1

Konu: Bölüm 13

Üç Eylül 1969’da yeni bir “görme” deneyimine giriştim. Don Juan, piposunu iki kez doldurarak içirtmişti bana, ilk etkisi, daha önceleri olduğu gibi olmuştu. Gövdemin her yanı uyuşunca, don Juan’ın sağ koltuk altımdan destekleyerek beni yürüttüğünü ve evin tüm çevresini kilometrelerce saran sık çalılığın içine götürdüğünü anımsıyorum. Çalılığa girdikten sonra ne don Juan’ın ne de kendimin neler yapmış olduğumuzu; ne kadar yürüdüğümüzü falan hep unutmuşum. Bir ara kendimi ufak bir tepeciğin üzerinde oturur bulmuştum. Don Juan sol yanımda oturuyor ve bana dokunuyordu. Dokunuşunu hissedemiyordum ama onu göz ucuyla izleyebiliyordum. Benimle konuşuyor gibi geliyordu ama, söylediği sözcüklerin neler olduğunu pek anımsayamıyorum. Ne var ki, söylediklerini tam olarak anlamış gibi bir duygu içindeydim. Evet, ne söylediğini anımsayamama karşın, anlamlarını kesinlikle anlayabiliyordum. Sanki sözcükleri uzaklaşan bir trenin vagonlarıydı da, son sözcüğü, en arkadaki vagonun bir kare biçimindeki görüntüsünü almıştı. Söylediği son sözcüğün ne olduğunu biliyordum, ama onu dile getiremiyor, açık açık düşünemiyordum. Bir tür yarı-uyanık durumdaydım ve sözcük treni imgesi bir düş gibi geçmekteydi.
Sonra don Juan’ın sesini duyar gibi olmuştum.
Başımı kendisine doğru çevirerek, “Şimdi bana bakman gerek.” diyordu. Üç dört kez yineledi bu sözlerini.
Baktım ve don Juan’ın yüzünde daha önce iki kez görmüş olduğum o ışıltıyı gene gördüm. Yüzünün belli yerlerinde dalga dalga oynaşan bu ışıldamanın uyatmacalı (ipnotik) bir etkisi vardı. Kendi başlarına devinir görünen bu yerlerin belirli sınırları yokmuş gibiydi; ama, ışık dalgaları, görünmez sınırları içinde kalıyor ve dışa taşmıyordu.
Önümde duran bu ışıklı nesneyi incelemeye başladım; birden, ışıltı yok oldu ve don Juan’ın o bildik yüz çizgileri ortaya çıkıverdi. Daha doğrusu don Juan’ın yüzünün görüntüsü, o kızartı yitip giderken, yavaş yavaş onun yerine geçti. Bakışlarımı yeniden yoğunlaştırmış olmalıyım ki, bu kez don Juan’ın yüzü giderek gözden yiterek yerini o kızartıyı bıraktı. Sol yerdeki ışıkların belli sınırları içinde kalmadıklarını gördüm. Kıvılcım saçan bir patlamayı andıran bir devinim vardı bu yerde. Tartımlı ve etkileyici bir biçimde çıkan ışık zerrecikleri uçuşup yüzüme çarpıyorlar; ve lastik topçuklar gibi geri zıplıyorlardı.
Don Juan, başımı çevirmiş olacak ki, birden sürülü bir tarla gördüm karşımda.
Don Juan, “Şimdi dosdoğru ileriye bak.” diyordu.
Tam karşımda, iki yüz metre kadar ileride büyükçe, upuzun bir tepe vardı. Tüm yamacı sürülmüştü. Toprağı sürmüş olan traktörün açtığı yatay izler yamacın en altında ta tepeye değin birbirine koşut çizgiler oluşturmaktaydı. Tarladaki bir sürü ufak taşın ve özellikle üç tane irice kayanın, boydan boya uzanan bu çizgilerin akışını kesmekte olduğu dikkatimi çekmişti. Tam önümde bulunan kimi çalılar, tepenin tabanındaki bir koyağın ya da derenin ayrıntılarını izlememe engel olmaktaydı. Bulunduğum yerden, bu derenin oluşturduğu vadi, derin bir yarık gibi gözüküyor, kıraç tepenin ortasında yeşil bitki örtüsüyle farklı bir görünüm yaratıyordu. Bu yeşillik, vadinin tabanında yetişen ağaçlardan ileri geliyor olacaktı. Gözlerimin içine bir yelin estiğini duyumsadım. Erinç dolu, derin bir durgunluk içindeydim. Kuş sesi, böcek vızıltısı falan yoktu.
Don Juan gene konuşmaya başlamıştı. Ne dediğini anlamam için birkaç saniye geçmesi gerekmişti.
“O tarlada bir adam görüyor musun?” diye sorup durmaktaydı.
O tarlada bir adam bulunduğunu söylemek istiyordum; ama bu sözcükleri seslendiremiyordum. Don Juan başımı arkadan elleri arasına alıp-kaşlarımın ve yanaklarımın üzerinde duran parmaklarını görmekteydim-tüm tarlayı bir yandan öbür yana görebileceğim biçimde döndürdü. Başımı yavaş yavaş döndürerek öne sağdan sola, ardından da ters yönde çevirmişti.
Birkaç kez, “Tüm ayrıntıları izle. Ölüm kalım sorunudur bu senin için,” dediğini işittim.
Başımı, önümde uzanan görüyü 180 derecelik bir açıdan görebileceğim biçimde bir yandan öbürüne dört kez döndürmüştü. Başımı en sol uca çevirmiş olduğu anda, tarlada kımıldayan bir şey farkettiğimi sanmıştım. Sağ gözümün ucuyla hafif bir kımıldama sezmiştim. Don Juan bu kez başımı iyice sağa çevirerek gözlerimi tarlaya rahatça dikerek bakabilmemi sağladı. Sürülen toprak çizgisi boyunca ilerleyen bir adam görmekteydim. Bir Meksika köylüsü gibi giyinmişti bu adam; çarıklı, açık gri pantolonlu, uzun kollu bej gömlekli... Başında bir hasır şapka vardı; sağ omuzuna astığı açık kahverengi bir heybe taşımaktaydı.
Don Juan adamı gördüğümü anlamış olacak ki, adamın bana bakıp bakmadığını, bana doğru gelip gelmediğini, bir kaç kez sordu. Adamın sırtının bana dönük olduğunu söylemek istiyordum; ama ağzımdan yalnızca “Hayır” sözcüğü çıkıyordu. Don Juan, adam dönüp de bana doğru gelmeye başlarsa, vakit geçirmeden bağırmamı ve o zaman başımı yana çevireceğini ve böylece beni koruyacağını söyledi.
Oysa, korku duyduğum, ilgilendiğim falan yoktu benim. Duygusuz gözlerle önümdeki sahneyi izliyordum. Adam tarlanın ortasına gelince durmuştu-çarığını bağlarcasına sağ ayağını iri yuvarlak bir taşın çıkıntısına koymuştu. Sonra dikilerek heybesindenbir ip çıkarıp sol eline doladı. Sırtı bana ve önü tepeye dönük bir durumda, ortalığı gözden geçirmeye başladı. Gözden geçirmeye başladı diyorum, çünkü başını yavaş yavaş sağa doğru çevirerek hareket ettirişinden anlamıştım bunu. Yüzünü yandan görebileceğim biçimde sağa çevirmişti başını. Sonra bütün gövdesiyle bana bakmaya başladı. Başını, irkilmiş gibilerde, öyle bir oynatmıştı ki, beni görmüş olduğunu kesinlikle anlamıştım. Sol kolunu öne doğru uzatıp yeri gösterircesine tuttu ve kolunu hep öyle tuta tuta bana doğru ilerlemeye başladı.
Hiç zorluk çekmeden, “Geliyor!” diye bağırdım.
Don Juan herhalde başımı başka yana çevirmişti ki, çalılığı gördüm önümde. Don Juan, gözlerimi dikmeden “ağır ağır” bakarak çevremi gözetlememi söyledi. Az ötede, önümde, bana yakın bir yerde duracağını; bana doğru yürüyeceğini, ve yüzünde o ışıltıyı görene dek ona bakmamı belirtti.
Don Juan’ın, yirmi metre kadar gidip durduğunu gördüm. Öyle inanılmaz bir hız ve çeviklikle yürüyordu ki, bu giden don Juan mıdır diye kuşkulanmaya başlamıştım. Don Juan, bana dönerek, gözlerimi yüzüne dikmemi buyurdu.
Yüzünde o kızartıyı gördüm gene; bir ışık lekesine benziyordu bu kızartı. Yüzünden çıkan ışıklar sanki göğsüne, göbeğine doğru akmaktaydı. Gözlerimi kısmış da öyle bakıyordum sanki. Oysa gözlerim apaçıktı. Işıltı bir genişliyor bir büzülüyor gibiydi. Don Juan bana doğru geliyor olmalıydı; çünkü yaydığı ışık gittikçe yoğunlaşıyor, daha belirginleşiyordu. Bir şey dediğini işittim. Ne dediğini çıkarmaya çalışırken ışığı görmem kesilivermişti. Artık don Juan’ı her zamanki yüzüyle görmekteydim. Bir iki metre önümde duruyordu. Yüzü bana dönük biçimde yere oturdu.
Dikkatimi gene yüzünde toplayınca, belli belirsiz bir ışıldama sezer gibi oldum. Sonra çaprazlamasına ince ışınlar kapladı yüzünü. Sanki birisi aynayla ışık yansıtmaktaydı ona doğru. Işıma yoğunlaştı, yoğunlaştı ve yüz çizgilerinin yerine gene o şekilisiz kızarık nesne geçti. Sol gözünün bulunduğu yerden gene nabız atışları gibi fışkıran ışıklar yayıldığını gördüm. Dikkatimi doğruca bu noktaya vermeyip, gözlerimi sağ gözünün bulunması gereken bir noktaya dikmeye çalıştım. Birden, berrak, saydam bir ışık birikintisi gördüm. Sıvı bir ışıktı bu.
Sezginin salt gözlemlemeden öte bir şey olduğunu anlıyordum; duygu gibi bir şeydi sezgileme... Bu yoğun, sıvı ışık birikintisinde olağanüstü bir derinlik vardı; “sevecen”di, “dost”tu. Yaydığı ışık, dalga dalga fışkırarak değil de içten içe yavaş yavaş görkemli yansımalar çıkarak dönüyordu. Öyle sevimli ve yatıştırıcı, öyle tatlı ve ince bir dokunuşu vardı ki bu ışığın bana, cennetteymişim duygusuna kapılıyordum.
Işıklı bölgeden öne doğru yayılan kesik kesik parlak ışık çizgiciklerinden oluşan bakışımlı (simetrik) bir halka gördüm. Bu halka bütün ışıklı bölgeyi kapsayana dek yayıldı ve sonra o pırıltılı birikintinin ortasındaki bir ışık noktasına dönüşene dek büzüldü. Halkanın bu biçimde birkaç kez yayılıp büzüldüğünü izlemiştim. Sonra dikkatimi yitirmeksizin beri yana baktım ve iki gözü birden izleyebilecek bir duruma geçtim. Bu her tür ışığın yayılma biçimlerini ayrı ayrı görmekteydim. Sol gözden öne doğru dikine kısa kısa ışık çizgileri çıkıyor; sağ gözden çıkan ışık çizgileriyse dışa doğru çıkmadan yayılıyordu. Tartımları (ritimleri) da değişikti iki gözün. Sol gözün ışığı dışa dönük patlamalar biçiminde çıkıyor; sağ gözün yaydığı ışık ise büzülerek ve için için dönerek deviniyordu. Sonra baktım, sağ gözdeki ışık tüm ışıklı bölgeyi kaplamaya başlamakta. Sol gözün patlamalar halinde çıkan ışığı ise çekilmekte...
Galiba don Juan beni bir kez daha döndürdü de, gene o sürülü tarlaya bakar duruma geldim. Adama bakmamı söylediğini duyuyordum.
Adam kayanın yanında durmuş bana bakmaktaydı. Yüzünün çizgilerini pek ayırt edemiyordum; şapkası yüzünü iyice örtüyordu. Çok geçmeden, adam heybesini sağ kolunun altına aldığı gibi sağım doğrultusunda yürüyüşe geçti. Tam sürülü bölgenin sonuna varmıştı ki, yön değiştirerek dere yatağına doğru birkaç adım attı. O anda dikkatim dağılıverdi ve adam da öbür sahne de yok oluverdi. Yerine, önümdeki çöl bitkilerini görmeye başlamıştım.
Don Juan’ın evine nasıl döndüğümüzü, nasıl olup da beni “kendime getirdiğini” falan anımsamıyorum. Uyandığım da don Juan’ın odasında, hasır yaygının üzerinde serilmiş yatmaktaydım. Don Juan yanıma gelerek kalkmama yardım etti. Her yanım uyuşmuştu; midem altüst olmuştu. Don Juan zorlanmadan, çabucak beni evin yanındaki çalılığa götürdü. Ben çıkarırken, o gülmekteydi.
Biraz rahatladıktan sonra saatime baktım. Gecenin on biri olmuştu. Gene yatıp uyudum. Ancak ertesi gün öğleden sonra saat birde kendime gelebildim.

Cvp: Bölüm 13

Don Juan neler hissettiğimi soruyordu. Unutkan bir halim vardı. Düşüncelerimi toparlayamıyordum. Bir süre evin çevresinde dolaştım; don Juan yanımda yürüyor, gözlerini benden ayırmıyordu. Nereye gitsem, beni izlemekteydi. Yapacak bir şey kalmamış, gene yatıp uyumuştum. Akşam geç vakit uyandım. Artık çok daha iyiydim. Çevreme serili bir sürü yaprak gördüm. Yüzükoyun yatıyordum. Ve karnımın altına yığınla yaprak koyulmuş olduğunu gördüm. Keskin bir kokuları vardı. Daha tam uyanmazdan önce de bu kokuları algılamış olduğumu anımsadım.
Ortalığı kolaçan ederek don Juan’ı aradım. Sulama kanalının başında buldum onu. Geldiğimi görünce, elini kolunu çılgın gibi sallayarak yaklaşmamamı, eve dönmemi belirtti. “Koş içeri!” diye bağırıyordu.
Koşarak eve girdim. Çok geçmeden don Juan yanıma geldi.
“Sakın arkamdan gelme,” dedi. “Beni görmek istersen,
beni burada bekle.”
Özür diledim. Saçma sapan özürlerle kendimi tüketmememi; özür dilemenin bir edimi geçersiz kılamayacağım söyledi. Beni kendime getirmekte çektiği güçlükten söz ederek, kanalın kıyısında aracılık yapmakta olduğunu belirtti.
“Şimdi de tehlikeyi göze alıp yıkamamız gerek seni su da,” dedi.
Onu yatıştırmak için, kendimi iyi hissettiğimi söyledim. Gözlerini uzun süre gözlerime dikti.
“Gel benimle,” dedi, “suya sokayım seni.”
“Bir şeyim yok benim. İyiyim, baksana, yazı yazıyorum!” dedim.
Don Juan, olanca gücüyle çekip kaldırdı beni yerimden.
“Bırakma kendini!” dedi. “Çok geçmez gene uyursun. Ola ki bi daha uyandıramam seni.”
Koşar adım evin arkasına gittik. Don Juan, suya varmadan önce, çok tasalı bir sesle gözlerimi sımsıkı kapamamı ve söyleyinceye kadar açmamamı söyledi. Bir an bile suya bakarsam, o an hemen ölebileceğimi bildirdi. Elimden tutarak önce başımı kanaldaki suya daldırdı ve beni dibe itti.
Saatlerce suya daldırıp çıkarmıştı beni. Bir an olsun gözlerimi açmamıştım. Duyduğum değişikliği anlatmak çok güçtü. Suya girmeden önce içimdeki tedirginlik öylesine örtülü ve belirsizmiş ki, don Juan beni sulama kanalında tuttuğu süre boyunca duyumsadığım rahatlık ve canlılığa kavuştuktan sonra ancak farkına varabildim bunun.
Sular burnuma doluyordu. Aksırıyordum. Don Juan beni sudan çıkararak, gözlerim hâlâ kapalı, eve götürdü. Yaygımın üzerine oturttu. Gövdemi belirli bir yöne doğru yerleştirdi. Ve gözlerimi açmamı istedi. Gözlerimi açmamla karşımdaki şeyleri görmem, ve geriye fırlayıp don Juan’ın bacaklarına sarılmam bir olmuştu. Son kerte afallatıcı bir şeyle karşı karşıyaydım. Don Juan parmaklarının boğum yeriyle tepeme vurdu. Ağır, acı veren bir vuruş değildi bu, ama tepeme hızla inmiş ve beni oldukça sarsmıştı.
Don Juan, “Ne oluyorsun yahu? Ne gördün ki?” diye sordu.
Gözlerimi açtığımda daha önce izlemiş olduğum sahnenin tıpkısını görmüştüm. Aynı adam vardı gene. Ama bu kez bana dokunurcasına yakındı. Yüzünü de görmüştüm. Bildik bir yüzdü bu. Adı dilimin uçundaydı sanki. Don Juan kafamı kütletir kütletmez yok olmuştu sahne.
Don Juan’a baktım. Gene vurmaya hazırlanıyordu. Gülerek, bir daha indirmesini ister miyim diye sordu. Bacaklarını bırakıp hasıra oturdum. Don Juan, tam karşıma bakmamı ve hiçbir nedenle geri dönüp evin arka yanındaki suyun bulunduğu yöne bakmamamı buyurdu.
İşte o zaman ilk kez olarak odanın zifiri karanlık olduğunu ayrımsadım. Bir an, gözlerim kapalı mıdır diye ikirciklendim. Emin olmak için ellerimle yokladım. Don Juan’a seslenip gözlerimde bir gariplik olduğunu söyledim. Hiçbir şey gördüğüm yoktu; oysa, daha birkaç saniye önce başıma vurmaya hazırlandığını görmüştüm. Tepemde sağ yanda don Juan’ın kahkahasını işittim Gaz lambasını yakıyordu. Birkaç saniyede gözlerim ışığa alıştı. Her şey her zaman olduğu gibi durmaktaydı; odasının, araları toprak dolgu dallardan örülü duvarları, duvarlarda acayip biçimler oluşturan sarkık dökük asılı bitki demetleri, sazdan örme tavan, bir direkten sarkan gaz lambası... Yüzlerce kez görmüştüm bu odayı. O anda bambaşka bir şey bulgulamaktaydım o odada ve kendimde. Sezgilerimin kesin ve son “gerçeklikler” olmadığını ilk kez olarak kavramış bulunuyordum. Bu duyguya doğru azar azar yaklaşıp durmuştum ve birçok kezler mantıksal açıdan bunu anladığımı düşünmüştüm. Ama hiçbir zaman kendimi böylesine büyük bir kuşkunun eşiğinde bulmuş değildim. İşte o an da, odanın “gerçek” olduğuna inanmak istemedim; ve don Juan parmaklarını başımın tepesine gene öyle bir kütletse, önümdeki sahnenin yok oluvereceğine değin yabansı bir duyguya kapıldım.
Üşümeksizin bir titreme aldı beni. Belkemiğimden aşağıya kayan sinirsel ürpertiler başlamıştı. Başımın, boynumun hemen üzerindeki bölümü ağırlaşmış gibiydi.
Yakınarak, don Juan’a, hiç de iyi hissetmediğimi söyledim ve görmüş olduğum şeyleri anlattım. Don Juan gülerek kendimi korkuya kaptırmanın acınası bir düşkünlük gösterisi olduğunu belirtti.
“Korkmadığın halde ürkmüş görünüyorsun,” dedi. “Dostun sana bakıp durmuş, vay beyim vay. Bi yüz yüze gel bakalım onunla da nasıl donuna sıçarsın.”
Don Juan kalkıp, suyun bulunduğu yöne bakmadan doğruca arabama gitmemi; kendisi bir ip ve kürek alıp yanıma gelene dek orda beklememi söyledi. Sonra arabayla bir yere gittik. Orda kurumuş bir ağaç vardı. Karanlıkta kazarak kütüğü çıkarmaya koyuldu. Saatlerce durup dinlenmeden çalışmıştık. Kütüğü yerinden çıkaramadık ama, artık kendimi dipdiri hissediyordum. Sonra eve dönüp yemek yedik. Her şeye gene kusursuzca “gerçek”leşmiş, olağan duruma gelmişti.
“Ne olmuştu bana?” diye sordum. “Dün ne yapmıştım ben?”
“Beni tüttürmüştün, sonra da o dostu tüttürdün,” yanıtını aldım.
Hayretle, “Ne dedin, ne dedin?” diye sormuşum.
Don Juan gülerek, her şeyi sil baştan anlatmasını isteyeceğimden korktuğunu belirtti.
Sonra yineledi, “Beni tüttürmüştün. Yüzüme, gözlerime dikmiştin gözlerini. İnsan yüzünün ayrıntısı olan ışıkları gördün. Bi büyücüyüm ben. Gözlerimden okudun bunu. Ama ilk kez yapıyordun bunu; onun için, bilemezdin. Başka başkadır her insanın gözleri. Çok geçmeden anlarsın bunu. Sonra da o dostu tüttürdün.”
“Yani tarladaki o adamı mı?”
“Ne adamı!. Adam falan değildi o; seni çağıran bi dosttu.”
“Nereye gitmiştik? O adamı, yani o dostu gördüğümde nerde bulunuyorduk?”
Don Juan çenesiyle evin önüne doğru bir yönü imleyerek, beni küçük bir tepeye çıkarmış olduğunu söyledi. Gözlemlediğim sahnenin evin çevresini örten çalılıklarla hiçbir ilintisi bulunmadığını belirttiğimde, beni “çağıran” dostun bu yöreden olmadığını açıkladı.
“Nereliymiş peki?”
“Yakında oraya götürürüm seni.”
“O gördüklerimi nasıl yorumlarsın?”
“Görmeyi öğreniyordun, hepsi o kadar. Ama düşkünlüğün
yüzünden şimdi başın dertte. Korkuya kaptırdın kendini. Bi daha anlatsana gördüğün şeyleri.”
Kendi yüzünün bana nasıl göründüğünü anlatmaya başladığımda, don Juan sözümü keserek bunun hiç önemi bulunmadığını belirtti. Onu bir “saydam yumurta” biçiminde görmeme ramak kaldığını söyledim. O da, “ramak kalmasının” yeterli olmadığını, görmem için daha nice fırın ekmek yemem gerekeceğini söyledi.
Don Juan, sürülü tarladan ve köylüden söz ettiğimde, bunlarla ilgili tüm ayrıntıları ilgiyle dinledi.
“Seni çağırıyordu o dost,” dedi, “sana yaklaştığında başını çevirtmemin nedeni, sana bi zarar verecek olması değildi; beklemen daha iyi olacaktı da ondan yapmıştım bunu. Ne acelen var ki! Bi savaşçı hiçbi zaman aylak gezmez, acele de etmez. Bi dostun hazırlıksız olarak karşılanması, osuruğunla bir aslana saldırmaya benzer.”
Hoşuma gitmişti bu mecaz. Bir süre güldük durduk. “Başımı döndürmeseydin ne olurdu ki?”
“O zaman kendin çevirirdin başını.”
“Ya çevirmeseydim?”
“Dost sana gelirdi-korkundan geberirdin. Seni yalnız bulsaydı, ölmen işten bile sayılmazdı. Kendini savunabilene dek dağlarda, çöllerde bi başına dolaşmanı önermem. Bi dost çıkıverir de karşına kıymanı çıkarıverir.”
“O yaptığı şeylerin bir anlamı var mıdır?”
“Anlattıklarına bakılırsa seni tutmuşa, sevmişe benzer. Bi peri tuzağıyla bi heybe edinmeni anlatmış sana; ama bu yöreden olmayacak, onun heybesi başka bi yerden gelme. Üç engel vardı önünde seni durduran-tarladaki o üç kaya. Sana en uygun güçleri de koyaklarda, sulak vadilerde bulacağın kesin. Sahnedeki, öbür şeyler, onu bulmana yarayacak olan işaretlerdir. Anladım şimdi neresi o yer. Çok yakında seni oraya götüreceğim.”
“Yani o gördüğüm yer, gerçekten var mı?”
“Tabii var.”
“Nerede?”
“Sana söyleyemem.”
“Nasıl bulurum o yeri?”
“Bunu da söyleyemem. Söylemek istemediğimi sanma ha! Sana nasıl söyleneceğini bilmiyorum da ondan söyleyemem.”
Don Juan’ın odasında da aynı sahneyi görmemin ne anlama geldiğini sordum. Don Juan gülerek, o zaman bacaklarıma sarılmamı öykündü. Eğilmiş, kendi bacaklarına sarılır gibi yapmıştı.
“O dostun seni istediğini doğrulayıcı bir olgudur bu,” dedi. “Seni tutmuş, seni sevmiş olduğunu sana da bana da iyice belirtmek için yapmıştır bunu.”
“Ya gördüğüm o yüz?”
“Tanıdık bi yüz gibi gelmiş sana-çünkü onu biliyorsun. Daha önceleri de görmüştün ya! Ola ki, ölümünün yüzüdür o. Korktun. Toycasına bi davranıştı bu senin yaptığın. O seni bekliyorken, kendini sana göstermişken, sen kalkıp korkuya kapıldın. İyi ki ordaydım da kafanı kütletmiştim; yoksa bozulup sana diş bilerdi-hak etmiştin bunu hani! Bi dostla karşı karşıya gelmek için yaman bi savaşçı olması gerekir adamın; yoksa, alimallah, tepiverir adamı o dost-gebertiverir.” Don Juan, ertesi sabah Los Angeles’e dönmekten caydırmıştı beni. Yeterince iyileşemediğimi düşünüyor olacaktı. Güçlenebilmem için, odasında, güneydoğuya dönük olarak oturmamı söyleyip duruyordu. Kendisi sol yanımda oturarak not defterimle kalemimi bana uzattı ve bu kez kendisini kıstırmış olduğumu söyledi. Yanımda bulunmaktan başka, bir de benimle konuşması gerekiyormuş.
“Sabahleyin alacakaranlıkta seni gene suya götürmeliyim,” diyordu. “Kendine gelemedin daha; yalnız kalmaman gerek bugün. Bütün sabah yanında duracağım. Öğleden sonra iyileşmiş olursun.”
Bunca ilgi göstermesi tasalandırmıştı beni. “Neyim var ki?” diye sordum.
“Bi dosta değdin ya sen!”
“Ne demek oluyor bu?”
“Bugün dostlardan söz etmesek daha iyi. Gel başka şeylerden söz edelim.”
Konuşmak falan gelmiyordu içimden. Tasalanmam artıyor, sıkılıyordum. Don Juan’a göre bu durum çok mu gülünç bir şeydi ne... Gözlerinden yaşlar boşanıncaya dek güldü, güldü.
Sonra, gülen gözlerinde haşarı kıvılcımlar, “Tam konuşman gerektiği bi sırada konuşmak istemediğini mi söylüyorsun arkadaş!” dedi.
O sırada beni ilgilendiren tek bir konu vardı: O dost! Ne de bildik bir yüzü vardı! Onu tanıyormuşum ya da daha öceleri görmüşüm gibi değil de, bambaşka bir şey... Yüzünü her aklıma getirişimde, zihnime başka düşünceler üşüşüyor, sanki benliğimin bir yanı bu gizi biliyor da öbür yanlarımın bunu öğrenmesine karşı çıkıyordu. Dostun yüzündeki o tanışlık duygusu bana öyle ürkütücü öyle uğursuz geliyordu ki, sayrıl bir karakaygının içine gömülmüş gibiydi. Don Juan, bunun benim ölümümün yüzü olabileceğini anıştırmıştı. Ok gibi saplanmıştı bu sözleri yüreğime. Sabırsızcasına, bu konuyu açıklamasını istiyordum; ama don Juan bir şeyler saklar gibi davranıyordu. Sonunda dayanamadım, bir iki kez derin bir soluk alıp şu soruyu ağzımdan çıkarıverdim.
“Nedir ölüm, don Juan?”
Don Juan gülerek, “Bilmiyorum,” dedi.
“Yani, tanımlasaydın, nasıl anlatırdın ölümü? Herkesin
düşündüğü bir şey vardır herhalde bu konuda.”
“Ne diyorsun arkadaş, anlamıyorum ki!”
Arabamın bagajında Tibet’in Ölüler Kitabı vardı. Ölüm
konusunu işleyen bu kitabı don Juan’a gösterip neler düşündüğünü öğrenmek istiyordum. Kitabı getirmek için davranırken, don Juan beni kolumdan çekip oturttu. Gidip kendisi getirdi kitabı.
Yere çakılı oturma zorunluluğunu açıklamak amacıyla, “Sabahlar büyücülere göre değildir,” dedi. “Odadan dışarı çıkabilecek denli iyileşmedin henüz. İçeride güvendesin. Şimdi dışarıya çıkarsan, bakarsın bi bela geliverir başçağızına. Bi dost çıkar çalılığın orda seni haklayıverir de, ölünü bulanlar bilinmeyen bi nedenle ya da kaza sonucu ölmüş falan diye ahkâm keserler.”
Kendi başına verdiği bu kararları soruşturmak falan gelmiyordu içimden. Ben de öğleye dek öyle yerde çakılı oturdum ve kitabın kimi bölümlerini ona açıkladım. Don Juan, sözümü kesmeden, dikkatle izliyordu. Yalnız iki kez kısaca duraklamıştık; birincisinde don Juan su, ötekinde de yiyecek bir şeyler getirmişti. Ama, döner dönmez, hemen okumayı sürdürmemi istemişti. Çok ilgilenmişe benziyordu.
Okumam bitince, don Juan bana baktı.
Yumuşak bir sesle, “Neden bu adamlar ölüme, ölüm de yaşam gibi bi şeymiş gibi bakarlar, bilmem,” dedi.
“Ola ki onlar ölümü bu biçimde anlıyorlardır. Sence Tibetliler görüyorlar mı?”
“Pek sanmam. İnsan görmeyi öğrenince, artık hiçbi şeyin önemi kalmaz. Hiçbi şeyin! Bu Tibetliler görmüş olsalardı, hiçbi şeyin aynı biçimde kalmadığını şıp diye anlarlardı. Bi kez görmeyelim, artık bi şeyi tanımayız. Yani hiçbi şey, onları görmediğimiz zaman tanımış olduğumuz gibi kalmaz.”
“E, bu görme işi herkese göre değişik olamaz mı?”
“Doğru. Değişik olabilir. Ama gene de, bu, yaşamın anlamlarının önemini yitirmediğini göstermez ki! İnsan görmeyi öğrenince, artık hiçbi şey aynı kalmaz.”
“Baksana! Tibetliler, ölümün de yaşama benzediğini ileri sürüyorlar. Ya sence ölüm nasıl bir şeydir?” diye sordum. “Bence ölüm hiçbi şey gibi değildir. Kanımca Tibetliler başka bi şey demek istiyorlar. Her ne hal ise, bu söyledikleri şey ölüm olamaz.”
“Ya ne olabilir dersin?”
“Sen söyle bakalım. Kitabı sen okudun.”
Konuyu değiştirmeye çalıştım ama don Juan gülmeye
başladı.
“Ola ki,” dedi. “Tibetliler gerçekten görüyorlardır, bu durumda görmüş oldukları şeyleri çok anlamsız bulmuş olmalılar ki kalkıp o saçma yazıları yazmışlar. E, bu da bi fark etmez onlar için, ve bu nedenle de o yazdıkları pek saçma sayılmaz.”
“Benim, Tibetliler ne demiş ne dememiş, umurumda değil.” dedim. “Ben senin ne düşündüğünü merak ediyorum. Sen ne dersin bu ölüm işine?”
Don Juan gözlerini bir an yüzüme dikerek kıkır kıkır güldü. Şaşırtısını belirtircesine gözlerini açıp kaşlarını kaldırıyor, yüzünü gülünçleştiriyordu.
“Ölüm bi dizi yapraktır,” dedi, “bi dostun yüzüdür ölüm; ölüm ufukta parlak bi bulut, ölüm kulaklarında çınlayan Mescalito’nun sesidir. Bekçisiz dişsiz yüzü, Genaro’nun baş üstü oturuşudur ölüm. Konuşmam da ölümdür, sen de, not defterin de... Hiçbi şeydir ölüm. Bi hiçlik! Buracıktadır, ama burda olmayan bi şey.”
Don Juan çok neşelenmişti. Bir ezgiye benzettim gülmesini. Dans eder gibi tartımlı kahkahalar...
“İyi saçmaladım, ha?” dedi. “Nasıl anlatayım ki ölümü sana? Ama, dur, senin ölümünü anlatayım. Nasıl, nerde öleceksin; hiç kimse bilemez bunu. Ama, bak ben anlatayım sana bunun nasıl olacağını.”
O anda bir korkuya kapıldım ve yalnızca ölüm üzerindeki düşüncelerini öğrenmek istemiş bulunduğumu belirttim. Ölüme değin düşüncelerini genel olarak açıklamasının yeterli olacağını, herhangi bir kimsenin kişisel ölümüne, hele hele kendi ölümüne değin ayrıntıları dinlemek istemediğimi söyledim.
Don Juan, “Kişisel bir örnek vermeksizin açıklama yapamam ki!” dedi. “Ölüm nedir, anlatayım isteyen sen değil misin? Al işte, anlatayım! Ama korkmak yok öyle, kendi ölümünle ilgili diye.”
Bu konunun beni tedirgin ettiğini doğruladım. Kendisinin, oğlu Eulalio’nun ölümünü anlatırken, yaşamla ölümün sis kristalleri gibi birbirlerine karıştığını söylemesi gibi, ölüm hakkında genel konuşmalar yapmak istediğimi belirttim.
Don Juan, “Oğlum ölürken, onun yaşamının öyle yayıldığını sana anlattığımda,” dedi, “genel bi konuşma yapmıyordum. Kendi oğlumun ölümünü anlatıyordum. Her ne şeyse bu ölüm, onun yaşamının yayılmasına neden olmuştu.”

Cvp: Bölüm 13

Konuşmasının akışını ayrıntılardan uzaklaştırmaya çabalayarak birkaç dakikalığına ölüp de tıbbi uygulamalar yardımıyla yeniden diriltilen kimseler değin yazılar okuduğumu söyledim. Yazıların hepsinde de o yeniden dirilitilen kimselerin ölümleri sırasında hiçbi şeyi anımsayamadıklarına, ölümün tüm bilinçliliklerinin durmasına yol açmış olduğuna değin demeçlerin yer aldığını belirttim.
Don Juan, “E, doğaldır bu,” dedi. “İki aşaması vardır ölümün. Birinci aşamada bilinçlilik durmuştur. Pek bi şey sayılmaz bu aşama-Mescalito yemenin yarattığı ön duyular gibi... İnsanı sarıveren, mutlu eden, bütünlüğüne kavuşturan, dünyadaki her şeyi tozpembe gösteren bir aydınlanma durumu... Ama bu sığlık geçiliverince, bütün bunlar yok olur ve insan bambaşka bir âleme dalıverir. Yeğinlikler, güçler âlemidir bu. Mescalito’yla gerçekten bu aşamada karşılaşmış olur insan. İşte ölüm de bunun gibidir. Başlangıçta sığ bi bilinç yitikliği geçirilir. İkinci aşama, asıl ölüm aşamasıdır. Bu aşamada rastlarsın ölümüne. Bilinç yitikliğinden sonra, bi kıpıda, kendimizi gene buluverdiğimiz aşama, bu ikinci aşamadır. İşte o zaman ölüm sakin bi öfkeyle eziverir bizi de, yaşamımız hiçliğe karışır.”
“Ölümün böyle olduğunu nasıl biliyorsun?”
“Dostum var ya benim. Dumancık, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde apaçık gösterdi ölümünü bana. İşte bu yüzden ya, ölümü yalnızca bu ayrıntılarından bilişim!”
Don Juan’ın sözleri beni derin bir korkuya itmiş, benliğimi altüst etmişti. İçimde, sanki bana kendi ölümümün nasıl ve ne vakit olacağını, ölümüne değin bütün o iç karartıcı ayrıntıları açık açık anlatacakmış gibi bir duygu vardı. Bunları bilme düşüncesi beni umutsuzluğa sürüklüyor, ama aynı zamanda da meraklandırıyordu. Tabii, kendi ölümünü anlatmasını isteyebilirdim; ama böyle bir isteğin kabalık olacağını düşünerek, öyle bir şeye girişmedim.
Don Juan zihnimdeki bu çekişmeyi sezmişçesine eğlenmekteydi. Gülmekten sarsılıyordu gövdesi.
Yüzünde çocuksu bir sevinç. “Senin ölümün nasıl olacak, anlatayım mı?” diye sordu.
“Peki, anlat,” derken sesim epey hırıltılı çıkmıştı.
Don Juan’ın kahkahası dinamit gibi patlamıştı. Elleriyle karnını bastırarak yerlerde yuvarlanıyor, bir yandan da kısık sesle “Peki, anlat!” diye yineleyip bana öykünüyordu. Sonra doğrularak oturdu. Yapmacık bir ağırbaşlılıkla ve titrek bir sesle. “Senin ölümünün ikinci aşaması herhalde şöyle olacaktır,” dedi.
Gözleri içten bir merakla beni incelemekteydi. Güldüm. Böyle eğlenip dalga geçmenin, insanın kendi ölümü düşüncesinin keskinliğini köreltecek tek çıkar yol olduğunu açıkça kavradım.
Don Juan sürdürdü: “Çok araba kullanıyorsun. Bi bakmışsın gene direksiyonun başındasın. Daha düşünmene fırsat bile kalmadan olup bitivermiş. Gene öyle binlerce kez yaptığın gibi araba kullanıyorsun diyelim; daha da ne oldu diyemeden garip oluşmalar görüyorsun ön camda. Yakından bakarsan, parlak bi yaprağa benzeyen ufak bi bulutçuk dersin buna. Önünde uzanan gökteki bi yüzdür sanki bu. Ama dikkatlice bakarsan, geri geri kaçtığını anlarsın; ta uzaklarda bi noktacık haline gelene dek. Sonra sana doğru geliyor bu kez. Hızlanır hızlanır da, göz açıp kapayana dek arabanın ön camına öyle bi çarpılır ki, güçlüsün sen, bikaç kez bindirmesi gerek sana ölümün, seni temizleyene dek.
Artık anlamışsındır nerde bulunduğunu, ve neler olduğunu. O yüz gene kaçmıştır ufukta bi yerlere: gene saldırmak için, güçlenip de... Ta içine girer de yüz, o zaman çakarsın işte-yahu bu yüz dostun yüzüdür diye. Ölüm bi hiçti zaten her zaman. Bi hiç! Defterinin satırları arasında yitip gitmiş bi noktaydı o zaten. Ama gene de giriverir içine ya, durdurulmaz bi güçle-ve bakmışsın genişletiyor, yayıyor seni. Yam yassı edip seni serivermiş yerlere. Ve göklere ve ötelere. Oluvermişsin mini mini kristal tozanlarından bi sis, açılıyor, yayılıyorsun.”
Ölümümün bu biçimde betimlenmesi beni çok etkilemişti. Böyle değişik bir şeyler anlatacağını biliyordum. Uzun süre sustum kaldım.
“Ölüm karnından dalar insanın içine,” diye sürdürdü don Juan, “istenç aralığından giriverir içeri. İnsanın en duyarlı en önemli bölgesidir bu yarık. İstencin bulunduğu yerdir orası ve hepimiz ordan ölürüz işte. Çok iyi bilmekteyim, çünkü dostum beni o aşamaya getirmişti bi kezinde. Bi büyücü istencini ayarlayıp, ölümün girmesine göz yumar da, tam yamyassılaşıp yayılışına geçerken, o kusursuz istenci gene egemen olup o sisleri yeniden o kişiye dönüştürür.”
Don Juan garip bir hareket yapmıştı. Ellerini iki yelpaze gibi açmış, dirsekleri düzeyine kaldırarak başparmaklarıyla gövdesinin yanına değecek biçimde çevirmişti. Ardından da, ellerini, yavaşça göbeğinin üzerinde birleştirmişti. Ellerini bir süre orda tuttu. Gergince tuttuğu kollarının titrediğini görmekteydim. Sonra ellerini kaldırıp ortaparmaklarının ucunu alnına değdirdi; ve gene göbeğinin üstüne koydu.
Heybetli bir görünüşü vardı. Öylesine etkileyici ve güzel bir biçimde yapmıştı ki bunları; bayağı büyülenmiştim.
Don Jun, “Büyücüyü derli toplu tutan şey, istencidir.” dedi. “Ama yaşlanıp da gücünü yitirince istenci de zayıflar ve o kaçınılmaz an geliverir. Yani istencini denetleyemediği bir an... O zaman, ölümün sessiz saldırısına karşı koyamaz, onun yaşamı da tüm öbür insanların yaşantısına dönüşür; yani sınırlarını aşıp giden bi sis yayılmasına...”
Don Juan bana baktı ve ayağa kalktı. Ürpertiler içindeydim.
“Artık çalılığa gidebilirsin,” dedi. “Öğleden sonra oldu.”
Gitmeyi hem istiyor, hem de göze alamıyordum. Korkudan çok ürkeklikti duyduğum. Şurası var ki, artık dosttan çekinmiyordum.
Don Juan, “sıkı” olduğum sürece, duyduğum şeylerin bir öneminin bulunmadığım söylüyordu. İyice sağlam bir durumda olduğumu; suya yanaşmadıkça, çalılığa güvenle gidebileceğimi belirtiyordu.
“Bu iş başka iş,” dedi bir ara, “seni bi kez daha ıslatmam gerek; onun için sudan uzak dur.”
Daha sonraları, don Jun, kendisini arabamla yakınlardaki bir kasabaya götürmemi istedi. Sarsaklığını henüz üzerimden atamadığım için, bu, iyi bir değişiklik olur diye geçirmiştim. Bir büyücünün, ölümle oynaşmış olması düşüncesi epey sarsmıştı beni.
Don Juan bana güven vermeye çalışırcasına, “Büyücü olmak pis bir iştir,” dedi. Görmeyi öğrenmenin çok daha iyi bir uğraş olduğunu söylemiştim sana. Her şeydir gören bir insan; ona oranla bi büyücü, zavallı bi durumdadır.
“Nedir büyücülük, don Juan?”
Don Juan uzun uzun yüzüme bakarken başını belirsizce sallamıştı.
“Büyücülük, insanın istencini bi açkı düğümde toplamasıdır,” dedi. “Bir işe karışmaktır büyücülük. Bi büyücü arar arar da değiştirmek istediği bi açkı düğüm bulur ve istencini onun üstünde toplar. Büyücülerin görmesi gerekmez büyücü olmaları için. Salt istencini kullanmayı bilmesi, yeterlidir bu iş için.”
Açkı düğümün ne anlama geldiğini açıklamasını istemiştim. Don Juan bir süre düşündükten sonra benim arabamın ne olduğunu bildiğini söyledi.
“Basbayağı bir makine işte!” dedim.
“Senin araban bujilerdir. Arabanın açkı düğümü budur işte bana göre. İstencimi toplayım bujilerinde,bak nasıl çalışmayacak araban.”
Don Juan arabaya girip oturdu. Beni çağırıp kendisi gibi rahatça yerleşmemi istedi.
“Bak ne yapacağım,” dedi. “Bi kargayım ben, onun için önce bi gevşetivereyim tüylerimi.”
Bütün gövdesini titretmişti. Bu devinimini, bir su birikintisindeki serçenin ıslak tüylerini çırpmasına benzetmiştim. Don Juan başını, gagasını suya daldıran bir kuş gibi, eğmekteydi.
“Aman ne güzel oluyor,” diyerek gülmeye başladı.
Yabansı bir gülmeydi bu. Garip, uyutmacalı bir etki yaratmıştı üzerimde. Daha önceleri de birçok kez bu biçimde gülmüş olduğunu anımsadım. O zamanlar bu gülüşleri pek uzun sürmemiş olduklarından bu kez olduğu gibi üzerlerinde duramamıştım herhalde.
Don Juan, “Sonra da boynunu gevşetir bi karga,” diyerek boynunu bükmeye ve yanaklarını omuzlarına sürmeye başladı. “Sonra bi gözüyle bakar dünyaya, ve sonra da öbür gözüyle...”
Çevresine bakmayı sözde bir gözünden öbür gözüne geçirirken başı sallanıyordu. Gülmesi gittikçe tizleşiyordu. Hemen oracakta bir kargaya dönüşecekmiş gibi aptalca bir duyguya kapılmıştım. İnanmazlığını göstermek için güleyim dedim, ama inme inmiş gibi kımıldayamadım. Bir tür gücün beni sardığını duyumsuyordum. Korkmuyordum, uyuşuk ya da uykulu falan değildim. Tüm duygu ve yetilerimin sapasağlam olması gerekirdi.
Don Juan, “Çalıştır arabanı şimdi,” dedi.
Kontak anahtarını çevirip gaza basıverdim. Marş dinamosu gıcırdıyor ama motoru çalıştırmıyordu. Don Juan’ın tartımlı gıdaklamaları andıran yumuşak gülmesini işitiyordum. Bir daha çevirdim anahtarı, bir daha... Belki on dakika kadar gıcırdatıp durdum marşı. Don Juan gıdaklamasını sürdürmekteydi. Sonra vazgeçip kurşun gibi çöktüm koltuğuma.
Don Juan gülmesini kesti ve beni incelemeye koyuldu. O anda, gülmesinin beni bir tür uyutmacalı dalınç içine sürüklediğini “bilmiştim”. Bütün olanların bilincinde olmama karşın, kendimden geçmiş bir duruma gelmiştim. Marşı çalıştıramadığım süre boyunca çok uysallaşmış bir durumdaydım, sanki uyuşmuştum. Don Juan yalnızca arabaya değil, bana da bir şeyler yapmıştı sanki. Gıdaklamasını durdurunca artık büyünün son bulduğu inancıyla ve tez canlılıkla gene çevirdim anahtarı. Don Juan’ın, gülmesiyle beni uyuttuğuna ve arabayı çalıştıramayacağıma inandırdığına emindim. Bir yandan motoru gıcırdatıp gaz pedalını öfkeyle pompalarken, öte yandan da gözümün ucuyla don Juan’a baktım. Tuhaf tuhaf bana bakıyordu.
Don Juan sevecence omuzumu tıpışlayarak, öfkemin “sıkı” durmama yarayacağını, beni gene suya sokmasına gerek kalmayabileceğini söyledi. Ne kadar öfkelenirsem, dostla karşılaşmanın verdiği rahatsızlıktan, o denli çabuk kurtulurmuşum.
Don Juan’ın, “Utanma canım,” dediğini işitiyordum, “tekmele kerata arabayı.”
Olağan, doğal kahkahası gene çınlatmıştı ortalığı. Bense acınacak bir halde sıkılganca güldüm.
Çok geçmeden don Juan, artık arabayı bıraktığını söyledi. Araba çalışmıştı!

Cvp: Bölüm 13

.