1

Konu: Bölüm 10

30 Mayıs 1969’da gene don Juan’a gitmiş ve daha doğru dürüst selamlaşmadan, pat diye “görme”yle ilgili bir deneyim daha yapmak istediğimi söylemiştim. Don Juan sabırlı olmamı, vaktin henüz gelmediğini söylüyordu; ama ben bir keçi inadıyla hazır bulunduğumu ileri sürüyordum.
Don Juan, onu soru yağmuruna tutama pek aldırmış görünmüyordu. Ama, gene de konuyu değiştirmeye yelteniyordu. Yakasını bırakmadım ve sabırsızlığımı yenebilmem için neler önerebileceğini sordum.
“Bi savaşçı gibi davran, yeter,” dedi.
“Nasıl yani?”
“İnsan, savaşçı gibi davranarak öğrenir bunu, konuşarak değil.”
“Bir savaşçı, ölümünü aklından çıkarmamalıdır demiştin. Oysa ben hep yapmaktayım bunu; herhalde başka bir şeyler de yapmam gerekiyor.”
Don Juan, sabrı taşmış gibi dudaklarını çıklattı. Ben de, onu kızdırmak istemediğimi, isterse hemen Los Angeles’e dönmeye hazır bulunduğumu söyledim. Don Juan omuzumu tıpışlayarak bana hiç kızgınlık duymamış olduğunu, ama benim artık bir savaşçının ne demek olduğunu bildiğimi sandığını söyledi.
“Bir savaşçı gibi yaşamam için neler yapmalıyım?” diye sordum.
Don Juan şapkasını çıkarıp şakaklarını kaşımaya başladı. Gözlerini bana dikerek gülümsedi.
“Her şeyin uzun uzadıya anlatması gerek sana, di mi?” “Başka türlü girmiyor kafama işte.”
“Ama değişebilir bu.”
“Nasıl değişeceğimi de bilmiyorum ya! Zaten bu yüzden istiyorum senden, bir savaşçı gibi yaşamak için neler yapmam gerektiğini anlatmanı. Bilmiş olsaydım, herhalde bir yolunu bulur kendimi düzeltirdim.”
Bu dediğimi çok gülünç bulmuş olacak ki, gülerek sırtımı sıvazladı.
Ordan çekip gitmemi isteyecekmiş gibi bir duygu içindeydim. Onun için, çabucak hasıra yerleşip yüzümü ona döndüm ve birkaç soru daha sormaya başladım. Ne bakımdan beklemem gerektiğini öğrenmek istiyordum.
Don Juan, bekçiyle yaptığım savaşım sırasında almış olduğum “yaraları sağaltmadan” önce, acele ederek, gelişigüzel bir biçimde “görme”ye çalışırsam, ben istemesem bile bekçiyle yeniden karşılaşmamın çok olası olduğu açıklamasını yaptı. Ve bu durumda hiç kimsenin böyle bir karşılaşmadan sağ çıkamayacağını belirtti. Ve, “Görme işine yeniden girişmeden önce bekçiyi tamamen unutmuş olman gerekir.” diye ekledi.
“Bekçiyi nasıl unutabilirim ki?”
“Bi savaşçı, unutmak için istencini ve sabrını kullanmalıdır. Bunlarla yapamayacağı şey yoktur zaten.”
“Ama ben savaşçı değilim ki?”
“Büyücülerin yöntemlerini öğrenmeye başladın. Artık geri dönecek, yerinecek vaktin kalmadı. Yalnızca, bi savaşçı denli, sabır ve istençle çalışacak vaktin kaldı-istesen de istemesen de bu iş böyle!”
“Nasıl çalışır bir savaşçı bunlar için?”
Don Juan, yanıt vermeden önce bir süre düşündü. Sonunda, “Bunu lafla anlatabilmem olanaksız,” dedi.
“Özellikle istenç konusunu... Çok güzel bi şeydir istenç. Gizemli bir biçimde gelişir o. İstencin nasıl kullanılacağını açıklayabilecek bi yöntem gelmiyor aklıma. İstencin, son kerte şaşırtıcı sonuçlar yarattığını söyleyim, o kadar. Bilmen gereken ilk şey, insanın istencini geliştirebileceği gerçeği olmalıdır. Savaşçı bunu bildiğinden, bekler durur onun gelişmesini. Senin yanılgın şu ki, sen, istencini beklemekte olduğunu bilmiyorsun.
“Velinimetim bana bi savaşçının beklemekte olduğunu bildiğini ve neyi beklediğini bildiğini söylerdi hep. Sana gelince, sen beklediğini biliyorsun; yıllardır burda benimlesin, ve daha neyi beklediğini bile bilmiyorsun. Sıradan birisinin neyi beklediğini bilmesi olanaksız değilse bile çok zor bi şeydir. Oysa, bi savaşçı için bi sorun değildir bu; istencini beklediğini pekâla bilmektedir o.”
“Nedir bu istenç dediğin şey? Kararlılık mı; yani, örneğin torunun Lucio’nun bir motosiklet sahibi olmayı aklına koyması gibi bir şey midir?”
Don Juan kıkır kıkır gülerek, “Öyle değil,” dedi. “İstenç diyemeyiz buna. Lucio’nunki sırf düşkünlüktür. Başka bi şeydir istenç! İnsanın kullandığı bi şeydir istenç; örneğin, yitirilmesi kesin gözüyle bakılan bi savaşçı kazanması gibi...”
“Öyleyse cesaret dediğimiz şey olmalı bu istenç!” dedim
“Hayır. Yüreklilik başka bi şeydir. Cesur kimseler, güvenilir kişilerdir, her zaman çevrelerinde bi sürü hayranları bulunan soylu kişiler... Ama cesur kişilerin çok azında bulunur istenç. Bunlar genellikle sağduyuya dayanan atakça edimlerde bulunan gözüpek kimselerdir; çoğu da aslında korkak olur ve çevrelerine korku salarlar. Oysa, istenç, sağduyuya meydan okurcasına yapılan akıl almaz, başarılı işlerle ilgilidir.”
“Kendimizi denetlememiz, yönetmemiz mi oluyor bu istenç?” diye sordum.
“Evet, bi bakıma kendi kendimizi kontrol etme anlamına da gelebilir.”
“Örneğin, kimi şeylerden vazgeçmekle mi?” diye taşı gediğine koyuverdi.
Bunu öyle haşarı bir biçimde söylemişti ki, ona bakmak için not almayı bıraktım. İkimiz de gülüştük.
Don Juan, “Hayır,” diye sürdürdü. “Kimi şeylerden vazgeçmek de bi tür düşkünlük sayılır ki benim böyle bir şeyi önerdiğim falan yok. O yüzden göz yumuyorum bütün bu soruları sormana. Soru sormayı kesmeni söylesem, bu kez, soru sormamaya çalışarak istencini çarpıtmaya başlayabilirdin. Düşkünlüğün en kötü biçimidir bence isteklerine gem vurmak; çünkü bunu yapan kişi, büyük bi şeyler yapmakta olduğu kanısına saplanır. Oysa, kendi iç dünyasına kapanmaktan başka bi şey yapmış olmuyordur o kişi. Soru sormayı kesmenin, benim sözünü ettiğim istençle bir ilintisi yoktur. İstenç, bi güçtür. Bi güç olduğundan ötürü de denetlenmesi, bir düzene sokulması gerekir ki bu da zaman alır. İşte bunu bildiğim için, sana karşı sabırlı davranmaktaydım. Ben senin yaşındayken, ben de senin gibi tez canlıydım. Ama değiştim. Düşkünlüklerimize karşın, istencimiz gelişir. Örneğin, senin istencin, içindeki yarığı azar azar açmaya başladı bile.”
“Hangi yarıktan söz ediyorsun?”
“Hepimiz içinde bi yarık bulunuyor; bi bebeğin başında ki, bebek büyüdükçe kapanan bıngıldak gibi bi boşluk; işte bu yarık da, istencimiz geliştikçe daha da genişler.”
“Neremizdedir bu yarık?”
Don Juan, karnını göstererek, “Saydam telciklerimizin bulunduğu yerde,” dedi.
“Nasıl bi şeydir bu, ne işe yarar?”
“Bir açıklıktır. İstencin bi ok gibi dışarıya fırlamasına yol açan bir açıklık...”
“Bir nesne midir istenç? Ya da nesne gibi bir şey midir?” “Değildir. Sırf, anlayasın diye öyle demiştim. Büyücülerin istenç dediği şey içimizdeki bi güçtür. Düşünce değildir; nesne, istek falan da değildir. Soru sormayı kesmek, istenç olamaz; çünkü düşünceyle ve istekle ilgisi vardır. Düşüncelerin, sana, yenildiğini söylerken seni utkun kılan şeydir istenç. Kişiyi, hiçbi şeyden incinmez duruma sokan bi şeydir istenç. Bi büyücüyü duvardan geçirten, uzayı aşırtan; isterse aya götüren bi şeydir istenç.”
Sormak istediğim bi şey kalmamıştı. Yorgun ve bir bakıma da gergin bir durumdaydım. Don Juan’ın, gitmemi söyleyeceğinden korkuyor, bu yüzden tasalanıyordum.
Don Juan birden, “Hadi tepelere çıkalım,” diyerek ayağa kalktı.
Yolda gene sözü istenç konusuna getirerek, not tutamamamdan duyduğum üzüntümle alay etti.
İstenci, insanla dünya arasındaki gerçek bağ olarak betimliyordu. Dünya sözcüğüyle, ne biçimde sezersek sezelim, sezgi alanımıza giren her şeyi kapsamak istediğini önemle belirtmişti. Don Juan, “dünyayı sezme”nin, dünyanın bize sunduğu her şeyi algılama sürecinin bir sonucu olduğunu ileri sürmekteydi. İşte bu “sezme” işi, duyularımızla ve istencimizle yapılırmış.
Bu istenç, altıncı his midir diye sordum. Ve istencin, sezilen dünyayla kendimiz arasındaki bir bağ, bir ilişki olduğu yanıtını aldım.
Not alabilmem için bir süre durmamızı önermiştim. Don Juan gülerek yürümesini sürdürdü.
Don Juan o gece gitmemi falan istemedi. Ertesi günü kahvaltıdan sonra istenç konusunu yeniden açtı.
“İstenç deyince insanlar, iradeyi, yani karakter sahibi ve sağlam yaradılışlı olmayı anlarlar,” dedi. “Bi büyücüye göre istenç, içimizden çıkan ve dışarıdaki dünyaya sarılan bi güç demektir. İşte şuracaktın, göbeğimizdeki saydam telciklerin bulunduğu yerden çıkar o.”
Yerini belirtmek için göbeğini ovalıyordu.
“Buradan çıkar diyorum, çünkü onun buradan çıktığını hisseder insan.”
“Ne diye istenç adını taktın ona?”
“Ad falan takmadım ben. Velinimetim istenç demişti buna. Öbür bilgi adamları da istenç derler buna.”
“Sıradan bi kişi dünyadaki şeyleri yalnızca elleriyle ya da gözleriyle ya da kulaklarıyla ‘çakar’. Oysa bi büyücü bunlardan başka burnuyla, diliyle ve istenciyle de, evet özellikle istenciyle çakar her şeyi. Bunun nasıl yapıldığını anlatabilmem gerçekten olanaksızdır. Ama sen kendin, örneğin, nasıl olup da işittiğini anlatabilir misin bana? Tabii anlatamazsın. E, ben de işitebildiğim için, işittiğimiz şeylere değin bi şeyler anlatabiliriz, ama nasıl olup da işittiğimizi anlatamayız. Bi büyücü istencini dünyayı sarmak için kullanılır. Ne var, bu sezme, işitmeye benzemez. Biz dünyaya bakınca, ya da bi şeyler işitince, kendi dışımızda bi şeyler bulunduğunu, ve bi şeylerin gerçek olduğu izlenimini elde ederiz. Oysa dünyayı istencimizle sezdiğimiz zaman, onun, ‘dışarımızda’ymış gibi olmadığını, ‘gerçek’miş gibi olmadığını biliriz.”
“Görme gibi bir şey midir bu istenç?”
“Değildir. Bi güçtür istenç, bi erktir. Görme ise bi güç değildir-daha çok bi şeyin iç yüzünü ortaya çıkarmaya yarar. Güçlü bir istence sahip olup da göremeyen büyücüler olabilir; demek oluyor ki, yalnızca bi bilgi adamı dünyayı hem duyularıyla ve istenciyle hem de görmesiyle sezebilir.”
Bekçiyi unutmak amacıyla istencimi nasıl kullanacağım konusunda aklımın daha da karışmış olduğunu anlattım don Juan’a. Bu söylediklerim ve şaşkın duruşum, don Juan’ı pek keyiflendirmişti.
Gülerek, “Konuştukça, daha da aklın karışır dememiş miydim sana!” dedi. “Ama hiç olmazsa şimdi istencini beklemekte olduğunu bilmektesin. Evet, onun ne olduğunu, nasıl ortaya çıkacağını henüz bilmiyorsun. Bu nedenle yaptığın her şeye dikkat et. Yapmakta olduğun bütün bu küçük şeylerin ta içinde gizlidir istencini geliştirmene yardımcı olacak olan şey.”

Cvp: Bölüm 10

Don Juan bütün sabah ortalıkta görünmemişti; öğleden sonra, kurutulmuş bitki dolu bir bohçayla döndü. Başıyla, kendisine yardım etmemi imledi; tam bir sessizlik içinde saatlerce bitkileri ayıklayarak çalıştık. İşimiz bitince, dinlenmek için oturduğumuzda, don Juan içten bir gülümsemeyle bana baktı.
Kendisine, notlarımı gözden geçirdiğimi ve bir savaşçı olmanın neleri gerektirdiğini ve istenç fikrinin tam olarak ne anlama geldiğini hâlâ anlayamamış bulunduğumu ağırbaşlı bir biçimde söyledim.
Don Juan, “İstenç bi fikir, bi düşünce değildir,” dedi. Bütün gün boyunca ilk kez konuşmuş oluyordu benimle. Uzun bir duraklamadan sonra, sürdürdü: “Senle ben, farklı kimseleriz. Karakterlerimiz farklı. Senin benden daha yeğin bi yaradılışın var. Ben senin yaşındayken zorlu, saldırgan bi kimse değildim, ama kaba huylarım da vardı. Oysa sen bunun tam karşıtısın. Velinimetim de tıpkı senin gibiydi; o, çok iyi bir öğretmen olurdu sana. Ulu bir büyücüydü velinimetim; ama görmemişti. Yani benim gördüğüm gibi, Genaro’nun gördüğü gibi... Ben dünyayı görmeme göre anlıyorum, yaşamımı ona göre yönlendiriyorum. Oysa, velinimetim, bi savaşçı olarak yaşamak zorundaydı. İnsan bi kez görünce, gerekmez artık savaşçı gibi, ya da başka bi şey gibi yaşaması. Çünkü o artık her şeyi olduğu gibi görüyor ve yaşamını ona göre yönlendiriyordur. Ama senin karakterinde olan birisi, belki de hiç öğrenemez görmeyi', ki bu durumda da tüm yaşamın boyunca bi savaşçı olman gerekecektir.
“İşte bilgi, bu denli ürkünç bi duruma geldiği an, insan, tepesinde dikilmiş duran ölümle kaçınılmaz bir ortaklık kurmuş olduğunu kavrayıverir. Güce dönüşen her bi bilginin güç kaynağı, ölümden başka bi şey değildir. Son aşama hep ölümdür ve ölümün dokunduğu her şey güce dönüşür.
“Büyücülük yolunu izleyen bi kimse, bu yolun her dönemecinde bi kıpıda yok oluverme gerçeğiyle burun buruna yaşar. Keskin bi biçimde, ölümünün bilincindedir. Bu ölüm bilinci olmasaydı, sıradan işlerle uğraşır, sıradan bi kimse olurdu zaten. Kişinin bu dünyadaki olağan zamanını büyüsel güce çevirmesi için gereksindiği erke ve kendisini bi noktaya toplaştırma yetisine başka türlü nasıl kavuşulabilirdi ki!
“Demek ki bi savaşçı olmak için, insanın en başta kendi ölümüne değin keskin bi bilinçlilik içinde olması koşulu var. Ama aklımızı ölüme takarsak, ilgimizi kendimizden başka bi şeye yöneltmemiz olanaksızlaşır; bu da argın (mecalsiz) kılar bizi, yorar. Öyleyse, bi savaşçı olmak için yapmamız gereken ikinci şey, yansızlıktır. O zaman, birden ölüverme düşüncesi, bi saplantı olmaktan çıkar ve seni ırgalamaz artık.”
Don Juan konuşmasını keserek yüzüme baktı. Anlattıklarına değin düşüncelerimi bekler gibiydi.
“Anlıyor musun?” diye sordu.
Anlattıklarını anlamıştım, ama insanın nasıl olup da yansızlık duygusuna varabileceğine pek akıl erdirememiştim. Kendi çömezliğim açısından bakınca, bilginin o denli ürkünç bir duruma dönüşmesi gibi bir şeye rastlamış bulunduğumu belirttim. Gerçeği söylemek gerekirse, gündelik yaşamımda alışageldiğim birçok şeyin artık bana eskisi kadar önemli gözükmediğini; ve bir savaşçı gibi yaşamak istediğimi-istemekten de öte, zorunluluğunda bulunduğumu söyledim.
Don Juan, “Şimdi de yansız olman gerekiyor,” dedi. “Nasıl?”
“Yani her şeyden uzak tutacaksın kendini.”
“Olanaksız bu. Bir çekilgin (münzevi) gibi dünyadan el ayak çekmemi isteme benden.”
“Çekilginlik de bi düşkünlük, bi tutku sayılır. Benim öyle bi şey istediğim yok ki! Münzevilerin yansızlıkla bir ilintisi olamaz; çünkü onlar münzeviliğe adamışlardır kendilerini.
“İnsanın kendisini hiçbi şeye bağlamamasını, yeterince yansız olmasını yalnız ve yalnız ölüm fikri sağlar. Yalnız ölüm düşüncesidir ki, insanı yeterince yansız kılar ve böylece artık o insan kendisini hiçbi şeyden yoksun bırakmaz. Ne var ki, böyle birisi, hiçbi şeye tutkun değildir; çünkü yaşamdaki her şeye karşı olan tutkusunu sessizce yöneltebilecek duruma gelmiştir. Ölümün, sezdirmeden yaklaştığını bilmektedir, ve hiçbi şeye takılacak, saplanacak vakti olmadığını çok iyi kavramıştır. O da ne yapar? Hiçbi şeye tutulmadan her şeyi dener durur.
“Ölümü durdurmanın olanaksız olduğunu bilen bi kişinin, kendisinden yana olan tek bi şeyi kalmıştır: Karar verme gücü. Yani o kişi neyi seçeceğini çok iyi bilmek zorundadır. Bi seçim yaptıktan sonra da, tek sorumlunun kendisi olduğunu ve acınacak, yerinecek zaman kalmadığını bilir. Kararları kesindir; çünkü, ölümü, ona herhangi bi şeye tutulup oyalanacak zamanı vermez.
“İşte böylece, bi savaşçı, ölümün bilinciyle, ve yansızlığıyla ve kararlılığının verdiği güçle tüm eylemlerini belirli bi noktaya yönelterek yaşamını düzenler. Ölümün bilinci, onu yansız kılar ve tutkularını dingincesine yöneltmesine neden olur. En son verdiği kararlar, yerinmesine gerek kalmadan seçim yapabilmesine yol açarlar; ve yaptığı seçimler yaşam düzeni açısından en yerinde seçimlerdir. İşte böylece, savaşçı, her yaptığı işi tat ala ala ve büyük bir etkinlikte yürütür.
“Bi insan bu biçimde davranabiliyorsa, artık ona bi savaşçı diyebiliriz, sabırlı olmayı öğrenmiş diyebiliriz.”
Don Juan, söylemek istediğim bir şey var mıdır diye sordu. Betimlediği biçimdeki bir tutumu kazanmak için yaşam boyu uğraşmak gerekeceğini belirttim. Don Juan, onunla birlikte olduğum zamanlar sık sık ona karşı çıktığımı ve gündelik yaşamım boyunca bir savaşçı gibi davrandığımı ya da en azından davranmaya çalıştığımı bildiğini söyledi.
Gülerek, “Pençelerin pek yaman,” dedi. “Ara sıra göster bakalım. İdman yapmış olursun.”
Ellerimi pençe gibi yapıp hırladım. Don Juan gülüyordu. Sonra boğazını temizleyerek konuşmasını sürdürdü.
“Sabırlılığı öğrenen bi savaşçı, artık istence yönelmiştir. Nasıl beklenileceğini bilir. Ölümü, yanıbaşında oturmuş bek lemektedir-iki arkadaştırlar sanki. Ölümü, ona, gizemli biçimlerde neleri seçmesi gerektiğini, eylemlerini bi noktada toplaştırarak düzenli bi yaşamı nasıl sürdürebileceğini önerip durmaktadır. Ve bekler savaşçı! Bi savaşçının acele etmeden öğrendiğini söyleyebilirim; çünkü, istencini beklediğini bilmektedir o. Ve bi gün gelir, olağan durumlarda yapılmasına olanak bulunmayan bi şeyi yapıverir. Bu olağandışı, başarısından haberi bile yoktur kimi kez. Ne var ki, bu yapılamaz işleri yapıp durdukça ya da başına olağandışı işler gele gele, bi tür gücün ortaya çıkmakta olduğunu çakıverir. Bilgi yolunda ilerledikçe, gövdesinden yayılan bi güç... Önceleri, karnı karıncalanılmış gibi gelir ona; ya da bi türlü dinmeyen bir yanma duygusu... Çok geçmeden bir ağrıya, bi tedirginliğe dönüşür bu. Kimi kez bu ağrı, bu tedirginlik öylesine çoğalır ki, aylarca çaresizlik içinde çırpınır, kıvranır savaşçı. Ne denli çok olursa bu çırpmış, o denli yararlı olur onun için. Büyük acılar, ulu bi gücü muştular.
“Kıvranışlar bitince, savaşçı her şeye karşı yabansı duygular içinde bulunduğunu görür. Gövdesinden, göbeğinin hemen altında ya da hemen üstündeki bi yerden fışkıran bi duyguyla istediği her şeye gerçekten dokunabildiğini bulgular. İşte, istençtir bu duygu. Ve savaşçı onunla tutmayı becerince, artık o savaşçıya büyücü oldu denir-istencine kavuşmuş denir.”
Don Juan, diyeceğim, soracağım bir şey var mı gibilerde, konuşmasını kesmişti. Söylenecek bir şeyim yoktu. Bir büyücünün ağrılar içinde kıvranmak zorunda kalması konusu beni epey tasalandırıyordu; ama, benim de böyle bir aşamadan geçip geçmeyeceğimi sormaya sıkılıyordum. Uzun bir sessizlik sonra, dayanamayıp sordum. Don Juan bu soruyu beklermişçesine, kıs kıs güldü. İlle de ağrı çekilecek diye bir şey bulunmadığını; örneğin, kendisinin ağrı sızı falan duymadığını, istencinin birden ortaya çıkıverdiğini söyledi.
“Bi gün dağlarda geziyordum,” dedi, “bi pumaya rastladım. Dişi bi pumaydı bu; kocamandı ve açtı. Ben kaçmaya başladım, puma da ardıma düştü. Bi kayaya tırmanıverdim. Hayvan bir iki metre uzağımda şöyle bi durup üzerime atılmaya hazırlandı. Birkaç taş attım üzerine. Homurdanıp bana doğru koşmaya başladı. İşte tam o anda istencim bütünüyle ortaya çıkıverdi. Puma üstüme çullanmadan önce, onu istencimle durdurdum. İstencimle onu okşamaya başlamıştım. Memelerini falan okşadım gerçekten istencimle. Puma uykulu gözlerle bana baktı ve yere uzandı. Ben de deliler gibi kaçtım ordan, bakarsın, hayvan kendine geliverir diye düşünerek.”
Don Juan çok gülünç bir biçimde şapkasını iki eliyle kavrayıp, canını kurtarmak için çalataban koşan bir adamın davranışlarını yaptı.
Ben, kendi istencime kavuşmak uğruna, dişi dağ aslanlarıyla sancılı çırpınışları beklemek zorunda kalmaktan pek zevk alacağımı sanmadığımı belirttim.
Don Juan, “Velinimetim büyük güçlere egemen bi büyücüydü,” diye sürdürdü. “Sapına kadar savaşçıydı o. En görkemli başarısı da işte bu istenciydi. Ama onu da aşmak olasıdır-görmeyi öğrenerek... Görmeyi öğrenen kişinin savaşçı gibi yaşamaya, büyücü olmaya kalmaz bi gereksinmesi. İnsan bi kez görmeyi öğrendi mi, hiçbi şey olmadan her şey olmuş sayılır. Yani, yok olmuş demektir, ama gene de ortadadır. Ben derim ki, insan istediği her şeyi olabilir, istediğini elde edebilir o zaman. Ne ki, bi şeycik istemez o; ve öbür insanlarla oyuncak gibi oynamak yerine, onları kendi saçmalıklarının ortasında karşılar. Tek fark şudur ki, görebilen bir adam kendi saçmalıklarını bile bile yapmaktadır; oysa çevresindekiler öyle yapmazlar. Görebilen bir adamın artık pek etkin bir ilintisi kalmamıştır çevresindekilerle. Görme olayı, onu o ana dek bildiği her şeye karşı bütünüyle yansızlaştırmış, umursamazlaştırmıştır.”
“Bildiğim, tanıdığım her şeye karşı yansız olmayı sırf düşünmek bile tüylerimi ürpertiyor,” dedim.
“Şaka mı ediyorsun? Artık hiçbi şeyi gözlemez durumda olmak değil de, yaşamın boyunca hep şimdiye dek yapmış bulunduğun şeyleri yapıp durmak tüylerini ürpertmelidir asıl. Yaşamı boyunca her yıl mısır ekmekten başka bi şey yapmayan bir adamı düşün: bi gün gelecek, adam yaşlı köpekler gibi ortalıkta sürünüp duracaktır. Düşünceleri, duyguları, yani olanca varlığı, yapageldiği bu tek şeyin, mısır ekmenin çevresinde aylakça dönecektir. Bundan daha pis bi savurganlık düşünemem ben.
“İnsanız biz. İnsanın yazgısı öğrenmektir; akıl almadık yepyeni âlemlere fırlatılmaktır.”
Yarım ağızla, “Sahiden yeni âlemler var mıdır bizler için?” diye sordum.
Don Juan kesin bir dille, “Daha ne gördük ki, ahmak oğlan!” dedi. “Arı yaşam sürdürenler içindir görmek. Ruhunu şimdi tavla ki, bi savaşçı olasın; görmeyi öğrenesin. O zaman anlayacaksın önüne serilecek yeni âlemlerin sonu gelmeyeceğini.”

Cvp: Bölüm 10

.