Konu: Bölüm 10
30 Mayıs 1969’da gene don Juan’a gitmiş ve daha doğru dürüst selamlaşmadan, pat diye “görme”yle ilgili bir deneyim daha yapmak istediğimi söylemiştim. Don Juan sabırlı olmamı, vaktin henüz gelmediğini söylüyordu; ama ben bir keçi inadıyla hazır bulunduğumu ileri sürüyordum.
Don Juan, onu soru yağmuruna tutama pek aldırmış görünmüyordu. Ama, gene de konuyu değiştirmeye yelteniyordu. Yakasını bırakmadım ve sabırsızlığımı yenebilmem için neler önerebileceğini sordum.
“Bi savaşçı gibi davran, yeter,” dedi.
“Nasıl yani?”
“İnsan, savaşçı gibi davranarak öğrenir bunu, konuşarak değil.”
“Bir savaşçı, ölümünü aklından çıkarmamalıdır demiştin. Oysa ben hep yapmaktayım bunu; herhalde başka bir şeyler de yapmam gerekiyor.”
Don Juan, sabrı taşmış gibi dudaklarını çıklattı. Ben de, onu kızdırmak istemediğimi, isterse hemen Los Angeles’e dönmeye hazır bulunduğumu söyledim. Don Juan omuzumu tıpışlayarak bana hiç kızgınlık duymamış olduğunu, ama benim artık bir savaşçının ne demek olduğunu bildiğimi sandığını söyledi.
“Bir savaşçı gibi yaşamam için neler yapmalıyım?” diye sordum.
Don Juan şapkasını çıkarıp şakaklarını kaşımaya başladı. Gözlerini bana dikerek gülümsedi.
“Her şeyin uzun uzadıya anlatması gerek sana, di mi?” “Başka türlü girmiyor kafama işte.”
“Ama değişebilir bu.”
“Nasıl değişeceğimi de bilmiyorum ya! Zaten bu yüzden istiyorum senden, bir savaşçı gibi yaşamak için neler yapmam gerektiğini anlatmanı. Bilmiş olsaydım, herhalde bir yolunu bulur kendimi düzeltirdim.”
Bu dediğimi çok gülünç bulmuş olacak ki, gülerek sırtımı sıvazladı.
Ordan çekip gitmemi isteyecekmiş gibi bir duygu içindeydim. Onun için, çabucak hasıra yerleşip yüzümü ona döndüm ve birkaç soru daha sormaya başladım. Ne bakımdan beklemem gerektiğini öğrenmek istiyordum.
Don Juan, bekçiyle yaptığım savaşım sırasında almış olduğum “yaraları sağaltmadan” önce, acele ederek, gelişigüzel bir biçimde “görme”ye çalışırsam, ben istemesem bile bekçiyle yeniden karşılaşmamın çok olası olduğu açıklamasını yaptı. Ve bu durumda hiç kimsenin böyle bir karşılaşmadan sağ çıkamayacağını belirtti. Ve, “Görme işine yeniden girişmeden önce bekçiyi tamamen unutmuş olman gerekir.” diye ekledi.
“Bekçiyi nasıl unutabilirim ki?”
“Bi savaşçı, unutmak için istencini ve sabrını kullanmalıdır. Bunlarla yapamayacağı şey yoktur zaten.”
“Ama ben savaşçı değilim ki?”
“Büyücülerin yöntemlerini öğrenmeye başladın. Artık geri dönecek, yerinecek vaktin kalmadı. Yalnızca, bi savaşçı denli, sabır ve istençle çalışacak vaktin kaldı-istesen de istemesen de bu iş böyle!”
“Nasıl çalışır bir savaşçı bunlar için?”
Don Juan, yanıt vermeden önce bir süre düşündü. Sonunda, “Bunu lafla anlatabilmem olanaksız,” dedi.
“Özellikle istenç konusunu... Çok güzel bi şeydir istenç. Gizemli bir biçimde gelişir o. İstencin nasıl kullanılacağını açıklayabilecek bi yöntem gelmiyor aklıma. İstencin, son kerte şaşırtıcı sonuçlar yarattığını söyleyim, o kadar. Bilmen gereken ilk şey, insanın istencini geliştirebileceği gerçeği olmalıdır. Savaşçı bunu bildiğinden, bekler durur onun gelişmesini. Senin yanılgın şu ki, sen, istencini beklemekte olduğunu bilmiyorsun.
“Velinimetim bana bi savaşçının beklemekte olduğunu bildiğini ve neyi beklediğini bildiğini söylerdi hep. Sana gelince, sen beklediğini biliyorsun; yıllardır burda benimlesin, ve daha neyi beklediğini bile bilmiyorsun. Sıradan birisinin neyi beklediğini bilmesi olanaksız değilse bile çok zor bi şeydir. Oysa, bi savaşçı için bi sorun değildir bu; istencini beklediğini pekâla bilmektedir o.”
“Nedir bu istenç dediğin şey? Kararlılık mı; yani, örneğin torunun Lucio’nun bir motosiklet sahibi olmayı aklına koyması gibi bir şey midir?”
Don Juan kıkır kıkır gülerek, “Öyle değil,” dedi. “İstenç diyemeyiz buna. Lucio’nunki sırf düşkünlüktür. Başka bi şeydir istenç! İnsanın kullandığı bi şeydir istenç; örneğin, yitirilmesi kesin gözüyle bakılan bi savaşçı kazanması gibi...”
“Öyleyse cesaret dediğimiz şey olmalı bu istenç!” dedim
“Hayır. Yüreklilik başka bi şeydir. Cesur kimseler, güvenilir kişilerdir, her zaman çevrelerinde bi sürü hayranları bulunan soylu kişiler... Ama cesur kişilerin çok azında bulunur istenç. Bunlar genellikle sağduyuya dayanan atakça edimlerde bulunan gözüpek kimselerdir; çoğu da aslında korkak olur ve çevrelerine korku salarlar. Oysa, istenç, sağduyuya meydan okurcasına yapılan akıl almaz, başarılı işlerle ilgilidir.”
“Kendimizi denetlememiz, yönetmemiz mi oluyor bu istenç?” diye sordum.
“Evet, bi bakıma kendi kendimizi kontrol etme anlamına da gelebilir.”
“Örneğin, kimi şeylerden vazgeçmekle mi?” diye taşı gediğine koyuverdi.
Bunu öyle haşarı bir biçimde söylemişti ki, ona bakmak için not almayı bıraktım. İkimiz de gülüştük.
Don Juan, “Hayır,” diye sürdürdü. “Kimi şeylerden vazgeçmek de bi tür düşkünlük sayılır ki benim böyle bir şeyi önerdiğim falan yok. O yüzden göz yumuyorum bütün bu soruları sormana. Soru sormayı kesmeni söylesem, bu kez, soru sormamaya çalışarak istencini çarpıtmaya başlayabilirdin. Düşkünlüğün en kötü biçimidir bence isteklerine gem vurmak; çünkü bunu yapan kişi, büyük bi şeyler yapmakta olduğu kanısına saplanır. Oysa, kendi iç dünyasına kapanmaktan başka bi şey yapmış olmuyordur o kişi. Soru sormayı kesmenin, benim sözünü ettiğim istençle bir ilintisi yoktur. İstenç, bi güçtür. Bi güç olduğundan ötürü de denetlenmesi, bir düzene sokulması gerekir ki bu da zaman alır. İşte bunu bildiğim için, sana karşı sabırlı davranmaktaydım. Ben senin yaşındayken, ben de senin gibi tez canlıydım. Ama değiştim. Düşkünlüklerimize karşın, istencimiz gelişir. Örneğin, senin istencin, içindeki yarığı azar azar açmaya başladı bile.”
“Hangi yarıktan söz ediyorsun?”
“Hepimiz içinde bi yarık bulunuyor; bi bebeğin başında ki, bebek büyüdükçe kapanan bıngıldak gibi bi boşluk; işte bu yarık da, istencimiz geliştikçe daha da genişler.”
“Neremizdedir bu yarık?”
Don Juan, karnını göstererek, “Saydam telciklerimizin bulunduğu yerde,” dedi.
“Nasıl bi şeydir bu, ne işe yarar?”
“Bir açıklıktır. İstencin bi ok gibi dışarıya fırlamasına yol açan bir açıklık...”
“Bir nesne midir istenç? Ya da nesne gibi bir şey midir?” “Değildir. Sırf, anlayasın diye öyle demiştim. Büyücülerin istenç dediği şey içimizdeki bi güçtür. Düşünce değildir; nesne, istek falan da değildir. Soru sormayı kesmek, istenç olamaz; çünkü düşünceyle ve istekle ilgisi vardır. Düşüncelerin, sana, yenildiğini söylerken seni utkun kılan şeydir istenç. Kişiyi, hiçbi şeyden incinmez duruma sokan bi şeydir istenç. Bi büyücüyü duvardan geçirten, uzayı aşırtan; isterse aya götüren bi şeydir istenç.”
Sormak istediğim bi şey kalmamıştı. Yorgun ve bir bakıma da gergin bir durumdaydım. Don Juan’ın, gitmemi söyleyeceğinden korkuyor, bu yüzden tasalanıyordum.
Don Juan birden, “Hadi tepelere çıkalım,” diyerek ayağa kalktı.
Yolda gene sözü istenç konusuna getirerek, not tutamamamdan duyduğum üzüntümle alay etti.
İstenci, insanla dünya arasındaki gerçek bağ olarak betimliyordu. Dünya sözcüğüyle, ne biçimde sezersek sezelim, sezgi alanımıza giren her şeyi kapsamak istediğini önemle belirtmişti. Don Juan, “dünyayı sezme”nin, dünyanın bize sunduğu her şeyi algılama sürecinin bir sonucu olduğunu ileri sürmekteydi. İşte bu “sezme” işi, duyularımızla ve istencimizle yapılırmış.
Bu istenç, altıncı his midir diye sordum. Ve istencin, sezilen dünyayla kendimiz arasındaki bir bağ, bir ilişki olduğu yanıtını aldım.
Not alabilmem için bir süre durmamızı önermiştim. Don Juan gülerek yürümesini sürdürdü.
Don Juan o gece gitmemi falan istemedi. Ertesi günü kahvaltıdan sonra istenç konusunu yeniden açtı.
“İstenç deyince insanlar, iradeyi, yani karakter sahibi ve sağlam yaradılışlı olmayı anlarlar,” dedi. “Bi büyücüye göre istenç, içimizden çıkan ve dışarıdaki dünyaya sarılan bi güç demektir. İşte şuracaktın, göbeğimizdeki saydam telciklerin bulunduğu yerden çıkar o.”
Yerini belirtmek için göbeğini ovalıyordu.
“Buradan çıkar diyorum, çünkü onun buradan çıktığını hisseder insan.”
“Ne diye istenç adını taktın ona?”
“Ad falan takmadım ben. Velinimetim istenç demişti buna. Öbür bilgi adamları da istenç derler buna.”
“Sıradan bi kişi dünyadaki şeyleri yalnızca elleriyle ya da gözleriyle ya da kulaklarıyla ‘çakar’. Oysa bi büyücü bunlardan başka burnuyla, diliyle ve istenciyle de, evet özellikle istenciyle çakar her şeyi. Bunun nasıl yapıldığını anlatabilmem gerçekten olanaksızdır. Ama sen kendin, örneğin, nasıl olup da işittiğini anlatabilir misin bana? Tabii anlatamazsın. E, ben de işitebildiğim için, işittiğimiz şeylere değin bi şeyler anlatabiliriz, ama nasıl olup da işittiğimizi anlatamayız. Bi büyücü istencini dünyayı sarmak için kullanılır. Ne var, bu sezme, işitmeye benzemez. Biz dünyaya bakınca, ya da bi şeyler işitince, kendi dışımızda bi şeyler bulunduğunu, ve bi şeylerin gerçek olduğu izlenimini elde ederiz. Oysa dünyayı istencimizle sezdiğimiz zaman, onun, ‘dışarımızda’ymış gibi olmadığını, ‘gerçek’miş gibi olmadığını biliriz.”
“Görme gibi bir şey midir bu istenç?”
“Değildir. Bi güçtür istenç, bi erktir. Görme ise bi güç değildir-daha çok bi şeyin iç yüzünü ortaya çıkarmaya yarar. Güçlü bir istence sahip olup da göremeyen büyücüler olabilir; demek oluyor ki, yalnızca bi bilgi adamı dünyayı hem duyularıyla ve istenciyle hem de görmesiyle sezebilir.”
Bekçiyi unutmak amacıyla istencimi nasıl kullanacağım konusunda aklımın daha da karışmış olduğunu anlattım don Juan’a. Bu söylediklerim ve şaşkın duruşum, don Juan’ı pek keyiflendirmişti.
Gülerek, “Konuştukça, daha da aklın karışır dememiş miydim sana!” dedi. “Ama hiç olmazsa şimdi istencini beklemekte olduğunu bilmektesin. Evet, onun ne olduğunu, nasıl ortaya çıkacağını henüz bilmiyorsun. Bu nedenle yaptığın her şeye dikkat et. Yapmakta olduğun bütün bu küçük şeylerin ta içinde gizlidir istencini geliştirmene yardımcı olacak olan şey.”