1

Konu: Bölüm 14

28 Eylül 1969
Don Juan’ın evinde ürkütücü bir hava sezdim. Bir an, oralarda bir yerde, beni korkutmak için saklanmış olabileceğini geçirdim. Don Juan diye seslendim, ve cesaretimi toplayarak eve girdim. Don Juan içerde değildi. Ona getirdiğim iki yiyecek paketini bir köşede yığılı duran odunların üzerine bırakarak, daha önceleri birçok kez yaptığım gibi oturup onu beklemeye başladım. Ama don Juan’la bunca yıldır dostluğumuz sırasında, onun evinde böyle yalnız kalmaktan ilk kez korku duymaktaydım. Yanımda görünmeyen birisi varmış gibi bir varlığı duyumsamaktaydım. Yıllarca önce yalnız bulunduğum bir sırada bilinmez bir şeylerin çevremde tıpkı böyle sinsi dolaşmış olduğunu anımsadım. Yerimden fırlayıp evin dışına kaçtım.
Bu “görme” işine değin etkilerin birike birike artık canıma tak ettirdiğini söylemeye gelmiştim don Juan’a. Sürekli bir tedirginlik duyuyor, hiçbir neden yokken tasalanıp duruyordum. Don Juan’ın evinde yalnız kalmanın bende uyandırdığı bu korkulu hal, geçmişte korkularımın artarak nasıl dayanılmaz bir kerteye ulaşmış olduğunu getirmişti aklıma.
Yıllar öncesine uzanmaktaydı bu korku. Don Juan’ın, benimle “la Catalina” dediği bir büyücü kadını çok yabansı bir biçimde karşı karşıya bırakmış olduğu bir zamana... Yirmi üç Kasım 1961’de olmuştu bu olay; o gün don Juan’a gittiğimde onu dizini incitmiş, yatar bulmuştum. Bir düşmanının bulunduğunu, karatavuğa dönüşebilen bir büyücü kadın olan bu düşmanının, kendisini öldürme girişiminde bulunduğunu açıklamıştı.
“Hele bi yürüyeyim, o kadını gösteririm sana,” demişti don Juan. “Kim olduğunu bilmen gerek.”
“Ne diye öldürmek istiyor seni?”
Don Juan omuz silkerek herhangi bir şey söylemekten kaçınmıştı.
On gün sonra gene geldiğimde don Juan’ı sapasağlam bulmuştum. Tamamıyla iyileştiğini göstermek için dizini oynatıp duruyor, bu denli çabucak iyileşmesinin kendi eliyle yaptığı alçıdan ötürü olduğunu söylüyordu.
Sonra, “İyi ki geldin,” demişti. “Bugün ufak bi yolculuk yapacağız seninle.”
Ve arabaya atlayıp ıssız bir yere gitmiştik. Orada durunca, don Juan uyuklayacakmış gibi arabanın koltuğunda arkaya kaykılmış, bacaklarını gererek uzatmıştı. Kendimi gevşetmemi ve sessizce oturmamı istemişti. Geceye kadar elimizden geldiğince ortalıkta görünmemeye çalışmamız gerektiğini ve yapmakta olduğumuz işte en çekinceli vaktin akşamüzeri olduğunu belirtmişti.
“Ne gibi bir iş peşindeyiz ki?” diye sormuştum.
“La Catalina’yı tuzağa düşüreceğiz.” demişti.
Hava biraz kararınca usulcacık arabadan çıkıp çöldeki çalılıklara doğru yavaş yavaş, çıt çıkarmamaya çalışarak yürümüştük.
Durduğumuz yerden, iki yanımızda uzanan tepelerin karaltılarını görebiliyordum. Düz ve oldukça geniş bir vadideydik. Don Juan, çalılıkla bir olacak, çalılığa karışacak biçimde durma yöntemlerine değin ayrıntılı bilgiler vermiş, ve “savaş duruşu” dediği bir oturuşu öğretmişti. Sağ bacağımı sol kalçamın altına sokarak ve sol bacağım üzerinde çömelerek yapılan bir duruştu bu. Sol kalçanın altına sokulan sağ bacakla yeri iterek, gerektiğinde, büyük bir hızla kalkışa geçilebiliyordu. Don Juan ardından batıya dönük olarak oturmamı söylemişti. Kadının evinin bulunduğu yönmüş bu. Sonra sağ yanıma oturarak fısıltılı bir sesle gözlerimi yere dikmemi ve çalılığı sallayan esinti gibi bir şeyi aramamı, daha doğrusu, beklememi söylemişti. Gözlerimi üzerlerine dikmiş olduğum çalılıkta herhangi bir dalgalanma gördüğümde hemen başımı kaldırıp o cadıyı tüm “gözalıcı, kötülükçü görkemiyle” görmem gerekiyormuş. Don Juan bu sözcükleri kullanmıştı. Anlamını sorduğumda, dalgalanma görür görmez başımı kaldırıp kendi gözümle görmemi söylemişti. “Bi büyücü cadının uçması”, sözcüklerle anlatılamayacak benzersiz bir görü imiş çünkü.
Aralıksız bir yel esmekteydi. Birçok kez çalıların dalgalandığını sanmıştım. Her kezinde başımı kaldırıp kendimi o doğa üstü deneyime hazırlıyordum. Ama bir şeycikler gördüğüm yoktu. Ne vakit yel çalılığı sallasa don Juan yeri sertçe tekmeliyor kollarını, kamçılar gibi havaya savuruyordu. Devinimlerindeki güçlülük olağandışıydı.
Birkaç kez deneyip de “uçan” cadı falan görmeyince, öyle doğaüstü bir olayla karşılaşmayacağıma iyice inanmıştım. Ama don Juan’ın o “güçlülük” gösterileri öyle güzeldi ki, varsın bu gece de böyle geçsin diye geçiriyordum.
Gün ağarırken don Juan gelip yanıma oturdu. Bitkin görünüyordu. Yerinden kımıldayamıyordu. Sırtüstü yere yatıp “Karıyı delemedik.” diye mırıldandı. Çok ilgimi çekmişti bu sözeri. Don Juan aynı şeyi yineleyip durmaktaydı. Her deyişinde sesinin titremi daha da üzgün ve umutsuzluk doluydu. Tanımsız bir tasa kaplamıştı benliğimi. Don Juan’ın üzgüsü bana da bulaşmıştı.
Aradan birkaç ay geçmiş, don Juan bu olayla ilgili hiçbir söz etmemişti. Bu işi ya unutmuş ya da çözümlemiştir diyordum. Ne var ki, bir gün don Juan’ı çok heyecanlı bir durumda buldum. Alıştığım o sakin haline hiç uymayan bir biçimde, bir önceki gece “karatavuğun” gelip önünde durduğunu ve kendisine dokunurcasına yaklaştığını, buna karşın kendisinin uyanamamış bulunduğunu söyledi. Kadın öyle kurnazca davranmış ki, don Juan onun geldiğinin farkına bile varamamış. Ne ki, şansı yaver gitmiş de tam zamanında uyanıvermiş ve yaşamını kurtarmak için korkunç bir çatışmaya girişmiş. Don Juan’in sesindeki titrem öyle dokunaklıydı, öyle acıklıydı ki! İçim, ona karşı sevgi, koruma duygularıyla doluverdi.
Don Juan, o cadıya engel olmak için hiçbir çaresi kalmadığını sıkıntılı ve üzünçle dolu bir sesle anlatmış, gene çıkıp geliverirse, bunun artık yaşamının sonu demek olacağını belirtmişti. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemeden, ağlamaklı, onu dinliyordum. Don Juan, bu derin kaygımın farkına varmış olacak ki, yüreklilikle gülmeye başladı. Omuzumu tıpışlayıp, aldırmamamı, henüz oyunu yitirmiş bulunmadığını, elinde bir koz daha bulunduğunu, kendisini savunmak için bir fırsat daha olduğunu söyledi.
“Bütün koşulları inceler, ona göre davranır bi savaşçı.” dedi gülümseyerek. “Yapamayacağı işe burnunu sokmaz bi savaşçı.”
Don Juan, gülümseyişiyle o uğursuz karayıkım (felâket) bulutlarını dağıtıvermişti. Başımı okşamaktaydı.
Birden, “Gel gör ki,” dedi, “bütün bu dünyada kala kala tek koz kaldı elimde. Evet, o da sensin!” Gözlerimin içine baka baka söylemişti bunları.
“Ne?”
“Cadıyla savaşımımdaki kozum sensin.”
Ne demek istediğini anlayamamıştım. Don Juan kadınların beni tanımadığını, ve bu kozu tasarladığı biçimde oynarsam o “karıyı delme” olasılığının çok kuvvetli bulunduğu açıklamasını yaptı.
“O ‘karıyı delme’ne anlama geliyor?”
“Onu öldüremezsin ama balon deler gibi delebilirsin. Bunu yaparsan eğer, peşimi bırakır. Ama takma kafanı şimdi buna. Sırası gelince yapman gerektiğini anlatırım sana.”
Aylar geçmişti. Tam bu olayı unutmuş olduğum bir sırada don Juan’ın evine gittiğimde bir şaşırtıyla karşılaştım. Don Juan koşa koşa gelmiş ve arabadan çıkmamı söylemişti.
“Hemen git burdan,” diye fısıldamıştı kulağıma büyük bir telaşla. “İyi dinle beni, git bi tüfek al, ya da bul buluştur. Ama kendi tüfeğin olmasın. Anlıyor musun? Seninki olmasın da, ne olursa olsun, bi tüfek bul ve hemen buraya getir!”
“Ne yapacaksın tüfeği?”
“Git dedim sana!”
Bir tüfek bulup dönmüştüm. Yanımda satın alacak para
bulunmadığından, gidip bir arkadaşımın eskice bir tüfeğini almıştım. Don Juan tüfeğe bakmadı bile; gülerek benimle, öyle, sert konuşmasının nedenini açıkladı. Meğerse karatavuk evin çatısındaymış da don Juan onun beni görmesini istememiş.
“Karatavuğu çatıda görünce bi tüfek getirirsen karıyı tüfekle delersin diye düşünmüştüm,” diyordu don Juan. “Ama sana bi şey olsun istemem; onun için, gidip bi tüfek satın almanı ya da bi yerlerden bulmanı söylemiştim. İşini bitirdikten sonra tüfeği parçalayıp atman gerekiyor da...”
“Ne işimin bitmesi?”
“Karıyı tüfekle deldikten sonra yani.”
Don Juan, tuhaf kokulu bir bitkinin taze yapraklarıyla ve
saplarıyla ovalaya ovalaya tüfeği bana temizlettirdi. Kendi eliyle iki fişek temizleyip çifteye sürdü. Sonra da, evin önünde saklanıp karatavuk çatıya konana dek beklememi, iyice nişan aldıktan sonra iki tetiği de birden çekmemi söyledi. Saçmalardan çok, şaşırtının etkisi karıyı delecekmiş, ve yeterince güçlü ve kararlı olursam, cadının don Juan’la bir daha uğraşmamasını sağlayabilecekmişim. Bu bakımdan bu işi ele almamdaki niyetimin ve karıyı delmedeki kararlılığımın kusursuz olması gerekirmiş.
Don Juan, “Ateş ettiğin anda çığlığı basmalısın,” dedi. “Yeğin, delici bir çığlık atmalısın.”
Ardından evin rampasından üç metre uzakta bir yere odun ve kamış parçaları yığmaya başladı. Beni, bu yığınlara yaslanarak oturttu. Oldukça rahat bir yerdi burası. Yarı oturur gibi, sırtım iyice desteklenmiş bir durumdaydım ve çatıyı rahatça görebiliyordum.

Cvp: Bölüm 14

Don Juan, cadının çıkması için henüz erken olduğunu ve karanlık basana dek bütün hazırlıklarımızı tamamlamamız gerektiğini; sonra da eve girip içerde kalacağını ve böylece karının ona saldırmasını sağlayacağını söylüyordu. Kendimi gevşek tutmamı, dikkat çekmeden ateş edebileceğim rahat bir durumda beklememi de ekledi. Birkaç kez çatıya nişan aldırdıktan sonra, çifteyi omuzuma yerleştirip nişan almanın çok yavaş ve oyalayıcı olduğunu belirtti. Ve tüfeğin altına bir destek kurmaya başladı. Sivri uçlu bir demirle yerde iki derin delik açıp ucu çatallı iki değneği bu deliklere yerleştirdi. Çatallı bölümlerin arasına uzunca bir sırık bağladı. Tüfeğimi bu çubuğun üzerine dayayarak çatıya kolayca nişan alabilmemi sağlamıştı.
Don Juan göğe bakarak eve girme zamanının geldiğini söyledi. Kalkıp, bu işin şaka götürür yanının bulunmadığını ve kuşu ilk atışta vurmam gerektiğini bir kez daha vurguladıktan sonra, yavaş yavaş eve girdi.
Don Juan gittikten sonra birkaç dakikalık bir alacakaranlığın ardından hava birden kararmıştı. Sanki benim yalnız kalmamı bekliyordu da ansızın bastırmıştı karanlık. Gözlerimi dikmiş çatının karaltısını seçmeye çalışıyordum; ufuk henüz biraz aydınlık olduğundan, çatının dış çizgilerini görebiliyordum. Ama, sonra hava kapkara oldu ve evi görmem çok güçleşti. Saatlerce bir şey göremeden çatıya bakıp durdum. Kuzeye doğru uçmakta olan iki baykuş görmüştüm. Kanatları öyle geniş açılmıştı ki, karatavuk olamazlardı. Çok geçmeden çatıya konmakta olan küçük bir kuşun karaltısı ilişti gözüme. Kuşkusuz, bir kuştu bu! Yüreğim hızla atmaya başlamıştı. Kulaklarımda bir vınlama duydum. Karanlıkta nişan alıp iki tetiği birden çekiverdim. Yaman bir gümbürtü kopmuştu. Tüfeğin dipçiği omuzumu geriye itmiş ve tam o anda kulakları tırmalayan keskin, korkunç bir insan çığlığı işitmiştim. Uğursuz, yüksek sesli bir haykırıştı bu ve çatıdan gelmekteydi. Allak bullak olmuştu zihnim. Hemen, don Juan’ın, ateş ederken bir çığlık atmamı uyarmış olduğu geliverdi aklıma. Unutmuştum bağırmayı. Çifteyi gene doldurmayı geçiriyordum ki, don Juan kapıyı açarak koşa koşa yanıma geldi. Elinde bir fener vardı ve çok sinirli görünüyordu.
“Galiba zıbarttın karıyı,” dedi. “Kuşun ölüsünü arayalım, gel.”
Don Juan bir merdiven getirdi ve çıkıp ramadanın üzerine bakmamı istedi. Ama bir şey bulamamıştım. Kendisi de çıkıp baktı; o da kuş ölüsüne benzer bir şey bulamadı.
Don Juan, “Kuşu paramparça mı ettin, ne; o zaman da bi tüyünü falan bulmamız gerekir,” dedi.
Önce ramadanın oraları sonra da evin çevresini aramaya koyulduk. Sabaha dek fenerin ışığında arayıp durmuşuz. Sabahleyin gene taradık geceleyin aradığmız yerleri. Öğleden önce saat 11:30’da don Juan aramamıza son verdi. Yere çöküp kaygılı bakışlarla bana bakıyor, sıkılgan bir gülümsemeyle düşmanını alt edemediğimi, yaptığımız işin karıyı daha da öfkelendirmekten başka bir işe yaramadığını, artık her an ölümünü bekler duruma düştüğünü söyledi.
“Ama sen güven içindesin,” diye ekledi, “karı seni tanımıyor çünkü.”
Ayrılacağım sırada arabama giderken, tüfeği kırıp atayım mı diye sormuştum. Tüfeğin bir şey yapmadığını, onu arkadaşıma geri verebileceğimi söylemişti. Don Juan’ın gözlerinde derin bir umutsuzluk sezmiştim. Yüreğim parçalanmıştı; nerdeyse ağlayacaktım.
“Sana bir yardımım dokunabilir mi?” diye sordum. “Yapabileceğin bi şey yok ki,” diye yanıtladı.
Bir an sessizce durduk. Hemen gitmek istiyordum ordan.
Dayanılmaz bir üzüntü içindeydim. Ne edeceğimi bilemiyordum.
Don Juan, “Sahiden bana yardım etmek ister misin?” diye soruverdi. Sesi bir çocuk sesi gibiydi.
Bütün varlığımla her şeyi yapmaya hazır olduğumu belirttim. Ona olan sevgimin derinliğini, ona yardım edebilmek için hiçbir şeyden kaçınmayacağımı söyledim.
Don Juan gülümseyerek gerçekten doğru mu söylediğimi sordu bir kez daha. Ben de ateşli bir biçimde ona yardım etme isteğimi bir kez daha doğruladım.
Don Juan, “Eğer içtenlikle söylüyorsan, bi şansım daha var demektir,” dedi.
Çok sevinmiş görünüyordu. Ağzı kulaklarına varırcasına gülümsüyor, neşelendiği zamanlar yaptığı gibi ellerini çırpıp duruyordu. Havasının bu denli değişmesinden ben de etkilenmiştim. Bütün o üzüntüler, kaygılar yitivermişlerdi de, yaşam gene açıklanamaz bi biçimde coşmaya başlamıştı. Don Juan oturdu. Ben de yanına oturdum. Don Juan uzun uzun bana baktıktan sonra sakin ve kararlı bir biçimde benim gerçekten o anda ona yardım edebilecek tek kimse olduğumu; ve çok çekinceli ve özel bir şey yapmamı isteyeceğini söyledi.
Kabul edip etmeyeceğimi görmek istercesine bir an duraksamıştı. Onun için her şeyi göze alacağımı yineledim.
Don Juan, “O karıyı delmek için bi silah vereceğim sana.” dedi.
Bir torbadan uzun bir nesne çıkarıp bana verdi. Elime alıp incelemeye başladım. Bir ara elimden düşürür gibi olmuştum.
Don Juan, “Yabandomuzu,” diye sürdürdü. “Bunla delersin karıyı.”
Elindeki şey bir yabandomuzunun kurutulmuş ön ayağıydı. Derisinin çirkin bir görünümü vardı, kıllarına dokunmak tiksindiriyordu insanı. Toynağı bozulmamıştı; iki yarıları da açıkça gerilmişti. Korkunç bir görünümü vardı bu şeyin. Bir an midem bulanıverdi. Don Juan çekiverdi ayağı elimden.
“Karının tam göbeğine saplamalısın yabandomuzunu.” dedi.
“Nee?” deyivermişim kısık bir sesle.
“Bunu sol elinle kavrarsın, dürtüverirsin karının karnına. O kadın büyücü olduğundan, bu yabandomuzu onun karnına batınca, artık bi başka büyücü dışında hiç kimse bilemez bunun karıya saplandığını. Sıradan bi savaş değil ki bu; büyücüler savaşı olacak. Şu tehlikesi var: Bunu kadının karnına saplayamazsan, seni bir çarpar da oracıkta ölürsün. Ya da dostları, yakınları seni vururlar, bıçaklarlar. Ama bakarsın, sıyrıksız atlatırsın bu savaşı.
“Başarabilirsen, bu yabandomuzu ayağı cehennem azabı çektirir kadına da artık bana hiç dokunamaz.”
Sil baştan bunaltıcı bir kaygıya kapılmıştım. Don Juan’a olan sevgim sonsuzdu. Hayrandım ona. Benden bu işi yapmamı istediği sıralarda, artık onun yaşam biçimini ve bilgisini erişilebilecek en yüksek bir başarı olarak değerlendirir duruma gelmiş bulunuyordum. Böyle bir kimsenin ölmesine nasıl göz yumabilirdim ki? Ama kendi yaşamımı böyle bile bile nasıl tehlikeye atabilirdim? Kendimi bu düşüncelere öylesine kaptırmıştım ki, don Juan omuzumu sıvazlarken kendime gelmiş ve onun ayağa kalkmış olduğunu görmüştüm. Başımı kaldırıp baktım; sevecen bir gülüşle bana bakmaktaydı.
“Gerçekten bana yardım etmeye karar verdiğinde, dönüp gelirsin buraya.” dedi. “Ama o zamana kadar gelme. Geri gelirsen, ne yapılacağını bilmiş olacağım. Haydi git şimdi! Dönmek istemezsen, onu da anlarım.”
Birden ayağa kalkıp arabama doğru yürüdüm. Ve çıkıp gittim. Don Juan aslında beni büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştı. İşte ordan ayrılmıştım ve bir daha da dönmek zorunda değildim. Ne var ki, böyle özgür kalışım, beni rahatlatmış değildi. Bir süre yol aldıktan sonra, düşünmeden direksiyonu çeviriverdim ve don Juan’ın evine doğru arabayı sürmeye başladım.
Don Juan hâlâ ramadanın altında oturmaktaydı. Beni görünce pek şaşırmışa benzemedi.
“Otur bakalım şöyle,” dedi. “Batıdaki bulutlar öyle güzel ki! Az sonra hava kararacak. Sakin sakin otur, tadını çıkar alacakaranlığın. Şimdi istediğini yap. Ben sana söyleyince de dosdoğru şu parlak bulutlara bakarsın ve alacakaranlığın sana güç ve erinç vermesini dilersin.”
Bir iki saat yüzüm batıdaki bulutlara dönük, oturdum. Don Juan içeri girmiş orada kalmıştı. Hava kararmaya başlayınca, çıkıp yanıma geldi.
“Şimdi akşam karanlığı çöktü,” dedi, “kalk bakalım! Gözlerini kapama, doğruca bulutlara bak. Kollarını yukarı kaldır-ellerini, parmaklarını aç, ger. Olduğun yerde koşar gibi yap.”
Dediklerini yapmaktaydım. Kollarımı başımın üzerine doğru kaldırıp yerimde sayarak koşmaya başladım. Don Juan yanıma gelip devinimlerimi düzeltti. Yabandomuzu ayağını sol elimin ayasına yerleştirerek başparmağımla kavrattı. Ardından, kollarımı aşağıya doğru çekerek batı ufkundaki koyu gri bulutlara doğru yöneltti. Parmaklarımı yelpaze gibi açarak, ayalarıma doğru kıvrık tutmamı istedi. Parmaklarımın bu biçimde dışa doğru gerili tutulmasının önemi büyükmüş; içe doğru kıvırırsam, alacakaranlıktan güç ve erinç dilemek yerine, ona gözdağı vermiş olurmuşum. Koşma biçimimi düzeltmişti. Tekdüze ve yumuşak olmalıymış adımlarım; kollarım gerili, alacakaranlığa sahiden koşarmışçasına...
O gece uyku tutamıştı bir türlü. Beni yatıştırmak bir yana, tam tersine içimi çoşturmuştu alacakaranlık duası.
“Öyle çok şey var ki yaşamımda askıda kalmış...” dedim, “henüz sonuçlanmamış öyle çok şey var ki!”
Don Juan yumuşakça güldü kıkır kıkır.
“Hiçbi şey aslında kalmaz bu dünyada.” dedi. “Hiçbi şey bitmez, hiçbi şey sonuçlanmaz. Haydi uyu bakalım.”
Öyle yatıştırıcı gelmişti ki don Juan’ın bu sözleri...
Ertesi sabah saat on sıralarında don Juan yiyecek bir şeyler getirmişti. Sonra işimize başladık. Don Juan, kadına öğle vakti ya da öğleden biraz önce yaklaşacağımızı fısıldayarak söylüyordu. Günün bu erken saatlerinin en uygun zaman olduğunu, cadıların bu vakitte henüz güçlerini toplayamamış, gözlerini açamamış bir durumda bulunduklarını; ama gene bu yüzden de büyücü kadının bu saatlerde evinden dışarıya çıkmayacağını belirtti. Soru falan sormuyordum. Don Juan sonra beni karayoluna çıkardı ve arabayı yolun kıyısına çekip park etmemi söyledi. Orada beklememiz gerektiğini bildirdi.
Saate baktım; on bire beş vardı. Sık sık esniyordum. Uykumu alamamıştım. Zihnim dağınıktı.
Birden, don Juan dikilerek beni dürttü. Yerimden fırlamıştım.
“İşte geliyor!” dedi.
Ekili bir tarlanın kıyısını izleyerek yola doğru gelmekte olan bir kadın gördüm. Sağ koluna geçirdiği bir sepet taşımaktaydı. O ana dek, bir dört yolağzına yakın bir yerde park etmiş bulunduğumu fark etmemiştim. Karayolunun her iyi yanında anayola koşut iki patika uzanıyor, daha genişçe ve işlek bir şose yol da karayolunu diklemesine kesiyordu. O yolu izleyenler, karayolunu geçmek zorunda kalıyorlardı anlaşılan.
Kadın daha şosedeyken, don Juan, arabadan çıkmamı istedi.
“Haydi, hemen çık!” derken oldukça sertti sesi.
Boyun eğip çıktım. Kadın karayoluna çok yaklaşmıştı. Kadına doğru koştum. Giysileri yüzüme değene dek yaklaştım.
Yabandomuzu ayağını gömleğimin altından çıkartıp toynağını kadına sapladım. Elimdeki o kütçe toynak kolayca batıvermişti kadına. Gözlerimin önünden kıvrım kıvrım bir gölgenin geçiverdiğini gördüm. Başımı sağa çevirdim; kadın yirmi metre ötede yolun karşı kıyısında duruyordu. Oldukça genç ve esmer bir kadındı; güçlü, tıknaz bir kadın. Bana gülümsemekteydi. İri iri beyaz dişlerini gösteren uysal bir gülümsemeydi bu. Gözlerini rüzgârdan korur gibi kısmıştı. Sepeti hâlâ sağ kolunda asılı durmaktaydı.
Benzersiz bir biçimde karışmıştı aklım. Dönüp don Juan’a bakayım dedim. Deliler gibi kollarını sallıyor, geri gelmemi imliyordu. Koşarak arabaya vardım. Üç dört adam hızlı hızlı bana doğru geliyorlardı. Hemen arabaya dalıp öbür yöne doğru sürdüm.
Ne oldu diye don Juan’a sormak istiyordum, ama konuşamıyordum. Kulaklarımda dayanılmaz bir zonklama vardı. Tıkanacağım sanıyordum. Oysa don Juan neşeli görünüyordu. Gülmeye başladı. Başarısızlığım onu tındırmamıştı. Ellerimle direksiyonu öyle sıkı kavramışım ki, kımıldatamıyordum onları. Donup öyle kalmışlardı sanki. Kollarım kaskatı kesilmişti, bacaklarım da öyle... Ayağımı bile gaz pedalından çekemiyordum.
Don Juan sırtımı okşayarak gevşememi söyledi, kulaklarımdaki zonklama azar azar yitmekteydi.
“Ne oldu orda yahu?” diye sordum sonunda.
Don Juan yanıt vermiyor, çocuklar gibi kıkırdayarak gülüyordu. Sonra, kadının elimin altından nasıl kaçtığına dikkat edip etmemiş olduğumu sordu. Kadının öyle hızla kaçıverişini övüp durdu. Konuşmaları öyle tutarsız gelmişti ki bana, onu izleyemez duruma gelmiştim. Kalkıp kadını övsün! Kadının yaman, kusursuz bir güce sahip olduğunu ve amansız bir düşman olduğunu ballandıra ballandıra anlatıyordu.
Bu başarısızlığıma bir diyeceği yok mudur diye sordum don Juan’a. Havasındaki bu değişiklik beni gerçekten şaşırtmış ve tedirgin etmişti. Oysa, bayağı sevinmişti bu işe adam...
Don Juan durmamı istedi. Arabayı yolun kıyısına çektim. Elini omuzuma koyarak delici bakışlarıyla baktı gözlerime. “Bugün yaptığım şey bi numaraydı.” dedi sözünü sakınmadan. “Bi kuraldır bilgi adamının çömezini kapana kıstırması. Bugün seni tuzağa düşürdüm ve öğrenmen uğruna seni
mahdepsiye getirdim.”
Apışıp kalmıştım. Ne düşüneceğimi bile bilemiyordum.
Don Juan, kadınla o karşılaşmamın bir tuzak olduğunu anlatmaya başladı. O kadını aslında kendisine düşman falan olmadığını, asıl amacının beni onunla karşılaştırmak olduğunu, bu karşılaşmanın da işte böyle onu delmeye çalıştığım zamanki denli kendimden geçmiş ve güçlü bir duruma rastlamış olmam koşullarını da karşıladığını söylemekteydi. Kararlılığı överek sonuna kadar dayanmamı çok beğendiğini ekledi. Sonra da, bütün o yaptıklarımın, farkında olmadan kadının karşısında gösteriş yapmaktan öte bir şey olmadığını belirtti.
“Ona dokunacağını sandın ha!” dedi. “Olanaksız bi şeydir bu. Yalnızca pençelerini göstermiş oldun ona. Artık, korkmadığını gördü senin. Meydan okudun ona. Seni aldatmak için o karıyı kullandım; çünkü çok güçlü, amansız, kinci bi cadıdır o. Erkekler o denli amansız bi düşman olamazlar; bi sürü işleri vardır onların da...”
İçim öfkeyle dolmuştu. İnsanın en içten duygularıyla, bağlılığıyla bu denli oynamaması gerektiğini söyledim.
Don Juan gözünden yaşlar boşalana dek güldü; ve ondan tiksindim. Suratına bir yumruk atıp ordan gitmeyi geçirmekteydim. Gelin görün, gülüşünde öyle yabansı bir tartım vardı ki, elim kolum bağlanmışçasına beni oraya mıhlamıştı.
Don Juan, “Kızma o kadar, canım.” diyerek beni yatıştırmaya çalışıyordu. Ardından, bu edimlerinin boş yere yapılmadığını, çok eskiden kendi velinimetinin de kendisini tıpkı böyle tuzağa düşürerek yaşamını tehlikeye atmış bulunduğunu anlattı. Üstelik velinimetinin acımasız bir kimse olduğunu anlattı, ve onun, kendisini, don Juan’ın kendisinin beni kollamış olduğu gibi de kollamamış bulunduğunu açıkladı. Sonra sert bir biçimde, o kadının gücünü don Juan’ın kendisi üzerinde denemiş olduğunu ve az kalsın kendisini öldüreceğini de ekledi.
Don Juan gülerek, “Artık onunla oynadığını anladı kadın,” dedi, “artık nefret eder o senden. Bana bi şey yapamaz; öcünü senden çıkaracak. Ama bilmiyor henüz ne denli güçlü birisi olduğunu. Onun için azar azar sınayacak seni. Artık, kendini savunmak için öğrenmekten başka bi yol kalmıyor senin için. Yoksa düşersin eline o karının alimallah! Hiç şakası yoktur haa!”
Don Juan kadının ötelere nasıl uçuvermiş olduğunu anımsattı.
“Öfkelenme canım.” dedi. “Bi numara falan yaptı sanma. İşten bile değildi öyle uçuvermek onun için.”
Kadın elimden öyle bir sıyrılışla kaçıvermişti ki, kızmamak olanaksızdı. Gözlerimle görmüştüm; zıplayıvermiş ve bir kıpıda yolu boydan boya geçmişti. Yoktu başka türlü bir açıklaması bu kesinlikle gözlemlemiş olduğum şeyin. O andan başlayarak tüm dikkatimi bu olaya vermiş ve topladığım “kanıtlar” azar azar birikerek, onun beni gerçekten izlemekte olduğuna inanmama yol açmıştı. Sonunda öyle bir duruma gelmiştim ki, bu yersiz korkumun yarattığı gerilime dayanamayarak çömezliğime son vermiştim.
Saatlerce sonra don Juan’ın evine döndüm. Vakit öğleden sonraydı. Don Juan beni beklemekteydi. Arabadan iner inmez yanıma geldi ve tuhaf tuhaf yüzüme baktı. Çevremde bir iki kez dolandı.
Ben daha bir şey diyemeden, “Nedir bu sinirli halin?” diye sordu.
O sabah bir şeyin beni ürküttüğünü, o eskiden olduğu gibi, çevremde bir şeylerin sinsice dolaşmakta olduğunu anlattım. don Juan oturdu ve düşünceye daldı. Yüzünü, az gördüğüm ciddi bir ifade kaplamıştı. Yorgun görünüyordu. Yanına oturup notlarımı düzenlemeye başladım.
Çok uzun bir duraklamadan sonra, don Juan ferahlamış gibi gülümsedi.
“Bu sabah duyduğun o şey, su kaynağı perisiydi.” dedi.
Bu güçlerle hiç ummadığın zamanlarda karşılaşabileceğini söylemiştim sana. Ben de seni anladın sanmıştım.”
“Anlamıştım tabii!”
“Ne bu korkun öyleyse?”
Verecek bir yanıt bulamadım.

Cvp: Bölüm 14

Don Juan, “O peri seni izliyor,” dedi. “Sudayken bi kez
dokanmıştı sana. Bak sana söylüyorum; gene gelip değecek sana. Eğer hazır değilsen, ölmen işten bile değildir.”
Don Juan’ın bu sözleri telaşlandırmıştı beni. Gene de garip duygular içindeydim; telaşlıydım, ama korkmuyordum. Artık başıma gelenlerden hiçbiri bende o eskiden duyduğum yersiz korkuları doğurmuyordu.
“Ne yapmam gerekiyor?” diye sordum.
“Ne de çabuk unutursun,” dedi don Juan. “Bilgi yolunda itilmek de gerektir. Boyuna mahmuzlanmamız gerek öğrenmemiz için. Hep bi şeylerden kaçınmamız, bi şeylere hazırlanmamız gerekir bilgi yolunda. Ve o bi şeyler de kendi benliğimizden daha büyük, daha güçlü, anlaşılmaz şeylerdir. Bu anlaşılmadık güçler gelir buluverir adamı. İşte şimdi de su kaynağı perisi çıktı ortaya; ardından bi bakmışsın kendi dostun çıkagelmiş —sözün kısası kendini savaşıma hazırlamaktan başka bi seçeneğin yok... Yıllar önce la Catalina’ydı seni mahmuzlayan; yalnızca bi büyücüydü o, ne var! Kolaydı o savaşı kazanman.
“İşte, dünya böyle ürkünç şeylerle dopdoludur; ve dört bi yanı bilinmedik, amansız güçlerle çevrilmiş zavallı yaratıklarız bizler. Sıradan biri, bilgisiz biri, bu güçlerin açıklanabileceğini ya da değiştirilebileceğini sanır. Nasıl yapılacağını bilmez bunun, ama insanlığın bi gün gelip bunları açıklayabileceğine, onları er geç değiştirebileceğine inanır. Oysa bi büyücünün onları açıklamak ya da değiştirmek gibi bi düşü yoktur. Salt, kendisini yeniden yönlendirmek ve onların doğrultusuna uydurabilmek amacıyla bu güçleri öğrenmektir ereği. İşte püf noktası budur işin. Bi kez çakmayagör işin püf noktasını... Zor gelmez o zaman büyücü olmak sana. Bi büyücü, sıradan bi insana oranla azıcık daha hallicedir. Büyücülük, daha iyi bi yaşam sağlamaz adama. Bırak daha iyisini, üstelik köstekler bile adamı büyücülük. Altüst eder yaşamını; bulandırır.
Açmayagörsün bi kez kendisini bilgiye bi büyücü; sıradan bi adamdan bile daha çok yer sille tokat yaşamdan. Bi de çevresindeki kişilerin ondan tiksinip, ondan korkmaları var; onu silmek için uğraşmaları var. bir de hepimizi saran o bilinmedik, o amansız güçler, büyücülerin de sırf bi canlı varlık olmalarından, onlar için daha da büyük bi tehlike oluşturmaları var. Bi adam çıkıp seni vursa, yeterince çekersin acı; ama, bi dostun sana dokunmasının yanında bi hiç kalır o acı. Kendisini bilgiye açan bi büyücü, bu güçlerin eline düşer de dengesini korumak için tek bi yol kalır önünde: O da bi savaşçı gibi duymak ve davranmaktır. Bak gene söylüyorum: Bilgi yolunda yaşamını ancak bi yaşam sürdürebilmesinin tek etkeni, bi savaşçı olmanın verdiği güçtür.
“Kendimi sana görmeyi öğretmek için adamışım. Ben kendim yapmak istediğim için yapıyorum bunu; sen seçilen kimsesin de ondan yapıyorum. Seni Mescalito göstermişti bana. Ama benim içimden de geliyor sana bi savaşçı gibi duymayı, davranmayı öğretmek. Kanımca savaşçılık başka her şeyden daha yeğdir. İşte ben de bu yüzden sana o güçleri bi büyücünün algıladığı denli göstermeye çalıştım. Onların bu korkunç bu çarpıcı etkisi olmadan nasıl bi savaşçı olunabilir ki! Önce bi savaşçı olmadan görmek insanı enez kılar. Göstermelik bi alçakgönüllülük takınmana, çekilmene, kaçmana yol açar. İlgisizliğin yüzünden çürüyüp gider gövden. Un ufak olmayasın, silinip gitmeyesin diye seni bi savaşçı yapmaktır ilk görevim.
“Sık sık işittim senin hep ölmeye hazır olduğunu söylediğini. Ne gerek var ki böyle bi yaklaşıma? kanımca gereksiz bi düşkünlüktür bu senin davranışın. Bi savaşçı yalnızca savaşa hazır bekler. Bir de ana babanın, ruhunu incitmiş olduğunu söyler durursun. Evet, insan ruhu kolayca inciniverir; ama senin incindiğini söylediğin edimlerle olmaz bu. Doğru-senin anan baban seni incitmişler... Ama sana göz yummalarıyla, seni hanım evladı gibi yetiştirmeleriyle, aşırı kanat germeleriyle...
“Bi savaşçının ruhu düşkünlüklerden, yakınmalardan arınmıştır; kazanmanın ya da yitirmenin bi anlamı kalmamıştır onun için. Yalnızca savaşmayı bilir bi savaşçı; ve her savaşım bu dünya üstündeki son savaşmış gibi gelir ona. O yüzden savaşımın sonucu pek ırgalamaz onu. Ve son savaşı gelip çattığında, bırakıverir ruhunu uçsun diye berrak, özgür... Ve çarpışa çarpışa, istencinin kusursuz bi biçimde sürdürdüğünün bilincinde, güler bi savaşçı, ve güler.”
Yazmayı bitirince başımı kaldırıp yüzüne baktım. Don Juan dalınç içinde bana bakıyordu. Sonra başını iki yana salladı ve güldü.
İnanmazmış gibi, “Her bi şeyi de yazar mısın?” diye sordu. “Genaro, hep böyle yazdığın için seninle doğru dürüst konuşulamayacağını söylemişti. Haklıymış adam! Hep yazan birisinin yanında insan nasıl konuşur?”
Don Juan kendi kendine gülerken, ben de yaptığım işi savunmaktaydım.
“Aldırmaa!” dedi. “Eğer sen de görmeyi öğrenirsen, kendi acayip yöntemlerinle yapacaksın bu işi.”
Sonra ayağa kalktı ve göğe baktı. Öğle olmuştu. Dağlarda bildiği bir yere avlanmaya gitmek için henüz vaktimiz olduğunu söyledi.
“Ne avlayacağız?” diye sordum.
“Çok özel bi hayvan. Geyik de olabilir, yabandomuzu da. Bi dağ asalanı bile olur.”
Bir süre sustu, ve ekledi: “Kartal bile olur.”
Kalkıp, arabaya doğru giden don Juan’ı izledim. Bu kez hangi hayvanı avlayacağımızı kestirmek için yalnızca gözlem yapacağımızı söylüyordu, don Juan, tam arabaya girecekken, bir şey anımsamış gibi, gülerek bu yolculuğumuzu ertelemek zorunda olduğumuzu söyledi. Önce, öğrenmem gereken bi şey varmış ve ben bu şeyi öğrenmeden bu ava çıkmamız olanaksızmış.
Geriye dönüp gene ramadanın altında oturduk. Sormak istediğim yığınla soru vardı, ama don Juan daha ben ağzımı açmadan konuşmaya başlamıştı bile.
“Bi şey daha kaldı, bi savaşçıya değin, öğrenmen gereken,” dedi. “Bi savaşçı kendi dünyasının öğelerini kendisi seçer.”
“Geçen gün gördüğün o dost var ya; hani sonra iki kez yıkamıştım seni? Ne hata yapmıştın o zaman, biliyor musun?”
“Hayır.”
“Kalkanlarını yitirmiştin.”
“Ne kalkanı? Ne diyorsun sen?”
“Bi savaşçı kendi dünyasının nesnelerini kendisi seçer dedim ya! İşte, özenle seçer onları. Çünkü seçtiği her nesne, kullanmak isteği güçlerin saldırısından korunacağı bi kalkandır. Örneğin, bi savaşçı kendini bi dosttan korumakta kullanır kalkanlarını.
“O bilinmedik güçlerin çevresini sardığı sıradan bi kimse, farkına bile varmaz onların; çünkü kendisini koruyan başka türden özel kalkanlarla donanmıştır o kimse.”
Don Juan bir an durup yüzüme baktı. Bir soru sezmiştim gözlerinde. Ne istediğini anlayamamıştım.
“Peki neymiş bu kalkanlar?” diye dayattım.
“İnsanların yaptığı şeyler yani,” dedi don Juan.
“Hangi yaptığı şeyler?”
“E... Bak bi çevrene! İnsanlar nelerle uğraşıyorlarsa, işte
o şeyler. İşte bunlardır onların kalkanları. Bi büyücü sözünü ettiğimiz o bilinmedik, amansız güçlerle karşılaştığı zaman, yarığı açılıverir, ve her zamankinden daha da duyarlı ve anık kılar kendisini ölümüne. O yarıktan girer ölüm demiştim sana ya! Yarığı açılıverince, insanın istenci anık durmalıdır ki, o yarığı dolduruversin-yani, bi savaşçıysa o insan... Ama bi savaşçı değilse, yani senin gibiyse, yarığının kapanması için, bütün gücüyle aklını bu korkunç karşılaşmadan uzak tutmak için, gündelik edimlere dalmaktan başka bi çare bulamaz. Dostla karşılaştığın gün bana kızmıştın. Arabanı işlemez duruma getirdiğimde de kızmıştın bana; ve seni suya soktuğum zaman üşümüş ve fena kızmıştın. Giysilerin üstün de olduğundan daha da üşümüştün. Öfken ve üşümen, yarığını kapamana yardımcı olmuş, seni korumuştu. Ne var, yaşamının bu aşamasında artık o kalkanları herhangi bi kimse denli kullanamazsın. Bu güçlere değin çok şey bilmektesin ve şimdi artık bi savaşçı gibi duyumsayıp davranmana ramak kalmış durumdasın. Güvenemezsin artık o eski kalkanlarına.”
“Ne yapmam gerekir yani?”
“Bi savaşçı gibi davran ve kendi dünyanın öğelerini, nesnelerini seç. Çevreni artık öyle gelişigüzel şeylerle dolduramazsın. Ciddi ciddi anlatmıştım bunları sana. Şu anda ilk kez olarak eski yaşam biçimin seni koruyamaz hale gelmiştir.”
“Kendi dünyamın öğelerini seçmekle neyi anlatmak istiyorsun?”
“Bi savaşçı o bilinmedik ve amansız güçlerle karşılaşıverir; çünkü zaten onları arayıp durmaktadır. Bu yüzden hep anık tutar kendisini bu karşılaşmalara. Ama sen, hazırlık falan yapmış değilsin. O güçler bi geliverdiler mi üstüne, apışıp kalacaksın; yarığın açılıverecek korkudan da yaşamın uçup gidiverecek sen karşı koyamadan. O halde, yapılacak ilk şey, hazırlanmaktır. Dostun her an karşına pat diye çıkıvereceğini düşün ve hazırlıklı ol! Bi dostla karşılaşmak pek eğlenceli bi şey değil herhalde-savaşçının yaşamını koruma sorumluluğunu yüklenmesi gerektir. İşte bu güçlerden biri karşına dikilir de yarığını açarsa, kendi kendine yapatmaya çalışmalısın yarığını. Bunu başarabilmen için sana büyük erinç ve zevk veren bir takım şeyler bulman, seçmen gerekir; aklını korkundan uzaklaştırmak ve yarığını kapatıp kendini sapa sağlam yapabilmek için, bile bile kullanabileceğin şeyler...”
“Nasıl şeyler örneğin?”
“Yıllar önce, bi savaşçının gündelik yaşamında yürek taşıyan bi yol izlemeyi seçtiğini anlatmıştım sana. Yürek taşıyan bi yolu isabetli bi biçimde seçmesidir bi savaşçıyı sıradan bi kimseden ayıran. Savaşçı o yolla bütünleşebiliyorsa, o yolu boydan boya aşarken büyük bi erinç duyuyor ve zevk alıyorsa, o yolun yürek taşıdığını bilir. İşte, savaşçının kalkanlarını oluşturan şeyler, nesneler de, yürek taşıyan bi yoldaki şeylerdir.”
“Ama henüz bir savaşçı olmadığımı söyledin ya; yürek taşıyan bir yolu nasıl seçebilirim ki?”
“Bi dönüm noktasındasın sen. Bundan önce bir savaşçı denli yaşamana pek gerek yoktu diyelim. Şimdi işler değişti artık; şimdi artık dört bi yanını yürek taşıyan bi yolun gereçleriyle donatmalısın ve başkaca her bi şeyi bırakmalı, tepmelisin. Yoksa öbür karşılaşmanda yok olur gidersin. Şunu da söyleyim ki, artık karşılaşma falan istemen de gerekmeyecektir. Bakarsın, bi dost sen uykudayken gelivermiş; arkadaşlarınla konuşurken, yazı yazarken falan, gelivermiş...”
“Onca yıldır gerçekten senin öğretilerin uyarınca yaşamaya çalışmaktayım,” dedim, “pek başarılı olamamışım anlaşılan. Şimdi nasıl birden daha iyi bir duruma geçebileceğim?”
“Çok düşünüyor, çok konuşuyorsun. Kendi kendine konuşmayı bırakmalısın.”
“O da ne demek?”
“Kendi kendine konuşup durmaktasın. Ama bi sen değilsin bunu yapan. Hepimiz yapmaktayızdır bunu. İçsel bi konuşmayı sürdürür dururuz. Düşün bi. Yalnız kaldığın zamanlar ne yaparsın?”
“Kendi kendime konuşurum.”
“Neler dersin kendi kendine?”
“Bilmem ki, bir sürü şey derim herhalde.”
“Bak ben deyivereyim sana neler dediğimizi kendi kendimize. Kendi dünyamıza değindir bu konuşmalarımızın çoğu. Evet evet, üstelik bu içsel konuşmalarımızla kurar ve yaşatırız bu kendi dünyamızı.”
“Nasıl yaparız bunu?”
“Kendi kendimizle konuşmayı kestiğimizde, dünya hep olduğu gibi kalır. Biz kendi dünyamızı, kendi içsel konuşmalarımızla yenileriz, yaşamla tutuşturur canlandırır, doğrular ve sürdürürüz. Yalnız bunlar da değil, bi de kendi kendimize konuşa konuşa seçmiş oluruz yolumuzu. İşte seçtiğimiz şeyi böyle yineleye yineleye bi gün gelip de ölene dek sürdürmüş oluruz. Evet, aynı şeyleri öldüğümüz güne değin yineler de yineleriz.
“Bi savaşçı, bunu bildiğinden, bu içsel konuşmasını durdurmak için didinir. Bi savaşçı denli yaşamak istiyorsan, bilmen gereken son şey de budur işte!”
“Kendi kendime konuşmayı nasıl durdurabilirim?”
“Önce gözlerini biraz olsun rahatlatmak için kulaklarını kullanmayı öğrenmelisin. Doğduğumuzdan bu yana, dünyayı değerlendirmek için hep gözlerimizi kullanmışızdır. Başkalarıyla da, kendi kendimize de çoğunlukla görmüş olduğumuz şeyler üzerinde konuşuruz. Bi savaşçı bunun da farkındadır; ve dünyayı dinler. Dünyanın sesine kulak verir.”
Defterimi bir yana koydum. Don Juan güldü ve kendimi zorlamama gerek bulunmadığını, dünyanın seslerini dinlemenin düzenli bir biçimde ve büyük bir sabırla yapılması gerektiğini belirtti.
“Bi savaşçı, kendi kendisine konuşmayı keser kesmez, dünyanın değişeceğini bilir,” dedi, “ve kendisini o ‘muazzam sarsıntı’ya hazırlanması gerekir.”
“Bu ne demek, don Juan?”
“Biz kendi kendimize, dünya şöyledir-böyledir ya da öyledir-şöyledir deyip durduğumuz için dünyayı o biçimlerde tanımış oluruz. Kendi kendimize, dünya öyledir-şöyledir demeyi bi durdurursak, dünya da öyle-şöyle olmaktan çıkıverecektir. Ama senin henüz öylesine muazzam bi sarsıntıya hazır olduğunu hiç sanmıyorum. O yüzden yavaş yavaş bozman, çözmen gerekir o kurduğun dünyayı.”
“Söylediklerini pek anlamış değilim.”
“Senin sorunun şu ki, insanların yaptığı şeyler, bizi çepeçevre saran güçlere karşı birer kalkandırlar. Bizlerin insan olarak yaptığımız bu şeyler bize rahatlık verir, güven duymamızı sağlar. İnsanların yaptığı bu şeyler doğrudur ve çok önemlidir; ama yalnızca kalkan olarak... Ne yazık ki insanlar olarak yaptığımız bu şeylerin kalkandan başka bi şey olmadığını hiç öğrenemeyiz ve bunların yaşamımıza egemen olarak yaşamımızı yıkmalarına göz yumarız. Hatta diyebilirim ki insanlığa göre, insanların yaptıkları bu şeyler dünyanın kendisinden bile daha büyüktür ve daha önemlidir.”
“Nedir dünya dediğin şey?”
Don Juan ayağıyla yere sertçe vurarak, “İşte burda kapsanan her şey, dünyadır,” dedi. “Yaşam, ölüm, insanlar, dostlar, bizi kuşatan ne varsa, her şey. Kavranılamaz bi şeydir dünya. Onu anlamamız olanaksızdır. Hiçbi zaman açıklayamayacağız onun gizlerini. Biz de öyle bakmalıyız ona, salt bi giz diye!”
“Ne ki, sıradan bi kimse öyle düşünmez. Dünya bi giz olmamıştır onun için, hiç. Ve yaşlanınca da, artık yaşamasına bi neden kalmadığını sanır. Yaşlı bi kimse için dünya tükenmiş değildir. Yalnızca insanların yaptığı şeyler tükenmiştir. Ama kafası öyle karışmıştır ki sersemce, dünyada kendisi için başka bi giz kalmadığını sanır. O kalkanlar karşılığında ödenen iğrenç bi bedeldir bu!
“Bi savaşçı bu koşulları bildiğinden, her şeye hakkını vermeyi öğrenir. İnsanların yaptığı şeyler hiçbi durumda dünyadan daha önemli olamazlar. Ve bunu bilen bi savaşçı da dünyayı sonsuz bi giz kaynağı, ve insanların yaptığı şeyleri de sonsuz bi saçmalık diye ele alır.”

Cvp: Bölüm 14

.