemen bir sürü anlamsız iddialar ileri sürdüm; fakat hatamı anlayarak ölçüsüzlüğüm nedeniyle özür diledim.
“Özür dileme,” dedi. “Sana söylemeliyim ki şu anda peşinde olduğun anlayış senin için olanaksız. Büyücülük öykülerindeki soyut özler şu anda sana hiçbi şey söylemeyecek. Sonra—yıllar sonra yani, anlamları kusursuzca ortaya çıkacak.”
Don Juan’a beni karanlıkta bırakmaması, soyut özler hakkında konuşmayı sürdürmesi için yalvardım. Şu anda içinde bulunduğum ileri farkındalık durumunun söylediklerini anlamam için çok yardımcı olabileceğini belirttim. Acele etmesini, çünkü bu durumun ne kadar süreceğini bilmediğimi, yakında eski halime geri döneceğimi, o zaman şu ankinden bile daha aptal olacağımı söyledim. Bunları yarı yarıya hareketlerimle anlattım. Kahkahaları, bana kendi sözlerimden fazlasıyla etkileniyormuşum hissini verdi. Müthiş bir melankoliye kapıldım.
Don Juan kolumdan nazikçe çekerek beni bir koltuğa oturttu, kendisi de tam karşıma oturdu. Gözlerini gözlerime öyle bir dikti ki, bakışlarının gücünü kırmam mümkün olmadı.
“Büyücüler sürekli kendi izlerini sürerler dedi beni sakinleştirmeye çalışan güven verici bir ses tonuyla.
Sinirlilik halimin geçtiğini, bunun belki de uykusuzluktan kaynaklandığını söylemek istedim ancak konuşmama izin vermedi.
Bana iz sürme ile ilgili her şeyi çoktan öğrettiğini, ancak benim bilginin ileri farkındalığımın derinliklerinde duran bölümünü henüz ele geçirmediğimi söyledi. Ona tıkanmış olmanın rahatsız edici hissini yaşadığımı söyledim. İçimde sanki kilitli birşey vardı, kapıları çarpmama, masaları tekmelememe yol açan, beni öfkelendirip, çabucak parlamama neden olan birşey.
“Her insan bahsettiğin tıkanma duygusunu deneyimler,” dedi. Bu, niyet ile olan bağımızın bize anımsatılmasıdır. Büyücülerin amacı bu bağı isteklerine göre kullanacak denli duyarlılaştırmak olduğundan tıkanmayı özellikle daha şiddetli yaşarlar.
“Bağlantı hattının baskısı çok büyük olduğu zaman, büyücüler kendi izlerini sürerek rahatlarlar.”
“İz sürme ile tam olarak ne kastettiğini hâlâ anlamış değilim,” dedim. “Ama bir başka düzeyde ne söylediğini tam olarak anladığımı düşünüyorum.”
“Öyleyse bildiğini netleştirmene yardımcı olayım,” dedi, “İz sürmek bi yöntemdir, hem de çok basit bi tanesi. İz sürmek, bazı ilkeleri takip ederek davranmaktır. Bi darbe yaratmak adına gizlice, kaçamak ve kandırıcı şekilde hareket etmektir. Ve kendi kendinin izini sürdüğünde acımasızca ve kurnazca hareket ederek darbeyi kendine vurursun.”
Bir büyücünün farkındalığı algı patlaması nedeniyle batağa saplandığında, ki bu bana olan şeymiş, en iyi hatta tek çarenin iz sürücü darbeyi indirmek için ölüm düşüncesini kullanmak olduğunu söyledi.
“Ölüm düşüncesinin bi savaşçının yaşamında çok önemli bi yeri vardır,” diye devam etti don Juan. “Sana yakın ve kaçınılmaz sonumuzla ilgili—ki bizi temkinli ve ılımlı olmaya ikna eden şey budur—bugüne dek sayısız örnek gösterdim. Sıradan insanlar olarak bize en pahalıya patlayan hatamız, kendimizi ölümsüzlük duygusuna kaptırmaktır. Ölümü düşünmezsek kendimizi ondan koruyabiliriz zannederiz.”
“Kabul etmelisin ki don Juan, ölümü düşünmeyerek onunla ilgili üzülmekten kurtuluruz,” dedim.
“Evet, bu düşünce o amaca hizmet ediyor,” diyerek kabul etti.
“Ancak bu amaç sıradan insan için değersiz, bi büyücü için de kandırmacadan ibarettir. Ölüme değin bakış açısı belirginleşmedikçe, bi düzen, ılımlılık, güzellik olmaz. Büyücüler, yaşamlarının anın ötesinde devam edeceğine dair hiçbi garantilerinin olmadığını mümkün olan en derin düzeyde anlamalarına yardımcı olabilmesi için bu önemli kavrayışı mücadele ederek kazanmak isterler. Bu kavrayış onlara sabırlı olup yine de eyleme geçebilme ve aptal olmadan uysal olma cesareti verir.”
Don Juan gözlerini bana odakladı. Gülümsedi ve başını salladı.
“Evet,” diye sürdürdü. “Ölüm düşüncesi büyücülere cesaret verebilecek tek şeydir. Tuhaf değil mi? Kibirli olmadan zeki olma ve hepsinden önemlisi de kişisel önem taşımadan acımasız olma cesareti verir.”
Yine gülümseyip bana hafifçe dokundu. Ona ölümü sık sık düşündüğümü, bunun bana dehşet verdiğini, ancak hiçbir şekilde eyleme geçme cesareti ya da isteği vermediğini söyledim. Beni ya alaycı biri yapıyor, ya da derin melankolik ruh hallerinde yitip gitmemi sağlıyordu.
“Senin sorunun çok basit,” dedi. “Çok kolay takıntılı hale geliyorsun. Sana az önce büyücülerin takıntılarının gücünü kırmak için kendi kendilerinin izini sürdüğünü söylüyordum. Kendi kendinin izini sürmenin birçok yolu vardır. Eğer bunun için ölüm düşüncesini kullanmak istemiyorsan bana okuduğun şiirleri kullan.”
“Anlamadım, ne dedin?”
“Şiiri sevmemin birçok nedeni olduğunu sana daha önce
de söylemiştim,” dedi. “Onlarla yaptığım şey, kendi izimi sürmek. Onlar yoluyla kendime darbe indiriyorum. Sen bana şiir okurken, dinler ve içsel konuşmamı keserek iç sessizliğimin ivme kazanmasını sağlarım. Şiir ve içsel sessizliğin birleşmesi darbeyi indiriyor.”
Şairlerin farkında olmaksızın büyücülerin dünyası için özlem çektiklerini söyledi. Bilgi yolunda yürüyen büyücüler olmadıkları için tüm sahip oldukları şey özlemmiş.
“Bakalım neden bahsettiğimi anlayabilecek misin,” dedi, Jose Gorostiza’nın bir şiir kitabını bana uzatırken.
Kitabın işaretli yerini açtım, beğendiği şiiri bana gösterdi.

... bu hiç bitmeyen direngen ölüm, seni katleden
bu yaşayan ölü, ah Tanrım,
kendi yorucu eserinde,
güllerde, taşlarda,
boyun eğmeyen yıldızlarda
ve yanıp kül olan ette,
şarkılarla tutuşturulan bir şenlik ateşi misali, bir rüya,
göz kamaştıran bir renk.
...ve sen, kendin,
belki ölmüşsündür orada yüzyılların sonsuzluğunda, biz bunu bilmeksizin,
biz tortular, kırıntılar, küllerin senin;
sen ki hâlâ buradasın,
kendi ışığınca kandırılan bir yıldız gibi,
bize ulaşan,
o yıldızsız boş ışık,
saklanan
kendi sonsuz felaketinde.

“Bu sözcükleri duyduğumda,” dedi don Juan ben okumamı bitirince, “o adamın şeylerin özünü gördüğünü hissediyorum ve ben de onunla beraber görebiliyorum. İlgilendiğim, şiirin konusu değil. Yalnızca şairin bana getirdiği duyguyla ilgileniyorum. Onun özlemini ödünç alıyorum ve beraberinde güzelliği de. Ve onun gerçek bi savaşçı gibi kendisine sadece özlemi ayırarak, alıcılar için, seyirciler için savurganca tükenişine hayret ediyorum. Bu darbe, bu şok edici güzellik, iz sürmektir.

Cvp: 4 - Tinin İnişi

Çok etkilenmiştim. Don Juan’ın açıklaması içimde tuhaf bir yere dokunmuştu.
“Ölümün sahip olduğumuz tek düşman olduğunu söyleyebilir miyiz, don Juan?” diye sordum.
“Hayır,” dedi kararlılıkla. “Ölüm öyle görünmesine rağmen düşman değildir. Bizi yok eden şey o olduğunu düşünmemize rağmen ölüm değildir.”
“Peki, eğer bizi yok eden değilse nedir o zaman ölüm?”
“Büyücüler ölümün kayda değer tek karşıtımız olduğunu söylerler,” diye yanıtladı beni. “Ölüm bize meydan okur, büyücü olsun, sıradan insan olsun bu meydan okuyuşa karşılık vermek için doğmuştur. Büyücüler bunu bilir, sıradan insan bilmez.”
“Ben şahsen don Juan, derim ki yaşam bir meydan okumadır, ölüm değil.”
“Yaşam, ölümün bize meydan okuma yollarının bulunduğu bi süreçtir,” dedi. “Ölüm, etken kuvvettir. Yaşamsa arena. Ve bu arenada yalnızca iki kişiye yer vardır, kişinin kendisi ve ölüm.”
“Meydan okuyucunun insan olduğunu düşünüyorum, don Juan” dedim.
“Hiç de değil,” diye anında cevabı yapıştırdı. “Biz edilgeniz, bunun üzerine biraz düşün. Eğer hareket edebiliyorsak, sadece ölümün baskısını duyduğumuz zaman yaparız bunu. Ölüm eylemlerimiz ve duygularımız için basamaklar hazırlar ve bizi bitirip mücadeleyi kazanıncaya kadar acımasızca itekler, ya da biz bütün olasılıkların üzerinden yükselerek ölümü yeneriz.
“Büyücüler ölümü yenerler ve bunun karşılığında ölüm, asla bi daha meydan okumamak üzere onların özgürleşmesine izin verir. Böylelikle yenilgisini kabul eder.”
“Bu büyücüler ölümsüz olur anlamına mı geliyor?”
“Hayır, o anlama gelmez,” diye yanıtladı don Juan. “Ölüm onlara artık meydan okumaz, hepsi bu.”
“Fakat bu ne anlama geliyor, don Juan?”
“Bu, düşüncenin kavranamaza doğru bi perende attığı anlamına geliyor,” dedi.
“Düşüncenin kavranamaza doğru bir perende atması ne demek?” diye sordum kavgacı görünmemeye çalışarak. “Bizim sorunumuz kullandığımız ifadelerin aynı anlamları paylaşmaması.”
“Dürüst davranmıyorsun,” diyerek sözümü kesti don Juan. “Ne demek istediğimi aslında anlıyorsun, yani ‘kavranamaza doğru bi perende atılması’ konusunda mantıksal bi açıklama istemen maskaralık. Çünkü bunun ne olduğunu sen çok iyi biliyorsun.”
“Hayır, bilmiyorum,” dedim.
Ve sonra bunu bildiğimi ya da daha doğrusu ne anlama geldiğini sezdiğimi fark ettim. İçimde bir parça mantığımın sınırlarını aşarak, benzetmenin de ötesinde, kavranamaza doğru perende atma açıklamasını anlıyordu. Sorun, o parçanın benim isteğimle bilince çıkacak kadar güçlü olmamasıydı.
Bu durumun açıklayabildiğim kadarını bana gülerek, farkındalığımı bir yo-yo’ya benzeten don Juan’a anlattım. Bazen yüksek bir noktaya ulaşıyor, denetimim de onunla birlikte keskinleşiyormuş, bazense öyle bir düşüyormuş ki mantıklı bir ahmağa dönüşüyormuşum. Ama çoğunlukla pek bir değeri olmayan orta bir noktada, ne balık ne de kuş olabildiğim bir yerde asılı kalıyormuş.
“Düşüncenin kavranamaza doğru perende atması,” diye açıkladı ağırbaşlı bir edayla, “tinin inişidir; algı engellerimizi kırma eylemidir. İnsan algısının kendi sınırına ulaştığı andır. Büyücüler, algı sınırını yükseltmek için kendilerinden önde giden casus gönderme alıştırmaları yaparlar. Bu da şiirden hoşlanmamın bi başka nedeni. Şiirleri öncü koşucular olarak görüyorum. Ancak daha önce de söylediğim gibi, şairler bu öncü koşucuların neler başarabileceğini büyücüler kadar iyi bilmez.”
Akşamüzeri tartışacak pek çok şeyimiz olduğunu ve bir yürüyüşe çıkmak isteyip istemediğimi sordu. Zihinsel olarak tuhaf bir durumdaydım. Az önce gidip gelen garip bir yabancılaşma hissi içindeydim. Bunun ilk önce düşüncelerim gölgeleyen fiziksel bir yorgunluk olduğunu düşünmüştüm. Ancak düşüncelerim kristal berraklığındaydı. Böylece yabancılaşma duygumun ileri farkındalıkta olmamla ilgili olduğuna karar verdim.
Evden ayrılıp kasaba meydanında dolaştık. Don Juan’a yeni bir konuya başlama fırsatı tanımadan hemen yabancılaşmam konusunu sordum. Bunu bir erke değişimi meselesi olarak açıkladı. Birleşim noktasının normal konumununu sürdürmek için kullanılan erkenin özgürlüğünü kazanmasıyla, kendisini kendiliğinden bağlantı hattına odakladığını söyledi. Bu olmadan önce bir büyücünün erkesini bir yerden bir başka yere hareket ettirmeyi öğrenmesi için herhangi bir teknik ya da manevra olmadığına beni temin etti. Bu daha çok, belli bir yetkinleşme sağlandğında olan anlık bir değişme ile ilgiliymiş.
Ona yetkinleşme düzeyinin ne olduğunu sordum. Saf anlayış, diye yanıtladı. Böylesine ani bir erke değişimi yaşayabilmek için, kişinin niyet ile temiz bir bağlantı hattının olması gerekirmiş ve bunun için de saf anlayışla bunu niyet etmek gerekirmiş.
Doğal olarak ondan saf anlayışın ne olduğunu açıklamasını istedim. Güldü ve bir banka oturdu.
“Sana büyücülük ve büyücülerin eylemleri hakkında çok temel bi şey söyleyeceğim,” diye devam etti. Düşüncelerinin kavranamaza doğru attığı perende konusunda.”
Bazı büyücülerin öykü anlatıcı olduklarını söyledi. Öykü anlatmak yalnızca algı sınırlarını genişletmek için öncü koşucu göndermek değil aynı zamanda kusursuzluğa, erke, ve tine bir geçit, bir kapı açmak demekmiş. Bir süre verecek uygun bir örnek ararcasına sessiz kaldı. Sonra, bana Yaqui Kızılderililerinin ‘unutulmaz günler’ dedikleri bir tarihi olaylar derlemine sahip olduklarını anımsattı. Unutulmaz günler dedikleri hikayelerin onların topraklarını işgal eden İspanyollar ve Meksikalılarla verdikler savaşların kulaktan kulağa anlatımı olduğunu biliyordum. Kendisi de bir Yaqui olan don Juan, gönüldeş bir edayla, unutulmaz günlerin kendi ulusunun yenilgi ve dağılışının anlatısı olduğunu vurguladı.
“Peki,” dedi, “okumuş bi adam olduğuna göre, bi öykü anlatıcı büyücünün unutulmaz günlerden bi anlatıyı alıp—örneğin Calixto Muni’ninkini— sonunu değiştirmesine, İspanyol cellatları tarafından sürülüp, bedeninin dörde bölündüğünü söylemek yerine ki işin gerçeği budur, onu halkını kurtaran muzaffer bi asi olarak anlatmasına ne derdin?”
Calixto Muni’nin öyküsünü biliyordum. Unutulmaz günlere göre, savaş stratejisi öğrenmek için, Karayib’lerde bir korsan gemisinde yıllarca çalışmış bir Yaqui Kızılderilisiydi. Sonra Sonora’ya dönmüş, İspanyollara karşı bir özgürlük isyanı başlatmayı başarmış ve sonuçta ihanete uğramış, yakalanmış, ve idam edilmişti.
Don Juan bir yorum yapmam konusunda tatlı dille ısrar etti. Gerçek anlatıyı onun söylediği şekilde değiştirmenin, bu öyküyü anlatan büyücünün olayı aslında olmasını dilediği şekle dönüştürdüğü psikolojik bir amaca hizmet ettiğini söyledim. Ya da belki son derece kendine özgü kişisel bir tavırla olaya dair öfkesini ancak bu şekilde yatıştırabiliyordu. Böyle bir büyücüye, acı yenilgiyi kabullenememesi dolayısıyla vatansever biri diyebileceğimi de ekledim.
Don Juan nefesi kesilene kadar güldü.
“Ama bu tek bi büyücünün sorunu değil,” dedi, “bunu hepsi yapar.”
“O halde bu bütün bir toplumun bilinç altı isteğinin ifade edilmesinin yine aynı toplumca onaylandığı bir düzenbazlık,” diye karşılık verdim.
“Savın çok ikna edici ve mantıklı,” dedi, “ama tinin ölü olduğu için ondaki hatayı göremiyorsun.”
Söylediğini anlamaya davet eder şekilde tatlı tatlı süzdü beni. Söyleyecek herhangi bir şeyim yoktu, bir şey söylersem bu beni hırçın gösterebilirdi.
“Gerçek anlatının sonunu değiştiren bi büyücü,” dedi “bunu tinin doğrultusunda ve onun desteği altında yapar. Çünkü o, niyet ile olan eşsiz bağını kullanarak gerçekten bi şeyleri değiştirebilir. Öykü anlatıcı büyücü şapkasını çıkarıp yere koyar ve onu saat yönünün tersi doğrultusunda üç yüz altmış derece döndürerek buna niyet ettiğini ima eder. Tinin desteği altında, bu basit eylem onu tinin kendisine daldırır. Böylelikle düşüncesinin kavranamaza doğru bi perende atmasına izin vermiş olur.”
Don Juan kolunu başının üzerine doğru kaldırarak, bir an ufkun üzerindeki gökyüzünü işaret etti.
“Saf anlayış oradaki enginliğe doğru giden öncü bi koşucu olduğundan,” diye devam etti, “öyküyü anlatan büyücü içinde kuşkunun zerresi olmadan bilir ki, orada, sonsuzlukta, tam şu anda, tin inmektedir. Calxto Muni, zaferi kazanmıştır. Halkını kurtarmış, amacı, kendisinin ötesine geçmiştir.”

Cvp: 4 - Tinin İnişi

3 - Birleşim Noktasını Hareket Ettirmek
Birkaç gün sonra don Juan’la dağlara bir gezinti yaptık. Yarı yolda, dağ eteklerinde dinlenmek için durduk. Günün erken saatlerinde don Juan farkındalıkta ustalaşmanın bazı incelikli yönlerini açıklayabileceği uygun bir ortam bulmaya karar verdi. Genellikle batıdaki dağlara doğru gitmeyi tercih ederdi, oysa şimdi doğudaki zirvelere doğru gitmeyi seçmişti. Çok daha yüksek ve daha uzaktaydılar. Bana daha uğursuz, karanlık ve büyük göründüler. Ama bu izlenim bana mı aitti yoksa don Juan’ın bu dağlara karşı beslediği duyguları mı hissediyardum, bundan tam emin değildim.
Sırt çantamı açtım. İçinde don Juan’ın grubundaki kadın görücülerin benim için hazırladığı bir şeyler vardı. Bakınca, peynir koymuş olduklarını gördüm. Birden bir sıkıntı hissettim, çünkü her ne kadar peyniri sevsem de bana yaramıyordu. Yine de önerildiği zaman reddedemiyordum.
Don Juan bunu gerçek bir zaaf olarak nitelemiş ve bu özelliğimle dalga geçmişti. İlk önce biraz utanmıştım ama sonra anladım ki ortalıkta peynir olmadığında onu aramadığımı fark ettim. Sorun, don Juan’ın grubundaki bazı şakacıların her seferinde, sonunda dayanamayıp yediğim büyük bir topak peyniri benim için paketlemeleriydi.
“Bi oturuşta ye bitir,” diye tavsiye etti don Juan gözlerinde yaramaz bir parıltıyla. “Böylece daha fazla endişelenmene gerek kalmaz.”
Önerisinden etkilenmişçesine, tüm peyniri gövdeye indirmek için çok yoğun bir istek duydum. Don Juan o kadar çok güldü ki, beni bu hale düşürmek için bu durumu grubundaki diğer büyücülerle birlikte hazırladığından bir kez daha kuşkulandım.
Daha ciddi bir ifadeyle, geceyi dağın eteklerinde geçirip, bir iki gün içinde yüksek zirvelere ulaşmayı önerdi. Kabul ettim.
Don Juan durup dururken, iz sürmenin dört biçimiyle ilgili herhangi bir şey anımsayıp anımsamadığımı sordu. Denediğimi, ama belleğimin beni hayal kırıklığına uğrattığını belirttim.
“Acımasızlığın doğası üzerine sana öğrettiklerimi anımsamıyor musun?” diye sordu. “Acımasızlık, hani şu kendine acımanın tersi?”
Anımsayamıyordum. Don Juan şimdi ne söyleyeceğini düşünüyormuş gibi görünüyordu. Sonra durdu. Dudakları sahte bir bezginlik edasıyla sarktı. Omuzlarını silkti, ayağa kalkıp çabucak bir tepenin üzerindeki ufak düzlüğe ulaşan kısa mesafeyi yürüdü.
“Bütün büyücüler acımasızdır,” dedi ikimiz yere otururken. “Ama bunu zaten biliyorsun, seninle uzun uzun tartışmıştık bu konuyu.”
Uzun bir sessizlikten sonra, büyücülüğün soyut özleri üzerine konuşmaya devam edeceğimizi, ancak onlar hakkında konuşmayı giderek daha az istemeye başladığını, çünkü onları kendi kendime keşfetme ve anlamlarını açığa çıkarma zamanımın yaklaştığını söyledi.
“Sana daha önce de söylediğim gibi,” dedi, “büyücülük öykülerinin dördüncü soyut özü, tinin inişi ya da niyet tarafından harekete geçirilmek diye adlandırılır. Öyküde anlatıldığına göre, tin, hakkında konuştuğumuz adama büyücülüğün gizemlerini gösterebilmek için onun üzerine inmek zorundaymış. Tin bunun için, adamın şaşkın, korumasız olduğu bi anı seçmiş ve hiçbi acıma göstermeden adamın birleşim noktasının özel bir konuma hareket etmesini sağlamış. Bu özel konum, büyücüler arasında sonradan acımanın olmadığı nokta olarak bilinen konumdur. Böylelikle, acımasızlık büyücülüğün ilk ilkesi olmuş.
“İlk ilke büyücülük çömezi olmanın ilk etkisi olan normal farkındalıktan ileri farkındalığa geçiş değişimi ile karıştırılmamalı.”
“Bana ne söylemeye çalıştığını anlamıyorum,” diye yakındım.
“Birleşim noktasının yerinden oynaması bi büyücü çömezinin başına gelen ilk şeydir, demek istiyorum,” diye yanıtladı. “Yani, bi çömezin bunu büyücülüğün ilk ilkesi olarak varsayması oldukça doğaldır. Ama aslında öyle değil. Büyücülüğün ilk ilkesi acımasızlıktır. Bunu zaten daha önce de konuşmuştuk. Şu anda yalnızca anımsamana yardımcı olmaya çalışıyorum.”
Neden bahsettiğine değin hiçbir fikrimin olmadığını dürüstçe söyleyebilirdim, ama öyle olmadığına dair garip bir duygu vardı içimde.
“Sana acımasızlığı öğrettiğim ilk anı geri getir,” diye diretti. “Bunu birleşim noktanı hareket ettirerek yapabilirsin.”
Önerisini dikkate alıp almadığımı görmek için bir an duraksadı. Bunu beceremediğim ortada olduğundan, açıklamasına devam etti.
İleri farkındalığa kaymadaki gizeme rağmen, kişinin tek ihtiyacının bunu tinin varlığı ile başarmak olduğunu söyledi.
Ona o gün ya onun ifadelerinin çok kapalı olduğunu ya da benim çok dolmuş olduğumu, çünkü düşünce dizgesini hiç mi hiç takip edemediğimi söyledim. Sert bir şekilde kafa karışıklığımın önemsiz olduğunu, önemli olan tek şeyin tinle kurulacak bir bağlantı yoluyla birleşim noktasında istenen her hareketin sağlanabileceğini anlamam olduğunu söyledi.
“Sana nagual’ın tin için bi araç olduğunu söylemiştim,” diye sürdürdü konuşmasını. “Niyet ile olan bağlantı hattını yeniden tanımlamak adına kusursuz bi ömür geçirdiği ve sıradan insandan daha fazla erkeye sahip olduğu için, tinin kendisini onu kullanarak ifade etmesini sağlayabilir. Böylece bi büyücü çömezinin deneyimlediği ilk şey farkındalık düzeyindeki bi değişme olur, bu değişim yalnızca nagualın varlığından kaynaklanır. Ve bilmeni istiyorum ki birleşim noktasını oynatmak için aslında hiçbi yöntem yoktur. Tin çömeze dokunur ve çömezin birleşim noktası hareket eder. İşte hepsi bu kadar basit.”
Ona iddialarının beni rahatsız ettiğini, çünkü kişisel deneyimimle zar zor kabul etmeyi öğrendiğim şeylere ters düştüğünü söyledim: ben, ileri farkındalığın açıklanamaz olmasına rağmen inceden inceye işlenmiş ve don Juan’ın algımı yönlendirerek idare ettiği bir manevra olduğunu düşünüyordum. Birlikte olduğumuz yıllar boyunca, sırtıma patlattığı okkalı şaplaklarla beni birçok defa ileri farkındalık durumuna sokmuştu. Bu çelişkiye dikkatini çektim.
Sırtıma vurmasının, algımı yönlendirmekten çok, dikkati mi toplamam ve kuşkularımdan sıyrılmam için kullandığı bir hile olduğunu söyledi. Bunu orta karar kişiliğiyle uyumlu basit bir hile olarak nitelendirdi. Tuhaf numaralardan uzak duran sade bir insan olduğu için şükretmem gerektiğini, yoksa kuşkularımın dağılması ve birleşim noktamın tin tarafından hareket ettirilebilmesi için böyle basit bir numara yerine çok acaip bir takım ritüellere katlanmak zorunda kalacağımı söyledi.
“Sihrin bizi yakalamasını sağlamak için yapmamız gereken şey kuşkuyu zihnimizden kovmaktır,” dedi. “Kuşkular bi kez kovuldu mu her şey olasıdır.”
Bana aylar önce Mexico City’de tanık olduğum ve kendisi büyücülük dünyasının terimleriyle açıklamadan önce anlaşılmaz bulduğum bir olayı anımsattı.
Tanık olduğum olay ünlü bir otacı tarafından gerçekleştirilen cerrahi bir operasyondu. Hasta, benim bir arkadaşımdı ve otacı kadın, operasyon sırasında çok dokunaklı bir esrime durumuna girmişti.
Kadının bir mutfak bıçağı kullanarak arkadaşımın karın boşluğunu açışını, hasta karaciğeri çıkarıp içi alkol dolu bir kapta yıkayışını, karaciğeri geri koyuşunu ve kansız yarığı sadece ellerinin baskısıyla kapatışını izlemiştim.
Yarı karanlık odada ameliyata tanık olanların bir kısmını
benim gibi meraklı gözlemciler, bir kısmını da otacının yardımcıları oluşturuyordu.
Ameliyat sonrası bu gözlemcilerden üçüyle konuştum. Onlar da benim tanık olduğum olayların aynısını gördüklerini kabul ettiler. Hastayla, yani arkadaşımla konuştuğumda, ameliyatı midesinde süregiden bir ağrı ve sağ yanında süregiden bir yanma duygusu olarak yaşadığını söyledi.
Don Juan’a bütün olan biteni anlattıktan sonra alaylı bir açıklama yapma cüreti bile göstermiş, yarı karanlık odanın her türlü el çabukluğuna, bu arada iç organın sanki gerçekten çıkarılmış ve alkolde yıkanmış gibi görünmesine neden olmuş olabileceğini söylemiştim. Otacının dokunaklı esrimesinin neden olduğu duygusal sarsıntı— ki bunu da üçkâğıtçılık olarak görüyordum— ortamda neredeyse inanç dolu bir hava yaratmıştı.
Don Juan bunun alaycı bir açıklama değil, alaycı bir görüş olduğunu söylemişti, çünkü söylediklerim arkadaşımın iyileşmiş olduğu gerçeğini açıklamıyordu. Daha sonra kendisi, olayı otacının tüm izleyicilerin birleşim noktalarını hareket ettirebildiği çarpıcı gerçeğine dayanarak açıkladığı, büyücülük bilgisi kaynaklı başka bir görüş ileri sürmüştü. İşin içindeki tek hile—ki buna da hile denilebilirse—odadaki mevcut kişilerin sayısının kadının başa çıkabileceğinden fazla olmamasıydı.

Cvp: 4 - Tinin İnişi

Otacının dokunaklı esrimesi ve bunu izleyen oyunculuğu, don Juan’a göre ya otacının odadaki insanların dikkatini çekmek için kullandığı araçlar ya da tinin kendisi tarafından yönetilen bilinçdışı manevralardı. Hangisi olursa olsun, bunlar otacının orada bulunanların zihninden kuşkuyu uzaklaştırıp, onları ileri farkındalığa kaymaya zorlamak üzere gereksindiği düşünce birliğini besleyebilmesi için en uygun araçlardı.
Don Juan’ın üzerine basa basa söylediğine göre, bedeni bir mutfak bıçağıyla açması ve iç organları çıkarması el çabukluğu değil, ileri farkındalıkta gerçekleşen, bu nedenle de gündelik hayat yargısıyla değerlendirilemeyecek gerçek olaylarmış.
Don Juan’a otacının hiç kimseye dokunmadan izleyicilerin birleşim noktalarını nasıl olup da hareket ettirebildiğini sordum. Ona göre, otacının gücü ister bir armağan isterse kendi becerisi olsun, tine hizmet eden bir araçtı. Böylelikle oradaki insanlann birleşim noktalarını hareket ettiren, otacı değil, tinin kendisiydi.
“O zaman sana anlatmıştım, gerçi bi kelimesini bile anlamamıştın,” diye devam etti don Juan, “otacının sanatı ve erki mevcut olanların zihinlerindeki kuşkuları uzaklaştırmak içindi. Bunu yaparak, tinin birleşim noktalarını hareket ettirmesini sağlıyordu. Birleşim noktası bi kez hareket etti mi her şey olasıdır. Oradaki izleyiciler böylece mucizelerin olağan olduğu bi aleme girdiler.”
Gönüldeş bir edayla, otacının aslında bir büyücü olması gerektiğini, eğer ameliyatı anımsama konusunda biraz çaba gösterirsem, onun kendisini izleyenlere, özellikle de hastaya karşı acımasız bir tavrı olduğunu anlayabileceğimi belirtti.
Ona, o seanstan anımsadıklarımı tekrarladım. Otacının düz, kadınsı ses tonu, esrimeyle birlikte gıcırtılı, derinden gelen bir erkek sesine dönüşmüştü. Bu ses, Kolomb öncesi bir savaşçının ruhunun otacının bedenini ele geçirdiğini söylemişti. Bundan sonra otacının tavrı büyük oranda değişmiş, kendinden emin bir kesinlik ve tutarlılıkla eyleme girişmişti.
“Ben, ‘kesinlik’ ve ‘tutarlılık’ yerine ‘acımasızlık’ demeyi yeğlerim,” diye devam etti don Juan, “o otacı, tinin müdahalesi için uygun ortamı hazırlamak üzere kararlı olmak zorundaydı.”
Bu ameliyat türündeki açıklaması güç olayların, aslında çok basit olduklarını belirtti. Onları bizim gözümüzde zor ya da anlaşılmaz kılan düşünme konusundaki ısrarımızmış. Eğer düşünmezsek, her şeyin yerli yerine oturduğunu görürmüşüz.
“Bu cidden çok saçma don Juan,” dedim, gerçekten de demek istediğim buydu.
Ona, bütün çömezlerinden iyi birer düşünür olmalarını beklediğini, hatta kendi velinimetini böyle olmadığı için eleştirdiğini, anımsattım.
“Çevremdeki herkesin açık bi şekilde düşünmesini isterim tabii ki,” dedi. “Ve dinlemek isteyen herkese apaçık düşünmenin tek yolunun hiç düşünmemek olduğunu açıklarım. Büyücülüğe mahsus bu çelişkiyi anladığını sanmıştım.”
Sesimi yükselterek açıklamalarının belirsizliğine isyan ettim. Güldü ve benim kendimi savunma takıntımla dalga geçti. Sonra, bir büyücü için iki tür düşünme şekli olduğunu açıkladı. Bunlardan ilki, birleşim noktasının olağan konumu tarafından belirlenen gündelik düşünme şekliydi. Bu, onun gereksinimlerini karşılamaktan uzak, kafasında büyük soru işaretleri bırakan, bulanık bir yolmuş. Diğeri, kusursuz düşünmeydi. Bu, işlevsel, tutumlu ve çok az şeyi karanlıkta bırakan bir düşünme tarzıymış. Don Juan, böyle düşünebilmeyi becerebilmek için birleşim noktasının hareket etmesi gerektiğini ya da en azından gündelik düşünme tarzının birleşim noktasının hareket edebilmesini sağlamak üzere durması gerektiğini belirtti. Aslında bir çelişki olmayan, çelişik gibi görünen de buymuş.
“Geçmişte yapmış olduğun bi şeyi anımsamanı istiyorum senden,” dedi. “Birleşim noktanın özel bi hareketini. Ve bunu yapabilmek için olağan düşünme şeklini durdurman gerekecek. Böylece benim kusursuz düşünme dediğim tarz ortaya çıkacak ve anımsamanı sağlayacak.”
Ne yanıt vereceğini bile bile, “Ama düşünmeyi nasıl durdurabilirim?” diye sordum.
“Birleşim noktanın hareket etmesini niyet ederek,” dedi. “Niyet gözlerle çağrılır.”
Don Juan’a, zihnimin her şeyin kristal berraklığında olduğu bir durumla, söylediklerini anlayamadığım derin bir yorgunluk arasında gidip geldiğini söyledim. Bu kararsızlığın, birleşim noktamdaki ufak hareketlenmeler nedeniyle olduğunu söyleyerek beni rahatlatmaya çalıştı. Birleşim noktam, birkaç yıl önce ulaşmış olduğu yeni konumunda henüz sabitlenememişti ve kendine acıma duygumdan arta kalanlar böyle bir dalgalanma yaratıyordu.
“Bu yeni konum da ne, don Juan?” diye sordum.
“Birleşim noktan yıllar önce kendine acıma duygusunun olmadığı bir konuma ulaştı—ki senden anımsamanı istediğim de bu,” diye yanıtladı.
“Affedersin ama ne dedin?” dedim.
“Kendine acımanın olmadığı yer, acımasızlığın yanı başındadır,” dedi, “Ama sen bütün bunları biliyorsun. Yine de şimdilik, sen anımsayana dek, acımasızlığın birleşim noktasının özel bi konumu olarak, kendini büyücülerin gözlerinde gösterdiğini söyleyelim. Bu, gözlerdeki parıltılı bi tabaka gibidir. Büyücülerin gözleri çok parlaktır. Büyücü ne kadar acımasızsa, parıltı da o kadar yoğundur. Şu anda senin gözlerin donuk.”
Birleşim noktası kendine acımanın olmadığı yere hareket ettiğinde, gözlerin parlamaya başladığını açıkladı. Ve bu yeni konumunda ne kadar sağlam tutunursa gözlerdeki parıltı o kadar yoğun olurmuş.
“Bu konuda zaten bildiğin şeyleri yeniden toplamaya çalış,” diye üsteledi.
Bir süre sessiz kaldıktan sonra bana bakmadan konuşmaya başladı.
“Yeniden toparlamak, anımsamakla aynı şey değildir,” diye devam etti. “Anımsamak, gündelik düşünme tarzı tarafından yönlendirilir, yeniden toparlamak ise birleşim noktasının hareketi tarafından. Büyücülerin yaptığı gibi hayatının bi özetini yapmak birleşim noktasının hareketi için anahtardır. Büyücüler kendi hayatlarının özetini yapmaya en önemli olay ve eylemleri düşünerek ve anımsayarak başlarlar. Sadece olay hakkında düşünmek bile onları yeniden o olayın yanı başına taşır. Bunu yapabildikleri zaman—yani kendilerini olayın yanı başına taşıdıklarında— birleşim noktalarını olayın gerçekleştiği noktaya oynatmayı başarmışlardır. Birleşim noktasını oynatma yoluyla bi olayı bütünüyle geri getirmeye, büyücülerin yeniden toparlaması denir.
Dinlediğimden emin olmak istermiş gibi bir an gözlerini bana dikti.
“Birleşim noktalarımız sürekli hareket ediyor,” diye açıkladı don Juan, “algılanamaz değişimler bunlar. Büyücüler, birleşim noktalarının belli noktalara oynaması için niyeti işin içine karıştırmamız gerektiğini düşünürler. Niyetin ne olduğunun bilinmesine olanak olmadığından, gözlerinin onu çağırmasına izin verirler.”
“Bütün bunlar benim için tamamıyla anlaşılmaz şeyler,” dedim.
Don Juan ellerini ensesinde birleştirdi ve yere uzandı. Ben de aynısını yaptım. Uzun bir süre sessiz kaldık. Rüzgâr bulutları akarcasına hareket ettiriyordu. Devinimleri neredeyse başımı döndürdü. Sonra baş dönmesi bildik bir keder duygusuna bıraktı yerini.
Don Juan’la her beraber olduğumda, özellikle sessizken ve dinleniyorken, ezici bir ümitsizlik duyuyordum— açıklayamadığım bir şeye karşı duyduğum özlem. Yalnızken ya da başka insanlarla birlikteyken bu duygunun esiri değildim. Don Juan, ne hissettiğimi açıkladı ve bunu birleşim noktamın ani olarak hareket etmesi olarak yorumladı.
O konuşmaya başlayınca sesi beni birdenbire sarstı ve ayağa kalktım.
“Gözlerinin ilk parladığı anı yeniden toparlamalasın,” dedi. “çünkü ilk kez o an birleşim noktan kendine acımanın olmadığı konuma ulaşmıştı. Daha sonra acımasızlık ele geçirdi seni. Acımasızlık bi büyücünün gözünü parlatır ve bu parlaklık da niyeti çağırır. Birleşim noktasının hareket ettiği her nokta, büyücülerin gözünde özel bi parlamayla kendini gösterir. Gözlerinin kendi belleği olduğundan, yeniden toparlamayı o alanla birleşmiş belirgin parıldamayı çağırarak geri getirebilirler.”
Büyücülerin gözlerindeki parıltıya ve bakışlarına bu kadar önem vermelerinin nedeninin, gözlerin niyetle dolaysız bağlantısı yüzünden olduğunu söyledi. Her ne kadar çelişkili görünse de gözlerin gündelik hayatla sadece yüzeysel bir ilgisi varmış. Daha derinde olansa soyutla olan bağlantılarıymış. Gözlerimin bu tür bir bilgiyi nasıl saklayacağını pek anlayamadığımı söyledim. Don Juan insanın olanaklarının çok geniş ve gizemli olduğunu ve büyücülerin bunlar üzerine düşünmek yerine, anlama ümidini bir tarafa bırakarak, keşfetmeyi seçtiklerini söyledi.
Ona sıradan insanın gözlerinin de niyetten etkilenip etkilenmediğini sordum.
“Tabii ki etkilenir,” dedi. “Bütün bunları biliyorsun sen. Ancak o kadar derin bi düzeyde biliyorsun ki, buna sessiz bilgi diyebiliriz. Bunu yalnızca kendine açıklayacak kadar bile erken yok henüz.
“Sıradan insan da gözleri hakkında aynı bilgilere sahiptir, ama onun senden bile az erkesi vardır. Büyücülerin sıradan insanlara karşı sahip oldukları tek üstünlük, erkelerini biriktirmiş olmaları, dolayısıyla niyetle daha kesin ve açık bi bağlantılarının olması. Doğal olarak, bu da istediklerinde gözlerinin parıltısını birleşim noktasını hareket ettirmek için kullanarak, yeniden toparlama yapabilecekleri anlamına geliyor.”
Don Juan konuşmayı kesti ve bakışlarını üzerime odakladı. Açıkça, gözleriyle, içimdeki tanımsız bir şeyi yönlendirdiğini, itelediğini ve çekiştirdiğini duyumsayabiliyordum. Bakış larından sıyrılamıyordum. Odaklanışı o kadar yoğundu ki, ben de bedensel bir duyum yarattı: kendimi bir fırının içinde gibi hissettim. Ve aniden içe döndüğümü anladım. Her şeyi boş verdiğim bir uyku gibiydi, ancak buna kendime ait bir iç farkındalık ve düşünce yokluğu eşlik ediyordu. Farkındalığım çok yüksek bir noktadaydı, içe doğru bakıyordum, hiçliğe doğru.
Büyük bir çabayla bundan kendimi çektim ve ayağa kalktım.
“Bana ne yaptın, don Juan?”
“Bazen gerçekten dayanılmaz oluyorsun,” dedi. “Savurganlığın sinir bozucu düzeyde. Birleşim noktan istediğin herhangi bir şeyi toparlayabileceğin bir noktaya gelmişti ki, sen ne yaptın? Sana ne yaptığımı sormak için, hepsinin akıp gitmesin izin verdin.”

10

Cvp: 4 - Tinin İnişi

Bir an sessiz kaldı ve ben yeniden otururken gülümsedi.
“Ama can sıkıcı olman senin en önemli meziyetin,” diye ekledi. “O zaman neden şikayetçi olacakmışım?”
İkimiz de yüksek sesle gülmeye başladık. Özel bir şakaydı.
Yıllar önce, don Juan’ın kendini bana yardım etmeye adamasından hem derin bir şekilde etkilenmiştim, hem de bu çok kafamı karıştırmıştı. Bana neden bu kadar nezaket gösterdiğini bir türlü anlayamıyordum. Bana hayatında hiçbir şekilde ihtiyaç duymadığı ortadaydı. Bana yatırım da yapmıyordu. Ama yaşadığım acı deneyimlerden hiçbir şeyin bedava olmadığını anlamıştım ve don Juan’ın ödülünün ne olduğunu öngörememek beni fena halde tedirgin ediyordu.
Bir gün dobra dobra ve oldukça alaycı bir tonda birlikteliğimizden onun kazancının ne olduğunu sordum. Bunu kestiremediğimi söyledim.
“Senin anlayabileceğin bi şey değil,” diye yanıtladı. Yanıtı canımı sıkmıştı. Saldırgan denilebilecek bir tavırla,
aptal olmadığımı, en azından bana anlatmayı deneyebileceğini söyledim.
“Peki o zaman, sadece şunu söyleyeyim, anlayabilecek olmana rağmen bunu kesinlikle beğenmeyeceksin,” dedi, beni bir durumla karşılaşmaya hazırladığı zamanlarda yüzünde beliren o gülümsemesiyle.
Zokayı yutmuştum, söylediklerinin ne anlama geldiğini açıklaması için ısrar ettim.
“Gerçeği duymak istediğinden emin misin?” diye sordu, yaşamımın buna bağlı olduğunu bilsem bile hayır demeyeceğimi bile bile.
“Tabii ki duymak istiyorum,” dedim sözünü kesercesine.
Müthiş bir şaka yapmışım gibi gülmeye başladı. O güldükçe can sıkıntım arttı.
“Bu kadar komik olan ne, anlamıyorum, “ dedim.
“Bazen dipteki gerçeği kurcalamamak gerekir,” diye yanıtladı. Buradaki derin gerçek şeylerin büyük bi yığınından oluşmuş en dipteki bi kütle gibi. En derindeki taşa dikkatlice bakacak olursak, sonuçlarından hoşlanmayabiliriz. Bundan uzak durmayı yeğlerim.”
Yeniden güldü. Yaramazlıkla parıldayan gözleri beni konunun peşini bırakmamaya davet ediyordu. Ve ben de yeniden neden bahsettiğini anlamam gerektiği konusunda ısrar ettim. Sakin ama tutarlı olmaya çalışıyordum.
“iyi, eğer istediğin buysa,” dedi, ısrarın baskısı altında ezilmiş birinin edasıyla.
“Hepsinden önce, senin için yaptığım her şeyi karşılık beklemeksizin yaptığımı söylemeliyim. Bunun için ödeme yapman gerekmiyor. Bildiğin gibi seninle birlikteyken hep kusursuzdum. Ve yine bildiğin gibi kusursuzluğum bi yatırım değil. Kendime bakamayacak kadar dermansız düşerim diye seni bana bakmaya hazırlamıyorum. Ama senle olan beraberliğimizden, az önce bahsettiğim en derindeki taşla kusursuzca uğraşma yoluyla paha biçilmez bi ödül elde ediyorum. Ve elde ettiğim bu şey, belki de senin anlayabileceğin ya da hoşlanacağın bi şey değil.
Durdu ve gözlerinde şeytani bir parıltıyla beni izledi.
“Anlat şunu bana, don Juan,” diye sesimi yükselttim, geciktirme taktiğinden rahatsız olmuş bir halde.
“Senin üstelemen üzerine anlattığımı unutmamanı istiyorum,” dedi gülümsemeye devam ederek.
Yine durdu. Sinirden burnumdan solumaya başlamıştım.
“Eğer beni sana karşı tavırlarıma göre yargılayacak olursan,” dedi, “sabır ve tutarlılık konusunda kusursuz bi örnek olduğumu doğrulaman gerekecek. Bilmediğin şey, bunu başarabilmek için yaşamımda daha önce asla yapmadığım kadar bu kusursuzluk için savaşmış olmam. Seninle vakit geçirebilmek için, en dayanılmaz çabayı göstererek kendimi her gün dönüştürmem gerekti.”
Don Juan haklıydı. Söylediklerinden hoşlanmamıştım. Bunu göstermemek için, alaycı bir tavır takındım.
“O kadar da kötü değilim, don Juan,” dedim.
Sesimdeki sahte ton beni şaşırtmıştı.
'Evet o kadar kötüsün' dedi don Juan ağırbaşlı bir edayla. 'Beş para etmezsin, savurgansın, dik kafalısın, baskıcısın, hemencecik parlarsın, kibirlisin. Suratsızın tekisin, hantalsın, nankörsün.Kendine düşkünlüğünün üstüne yoktur eminim. En kötüsü de kendini bi matah sanman, oysa kof bi adamsın sen. İçtenlikle söyleyim ki seni sırf görmek dahi kusmak istetiyor bana.'
     Ona kızmak istedim. Ona karşı çıkmak,yakınarak benimle o şekilde konuşmaya hakkı olmadığını söylemek istedim, ama ağzımdan tek bi sözcük bile çıkaramadım. Ezilmiştim. Donup kalmıştım.
     Acı gerçeği işitince yüzümün ifadesi kim bilir ne hal almıştı ki don Juan ın kahkaha tufanında boğuluyor sanmıştım.
     'Hoşuna gitmeyeceğini ya da anlamayacağını söylemiştim sana' dedi don Juan. 'Savaşçıların usları çok yalındır, ama kurnazlıklarının sınırı yoktur. Bi savaşçıya onun kendi duygularını hiçe sayarak gerçek bir kusursuz olma fırsatı sunulması, eşi bulunmaz bi şanstır. Sen bana böyle bi şans sundun. Özgürce verme edimi ve kusursuzluk beni gençleştiriyor, enerji alemine hayranlığımı tazeliyor. Seninle birlikteliğimden kazancımın değeri benim için paha biçilmezdir. Sana borçluyum ben.'
    Don Juan bana bakarken gözleri ışıldıyordu,  hınzırca değildi ama bu kez.
    Don Juan neler yapmış olduğunu açıklmaya başladı.
    'Ben nagualım,senin birleşim noktanı gözlerimin ışıltısıyla devindirdim' dedi kayıtsızca. 'Nagualın gözleri bunu yapabilir. Zor bi şey değil. Öyle ya, tüm yaşayan varlıkların gözleri bi başkasının birleşim noktasını devindirebilir, özellikle gözleri niyete odaklanmış ise. Ne var ki normal koşullar altında insanların gözleri dünyaya odaklanmıştır, yiyecek aramak...barınak aramak...'
    Don Juan omzuma dürttü.
    'Aşk aramak' diye ekleyip kahkayaı bastırdı.
    Don Juan her fırsatta benim 'aşk aramak' sözümü tiye alırdı. Bir zamanlar bana, hayatta harıl harıl aradığım şeyin ne olduğunu sorduğunda ona vermiş olduğum safça bi yanıtı asla unutmaz. Aslında don Juan'ın amacı, açık seçik bir hedefim olmadığını kabul etmemi sağlamaktı, ben hedefimin aşk aramak olduğunu söyleyince kahkahasını gene koyvermişti.
     'iyi avcı, avını gözleriyle ipnotize eder,oysa gözleri hala bu dünyaya odaklı kalır,yiyecek aramak için.'
     Don Juan'a büyücüler gözleriyle insanları ipnotize edebilirler mi diye sordum. Kıkırdayarak güldü,benim asıl öğrenmek istediğim şeyin gözlerimin gerçekte bu dünyaya odaklanmış aşk arıyor olmasına karşın, kadınları bakışlarımla ipnotize edip edemeyeceğim olduğunu söyledi. Sonra da ağırbaşlı bir biçimde büyücülerin emniyet sübaplarının, gözleri gerçekten niyete odaklandığı zaman, artık hiç kimseyi ipnotize falan etmekle ilgilenmemek olduğunu ekledi.
     'Ne var ki büyücüler için kendilerinin ya da başkalarının birleşim noktalarını devindirmek amacıyla gözlerinin ışıltısını kullanabilmeleri için' diye sürdürdü don Juan 'acımasız olmaları da gerekir. Yani acımanın olmadığı yer denilen birleşim noktasının doğru konumunu iyi bilmeleri şarttır. Elbet naguallar için bu özellikle kaçınılmazdır.'
     Don Juan her nagualın kendisine özgü bi acımasızlık biçimi geliştirdiğini söyledi. Benim durumumu örnek göstererek,benim hercai yapım gereği, görücülerin beni dört sıkıştırılmış balondan oluşan bi küre -ki bi nagualın olağan yapısıdır- şeklinde değil de, yalnızca üç sıkıştırılmış balondan oluşan bi küre şeklinde algıladıklarını anlattı. Benim bu biçimlenmem, acımasızlığımı otomatik olarak bir düşkünlük, bir rahatlık maskesi altında gizlememe yol açıyormuş.
     'Naguallar insanı çok yanıltırlar' diye sürdürdü don juan 'hep olmadıkları bi şeyler imiş izlenimini verirler,üstelik bunu öyle usturupluca yaparlar ki, onları en yakından tanıyanlar dahil herkes onun bu oyununa inanır.'
      Benim kendimi bi maske altında gizlediğimi nasıl söyleyebildiğini gerçekten anlamıyorum, don Juan diye karşı çıktım.
     'Sen kendini millete düşkün, rahat bi adam imişsin gibi satmaktasın' dedi don Juan. 'Cömert, sevecen mi sevecen bi insan izlenimi veriyorsun. Herkes de senin gerçekten öyle olduğuna inanıyor. Senin öyle yaratılmış olduğun üzerine yemin bile eder onlar.'
     'Ama ben sahiden öyleyim.'
    Don Juan gülmekten iki büklüm oldu.
    Konuşmalarımızın yönü hoşlanmadığım bir doğrultuya girmişti. Bu işi burada halletmek istedim. Ateşli  bi şekilde yapmış olduğum her şeyde dürüstlüğü elden bırakmadığımı, bunun dışında bir davranışımı görmüşse hodri meydan, bir örnek vermesini söyledim. don Juan benim insanlara zorgulu biçimde gereksiz bir cömertlikle davrandığımı, onlarda rahat ve açık bi kişi olduğum sahte duyumunu yarattığımı.Bende kendimi savunarak açıklığın benim doğam gereği olduğunu söyledim.

     Don Juan gülerek, şayet bu doğruysa ilişkide bulunduğum kimseleri, onları kandırdığımın farkında olmaları için niçin hep - elbet dile getirmeksizin-zorladığımı sorarak karşılık verdi. Bunun kanıtı, onların benim hilemin farkına varmayıp benim sahte rahatlığımı gerçekmiş gibi kabul ettikleri zaman, benim onlara, maskelemeye çalıştığım katı acımasızlığın ta kendisini derhal göstermem imiş.
    Don Juan'ın eleştirilerine karşı onunla tartışmaya kalkışamadığımdan dolayı, çaresizlikten deliye döndüm. Bir şey söylemedim. İncindiğimi göstermek istemiyordum. Don Juan ayağa kalkıp da yürüyerek uzaklaşmaya başladığında ne yapmam gerektiğini düşünmekteydim. Gidip kolundan tutarak onu durdurdum. Planlamadığım bu davranışım beni şaşırtmış, onu ise güldümüştü. Don Juan yüzünde hayret ifadesi yeniden oturdu.
     'Sana kabalık etmek istememiştim' dedim 'ama bu konuda daha çok şey bilmem lazım. Altüst olmuş durumdayım'
     'Birleşim noktanı devindir' dedi kesin bi dille.'Acımasızlıktan daha önce de  söz etmiştik. Onları aklına getir!'
    Don Juan bana yürekten bi beklentiyle bakmaktaysa da, hiç bi şeyi aklıma getirememiş olduğumu görmüş olacak ki nagualların acımasızlık biçimleri üzerinde konuşmasını sürdürdü. Kendi yönteminin insanları, sahte anlayışlılık ve ussallığın ardına gizlenmiş bi baskıcılık ve inkarcılıkla karşı karşıya bırakmak olduğunu söyledi.
     'Ya senin bana vermiş olduğun tüm  o açıklamalar ne olacak?' diye sordum.'Onlar yürekten gelen anlayışlılığın, anlamama yardım etme arzusunun sonucu değil miydiler?'
     'Değildiler' diye yanıtladı don Juan. 'Onlar benim acımasızlığımın sonucuydular.'
     Öfkelenerek, benim anlama arzumun yürekten geldiğini ileri sürdüm. Don Juan omzumu tıpışlayarak, benim anlama arzumun yürekten geldiğine ama cömertliğimin öyle olmadığını açıkladı. Nagualların acımasızlıklarını otomatik olarak hatta kendi istençlerine ters düşerek maskelediklerini söyledi.
     Ben onun açıklamalarını dinlerken, zihnimde bi yerde  bi zamanlar bizim bu acımasızlık kavramını derinlemesine görüşmüş olduğumuz tuhaf duyumunun farkına vardım.
     Don Juan gözlerimin içine bakarak 'mantıklı bi adam değilim ben' diye sürdürdü. 'Şayet öyle görünüyorsam, maskemin çok etkili olmasındandır bu. Senin ussallık olarak algıladığın şey bendeki acıma yokluğudur, ee acımasızlık da budur ya: Acımanın hepten yokluğu.'
     'Senin durumunda, sen kendi acıma yokluğunu cömertlikle maskelemektesin; rahat ve açık görünüyorsun. Ama aslında sen, ben ne kadar ussal isem  o kadar cömetsin. İkimiz de sahteyiz. ikimiz de acıma duygumuz olmadığı gerçeğini gizleme sanatını mükemmelleştirmiş durumdayız.'
    Don Juan, velinimetindeki acımanın toptan yokluğunun uysal, her karşılaştığı kişiyle dalgasını geçmeden edemeyen şaklaban bir kimse maskesinin ardına gizlendiğini anlattı.
     'Benim velinimetimin maskesi mutlu, telaşsız, hayatta hiç bi tasası olmayan bi adam görüntüsünü yansıtırdı,'diye sürdürdü don Juan. 'Ama bütün bunların altında, tıpkı öbür naguallar gibi kutup rüzgarı gibi soğuk bi adamdı o.'
     'Ama sen soğuk değildsin ki don Juan' dedim yürekten.
     'Elbet soğuğum' dedi ısrarla. 'Benim  maskemin etkililiğinden dolayı sıcakkanlıymışım gibi görmektesin beni.'
      Don Juan açıklamasını sürdürerek, nagual Elias'ın maskesinin, tüm ayrıntılar üzerinde insanı deli eden kılı kırk yararcasına bir titizliği yansıttığını, onu dikkatli ve hatasız bir kimseymiş gibi gösterdiğini açıkladı.
     Sonra da nagual Elias'ın davranışlarını betimlemeye başladı. Don Juan konuştukça hep bana bakmaktaydı. Beni öyle dikkatle izlemesinden olacak, onun anlattıklarına odaklanmam mümkün olmuyordu. Olanca gayretimle düşüncelerimi toparlamaya çalıştım.
     Don Juan bir an bana baktı, sonra gene acımasızlığı anlatmasını sürdürdü,ama artık onun açıklamalarına ihtiyaç duymuyordum. Don Juan'a aklıma getirmemi istediği şeyi aklıma getirmiş olduğumu söyledim: Gözlerimin ilk kez ışıdığı zamanı. Çömezliğimin ilk döneminde farkındalık düzeyinde bir geçişi- hem de kendi başıma- başarmıştım. Birleşim noktam acımanın olmadığı yer denilen konuma ulaşmıştı.

11

Cvp: 4 - Tinin İnişi

4 - Merhametin Olmadığı Yer

Don Juan çağrışımımın ayrıntılarına değin konuşmamıza gerek olmadığını söyledi, en azından o an, çünkü konuşma sadece kişiyi çağrışıma götürmek için kullanılırmış. Toplanma noktası bir kez hareket etti mi, deneyimin tümü yeniden yaşanırmış. Eksiksiz bir çağrışımı güvenceye almanın en iyi yolunun biraz dolaşmak olduğunu da ekledi.
Böylece ikimiz de ayağa kalktık; ben her şeyi hatırlayana dek, çok yavaş ve sessizce bir yolu izleyerek dağlarda yürüdük. Don Juan’da bir terslik olduğunu anladığımda, bir araba yolculuğu yapmaktaydık,
Arizona Nogales’ten ayrılmıştık, Kuzey Meksika’da, Guaymas’ın eteklerindeydik. Aşağı yukarı bir saattir olağanüstü sessiz ve sıkıntılıydı. Bu konuda pek düşünmüyordum, ama aniden bedeni seğirerek denetimden çıktı. Boynundaki adaleler kafasının ağırlığını daha fazla taşıyamıyormuş gibi çenesi göğüs kafesine çarptı.
“Araba mı tuttu, don Juan?” diye sordum, aniden paniğe kapılarak.
Yanıt vermedi. Ağzından soluyordu.
Birkaç saat süren yolculuğumuzun ilk bölümünde iyiydi. Hemen her konuda epeyce konuşmuştuk. Hatta Santa Ana kentinde benzin almak için durduğumuzda, omuz adalelerini gevşetmek için arabanın tavanına doğru gerinme hareketleri yapıyordu.
“Neyin var Don Juan?” diye sordum.
Karnımda, kaygıdan kasılmalar oluyordu. Başı öne düşmüştü, yakında bulunan harap bir binadaki restorana gitmek istediğini söyledi, ağır ağır ve kekeleyerek oraya nasıl gideceğimi tarif etti
Arabamı bir ara sokağa, restorandan bir blok öteye park ettim. Arabamın kendi tarafımdaki kapısını açtığımda, kolumu bütün gücüyle kaptı. Acıyla, ve benim yardımımla, ayaklarımızı sürerek ilerledik.
Don Juan koluma tüm ağırlığıyla abanıyordu. Soluğu düzensizdi ve bedenindeki titreme öylesine tedirgin ediciydi ki ne yapacağımı şaşırdım. Tökezledim ve ikimizi de kaldırıma düşmekten alıkoymak için duvara sıkıca dayanmak zorunda kaldım. Kaygım o kadar yoğundu ki düşünemiyordum. Gözlerinin içine baktım. Donuktular. Her zamanki parlaklıkları yoktu.
Beceriksizce restorana girdik ve sanki başlama işareti bekleyen biri gibi, yardımsever bir garson, Don Juan’ın imdadına yetişti.
“Bugün nasılsın bari?” diye don Juan’ın kulağına bağırdı.
Don Juan’ı kapıdan alıp çabucak bir masaya taşıdı, onu oturttu ve ortalıktan kayboldu.
“Bu adam seni tanıyor mu?” diye sordum yerleştiğimizde.
Bana bakmadan anlamsız bir şeyler geveledi. Ayağa kalkıp işi başından aşkın olan garsona bakmak için gittim.
“Birlikte olduğum yaşlı adamı tanıyor musun?” diye sordum, onu köşeye sıkıştırabildiğimde.
“Tabii ki tanıyorum,” dedi, sadece bir soruyu yanıtlayacak sabrı olan birinin edasıyla. “Çarpıntısından dolayı rahatsız, yaşlı bir adam.”
Bu söz, benim için olayları yerli yerinde koydu. Arabayla yolculuk ettiğimizde, don Juan’ın ufak bir çarpıntıdan rahatsızlığı olmuştu. Endişeli ve çaresizdim ama bundan sakınmak için yapabileceğim hiçbir şey yoktu. En kötüsünün henüz olmadığı duygusu karnımı ağrıtmıştı.
Masaya geri döndüm ve sessizce oturdum. Aniden aynı garson, iki tabak taze karides ve iki kâse deniz kaplumbağası çorbasıyla çıkageldi. Restoranın sadece karides ve deniz kaplumbağası çorbası servisi yaptığını ya da don Juan’ın her buraya gelişinde bunlardan yediğini düşündüm.
Garson, don Juan’la o kadar yüksek sesle konuşuyordu ki, müşterilerin gürültüsünü bastırıyordu.
“Umarım yemeği beğenirsin!” diye bağırdı. “Eğer bana ihtiyacın olursa, elini kaldırman yeterli. Hemen gelirim.”
Don Juan başını onaylarcasına salladı ve garson don Juan’ın sırtını sevecenlikle sıvazladıktan sonra gitti.
Don Juan, ara sıra kendi kendine gülümseyerek, oburca yemekteydi. Öylesine endişeliydim ki yemeğin düşüncesi bile midemi bulandırıyordu. Ama sonra tanıdık bir isteğin eşiğine geldim, ve ne kadar kaygılanıyorsam, o kadar acıkmaktaydım. Yemeği tattım ve çok beğendim.
Yemeği yedikten sonra kendimi daha iyi hissettim, ama durumda bir değişiklik olmamıştı, kaygım da yerli yerindeydi. Don Juan yemeğini bitirmek üzereyken, elini kafasının üzerine doğru kaldırdı. O anda garson geldi ve hesabı uzattı. Ona parayı ödedim ve o don Juan’ın ayağa kalkmasına yardımcı oldu. Onun restorandan çıkmasına elinden tutarak kılavuzluk etti. Garson sokağa çıkmasına bile yardım etti ve coşkulu bir şekilde veda etti.
Arabaya yine aynı zahmetli biçimde, birkaç adımda bir nefes nefese kalan ve soluklanmak için duran, koluma yüklenmiş don Juan’la birlikte yürüdük. Garson sanki don Juan’ın düşmesine, izin vermeyeceğimden emin olmak istermiş gibi, kapıda bekliyordu.
Don Juan’ın arabaya binmesi iki ya da üç dakika sürdü.
“Söyle bana, senin için ne yapabilirim, don Juan?” diye yalvardım.
“Arabayı geri çevir,” dedi, gittikçe güç kaybeden zar zor duyulur bir sesle. “Kentin diğer kısmına gitmek istiyorum, mağazaya. Beni orda da tanıyorlar. Dostlarım onlar.”
Hangi mağazadan söz etmekte olduğunu bilmediğimi söyledim ona. Abuk sabuk bir şeyler geveledi ve kısa bir öfke nöbeti geçirdi. Ayaklarıyla arabanın tabanını dövüyordu. Suratını ekşitti ve gömleğine salyaları aktı. Sonra bir an toparlanmış göründü. Düşüncelerini denetlemedeki zorlanışını izlemek sinirlerimi aşırı bozuyordu. Sonunda mağazaya nasıl gidebileceğimi anlatmayı başardı.
Tedirginliğim had safhadaydı. Don Juan’ın çarpıntısının sandığımdan da ciddi olmasından korkuyordum. Onun sorumluluğundan kurtulmak istiyordum, onu ailesine ya da arkadaşlarına götürmek istiyordum ama kim olduklarını bilmiyordum. Başka ne yapabileceğimi bilemiyordum. Bir U-dönüşü yaptım ve kentin diğer tarafında olduğunu söylediği mağazaya doğru sürdüm arabayı.
Restorana dönüp, garsona don Juan’ın ailesini tanıyor mu diye sorsa mıydım acaba, düşüncesi vardı kafamda. Mağazada birileri onu tanısa bari diye umuyordum. İçinde bulunduğum çıkmazı düşündükçe, kendime daha da acıyordum. Don juan tükenmişti. Yenilgime ve kötü yazgıma kaptırmıştım kendimi. Onu özleyecektim, ama onun bu en zor durumu özleme duygumu dengeliyordu.
Mağazayı arayarak, neredeyse bir saat boyunca arabayı sürdüm. Bulamıyordum mağazayı. Don Juan bir hata yapmış olabileceğini, mağazanın bir başka kentte olabileceğini itiraf etti. İşte o zaman tamamıyla bitkin düşmüştüm ve ne yapabileceğimi hiç bilemiyordum.
Olağan bilinçlilik durumumda, onun hakkında zihnimin bana söylediğinden daha fazla bir şeyler bildiğim gibi garip bir duyguya kapılıyordum. Şimdi onun bu kötüye giden fiziksel durumunun baskısı karşısında, nasıl olduğunu bilmeden ve nerede olduklarını bilmememe rağmen, dostlarının Meksika’da bir yerde onu beklediğinden emindim.
Bitkinliğim bedensel olmaktan öteydi. Üzüntü ve suçluluk karışımı bir şeydi. Bildiğim kadarıyla, ölümüne hasta, zayıf, yaşlı bir adamla kapana kısılmış olmak beni endişelendiriyordu. Ve ona karşı bu kadar vefasız oluşum, kendimi suçlu hissetmeme neden oluyordu.
Arabamı rıhtımın yakınına park ettim. Arabadan inmesi don Juan’ın on dakikasını almıştı. Okyanusa doğru yürüdük, ama yakınlaştıkça, don Juan bir katır gibi geri geri gitti ve devam etmemize karşı çıktı. Guaymas Koyu’nun sularının kendisini korkuttuğunu geveledi.
Gerisingeriye döndü ve beni bir meydana yöneltti: burası bankları bile olmayan cansız bir pazar yeriydi. Don Juan kaldırıma oturdu. Bir sokak temizleme aracı çelik fırçalarını içlerine su püskürtmeden döndürerek, yanımızdan geçti. Toz bulutu öksürmeme neden oldu.
Durumumdan öylesine rahatsız olmuştum ki onu orada otururken bırakıp gitmek düşüncesi aklımdan geçiverdi. Bu düşüncemden utanç duydum ve don Juan’ın sırtını sıvazladım.
“Biraz gayret gösterip seni nereye götürebileceğimi söyle bana,” dedim nazikçe. “Nereye gitmemizi istersin?”
“Cehenneme gitmeni istiyorum!” dedi, çatlak, gıcırtılı bir sesle.
Benimle bu şekilde konuşmasını duyunca, don Juan’ın yakındığı şeyin, bir çarpıntı değil de, aklını kaçırmasına yol açan ve onu saldırganlaştıran, başka bir takım sakatlayıcı akli dengelerden kaynaklı olduğu kuşkusuna kapıldım.
Aniden ayağa kalktı ve benden uzaklaştı. Ne denli güçsüz göründüğünü fark ettim. Birkaç saat içinde yaşlanıvermişti. O doğal enerjisinin izi kalmamıştı, karşımda gördüğüm kişi, yaşlı, dermansız biriydi.
Ona yardım etmek için koşturdum. Yoğun bir merhamet dalgası beni kapana kıstırmıştı. Kendimi, zar zor yürüyebilen biri gibi, yaşlı ve güçsüz buldum. Dayanamayacak kadar acılıydım. Ağlamak üzereydim, don Juan için değil, kendim için. Kolunu tuttum ve ne olursa olsun onu bırakmayacağıma değin sessizce söz verdim.
Suratıma atılan o duygusuz tokatın gücünü duyduğumda, kendime acıma düşüncelerinde kaybolmuştum. Kendimi bunun şaşkınlığından kurtaramadan, don Juan yeniden, bu kez enseme bir tokat attı. Öfkeden sarsılarak, ayakta benimle yüz yüze durmaktaydı. Ağzı yarı açıktı ve denetimsizce titriyordu.
“Sen de kimsin?” diye haykırdı, soğuk bir sesle.
Bir anda ortaya toplanan kalabalığa döndü.
“Bu adamın kim olduğunu bilmiyorum,” dedi onlara.
“Yardım edin bana. Ben yalnız, yaşlı bi Kızılderiliyim. Bu adam bi yabancı ve beni öldürmek istiyor. Çaresiz yaşlı insanlara böyle şeyler yapıyorlar, onları zevk için öldürüyorlar.”
Bir kınama mırıltısı duyuldu. Birkaç iri yarı genç adam tehdit edercesine bana baktılar.
“Ne yapıyorsun don Juan?” diye sordum, yüksek bir sesle. Kalabalığı, benim kendisiyle olduğuma inandırmak istiyordum.
“Seni tanımıyorum,” diye bağırdı. “Rahat bırak beni.”
Kalabalığa döndü ve onlardan yardım etmelerini istedi. Beni polis gelene dek alıkoymalarını istiyordu.
“Tutun onu,” diye diretti. “Ve lütfen biri polis çağırsın. Onlar bu adama ne yapacaklarını bilirler.”
Bir Meksika hapishanesinin nasıl bir yer olduğunu tahmin edebiliyordum. Kimse nerede olduğumu bilemeyecekti. Birisinin, ortadan kayboluşumu anlaması için aradan aylar geçmesi gerektiği düşüncesi, saldırgan bir hızla tepki vermeme yol açtı. Bana yaklaşan ilk genci tekmeledim, sonra panik halinde koşmaya başladım. Yaşamım için koştuğumu biliyordum. Birkaç genç arkamdan koşmaktaydı.
Ana caddeye doğru koşarken, Guayma gibi küçük bir kentte, piyade devriye gezen polislerin her yerde olabileceğini düşündüm. Görünürde bir polis yoktu, ve onlardan biriyle burun buruna gelmeden önce, yolumun üzerindeki ilk mağazaya daldım. Biblolara bakıyormuş gibi davrandım.
Peşimden koşan gençler gürültülü bir şekilde geçip gittiler. Çabucak bir plan tasarladım: yapabildiğim kadar alışveriş yapmak. Mağazadaki insanların beni turist olarak görmelerine güveniyordum. Sonra binlerinden paketleri arabama kadar taşıması için yardım isteyecektim.
Neye ihtiyacım olduğunu seçmek epey zamanımı aldı. Mağazadaki bir gence paketleri taşımama yardımcı olması için para verdim, ama arabama yaklaştıkça, don Juan’ın, halen insanlarla çevrelenmiş olarak, arabamın yanında durduğunu gördüm. Zabıt tutan bir polisle konuşuyordu.
Bir faydası olmamıştı. Planım işe yaramamıştı. Arabama ulaşabilmemin yolu yoktu. Gence, paketleri kaldırıma bırakmasını söyledim. Bir arkadaşımın arabasıyla gelip beni alacağını ve otelime götüreceğini söyledim. Genç adam gitti ve ben orada don Juan ile etrafındakilerin görüşünün dışında, taşıdığım paketleri yüzümün önünde tutarak durdum.
Polisin arabamın California plakasını incelediğini gördüm. Bu beni tamamen ikna etti, işim bitikti. Çıldırmış yaşlı adamın suçlaması oldukça güçlüydü. Ve kaçmış olduğum gerçeği herhangi bir polisin gözünde sadece suçumu destekleyecekti. Üstelik, polisin gerçeği görmezlikten gelerek sadece bir yabancıyı tutuklayabileceği fikrini yabana atamazdım.
Bir kapı eşiğinde yarım saat kadar bekledim. Polis gitti, ama bağırıp çağıran ve bir şeyleri karıştırırmışçasına kollarını sallayan don Juan’ın çevresindeki kalabalık hâlâ oradaydı. Ne dediğini duyamayacak kadar uzaktaydım, ama hızlı, sinirli bağrışmalarından konunun özetini tahmin edebiliyordum.
Derhal bir plana gereksinimim vardı. Arabaya gitmeyi göze almadan önce, bir otelde kalmayı ve birkaç gün beklemeyi düşündüm. Mağazaya geri dönmeyi ve onlara bir taksi çağırmalarını söylemeyi düşündüm. Daha önce Guaymas’ta taksi tutmak zorunda kalmamıştım ve olup olmadığını bile bilmiyordum. Ama planım, polisler işlerinde iyice beceriklilerse, ve don Juan’ı ciddiye aldılarsa, otellere de bakarlar düşüncesiyle anında suya düştü. Belki de polisler don Juan’ı bu işi yapmak için yalnız bırakmışlardı.
Aklımdan geçen bir başka alternatif plan ise, otobüs durağına gitmek ve uluslararası sınırdaki herhangi bir kasabaya giden bir otobüsü yakalamaktı. Ya da Guayma’dan ayrılan herhangi birine binmek. Bu düşünceden derhal vazgeçtim. Don Juan’ın adımı polislere verdiğinden ve onların büyük bir olasılıkla zaten otobüs şirketlerini uyardıklarından emindim.
Düşüncelerim berbat bir panik halindeydi. Sinirlerimi yatıştırmak için kısa kısa soludum.
Sonra don Juan’ın çevresindeki kalabalığın dağılmaya başladığını gördüm. Polis memuru bir arkadaşıyla döndü, ve ikisi sokağın sonuna doğru ağır ağır ilerlediler. İşte tam o sırada denetleyemediğim ani bir dürtü duydum. Bedenim kafamdan ayrılmış gibiydi. Paketlerin tümünü taşıyarak arabama yürüdüm. İçimde korkunun ya da ilginin en ufak bir parçası olmaksızın arabamın bagajını açtım, paketleri içeriye koydum, sonra da sürücü kapısını açtım.
Don Juan arabamın yanında, kaldırımdaydı, boş gözlerle bana bakıyordu. Ona tamamen kendime özgü olmayan bir soğuklukla baktım. Yaşamımda asla böyle bir duygu hissetmemiştim. Duyumsadığım kin değildi, öfke de değildi. Ona dargın bile değildim. Teslimiyet ya da sabır da değildi. Kibarlık hiç değildi. Dahası soğuk bir kayıtsızlıktı, ürkütücü bir merhamet eksikliği. O anda, don Juan’a ya da bana ne olduğu hiç umurumda değildi.
Don Juan bedeninin üst kısmını, bir köpeğin yüzdükten sonra yaptığı gibi salladı. Ve sonra, hepsi kötü bir rüyaymış gibi, yeniden benim bildiğim adam oldu. Çabucak ceketini ters yüz etti. Tersyüz edilebilen bir ceketti, bir yüzü bej ve diğer yüzü siyah. İşte şimdi siyah bir ceket giymekteydi. Hasır şapkasını arabanın içine attı ve özenle saçlarını taradı. Gömleğinin yakasını ceketinin yakasının dışına çıkarttı, bu onu anında gençleştirdi. Tek bir söz söylemeden paketlerin geri kalanını arabaya yerleştirmeme yardım etti.
İki polis, arabanın kapısının açılıp kapanma sesini duyup bize doğru, düdüklerini öttürerek gerisingeri koşmaya başladıklarında, don Juan çok atak bir şekilde onları karşılamaya gitti. Onları çok dikkatli bir şekilde dinledi ve merak edecekleri bir şey olmadığı konusunda onları temin etti. Onlara akli dengesizliği olan dermansız yaşlı babasıyla karşılaşmış olduklarını açıkladı. Onlarla konuşurken, arabanın kapısını, sanki kilitleri denetlermişçesine açıyor, sonra tekrar kapatıyordu.
Paketleri bagajdan arka koltuğa taşıdı. Çevikliği ve gençlik enerjisi, birkaç dakika öncesindeki yaşlı adamın hareketlerine zıttı. Onu daha önce görmüş olan polise yardımcı olmak için uğraştığını anladım. Eğer ben o polis olsaydım, o yaşlı akli dengesi bozuk Kızılderilinin oğlunu gördüğüme dair hiçbir kuşkum olmayacaktı.
Don Juan onlara, babasını tanıdıkları restoranın adını verdi ve sonra hiç çekinmeden rüşvet verdi onlara.
Polislere herhangi bir şey söylemek için kendimi yormadım bile. Beni katı, soğuk, tutarlı ve sessiz kılan bir şey vardı.
Tek bir söz söylemeden arabaya bindik. Polisler bana herhangi bir şey sormaya kalkışmadılar. Bunu denemeye kalkışamayacak kadar yorgun görünüyorlardı. Oradan uzaklaştık.
“Ne biçim bir oyun oynadın orada don Juan?” diye sordum, ve sesimin tınısındaki soğukluk beni şaşırttı.
“Kararlılıktaki ilk dersti,” dedi.
Yolda, Guayma’a gelirken, kararlılıkla ilgili yaklaşmakta olan ders konusunda beni uyardığını anımsattı.
Buna dikkat etmediğimi, çünkü sadece yolculuğun can sıkıcılığından kurtulmak için konuştuğumuzu sanmış olduğumu itiraf ettim.
“Ben asla sadece konuşmam,” dedi sertçe. “Bunu şimdiye kadar anlaman gerekirdi. Bu öğleden sonra yaptığım şey, senin toplanma noktanı merhametin yok olduğu en doğru bölgeye getirebilmek için uygun bir durum yaratmaktı. Bu bölge merhametin olmadığı yer olarak bilinir.”
“Büyücülerin çözmek zorunda olduğu sorun,” diye devam etti, “merhametin olmadığı yere mümkün olan en az yardımla ulaşılmasıdır. Nagual sahneyi hazırlar, ama kendi toplanma noktasını hareket ettiren çömezidir.”
“Bugün işte sen bunu yaptın. Belki biraz fazlasıyla dokunaklı olarak, toplanma noktamı beni dermansız ve sağı solu belli olmayan yaşlı bi adama dönüştüren belirgin bi konuma hareket ettirerek sana yardım ettim. Sadece yaşlı ve dermansızmışım gibi yapmıyordum. Ben yaşlıydım.”
Gözlerindeki yaramaz ışıltı, o anda eğlendiğini söylüyordu bana.
“İlle bunu yapmam gerekmiyordu,” diye devam etti. “Toplanma noktanı hareket ettirebilmen için zor yöntemler uygulamadan seni yönlendirebilirdim, ama kendimi tutamadım. Bu olay bi daha asla tekrarlanmayacağından, kendi velinimetim gibi, bir dereceye kadar, davranabiliyor muyum, bilmek istedim. İnan bana, seni şaşırttığım kadar, ben de şaşırdım.”

12

Cvp: 4 - Tinin İnişi

Olağanüstü rahattım. Bana söylediklerini kabul etmekte bir güçlük çekmiyordum, ve sorularım da yoktu, çünkü onun açıklamasına gereksinim duymadan her şeyi anlayabiliyordum.
Don Juan sonra, benim önceden bildiğim ama açıklayacak doğru sözleri bulamadığımdan dile getiremediğim bir şey söyledi. Büyücülerin yaptığı tüm eylemlerin, toplanma noktalarının hareketinin bir sonucu olarak yapıldığını, ve bu gibi eylemlerin büyücülerin denetimi altında bulunan bir miktar enerji tarafından yönetildiğini söyledi.
Don Juan’a tüm bunları ve hatta fazlasını bildiğimden söz ettim. Ve o her birimizin sezebileceği sessiz bilginin muazzam, karanlık gölünün, tüm insanların içinde bulunduğunu belirtti. Benim savaşçının patikasına karışmış olmamdan dolayı, bunu belki sıradan insanlardan daha fazla sezebileceğimi söyledi. Sonra büyücülerin yeryüzünde, insan bilgisini aşan iki şeyi çalışarak sezgisel düzeyin ötesine, isteyerek geçen yegâne varlıklar olduklarını söyledi: birincisi toplanma noktasının varlığını düşünmek, ve İkincisi o toplanma noktasını hareket ettirmek.
Büyücülere ait en incelikli bilginin, algılayabilen varlıklar olarak yeterliliğimizle ilgili olduğunu, ve bu bilginin içeriğinin algımızın toplanma noktasına dayandığını tekrar tekrar vurguladı.
O noktada, söylediklerine odaklanma konusunda benzersiz bir zorluk yaşamaya başladım, şaşkın ya da yorgun olduğumdan değil de, aklımın onun sözlerini önceden tahmin etme oyununa başlamış olmasından. Bu sanki benim bilinmeyen bir parçamın içimde olması gibiydi, bir düşünceyi dile getirmek için başarısız bir şekilde yeterli sözcükler arayan biri gibi. Don Juan konuşurken, benim sessiz düşüncelerimi nasıl vurgulayabileceğini kestirebildiğimi duyumsadım. Onun sözcük seçiminin her zaman benim seçmiş olduklarımdan daha iyi olduğunu ayırt etmek beni heyecanlandırmıştı. Ama onun sözlerini tahmin etmek de kendimi verişimi azaltıyordu.
Aniden arabayı yolun kenarına çektim. Ve işte orada, yaşamımda ilk defa, içimdeki iki yapılılığa değin bir bilgim oluyordu. İki ayrı yan apaçık varlığımın içindeydiler. Birisi son derece yaşlıydı, rahattı ve kaygısızdı. Ağırdı, karanlıktı ve diğer tüm şeylerle bağlantılıydı. Benim umursamayan yanımdı, çünkü her şeye eşitti. Olaylarla, umarsızca eğleniyordu. Diğer yanım hafifti, yeniydi, yumuşaktı, dalgalıydı. Sinirli, hızlıydı. Kendisini umursuyordu çünkü güvenlikte değildi ve sadece başka şeylere bağlanabilme yeterliliği olmadığından, hiçbir şeyle eğlenmiyordu. Yalnızdı, yüzeydeydi, incinebilirdi. O, dünyaya baktığım yanımdı.
Ağır ağır çevreme bu yanımla baktım. Baktığım her yönde geniş tarlalar gördüm. Ve benim o güvenliksiz, yumuşak ve umursayan yanım, insanlığın endüstrileşmesinden duyduğu gurur ile o güzelim eski Sonora çölünün saban izleriyle kırışmış, insanlığın yararına yetiştirilmiş bitkilerle dolmuş sıradan manzarasının görüntüsünden duyduğu üzüntü arasında sıkışıp kaldı.
Yaşlı, karanlık, ağır yanım umursamıyordu. Ve iki yanım tartışmaya giriştiler. Narin yanım, ağır yanımın umursamasını istiyor, ağır yanımsa diğerinin dert etmeyi bırakmasını ve eğlenmesini istiyordu.
“Neden durdun?” diye sordu don Juan.
Sesi bir tepkime yarattı, ama benim bu tepkimeyi göstermiş olduğumu söylemek doğru olmaz. Sesinin tınısı narin yanımı sağlamlaştırmış gibiydi, ve aniden belirgin bir şekilde kendim olmuştum.
Biraz önce yaşamış olduğum iki yapılılığımı kavrayışımı don Juan’a açıkladım. Don Juan, toplanma noktasının konumuyla ilgili bilgilere dayanarak açıklamaya başladığında, sağlamlığımı yitirdim. Narin yanım, iki yapılılığımı ilk ayırt ettiğim andakinden çok daha narin bir hal almıştı, ve bir kez daha don Juan’ın neyi açıkladığını bilmekteydim.
Toplanma noktasının hareket edip, merhametin olmadığı yere ulaşmasıyla, ussallık ve sağduyunun zayıfladığını söyledi. Daha yaşlı, karanlık ve sessiz duyumsamam, zihnin tarihsel geçmişinin bir görüntüsüymüş.
“Ne dediğini tam olarak anlıyorum,” dedim. “Çoğu şeyin ayırdına varabiliyorum, ama bildiklerimi sözcüklere dökemiyorum. Nasıl başlayacağımı bilemiyorum.”
“Bunu sana zaten söylediydim,” dedi bana. “Deneyimlemekte olduğun ve iki yapılılık olarak adlandırdığın, toplanma noktanın bi başka konumunun görüşüdür. Bu konumdan insanın en yaşlı yanını duyumsayabilirsin. Ve insanın yaşlı yanının bildiği şey, sessiz bilgi olarak bilinir. Bu, henüz dile getiremediğin bilgidir.”
“Neden dile getiremiyorum?” diye sordum.
“Bunu dile getirebilmen için, hem sınırsız bi enerjiye sahip olmalısın, hem de onu kullanabilmelisin,” diye yanıtladı. “Şu anda verebileceğin bu tür bi enerjin yok.
“Sessiz bilgi hepimizde olan bi şeydir,” diye devam etti. “Her şeyle ilgili eksiksiz üstünlüğü olan, eksiksiz bilgisi olan bi şeydir sessiz bilgi. Ama düşünemez, dolayısıyla bildiğini de konuşamaz.”
“Büyücüler, insanın bildiğini anladığında, ve bildiğiyle ilgili bilinçli olmak istediğinde, bildiğini gözden kaybettiğine inanırlar. Bu açıklayamadığın sessiz bilgi tabii ki niyettir—tindir, soyuttur. İnsanların yanlışı, bunu, gündelik yaşamı bildiği gibi, dolaysız olarak bilmek isteyişindeydi. Bunu ne denli istediyse, bu bilginin ömrü o denli kısa oldu.”
“Peki bu tam olarak ne anlama geliyor, don Juan?” diye sordum.
“Bu, insanın us dünyasını, sessiz bilgiye tercih ettiği anlamına geliyor,” diye yanıtladı. “İnsan us dünyasına ne denli bağlanırsa, niyet o denli kısa ömürlü olur.”
Arabayı çalıştırdım ve sessizlik içerisinde ilerledik. Don Juan bana nereye gideceğimi ya da nasıl süreceğimi anlatmaya kalkışmadı—bu benim kişisel önemimi azdırmak için sık sık yaptığı bir şeydi. Nereye gittiğimizi hiç bilemiyordum, yine de içimde bir şeyler hissediyordum. Kontrolü ona bıraktım.
Akşam geç saatlerde, Meksika’nın kuzeybatısındaki kırsal Sinaloa eyaletinde bulunan, don Juan’ın büyücü takımının büyük evine vardık. Yolculuk sanki hiç vaktimizi almamıştı. Yolculuğumuzun ayrıntılarını anımsayamıyorum. Tüm bildiğim bu konuda konuşmadığımız.
Ev boş görünüyordu. Burada yaşayan birilerinin olduğuna dair hiçbir belirti yoktu. Her nasılsa, don Juan’ın arkadaşlarının evin içinde olduklarını bilmekteydim. Varlıklarını, onları gerçek anlamda görmemiş olmama rağmen duyumsayabiliyordum.
Don Juan birkaç gaz lambası yaktı ve dayanıklı bir masanın etrafında oturduk. Don Juan bir şeyler yemeye hazırlanıyormuş gibi görünüyordu. Ne yapayım ya da ne söyleyeyim diye düşünmekteyken, bir kadın sessizce içeri girdi ve koca bir yemek tabağını masanın üzerine bıraktı. Onun girişini beklemiyordum, ve karanlıktan aydınlığa adım attığında sanki var olmayan bir yerden ortaya çıkmış gibi istemeden soluksuz kaldım.
“Korkmayın, benim Carmela,” dedi ve yeniden kayboldu, karanlık tarafından yutularak.
Ağzım açık, atacağım çığlığın ortasında kalakalmıştım. Don Juan öyle feci güldü ki, evdeki herkesin onu duymuş olduğunu biliyordum. Belki gelirler diye düşündüm ama kimse görünmedi.
Yemek yemeye çalıştım, ama aç değildim. O kadın hakkında düşünmeye başladım. Kim olduğunu bilmiyordum. Bu konuda aşağı yukarı bir tahmin yürütebilirdim, ama düşüncelerimi gölgeleyen sisin içerisinde belleğimi kullanamıyordum. Aklımı dingin tutmak için uğraştım. Çok fazla erke gerektiğini hissettim ve bundan vazgeçtim.
Neredeyse onu düşünmeyi bırakır bırakmaz, tuhaf, uyuşukluk veren bir kaygı duygusu yaşadım. İlkin, o karanlık koca evin içindeki ve çevresindeki sessizliğin iç karartıcı olduğuna inandım. Ama uzaklardaki köpeklerin cansız havlamalarını duyduktan sonra içimdeki keder inanılmaz boyutlara vardı. Bir an bedenimin patlayacağını düşündüm. Don Juan çabucak olaya müdahale etti. Benim oturduğum yere zıpladı ve sırtımı kıtırdayana dek ittirdi. Sırtımdaki basınç çarçabuk beni rahatlattı.
Sakinleştiğimde, beni neredeyse tüketen o merak duygusuyla birlikte, her şeyi bildiğimin o açık duyumunun da yok olduğunu anladım. Artık don Juan’ın, benim kendi kendime bildiğim şeyleri nasıl ifade edeceğini kestiremiyordum.
Sonra don Juan çok özel bir açıklama yapmaya girişti. Önce, beni yıldırım gibi çarpan merakımın, Carmela’nın birden ortaya çıkışıyla, toplanma noktamdaki ani bir hareketinden, ve toplanma noktamı Carmela’yı tamamen tanımlayabileceğim bir yere getirebilmek için giriştiğim kaçınılmaz çabadan kaynaklandığını söyledi.
Bu tür merakların sık sık yineleneceği düşüncesine alışmamı önerdi, çünkü toplanma noktam hareket etmeyi sürdürecekmiş.
“Toplanma noktasının en ufak bi hareketi ölmek gibidir,” dedi. “İçimizdeki her şey bağlantısını koparır, sonra yeniden çok daha büyük bi enerji kaynağına bağlanır. Bu enerji yükselişi öldürücü bi kaygı olarak duyumsanır.”
“Bu olduğunda ben ne yapmalıyım?” diye sordum.
“Hiçbi şey,” dedi. “Sadece bekle. Bu enerji taşkınlığı geçecektir. Tehlikeli olan sana ne olduğunu bilmemektir. Bi kez bunu bildin mi, gerçek bi tehlike yok demektir.”
Sonra eski insanlardan konuştu. Eski insanların en dolaysız biçimde, ne yapmaları gerektiğini ve bunu en iyi nasıl yapabileceklerini bildiklerini söyledi. Ama, çok kusursuz hareket ettiklerinden, uygulamaya alışkın oldukları eylemleri önceden kestirebilip tasarlayabilecekleri hissi veren bir benlik duygusu geliştirmeye başlamışlar. Ve böylece bireysel ‘benlik’ duygusu ortaya çıkmış; öyle bir bireysel benlik ki, doğayı ve insanların eylemlerini kontrol etmeye çabalamaya başlamış.
Bireysel benlik düşüncesi güçlendikçe, insan sessiz bilgiyle olan doğal bağlantısını yitirmiş. Bu gelişmenin mirasçısı olarak, modern insan, kendisini her şeyin kaynağından öylesine geri dönülmeyecek bir şekilde uzaklaştırılmış bulmuş ki, tüm yapabildiği kendini yok edişin vahşi ve alaycı eylemleriyle, umutsuzluğunu vurgulamakmış. Don Juan insanlann ahlâkı hor görme ve umutsuzluklarının nedeninin, iki eylemi gerçekleştiren, içlerinde kalmış az bir eşsiz bilgiden kaynaklandığını belirtti: bir, insana her şeyin kaynağıyla olan eski bağlantısına dair bir sezgi vermesi; ve iki, insana bu bağlantı olmadan, barış, tatmin ve erme umudunun olamayacağını düşündürtmesi.
Don Juan’ın bir çelişkisini yakaladığımı sanmıştım. Bir keresinde bana, bir savaşçı için savaşın doğal, barışınsa alışılmamış olduğunu söylediğine değindim.
“Doğru,” diye onayladı. “Ama savaş, bi savaşçı için, bireysel ya da topluca yapılan aptallıklar ve nedensiz şiddet anlamına gelmez. Savaş, bi savaşçı için, insanı erkinden yoksun bırakan bireysel benliğe karşı mutlak bi mücadele vermektir.”
Don Juan, kararlılık—büyücülüğün en temel ilkesi—hakkında daha fazla konuşmamızın artık zamanı olduğunu söyledi. Büyücülerin, toplanma noktasının en ufak bir hareketinin, modern insanın eseri olan bireysel benliğe duyulan aşırı ilgiden uzaklaşma anlamına geldiğini ayırt ettiklerini açıkladı. Büyücülerin insanları tamamıyla kendi izlenimlerine düşkün, katil ruhlu bir egoiste dönüştüren şeyin, toplanma noktasının konumu olduğuna inandıklarını söyleyerek devam etti. Her şeyin kaynağına bir daha geri dönebilme umudunu yitiren insan, avuntuyu kendi benliğinde ararmış. Ve böyle yaparak, toplanma noktasını, kişisel izlenimini sürdürecek uygun konumda sabitleştirmeyi başarmış. Böylece, toplanma noktasını alışılmış konumundan uzaklaştıran herhangi bir hareketin, insanı, kişisel yansıması ve onunla birlikte olan kişisel öneminden uzaklaştırdığını söylemek doğru olurmuş: kendini fazla önemsemek.
Don Juan, kendini önemsemeyi, insanın kişisel izleniminden doğan bir güç olarak niteledi. Toplanma noktasını şu anda bulunduğu yerde sabit tutan gücün bu olduğunu birkaç kez tekrarladı. Bu nedenden dolayı, savaşçının yolunun asıl anlamı, kendini fazla önemsemeyi yenmekmiş. Ve büyücülerin yaptığı her şey, bu amacı başarabilmeye yönelikmiş.
Büyücülerin, kendini fazla önemsemenin maskesini düşürdüklerini ve bunun bir başka şeymiş gibi görünen kendine acıma olduğunu bulduklarını açıkladı.
“Pek olası gözükmüyor, ama olan budur,” dedi. “Kendine acıma, gerçek düşmandır ve insanın mutsuzluğunun kaynağıdır. Kendisine fazlasıyla acıma duymadan insan şu anda olduğu kadar kendini önemsemeyi başaramazdı. Her nasılsa, kendini fazla önemsemenin gücü bi kez işin içine karıştı mı, kendi çekim alanını geliştirir. Ve kişisel öneme sahte bi sıcaklık duyusu veren, onun bu güya bağımsız doğasıdır.”
Olağan koşullar altında anlamsız bulacağım bu açıklamaları bana tamamen inandırıcı göründü. Ama hâlâ içimde var olan iki yapılılık yüzünden biraz basite kaçar gibiydi. Don Juan, düşüncelerini ve sözlerini belirli bir hedefe yöneltmiş gibiydi. Ve ben, olağan bilinçlilik durumumda, o hedeftim.
Açıklamalarına, büyücülerin toplanma noktamızı alışılmış konumlarından uzaklaştırdığımıza, sadece kararlılık olarak adlandırılabilecek bir varlık durumuna gelmeyi başarabildiğimize kesinlikle emin olduklarını söyleyerek devam etti. Büyücüler, toplanma noktalarını hareket ettirir ettirmez, kişisel önemin parçalanacağını, işlevsel eylemlerinin aracılığıyla biliyorlarmış. Toplanma noktalarının alışılmış konumu olmadan, kişisel izlenimleri daha fazla devam edemezmiş. Ve kişisel izlenimlerinin üzerindeki yoğun odaklaşma olmadan, kişisel acımalarını ve bununla birlikte, kendilerini fazlaca önemsemeyi yitirirlermiş. Böylece büyücüler kişisel önemin yalnızca kılık değiştirmiş kendine acıma olduğunu söylemekte haklılarmış.
Sonra o öğleden sonraki deneyimimi ele alıp adım adım izledi. Onun rolündeki bir nagualın, bir öğretmen,ya da bir önder olarak en etkili aynı zamanda en kusursuz biçimde davranması gerektiğini belirtti. Onun için eylemlerinin gidişatını mantıklı olarak tasarlamak olası olmadığından, nagual her zaman tinin buna karar vermesine izin verirmiş. Örneğin, o sabah erkenden, Nogales’te kahvaltı ettiğimiz ana kadar, tin ona bir işaret verdiğinde, uygulayacak herhangi bir tasarı yokmuş. O olayı hatırlamam ve anımsadıklarımı ona anlatmam konusunda ısrar etti.
Kahvaltı sırasında don Juan benimle dalga geçtiğinden canımın çok sıkıldığını anımsadım.
“Garson kızı düşün,” diye üsteledi don Juan.
“Onun hakkında tüm hatırlayabildiğim, çok kaba oluşu.” “Peki ne yaptı?” diye diretti. “Siparişlerimizi almayı beklerken ne yaptı?”
Bir anlık duraksamadan sonra, onun mönüyü bana atan ve
neredeyse bana dokunurcasına orada ayakta dikilen, sessizce acele edip siparişimi vermemi bekleyen, kaba görünüşlü genç bir kadın olduğunu anımsadım.
Ayağını sabırsızca yere vurup beklerken, uzun kara saçlarını kafasının tepesine toplamıştı. Değişim göz alıcıydı. Daha çekici, daha olgun görünüyordu. Ondaki değişim, açıkçası beni çekmişti. Doğrusu bu nedenden dolayı, kötü tavrını görmemezlikten gelmiştim.
“İşte yora buydu,” dedi don Juan. “Kabalık ve dönüşüm, tinin işaretleriydiler.”
O gün bir nagual olarak ilk hareketinin, benim niyetini anlamama izin vermek olduğunu söyledi. Bunu sağlamak için, çok açık bir dille, ama kaçamak bir tavırla, o gün bana kararlılık hakkında bir ders vereceğini söylemiş.
“Şimdi anımsadın mı?” diye sordu. “Garsonla ve diğer masadaki yaşlı bi kadınla konuşmuştum.”
Onun bu yönlendirmesiyle, don Juan’ın özellikle yaşlı bir kadına ve kötü huylu garson kıza kur yaptığını anımsadım. Ben yemek yerken onlarla uzun bir süre konuşmuştu. Onlara, yönetimdeki yolsuzluk ve yozlaşma hakkında aptalcasına komik öyküler ve kentteki çiftçiler hakkında fıkralar anlatmıştı. Sonra garson kıza Amerikalı olup olmadığını sormuştu. Kız “Hayır,” demiş ve soruya gülmüştü. Don Juan bunun iyi olduğunu söylemişti, çünkü ben aşk arayan bir Meksikalı-Amerikalı’ymışım. Ve hemen burada böyle iyi bir kahvaltı yedikten sonra aramaya başlayabilirmişim.
Kadınlar gülmüşlerdi. Ben, sıkılmış olmama güldüklerini düşünmüştüm. Don Juan onlara, ciddi bir şekilde konuşarak, Meksika’ya bir eş bulmaya geldiğimi söylemişti. Onlara, dürüst, alçakgönüllü, erkekte dış görünüşe fazla önem vermeyen ve evlenmek isteyen namuslu bir kadın tanıyıp tanımadıklarını sormuştu. Kendisini benim sözcüm ilan etmişti.
Kadınlar feci şekilde gülmüşlerdi. Gerçekten çok öfkelenmiştim. Don Juan garson kıza dönüp benimle evlenmek isteyip istemediğini sormuştu. Kız nişanlı olduğunu söylemişti. Bana sanki don Juan’ı ciddiye almışmış gibi gelmişti.
“Neden bırakmıyorsun da kendi adına konuşsun?” diye sormuştu yaşlı kadın don Juan’a.
“Çünkü o konuşma özürlü,” demişti. “Feci şekilde kekeliyor.”
Garson kız benim yemeğimi ısmarlarken olabildiğine düzgün konuştuğumu söylemişti.
“Oh! Ne kadar da gözlemcisiniz,” demişti don Juan. “O sadece yemek ısmarlarken herhangi bi başkası gibi konuşabilir. Ona defalarca eğer düzgün konuşmak istiyorsa kararlı olman gerekir, dedim. Onu buraya kararlılık hakkında dersler vermeye getirdim.”
“Zavallı adam,” demişti yaşlı kadın.
“Oldu, bugün ona bi aşk bulacaksak gitmemiz gerekir,” demişti don Juan, gitmek için ayağa kalktığında.
“Şu evlilik meselesi konusunda ciddisin sen,” demişti genç garson kız don Juan’a.
“Elbette,” diye yanıtlamıştı. “Ona gereksinimi olan şeyi elde etmesi için yardımcı olacağım, böylece o sınıra gelip merhametin olmadığı yere gidebilecek.”
Don Juan’ın merhametin olmadığı yer dediği şeyin, ya evlilik ya da A.B.D. olduğunu sanmıştım. Bu mecazi anlama gülmüş, sonra yaşlı kadını neredeyse öldüren ve don Juan’ı krizler geçirtecek şekilde güldüren, bir anlık felaket kekelemeye tutulmuştum.
“O zaman sana amacımı bildirmem zorunluydu,” diyerek açıklamalarına devam etti don Juan. “Yaptım da, ama olması gerektiği gibi seni tamamen ıskalamış.”
Tinin belirdiği andan başlayarak, her adımın tatmin edici sona doğru büyük bir rahatlıkla atıldığını söyledi. Ve onun değişiminin baskısı altındayken, toplanma noktam merhametin olmadığı yere ulaşmıştı, kişisel yansımanın o alışılmış yerini bırakmaya zorlanmıştı.
“Kişisel yansımanın konumu,” diye devam etti don Juan, “toplanma noktasını düzmece bi acıma dünyası kurmaya zorlar, ama gerçekten acımasız ve benmerkezcidir. Bu dünyadaki tek gerçek duygu, onları duyumsayan için uygun olanıdır.
“Bi büyücü için kararlılık acımasızlık değildir. Kararlılık kendine acıma ya da kendini fazlaca önemsemenin zıt anlamlısıdır. Kararlılık, aklı başındalıktır.”

13

Cvp: 4 - Tinin İnişi

.