1

Konu: Bölüm 12

Notlarımı incelerken aklımı kurcalayan birkaç sorunla karşılaşmıştım. Sekiz Ağustos 1969’da ramadanın altında yerleşir yerleşmez don Juan’a sordum: “Bu yeşil sis de bekçi gibi, görmek için insanın yenmek zorunda olduğu bir şey midir?”
Don Juan, “Evet. İnsan her şeyi yenmelidir,” dedi.
“Nasıl yenilir bu yeşil sis yolu?”
“Bekçiyi nasıl yenmiş olmalıydınsa, öyle; onun hiçliğe dönüşmesini sağlayarak...”
“Ne yapmam gerekir yani, sen bana onu söyle.”
“Hiçbi şey yapman gerekmez. Senin yaradılışındaki birine, yeşil sis bekçiden daha kolay gelir. Su kaynağı perisi seni tuttu; oysa biliyorsun, bekçiyle başın belada. Aslına bakarsan bekçiyi hiç görmüş sayılmazsın.”
“Onu sevemedi diye mi acaba? Hoşuma giden bir bekçi görmüş olsaydım ne olurdu? Benim gördüğüm bekçiyi çok güzel bulan insanlar da vardır herhalde. Onlar, hoşlarına gittiği için bekçiyi geçebilirler miydi? Yenebilirler miydi onu?”
“Hayır! Bi şey anladığın yok senin. Bekçiyi sevip sevmemek değil önemli olan. Duyguların iş başındayken, bekçi hep aynı biçimde görünür insana-canavar gibi, çok güzel, ya da işte öyle bi şey... Ama duygusuzca bakarsan ona, hiçleşmiş olur bekçi; bi hiç oluşu ve gene de gözümün önünde kalması düşüncesi son kerte anlamsız bir şeydi. Herhalde bu da don Juan’ın bilgisine değin mantıkdışı bir önerme olacaktı. Biraz itelersem, anlayacağım bir biçimde açıklama yapmasını sağlayabileceğim düşüncesiyle, tam olarak ne demek istediğini sordum.
“Bekçinin, bildiğin-tanıdığın bi şey olduğunu sandın sen. Demek istediğim buydu işte.”
“Ama tanıdığımı falan sanmadım ben onu.”
“Çirkin buldun ya! Boyu şaşırtmıştı seni hani! Bi canavardı yani. Nedir bütün bu şeyler? Pekâlâ biliyorsun! İşte bekçi de hep bildiğin bi şey olarak kaldı ve öyle kaldıkça da sen onu göremedin. Hep söylüyorum ya; bekçi bi hiç oacak ve gene gözünün önünde kalacaktır. Yineliyorum: O, hiçbi şey olacak ve gene orda duracak...”
“Nasıl olur bu, don Juan? Söylediğin sözlerde bir anlam yok senin.”
“Anlamsız ama, işte görmek budur. Konuşmanın yok bi yararı. Görmeyi öğrenmenin tek yolu görmektir.
“Subaşında bi sorun çıkmamıştı. Geçen gün suyu görmene ramak kaldıydı. Su, sana ‘uğurlu’ geldi. Şimdi geliştir bakalım görme yöntemini. Üstelik su kaynağı perisi de senin yanında.”
“Tam üstüne bastın. Ben de bunu sormak için yanıp tutuşuyordum.”
“Yan! Tutuş! Sor sorabildiğince... Ama buralarda su kaynağı perisinin pek lafı edilmez. Akla bile getirilmez desem daha doğru olur. Kesinlikle! Sonra bi bakmışsın peri seni tuzağına düşürüvermiş. Böyle bi şey olursa, kimseden medet bekleme artık. Çeneni tut da, başka şeyler düşün bakalım.”
Ertesi sabah saat 10 sularında don Juan piposunu kılıfından çıkararak harmanla doldurdu ve pipoyu bana vererek dere kıyısına kadar taşımamı söyledi. Pipoyu iki elimle tutarak gömleğimin düğmelerini çözdüm ve pipoyu gömleğimin altına yerleştirerek sıkıca tuttum. Don Juan iki hasır yaygıyla bir kor tepsisi taşıyordu. Ilık bir gündü. Suyun hemen kıyısında ki bir küme brea ağacının gölgesine yerleştik. Don Juan piponun ağzına bir parça ateş koydu ve tüttürmemi söyledi. Korkulu ya da çoşkulu falan değildim. Don Juan bana bekçinin niteliklerini açıkladıktan sonra, bekçiyi ikinci kez “görme”ye çalıştığım zaman benzersiz bir kaygı ve korku sarmıştı beni. Oysa bu kez, don Juan’ın suyu gerçekten “görme” olasılığının bulunduğunu söylemesine karşın, herhangi bir çoşkusallık içinde değildim; yalnızca merak ediyordum.
Don Juan, önceki deneyimlerimde içtiğim iki katı kadar içirtmişti karışımı bu kez. Bir ara üzerime eğilmiş ve sağ kulağıma, devinebilmek için suyun nasıl kullanılacağını öğreteceğini fısıldamıştı. Çok yakın gelmişti yüzü bana, ağzını kulağıma dayamıştı sanki. Gözlerimi suya dikmememi, bakışlarımı yalnızca suyun yüzeyinde yoğunlaştırmamı ve su yeşil bir sise dönüşene dek bunu sürdürmemi söylüyordu. Bunları birkaç kez yineledi durdu; öyle ki, sonunda tüm dikkatimi sise vermiştim ve başkaca bir şey göremez duruma gelmiştim.”
Don Juan’ın, “Önündeki suya bak,” dediğini işittim, “ama suyun sesi seni sürükleyip götürmesin. Suyun sesi bi kez alıp götürmesin seni, valla bi daha bulup döndüremem seni haa! Haydi şimdi yeşil sise gir de sesimi dinle.”
Don Juan’in söylediklerini olağanüstü bir açıklıkla işitiyor ve anlıyordum. Gözümü kırpmadan suya bakmaya başladım; çok tatlı, tuhaf duygular kaplayıvermişti her yanımı-karıncalanma gibi, tanımsız bir mutluluk... Uzun bir süre geçmişti ama, yeşil sisi görememiştim. Gözlerimi suyun yüzeyinde odaklayamadığımı düşünerek, daha da dikkatle bakmaya çalıştım; ne var ki, artık gözlerimi denetleyemiyordum ve gözlerimi kapayıverdim. Belki de yalnızca kırpmıştım onları, ya da oynatmıştım. Her ne hal ise, tam o anda su durağanlaşıverdi. Akmıyordu artık. Bir tabloydu sanki karşımda duran. Dalgacıklarında devinim yoktu. Sonra baktım, su, gazoz gibi köpürmekte. Kabarcıklanmakta. Yeşil bir maddenin genleşmesini andırmaktaydı bu köpüklenme. Sessiz bir patlamaydı bu; su, parlak, yeşil zerreciklere dönüşmekteydi. Bu patlamalar sürdü, sürdü; ta bütün varlığımı sarana dek...
Çok keskin, sürekli tiz bir gürültü her yanı sarsıncaya dek öyle asılı kalmıştım; sis, pıhtılaşarak bildiğimiz su haline dönüşüyordu. O keskin ses de don Juan’in “Heyyy!” diye kulağımın dibinde attığı çığlıktı. Don Juan, sesine dikkat etmemi ve sise geri dönerek, o beni çağırana dek beklememi söyledi. İngilizce olarak “Tamam” dedim. Der demez de don Juan’ın gıdaklarcasına güldüğünü işittim.
“N’olursun konuşma,” diyordu. “Bırak şimdi tamamı mamamı.”
Çok iyi işitmekteydim söylediklerini. Sesindeki titrem bir ezgiyi andırıyordu ve çok sevecendi. Düşünmem gerekmiyordu bunları algılamam için. Zihnime çarpıp geçiveren kanılar gibiydiler.
Don Juan’ın sesi, tüm dikkatimi sise yöneltmemi ama kendimi sise kaptırmamamı buyurdu. Birkaç kez, bir savaşçının kendisini hiçbir şeye hatta kendi ölümüne bile kaptırmayacağını yineledi. Gene sise daldım; ve bunun sis olmadığını ya da en azından sis diye bildiğim şeye benzemediğini gördüm. Sisi andıran bu görüngü çok küçük kabarcık zerrelerinden, “görüş” açımın içine girip çıkan yüzücü nitelikte kimi yuvarlak nesnelerden oluşmaktaydı. Bir süre bunların devinimlerini izledim; sonra uzaklardan gelen bir gümbürtüyle irkilerek dikkatimi yoğunlaştırma yetimi yitirdim. Artık o küçük kabarcıkları seçemiyordum. O anda ayrımsayabildiğim tek şey, yeşil, şekilsiz, sise benzeyen ışımaydı. Gene bir gümbürtü koptu. Gene irkilmiş ve sisin görüntüsünü yitirivermiştim. Kendimi, sulama kanalındaki suya bakarken buldum. Bir üçüncü gümbürtü daha koptu, meğer, don Juan’ın sesiymiş bu. Sesini dikkatle izlememi, tek kılavuzumun bu olduğnu anlatıyordu. Akan suyun kıyısındaki sığlığa bakmamı, önümde duran bitkileri izlememi buyurmaktaydı. Bir sazlık gördüm; sazlığın yanında, içinde herhangi bir bitki bulunmayan bir açıklık vardı. Kıyıya yakın küçük bir kovuktu bu. Don Juan, kovasını doldurmak için hep buraya daldırırdı. Çok geçmeden don Juan gene sise dönmemi ve sesine dikkat etmemi buyurdu. Bana nasıl hareket edileceğini öğretmekte olduğunu ve söylediklerini dikkatle izlememi söyledi; kabarcıkları gördüğüm zaman bir tanesine binmemi ve beni sürüklemesi için kendimi bırakmamı ekledi.
Boyun eğerek dediklerini yaptım; birden çevremi yeşil bir sis sarıverdi. Ufak kabarcıkları görmüştüm. Don Juan’ın sesini gene yabansı ve ürkünç bir gürleme biçiminde işittim. İşitir işitmez de kabarcıkları sezme yetimi yitirmeye başladım.
Don Juan’ın, “Kabarcıklara binsene!” dediğini işitmekteydim.
Hem onun sesini işitmeye, bir de aynı zamanda yeşil kabarcıkları sezgilemeye çabaladım. Bu uğraşmanın ne kadar sürdüğünü bilemiyorum, ama öyle bir an geldi ki, onu dinlerken kabarcıkları izleyebildiğimi de ayrımsamıştım. Kabarcıklar yüze yüze önümden geçiyor, görüş açımın dışına akıyorlardı. Don Juan’ın sesi durmaksızın birisini izleyip üstüne çıkmam için zorluyordu.
Bunun nasıl yapılacağını bilemiyordum; ve farkında olmadan ağzımdan “Nasıl?” sözcüğü çıkıvermişti. Bu sözcük sanki ta derinlerden gelmiş ve beni de yüzeye çıkarmış gibiydi. Sanki bir yüzertoptu bu sözcük de, içimden bir yerden yüzeye çıkıvermişti. “Nasıl?” diye bir ses daha geldi içimden; köpek havlamasına benzeyen bir sesti bu. Don Juan da köpek gibi havladı; ardından çakal gibi uludu. Gülüyordu. Kendimi tutamayıp gülmüştüm.
Don Juan sakin bir sesle, bir kabarcığa tutunarak izlememi söyledi.
“Haydi geri dön,” dedi, “gir sisin içine! Gir sise!”

Cvp: Bölüm 12

Geri döndüm. Kabarcıkların devinmesi yavaşlamış, boyları da basketbol topu büyüklüğüne ulaşmıştı. Öyle yavaşlamışlardı, öyle irileşmişlerdi ki, her birini ayrıntılarıyla inceleyebiliyordum. Bunlara kabarcık demek de doğru sayılmazdı. Yani sabun köpüğü gibi, balon gibi, ya da küresel bir kap gibi değillerdi. Bir kaba benzemiyorlardı ama gene de kapalı, sınırlı görünüyorlardı. Aslında yuvarlak da değillerdi; ama onları ilk gördüğümde yuvarlak olduklarına yemin edebilirdim. Bu yüzden aklıma “kabarcık” imgesi gelmişti zaten. Pencereden seyredercesine bakıp durmaktaydım geçişlerine. Şöyle ki, pencerenin çerçevesi onları izlememe, onlarla birlikte akıp gitmeme engel oluyordu. Yalnızca sezgi alanımın içine girişlerini ve akıp gidişlerini izleyebiliyordum.
Onları bir kabarcık olarak görmem son bulunca, onlarla birlikte gidebileceğimi bulguladım. Birisine tutunuyordum ve birlikte yüzüyorduk. Gerçekten hareket ettiğimi duyumsamaktaydım. Daha doğrusu kabarcık oluyordum; ya da kabarcığa benzeyen o şeye dönüşüyordum.
Sonra don Juan’ın tiz çığlığı çınladı kulaklarımda. Gene irkilmiştim. kendimi “o”nun gibi duyumsama hali de yitip gitmişti. Son kerte ürkünç bir sesti işittiğim. Uzak, metalimsi, sesyayardan (hoparlörden) çıkan bir ses gibi... Kimi sözcükleri sökebilmiştim.
“Sığlığa bak!” diyordu.
Büyük bir su kümesi görmüştüm. Kaynaşan ivmeyle akan sular... Su, gürültü çıkararak akıyordu.
Don Juan’ın sesi gene buyurdu: “Sığlığa bak!”
Beton bir duvar gördüm.
Suyun çıkardığı gürültü kulaklarımı tırmalıyordu. Beni yutar gibi bir ses. Sonra birden her şey koptu. Bir siyahlık bürüdü her yanı-uyku bürüdü.
Su kanalına batmış olduğumu ayrımsadım. Don Juan bir ezgi mırıldanıyor, bir yandan da yüzüme su atıyordu. Sonra suya batırıverdi beni. Başımı suyun üstüne çekerek, sığlığa yatırdı. Başım suya batmasın diye gömleğimin yakasından tutmaktaydı. Kollarımda ve bacaklarımda tatlı bir gevşeklik vardı. Uzattım bacaklarımı; gerindim. Gözlerim yorulmuştu; kaşınıyorlardı. Sağ elimi kaldırarak gözlerimi ovuşturmak istedim. Ama zor geldi bunu yapmak. Kolumu kaldıramamıştım. Sudan dışarıya çıkarımıyordum kolumu. Ama çıkardığım zaman kolumun yeşil, ağımsı bir maddeyle kaplı olduğunu görerek şaşırdım. Kolumu gözlerimin önünde tutarak baktım. Yeşile kaplanmış gibi görünen kolumun dış çizgileri yoğun yeşil bir ışık saçıyordu. Telaşla ayağa kalkarak kanalın ortasında durup gövdeme baktım. Göğsüm, kollarım, bacaklarım yemyeşildi, koyu yeşil bir renkteydi. Yapış yapış görünüyordu tüm gövdem. Don Juan’ın yıllar önce tatala bitkisinin kökünden benim için yapmış olduğu o heykelciğe benzemiştim.
Don Juan sudan çıkmamı söyledi. Sesi telaşlı gibi gelmişti bana.
“Yeşillenmişim,” dedim.
Don Juan tasalı bir biçimde, “Kes şimdi,” dedi, “vaktin kalmadı. Çık ordan. Su kıstıracak şimdi seni. Çabuk çık! Çık diyorum! Çık!”
Ürküyle fırlayıp, çıktım.
Don Juan, odasında karşılıklı oturup yerleşir yerleşmez, olağan bir sesle, “Bu kez başından geçenlerin hepsini anlat bana,” dedi.
Deneyimimdeki sıra ilgilendirmiyordu onu; yalnızca, sığlığa bakmamı söylediğinde nelerle karşılaştığımı bilmek istiyordu. Ayrıntılarıyla anlatmamı istiyordu ondan. Görmüş olduğum duvarı anlattım.
Duvarın, aslında, önümde bulunduğunu söyledim. Ama don Juan, duvar ya sağımdaydı ya da solumdaydı diye dayatıyordu.
“Duvarı ilk gördüğünde, nerdeydi? Gözlerini kapa ve anımsayana dek açma.”
Don Juan ayağa kalkmış ve, ben gözlerimi kapalı tutarken, beni subaşında otururken bulunduğum gibi doğuya dönük bir duruma getirmişti. Ardından, hangi yana doğru hareket etmiş olduğumu sordu.
Ben de ileriye, öne doğru devinmiş olduğumu söyledim. Don Juan, anımsamam gerektiğinde ve, düşüncelerimi suyu kabarcıklar halinde gördüğüm zamana çevirmemde diretiyordu.
“Hangi yöne doğru akıyorlardı?” diye sordu.
Don Juan, muhakkak anımsamam gerektiğini yinelerken, kabarcıkların sağıma doğru kaymış olduklarını anımsar gibi olmuştum. Ama, onun istediği biçimde kesin olarak emin olamıyordum. Don Juan beni sıkıştıra sıkıştıra, sonunda sezgilerimi bir düzene sokamadığımı anladım. Kabarcıkları ilk gördüğümde, sağa doğru kaymaktaydılar; ama irileşince, her yana doğru yayılıyorlardı. Kimileri bana doğru geliyor, kimileri de dört bir yana dağılıyorlardı. Hatta üzerimde ve altımda bile görüyordum kimilerini. Yani her yanımı sarmıştı bu kabarcıklar. Köpürdüklerinde çıkan sesi bile anımsıyordum; demek ki onları hem gözlerimle hem de kulaklarımla sezgilemiştim.
Kabarcıklar çok büyükleşip de içlerinden birine tutunabildiğim zaman, koca koca balonlar gibi birbirlerine sürtündüklerini “görmüştüm”.
Sezgimin ayrıntılarını anımsadıkça, çoşkum artmaya başlamıştı. Ama pek ilgilendirmemişti don Juan’ı bu gelişme, Kabarcıkların kaynaştığını gördüğümü anlattım ona. Bu, sırf, işitsel ya da sırf görsel bir etki değildi; ayrımsız bir şeydi, ama kristal gibi temiz, belirgin bir şeydi. Kabarcıklar, birbirlerini rendelercesine sürtüşüyorladı. Devinimlerini işitmiş ya da görmüş sayılmazdım. Duyumsamaktaydım. O seslerin devinimlerin bir parçası olmuştum.
Bu deneyimimi anlatırken, yüreğim oynamıştı. Don Juan’ın koluna yapışarak, büyük bir çoşkuyla onu sarsmaya başladım. Kabarcıkların bir dış yüzeyi olmadığını görmüştüm; ama gene de her biri ayrıymış gibi duruyor, yüzeyleri biçim değiştiriyor, çentik çentik-pürüzlü, gelişigüzel biçimler alıyordu. Kabarcıklar büyük bir hızla birleşiyorlar sonra birbirlerinden kopuyorlardı. Ama göz kamaştırıcı bir devinim değildi bu. Çok hızlı olmasına karşın o kadar da yavaş bir devinimdi.
Deneyimimi anlatırken anımsadığım bir başka şey de, kabarcıkların rengindeki nitelik olmuştu. Saydam, çok parlak ve yeşilimsi bir görünüşleri vardı. Ama görmeye alışık olduğum gibi bir renge benzeyen yanı yoktu bunun.
Don Juan, “Bırak zevzeklenmeyi,” dedi. “Bunlar önemsiz şeylerdir. Ben sana yönünü anımsa dedim, sen kalkmış renklerini anlatıyorsun.”
Herhangi bir şeye göre devindiğimi anımsayamıyordum. Ne var, don Juan, kabarcıklar başlangıçta hep sağıma-güneye doğru aktığına göre, güney doğrultusunu düşünmem gerektiğini ileri sürmekteydi. Gene, duvarın sağımda mı yoksa solumda mı bulunduğunu anımsamamı kesin bir biçimde buyurdu. Var gücümle anımsamaya çalıştım.
Don Juan “beni çağırdığında” ve, yani, kendime geldiğimde, galiba duvar solumda bulunuyordu. Duvara çok yakın bulunduğumdan, içine beton dökülen ağaç kalıbın girintili çıkıntılı izlerini görebiliyordum. Çok ince çıtalar kullanılmış bulunduğundan, bunların bıraktığı izler, yollu bir desen oluşturuyordu. Duvar çok yüksekti. Yalnızca bir ucunu görebiliyordum. Üzerinde köşe bulunmadığı dikkatimi çekmişti-ama eğmeçli bir biçimde kıvrılıyordu.
Don Juan, bu anlattıklarımı nasıl açımlayabileceğim düşünürcesine bir an sessiz oturdu; sonra da, tahmin ettiği başarılı duruma tam olarak geçememiş olduğumu söyledi.
“Ne yapmam gerekirdi?”
Bu soruma yanıt vermemiş, yalnızca dudaklarını büzerek düşünmeye başlamıştı.
Sonra, “Aslında başarılıydın,” dedi. “Bugün bi brujonun hareket etmek için suyu nasıl kullandığını öğrenmiş oldun.”
“Ama gördüm mü?”
Don Juan, şaşırmış gibi, yüzüme baktı. Gözlerini açarak,bo yeşil sisin içine birçok kez girdikten sonra bu sorunun yanıtını kendimin verebileceğimi söyledi. Ardından da, görüşmemizin yönünü ustalıkla değiştirerek aslında suyu kullanarak nasıl hareket edileceğini de tam olarak öğrenmemiş bulunduğumu, ama hiç olmazsa brujoların bunu yapabileceklerini öğrenmiş olduğumu, ve kanalın sığ yerine bakmamı söylediğinde, hareket ettiğimi göstermeyi amaçlamış bulunduğunu anlattı.
“Çok hızlı gidiyordun,” dedi. “Yöntemini iyi bilen bir adam denli hızlıydın. Epey zor oluyordu seni izlemem.”
Ta başlangıcından beri neler geçirdiğimi açıklaması için yakardım. Don Juan gülerek, işittiklerine inanmamış gibi hafif hafif başını salladı.
“Her şeyi başlangıcından öğrenmek istersin hep,” dedi. “Başlangıç diye bi şey yoktur ki! Yalnızca, kafandaki bi düşüncedir başlangıç.”
“Kanalın kıyısına oturup duman çektiğim zamana başlangıç diyorum,” dedim.
Don Juan, atılarak, “Ama sen dumanı tüttürmeden önce, ben seninle neler yapılacağını hesaplayıp durmuştum,” dedi. “Şimdi oturup anlatmam gerekir sana neler yapmış olduğumu, ama olmaz ki; o zaman, bi başka hususa götürür bu beni. O nedenle, başlangıçlara pek takmasan kafanı, galiba daha iyi olacak.”
“Öyleyse, kıyıya oturup tüttürmemden sonra neler olmuştu, onları anlat bari.”
Don Juan gülerek, “Sen kendin anlattın ya olanları.” dedi. “O yaptıklarım bir önem taşıyor mu, don Juan?”
Don Juan omuzlarını silkti.
“Yönergelerime harfiyen uydun; sise girip çıkman kolay
oldu. Sonra sesimi dinledin ve seni her çağrışımda kendine gelip yüzeye çıktın. Bir alıştırmaydı bu. Sonrası kolay oldu. Sisin seni götürmesi için bırakmıştın kendini. Ne yapılacağını bilirmiş gibi davranıyordun. Epey uzaklaşmıştın ki, seslenip seni gene çağırdım; ne kadar ötelere gitmiş olduğunu göresin diye o sığlığa baktırttım. Sonra da çekip çıkardım seni.”
“Yani, don Juan, ben suda gidiyor muydum?” “Gidiyordun. Hem de çok ötelere.”
“Ne kadar gittim?”
“Söylesem inanmazsın.”
Söylesin diye epey dil döktüm, ama don Juan, konuyu değiştirerek bir yere kadar gitmesi gerektiğini söyledi. Hiç olmazsa biraz çıtlatması için üsteledim.
“Meraktan çatlayacağım,” dedim.
Don Juan, “Sen kendi kendini çatlatıyorsun aslında,” dedi. “Bi düşünsene! Hani bi duvar görmüştün-onu düşün! Otur hasırına şurda, tüm ayrıntılarını düşün. Ola ki o zaman ne kadar uzaklara gitmiş olduğunu anımsarsın. Şu kadarını diyeyim şimdilik. Çok uzağa gitmiştin sen. Çok iyi bilmekteyim bunu, çünkü seni geri çekinceye dek canım çıktıydı. Orda bulunmasaydım, yiter giderdin de bi daha hiç dönmezdin. O zaman şimdi ölün kalmış olurdu senin o kanalın kıyısında. Hani bakarsın, kendiliğinden dönmüş olabilirdin. Her şey beklenir senden. Ne var, seni geri getirmek için harcadığım çabayı düşününce, şeye kadar gitmiş olman gerekir, yani...”
Don Juan uzun bir duraklamadan sonra sevecence yüzüme baktı.
“Ta Orta Meksika’daki dağlara dek mi desem,” dedi, “ne bileyim ne kadar gittiğini işte, Los Angeles’e mi desem; belki de Brezilya’ya gitmiştin.”
Don Juan ertesi akşam geç bir saatte dönmüştü. Ben de bu arada sezgilediğim şeylerden anımsadığım ne varsa yazmıştım. Yazarken, kanal boyunca bir aşağı bir yukarı her iki yöne doğru yürüyüp, bende bir duvar imgesini yaratan bir yeri bir yapıyı gerçekten görmüş olup olmadığımı araştırma düşüncesi geliverdi aklıma. Ola ki, diyordum kendi kendime, don Juan beni o baygın durumumda yürütmüş ve yol üzerindeki bir duvara baktırtmıştır. Sisi ilk gördüğüm zamanla, kanaldan çıkıp eve dönmemiz arasında geçen süre içinde, beni don Juan yürüttüğüne göre, en fazla üç kilometre yürümüş olabileceğimizi hesapladım. Ve kalkıp kanalın kıyısını her iki yöne doğru dörder kilometre gidene dek arşınladım. Bir yandan da, duvara değin imgeme benzeyen bir şey görür müyüm diye her yanı iyice inceliyordum. Bu sulama kanalı bir buçuk iki metre genişliğinde uzana giden yalın bir yapıydı, ve üzerinde, o beton duvarın zihnime işleyen imgesini andıran herhangi bir bölüme rastlayamamıştım.
Akşamüstü don Juan eve dönünce, hemen yanına koştum ve yazdıklarımı dinlesin diye asıldım. Dinlemek istemedi ve beni yere oturtup yüzüme baktı. Gülümsediği falan yoktu. Gözlerini benden ötelere dikmiş, bir şey düşünür gibi durmaktaydı.

Cvp: Bölüm 12

Birden sertleşen bir sesle, “Artık her şeyin ölüm saçtığını ayrımsamış bulunduğunu umarım,” dedi. “Su da, bekçi denli öldürücüdür. Dikkatli davranmazsan, su seni kapıverir. Dün az kalsın götürüyordu seni. Ama seni kapması için, senin bunu istemen gerektir. Gördün mü neymiş senin sorunun! Kendini bırakmayı istemektesin.”
Neden söz ettiğini anlamış değildim. Öyle ansızın olmuştu ki bu saldırısı, ne yapacağımı kestiremedim. Geveleyerek daha açık konuşmasını istedim. O da, isteksizce, vadideki su kaynağına gittiğini, su kaynağı perisini “gördüğünü” ve suyu “görme” fırsatını berbat etmiş bulunduğumu şimdi çok daha iyi anlamış olduğunu anlattı.
Aklım daha da karışmıştı.
“Nasıl yani?” diye sordum.
Don Juan, “Bu peri bi güçtür.” dedi, “Bu bakımdan güçlü
olmak gerekir onla karşılaşınca. Onun karşısındayken kendini bırakamazsın.”
“Ne vakit bırakmışım kendimi?”
“Dün, suda yeşil olduğunda.”
“Kendimi bırakmış falan değilim. Çok önemli bir an olduğunu düşünmüştüm bunun. Ve bana olanları anlatmak istemiştim sana.”
“Sen kimsin ki, neyin önemli neyin önemsiz olduğunu
düşünüyor, yargılıyorsun? Dokunduğun güçler hakkında bi şey bildiğin yok ki! İşte, su kaynağı perisi orda sana yardıma hazır duruyordu, evet, sen işleri berbat edene dek yardım ediyordu sana. Artık bilmem, neler gelecek başına. Su kaynağı perisinin gücüne dayanamadın, yenik düştün; artık her an seni çarpabilir.”
“Yani, yeşil olduğuma bakmam yanlış bir şey miydi?”
“Kendini kaptırdın diyorum sana. Kendini bırakmak istiyordun. Buydu yanlış olan şey. Söylemiştim sana bunu daha önce, gene de söyleyeceğim. Bi brujonun dünyasında yaşamını sürdürmenin tek yolu bi savaşçı olmaktır. Bi savaşçı her şeye karşı saygılı davranır ve mecbur kalmadıkça hiçbi şeyi ayağının altında çiğnemez. Dün saygılı davranmadın suya karşı. Genellikle iyi huylu birisin. Ama, dün ölümüne bıraktın kendini-ahmak enayi! Bi savaşçı bile bile ortak olmaz hiç bi şeyle; kendini sakınır bi savaşçı. Eğer bir işe girişmişse, sokmuşsa burnunu bir şeye, şunu iyi bilesin ki ne yaptığının farkındadır o.”
Ne diyeceğimi şaşırmıştım. Don Juan iyice öfkelenmiti. Bu da ayrıca tasalandırıyordu beni. Bana karşı böyle davrandığı olmazdı pek. Kötü bir şey yaptığımın farkında olmadığımı söyledim. Birkaç dakika süren gergin bir sessizlikten sonra don Juan şapkasını çıkararak gülümsedi ve ordan gitmemi ve kendimi bırakma huyumu düzeltene dek oraya dönmememi söyledi. Ayrıca, sudan uzak durmamı, üç dört ay kadar gövdemin hiçbir yerine su değdirmememi vurgulayarak belirtti.
“Duş almadan nasıl yaparım?” diye sızlandım.
Don Juan gözyaşları yanaklarına akana dek güldü.
“Duş almadan yapamazsın ha! Bazen öyle çaresiz görünüyorsun ki, rol yapıyormuşsun gibi geliyor bana. Bak! Şaka bi yana, bazen öyle düşünmeden sellemehüsselâm işler yapıyorsun ki, yaşamındaki güçlere peşkeş çekiyorsun kendini.”
Sürekli olarak kendimi denetim altında tutmamın insandışı, olanaksız bir şey olduğunu ileri sürdüm. Don Juan karşılık olarak, bir savaşçının denetleyemeyeceği hiçbir şeyin bulunmadığını belirtti. Ben de karşı çıkarak, kazalardan söz ettim ve su kanalında başıma gelenlere de kaza olarak bakılabileceğini söyledim. İstemeye istemeye ve bilinçsizce yaptığıma göre, bunun da bir kaza sayılmasının doğal olacağını anlattım. Birçok kimsenin başına gelen felaketlerin de bir bakıma kaza sayılabileceğinden falan söz ettim. Örnek olarak, sürdüğü kamyon devrilince ağır yaralanan yaşlı ve iyi bir adam olan Yaqui Kızılderilisi Lucas’ı gösterdim.
“Kazalardan kaçınmamız mümkün değil herhalde,” dedim. “Hiçbir kimse çevresindeki her şeyi denetleyemez ki!”
Don Juan, “Haklısın,” dedi. “Ama her şeye de kaçınılmaz bi kaza diye bakamayız. Lucas, bi savaşçı gibi yaşamıyor. Öyle yaşamış olsaydı, beklediğini ve neyi beklediğini bilmiş olurdu; içkili olduğu bi sırada kullanmazdı o kamyonu. Yoldan çıkıp bi kayaya toslatmış kamyonunu; çünkü sarhoşmuş. Yok yere gövdesini ezmiş.”
Don Juan sürdürerek, “Yaşam koşulları, ölçüp biçip onlardan yararlanma alıştırmalarıdır bir savaşçıya,” dedi. “Oysa sen yaşamın anlamını bulmaya çalışmaktasın. Ne yapsın yaşamın anlamını bi savaşçı! lucas da bi savaşçı gibi yaşamış olsaydı-üstelik onun elindeydi bunu yapmak, hepimizin elindedir bunu yapmak-koşulları ölçüp biçip öyle yaşardı o vakit. Ama ne oldu, kaburgalarını ezen o kazadan kaçınamadı. Bi savaşçı olsaydı Lucas, şimdi o boktan evinde pinekleyip aç acına oturmazdı. Sonuna dek sürdürürdü savaşımı.”
Don Juan’a, eğer kendi başına bir kaza gelseydi de bacakları kötürüm olsaydı, o zaman ne yapardı diye sordum.
Don Juan, “E.., önleyemez de bacaklarımı yitirirsem,” dedi, “o zaman artık bi adam falan sayılmam. O zaman öteler de beni bekleyen şeye kavuşur giderim.”
Don Juan bunları derken elini çevresinde şöyle bir savurmuştu.
Beni yanlış anladığını belirterek, aslında bu soruyu, hiçbir kimsenin gündelik yaşımındaki edimlerin değişkenliğini önceden göremeyeceğini belirtmiş olmayı amaçlayarak sormuş olduğumu açıkladım.
Don Juan, “Onu bunu bilmem ben,” dedi. “Benim bildiğim, bi savaşçının boş yere kendisini ortaya koymayacağıdır. Yol ortasında durup marizlenmeyi beklemez o. Ancak böyle davranarak bilinmezden korur kendisini. Sizin kaza dediğiniz şeyler, çoğu kez kolaylıkla kaçınılabilecek şeylerdir. Kendisine çekidüzen vermeden yaşayıp giden ahmaklar başka tabii.”
“Her zaman da her şeyi ince eleyip sık dokuyarak yaşanmaz ki,” dedim. “Birisi eline güçlü bir tüfek alıp dürbünle sana nişan alsa, beş yüz metreden seni vurması işten bile değildir. O zaman ne yaparsın?”
Don Juan, duyduklarına inanmamışçasına bana baktı ve bir kahkaha kopardı.
“Peki, ne yaparsın o vakit?” diye bastırdım.
Don Juan bana öykünerek, “Birisi beni dürbünlü bi tüfekle beklese...” diye dalga geçti.
“Evet, diyelim ki adam bir yere saklanmış, seni bekliyor. Bir şey yapamazsın o vakit. Durduramazsın kurşunu.”
“Doğru. Durduramam. Ama ne demek istediğimi anlamazsın ki!”
“Demem şu ki, ne denli bir savaşçı gibi yaşasan da, böyle bir durumda elinden bir şey gelmez.”
“Öyle mi sanıyorsun? Pekâlâ gelir. Birisi elinde güçlü bir silahla, hem de dürbünlü bi silahla bekliyorsa ben de çıkmam ortaya.”

Cvp: Bölüm 12

.