1

Konu: 9- Nagualın Fısıldaması

Okaliptüs ağaçlarına yaklaştığımızda, don Genaro’yu bir ağaç çotuğu üstünde otururken gördüm. Gülerek el salladı. Yanına gittik.
Ağaçları kargalar kaplamıştı. Bir şeyden ürkmüş gibi gaklıyorlardı. Don Genaro, kargalar dinginleşinceye dek devinimsiz ve sessiz kalmamız gerektiğini söyledi.
Don Juan sırtını bir ağaca vererek benim de aynı şeyi, bir metre solundaki bir ağaca dayanarak yapmamı imledi. İkimiz de, üç dört metre önümüzde duran don Genaro’ya bakıyorduk.
Don Juan, gözlerinin belirsiz kımıldanışlarıyla ayaklarımı düzeltmem gerektiğini gösterdi. Ayakları yarı açık biçimde, ağacın gövdesine yalnızca omuz başları ve kafasının en arkasıyla değerek, dimdik duruyordu. Kollarım iki yanma yapıştırmıştı.
Bir saat kadar öylece durduk. İkisini de, özellikle don Juan’ı yakından izliyordum. Bir an geldi, bedeninin aynı noktalarıyla ağaca dokunmayı sürdürerek, yavaşça aşağı kayıp yere oturdu. Kollarını, yukarıda kalan dizlerinin üstüne koydu. Ben de, devinimlerinin tıpkılarını yaptım. Bacaklarım aşırı yorulmuştu, bu konum değişikliği beni rahatlattı.
Kargalar, tek bir ses duyulmayıncaya dek, gaklamalarını aşama aşama azalttılar. Bu sessizlik, kargaların gaklamasından daha da sinir bozucuydu.
Don Juan sessizce konuştu, benimle. Alacakaranlığın, benim en güzel zamanım olduğunu söyledi. Göğe baktı, saat altıyı geçmiş olmalıydı. Bulutlu bir gündü, güneşin konumunu belirleyemiyordum. Kazların, ya da ola ki hindilerin uzaktan gelen bağırtılarını duyuyordum. Ama okaliptüs ağaçlarının olduğu yerde tek bir gürültü duyulmuyordu. Uzun süredir ne kuşlar ötüyor, ne de büyücek böcekler çıtırdıyordu.
Görebildiğim kadarıyla don Juan’la don Genaro’nun bedenleri mükemmel bir devimsizlik içindeydi. Yalnızca dinlenmek amacıyla, bir an için ağırlık merkezlerini değiştirmişlerdi.
Don Juan’la benim oturmak amacıyla yere doğru kaymamızdan sonra don Genaro, apansız bir devinimde bulundu. Ayağını kaldırıp çotuğun üstüne koydu. Sonra, onu sol profilden görebileceğim biçimde kırk beş derece kadar döndü. Bir ipucu yakalamak amacıyla don Juan’a baktım. Çenesini uzattı; bu, don Genaro’ya bakmayı sürdürmemi anlatan bir buyruktu. Dev bir kaygı her yanımı ele geçirmeye başladı. Kendime söz geçirmekten acizimdir. Bağırsaklarımı tutamamaktan korkuyordum. Pablito’nun, don Juan’ın sombrerosunu gördüğünde neler hissettiğini kesinlikle anlıyordum. Yaşadığım bağırsak gevşekliği nedeniyle en yakın çalılığa koşmak zorunda kaldım. Ulumaya dönüşen kahkahalarını işittim.
Yanlarına dönmeyi gözüm yemedi. Duraksadım bir süre; büyünün, benim ani çıkışımla bozulmamış olması gerekliğini düşündüm. Gene de uzun süre kalamazdım, orada; don Juan’la don Genaro bulunduğum yere geldiler. Beni aralarına aldılar, hepimiz başka bir tarlaya doğru yollandık. Tam arkasında durduğumuzda, burasının sabahki tarla olduğunu gördüm.
Don Juan benimle konuştu. Akışkan ve sessiz olmam gerektiğini, içsel söyleşimi durdurmamı söyledi. Dikkatle dinledim. Tüm yoğunluğumu don Juan’a verdiğimin kesinkes bilincinde olan don Genaro bunu, sabahleyin yaptıklarını yeniden yapmak için kullandı; o çıldırtan çığlığını koyuverdi. Beni habersiz, ama hazırlıklı yakalamıştı. Nefes alıp vermeyle, dengemi neredeyse aynı anda gene ele almıştım. Geçirdiğim sarsıntı korkunçtu, ne var etkisi uzun soluklu olmadı, gene de don Genaro’nun devinimlerini gözlerimle izlemeyi başardım. Bir ağacın alçak bir dalına zıpladığını gördüm. Yaptıklarını yirmi beş otuz metre uzaktan izlediğim sırada gözlerimle ilgili ilginç bir bozukluk yaşadım. Kaslarının eylemiyle zıplamamıştı da, kısmen o müthiş çığlığıyla kendini iterek, kısmen de ağaçtan gelen belirsiz hatlar tarafından çekilerek havada kaymıştı. Ağaç, telleriyle çekip almıştı sanki onu.
Don Genaro, alçaktaki dalın üstünde bir an kaldı. Sol profilini gene benden yana döndürmüştü. Bir dizi yabansı devinimi uygulamaya girişti. Başını salladı, bedenini titretti. Başını birçok kez dizlerinin arasına sıkıştırdı. Kımıldanıp, titredikçe, gözlerimi üzerinde odaklamak zorlaşıyordu. Çözünüyormuş hissi veriyordu. Umarsızca göz kırparak başımı don Juan’ın bana öğretmiş olduğu gibi sağa sola çevirip bakış hattımı kaydırdım. Sol perspektiften baktığımda, don Genaro’nun gövdesini daha önce hiç görmediğim bir biçimde gördüm. Sanki kılık değiştirmişti. Üstünde kürklü bir takım vardı; saçı Siyam kedisi rengindeydi; açık kahverengi ve bunun yanı sıra sırtta ve bacaklarda koyu çikolata rengi. Takımın bir de uzun kürklü bir kuyruğu vardı. Don Genaro’nun elbisesi onu bir dala oturmuş kürklü, uzun bacaklı kahverengi bir timsaha benzetmişti. Başını ya da yüz hatlarını göremiyordum. Başımı doğal bir konuma getirdim. Don Genaro’nun, sözünü ettiğim görüntüsü değişmedi.
Don Genaro’nun kolları titredi. Dalın üzerinde ayağa kalktı, öne eğilir gibi yaparak yere atladı. Dal beş altı metre kadar yüksekteydi. Atlayışı, giysili, sıradan bir adamın yere değmek üzere olduğunu gördüğüm sırada giysinin kalın kuyruğunun titreyerek onu sessiz bir tepkili motor gibi havalandırdığını ayrımsadım. Ağaçların üstüne gitti, sonra yere doğru kaydı—handıysa. Bu devinimi art arda yineledi. Kimi zaman dallara tutunuyor, ağacın çevresinde dönüyor ya da bir yılan balığı gibi dallar arasında kıvrıla kıvrıla gidiyordu. Ardından, ikimizin arasından geçip çevremizde çemberler çiziyor, ya da karnıyla ağaçların tepe uçlarına değip ellerini çırpıyordu.
Don Genaro’nun oyunları içimi korkuyla doldurdu. Gözlerimle onu izledim, onun bir yerden ötekine kayarken kimi parlak telleri makara ipi gibi kullandığını gördüm. Sonra, yeniden güneydeki ağaçların tepesine çıktı; onların ardında gözden kayboldu. Ortaya çıkacağı yeri belirlemeye çalıştımsa da bir daha görünmedi.
Sonra, perspektif değiştirmeden yerde yatıyor olduğumun ayırdına vardım. Tüm olanlar boyunca, don Genaro’yu ayakta izlediğim düşüncesindeydim.
Don Juan oturmama yardımcı oldu. Sonra, Don Genaro’nun kayıtsız bir havayla çevremizde dolaştığını gördüm. Utangaç utangaç gülümseyerek uçuşunu beğenip beğenmediğimi sordu. Bir şey söylemeyi denedim ama konuşamıyordum.
Birbirlerine yabansı biçimde baktılar, ardından don Genaro yeniden çömelme konumuna girdi. Uzanarak sol kulağıma bir şeyler fısıldamaya başladı. “Hadi gel, benimle uç,” dediğini duydum, sonunda. Bunu beş ya da altı kez yineledi.

Cvp: 9- Nagualın Fısıldaması

Don Juan da yanıma gelip sağ kulağıma fısıldamaya başladı, “Konuşma. Yalnızca Genaro’yu izle!”
Don Genaro beni de çömelik duruma sokup yeniden fısıldamaya başladı. Açık seçik bir durulukla işitiyordum sesini. Dediklerini belki on kez yineledi. “Naguala güven. Nagual seni alıp götürür,” dedi.
Sonra, don Juan da sağ kulağıma bir şeyler fısıldamaya başladı. “Duygularını değiştir,” dedi.
İkisinin de aynı anda konuştuklarını duyuyordum, ama onları teker teker de duyabiliyordum. Don Genaro’nun her söylediğinin, genel bağlamda ağaçlar arasında kaymakla bir ilintisi vardı. Onlarca kez yinelediği tümceler sonunda belleğime kazındı. Öte yandan, don Juan’ın sözleri belirli buyruklarla ilgiliydi, o da bunları sayısız kez yinelemişti. Bu çifte fısıldamanın inanılmaz bir etkisi vardı. Her birisinin çıkardığı seslerin tınıları sanki beni ikiye ayırmıştı. Sonunda, iki kulağım arasındaki uçurum öylesine açıldı ki, tüm birlik duygumu yitirdim. Kuşkusuz, ben olan bir şey vardı; ama bedenim yokmuş gibi hissediyordum. İnsanı saran bir sis, duyguları olan koyu sarı bir pus gibiydi.
Don Juan beni uçuş için biçime sokacağını söyledi. Bundan sonra, sözlerin, tuta kıvıra, “duygularımı” biçime sokan penselere dönüştüklerini hissettim.
Don Genaro’nun sözleriyse onu izlememe davet eder gibiydi. İstediğimi, ama yapamayacağımı hissettim. Bölünme öylesine büyüktü ki, hiçbir şey yapamaz olmuştum. Sonra, her ikisinin de aynı cümlecikleri sonsuz kez yinelemeye başladıklarını duydum; “Şu mükemmel, uçan biçime bak,” “Zıpla, zıpla”, “Ayakların, ağaçların tepesine ulaşacak”, “Okaliptüs ağaçlarına bak, yeşil noktalar gibi”, “Solucanlar ışıktır” gibi şeyler.
İçimdeki bir şey bir anda durmuş olmalıydı; belki de benimle konuşulmasının farkındalığı. Don Genaro’nun benimle birlikte olduğunu sezinlediysem de sezgimin bakış açısından bakıldığında yalnızca kocaman, olağanüstü ışıklardan oluşan bir kütle ayrımsayabiliyordum. Kimi zaman parıltıları söndü, kimi zamansa ışıklar arttı. Devinim de yaşamaktaydım. Beni hiç durmadan çeken bir vakuma da benziyordu, bunun etkisi. Ne zaman devinimlerim azalıp, bilinçliliğimi ışıklara odaklasam, vakum beni yeniden çekmeye başlıyordu.
Bir an geldi, itilip çekilmeler arasında yeğin bir karmaşa yaşadım. Çevremdeki dünya, her ne idiyse, vakum etkisiyle birlikte aynı anda bir geliyor bir gidiyordu. İki ayrı dünya görebiliyordum; biri yaklaşırken, öteki uzaklaşıyordu. Bunu tek, sıradan bir dünya olarak algılamıyordum. Gene de, çok uzun süredir gizlenmiş bir şeye de benzemiyordu. Daha çok, birleştirici sonucu olmayan iki farkındalığa sahipmişim gibiydi.
Bunun ardından, sezgilerim zayıfladı. Kesinliklerini yitirmişe benziyorlardı ya da öylesine çoğalmışlardı ki, bunları sınıflandıramıyorum. Daha sonra gelen anlaşılabilir sezgiler boruya benzer bir biçimin uçlarında oluşan bir dizi tınıydı. Boru bendim, tınılar ise benimle yeniden her bir kulağıma da konuşmaya başlamış olan don Juan’la don Genaro’ydu. Onlar konuştukça, boru, tınıları anlayabildiğim bir dalga boyuna dek kısaldı. Bir başka deyişle, don Juan’la don Genaro’nun sesleri olağan sezgi anlamına girdi; tınılar önce anlaşılabilir gürültüleri andırıyordu; sonra bağırılarak söylenen sözcüklere, sonundaysa kulağımın dibindeki fısıltılara dönüştüler.
Bunun ardından, tanıdık dünyanın nesnelerinin ayırdına vardım. Görünüşe bakılırsa, yüzükoyun uzanmıştım. Toprak parçaları, küçük taşlar, kuru yapraklar görüyordum. Sonunda okaliptüs ağaçlı tarlanın ayırdına vardım.
Don Juan’la don Genaro yanımda, ayakta duruyorlardı. Gün henüz kararmamıştı. Kendime gelmek amacıyla suya girmem gerektiğini hissettim. Çaya doğru yürüdüm, giysilerimi çıkardım, algısal dengemi sağlayıncaya dek suyun içinde kaldım.

Don Genaro, evine geldiğimizde, bizden hemen ayrıldı. Gideceğini belirtmek istermiş gibi, omzumu tıpışladı. Bir refleksle zıpladım. Dokunuşunun gene acı vereceğini düşünmüştüm; ama şaşkınlıkla, bunun dostça bir dokunuş olduğunu gördüm.
Don Juan’la don Genaro, kaba bir şakaya gülen iki çocuk gibi gülüştüler.
“Bu denli ödleklik etme,” dedi don Genaro. “Nagual, hep peşinden koşacak değil ya!”
Aşırı tepkimi kınarmış gibi, dudaklarını büzüştürdü, bir yoldaşlık ve içtenlik havası içinde kollarını bana uzattı. Ona sarıldım. En sıcak, dostça hareketlerle sırtımı tıpışladı.
“Nagualla yalnızca belirli anlarda ilgilenmelisin,” dedi." Geriye kalan zamanlarda sen ve ben, bu dünyanın tüm öbür insanları gibiyiz.”
Don Juan’a dönerek ona gülümsedi.
“Öyle değil mi, Juancho?” diye sordu, Juan’ın gülünç bir türevi olan Juancho sözcüğünü vurgulayarak.
“Öyledir, öyledir, Gerancho,” diye yanıtladı don Juan, Gerancho sözcüğünü uydurarak.
Kahkahaları patlattılar.
“Bak seni uyarıyorum,” dedi, don Juan, “bi adamın nagual mı, yoksa sıradan bi insan mı olduğunu anlayabilmek için zorlu bi gözlem geliştirmen gerek, nagualla doğrudan ilişkiye girersen ölebilirsin ha!”
Don Juan, don Genaro’ya dönerek ışıldayan bir gülüşle sordu, “öyle mi, Gerancho?”
“Öyle, kesinlikle öyle Juancho,” dedi; yeniden gülüştüler.
Çocuksu neşelerini paylaşamıyordum. Gün içinde yaşadıklarım oldukça yorucuydu, ayrıca çok heyecanlıydım. Her yanımı kendime acıma duygusu kapladı. Bana her ne yaptılarsa, bunun dönüşü olmadığını, bunun bana zarar verici olduğunu yinelemeye başladığım sırada ağlamak üzereydim. Düşüncelerimi okuduğundan kuşku duymadığım don Juan, duyduklarına inanamıyormuş gibi başını salladı. Kıkırdadı. İçsel söyleyişimi kesmek için çabaladım, kendime acıma duygusu da yok oldu.
“Genaro çok sıcak bi insan,” dedi don Juan, don Genaro ayrıldıktan sonra. “Böylesine incelikli bi velinimetin olması erkin işlerinden biridir.”
Ne diyeceğimi bilemedim. Don Genaro’nun benim velini metim olduğu düşüncesi beni sonsuz derecede şaşırtmıştı. Don Juan’dan bu konuda daha fazla bilgi vermesini istedim. Konuş maya yatkın bir tavrı yoktu. Göğe ve evin yan tarafındaki kimi ağaçların koyu gölgelerinin tepelerine baktı. Neredeyse kapının önüne dikilmiş kalın, bodur bir ağaca yaslanarak oturdu, benim de sol yanına oturmamı istedi.
Oturdum. Koluna dokununcaya dek kendine çekti beni. Gecenin o saatinin, özellikle o gün olanlardan sonra, benim için tehlikeli olduğunu söyledi. Çok dingin bir sesle bir dizi yönerge verdi bana; onun uygun gördüğü ana dek oturduğumuz yerden kımıldamayacaktık; uzun suskunluklara dalmadan, belirli bir dengeyle konuşmayı sürdürecektik, “nagual”la karşılaşırsam nefes almaya başlayıp gözlerimi kırpıştıracaktım.
"Nagual buralarda mı?” diye sordum.
‘Tabii,” diyerek kıkırdamaya başladı.
Neredeyse don Juan’a abanmıştım. O konuşmaya başladı, hemen her tür sorumu yanıtladı. Sanki karanlıkta yazabilirmişim gibi defterimle kalemimi bile verdi. Olabildiğince doğal, dingin olmamı istiyordu, “tonal”ımı pekiştirmek için not tutmamdan daha iyi bir yol yoktu. Tüm bunları zorlayıcı bir biçimde uygulattı; not tutmanın benim seçimim olduğunu, bu durumda bunu koyu karanlıkta bile yapmam gerektiğini söyledi. Not tutmayı bir savaşçı edimine dönüştürebileceğimi, böylece karanlığın bir engel oluşturmayacağını söylerken, sesinde bir meydan okuma tınısı seziliyordu.
Söyleşimizin kimi bölümleriyle ilgili notlar çiziktirebildiğime göre beni, bir biçimde buna inandırmıştı belli ki. Ana konumuz, don Genaro’nun benim velinimetimin olmasıydı. Don Juan beni, don Genaro’yla ilk karşılaştığımda meydana gelen ve gerçek bir yora işlevi gören o olağanüstü olayı anımsamaya zorladı. Buna benzer bir şey gelmedi aklıma. O gün yaşadıklarımı yeniden anlatmaya başladım. Anımsayabildiğim kadarıyla, sıkıntı vermeyen, sıradan bir buluşmaydı, 1968’in ilkbaharında gerçekleşmişti. Don Juan beni durdurdu.
“Anımsayamayacak denli sarsaklaştığına göre,” dedi, “boş verelim gitsin. Savaşçı dediğin, erkin söylediklerini izlemeli. Gerektiğinde anımsarsın.”
Don Juan, insanın bir velinimeti olmasının zor gerçekleştiğini söyledi. Örnek olarak, öteki çömezi Eligio’yu gösterdi. Yıllardır kendisiyle birlikte olan Eligio, henüz bir velinimete kavuşamamıştı. Eligio bulabilecek mi, diye sordum; erkin edimlerini önceden bilmenin mümkün olmadığını söyledi. Yıllar önce, kuzey Meksika çöllerinde bir grup genç görmüş olduğumuzu anımsattı. Henüz bir velinimet bulamamış olduklarını “gördüğünü”, o anın genel koşullarıyla havasının onlara yardımcı olup “nagual”ı onlara gösterme fırsatı verdiğini anımsattı. Dört gencin ateşin başında oturduğu, don Juan’ın da herkesin gözüne ayrı bir giysiyle gözüktüğü, benim bir gösteri olarak algıladığım şeyi yaptığı geceden söz ediyordu.
“O çocuklar çok şey biliyordu,” dedi. “Aralarındaki tek çaylak şendin.”
“Peki, sonra ne oldu onlara?” diye sordum.
“Bazıları bir velinimet bulabildi,” diye yanıtladı.
Don Juan, erk bölgesini teslim etmenin, bir velinimetin görevi olduğunu, çömezine de en azından bir öğretmen kadar el vermesi gerektiğini söyledi.
Konuşmaya kısa bir ara verdiğimiz sırada, evin ardından gelen yabansı bir gıcırtı duydum. Don Juan, kapıp koy vermemi önledi; neredeyse bir tepkiyle ayağa kalkmak üzereydim. Gürültü duyulmadan önce söyleşi çok doğal bir yön almaya başlamıştı, benim için. Ama konuşmanın kesildiği bir sessizlik anında o gürültü ortaya çıkmıştı. O anda, söyleşimizin olağanüstü bir şey olduğu kesinlik kazandı. Don Juan’ın ve benim sözlerimin bir çit oluşturduğu, çevrede sinsi sinsi dolanan gıcırtının onu kırıp içeri girmek için fırsat kolladığı kanısına kapılmıştım.
Don Juan, sıkı durmamı ve dikkatimi çevreye yöneltmememi buyurdu. Gıcırtılı gürültü, bana sert ve kuru toprağı tırmalayan bir sincabı anımsatmıştı. Bu düşünceyi oluşturduğum anda, don Juan’ın bana göstermiş olduğu kemirgeni anımsadım. Uyumak üzereymiş gibiydim, düşüncelerim görüntülere ve rüyalara dönüşüyordu.
Nefes alma çalışmasına başlayıp ellerimle karnımı tuttum. Don Juan konuşmaya başladı, ama onu dinlemiyordum. Dikkatim, kuru yapraklar üzerinde sürünen yılanımsı bir şeyin yumuşak hışırtısına takılmıştı. Ürktüm, bedensel değişiklikler yaşadım, bir yılanın bana sarıldığı sanısına kapıldım. Ayaklarımı, istemeden don Juan’ın bacaklarının altına sokup deliler gibi nefes alıp vermeye, gözlerimi kırpıştırmaya başladım.
Gürültü öylesine yakından geliyordu ki, kaynağı yarım metre ötedeydi, sanki. Don Juan dingin bir biçimde, kendimi “nagual”a karşı savunmanın tek yolunun değişmeden kalmak olduğunu söyledi. Bacaklarımı bitiştirmemi, dikkatimi gürültüye odaklamamı buyurdu. Buyurgan bir sesle yazmamı ya da soru sormamı, kendimi bırakmamamı istedi benden.
İnanılmaz çabalarımın ardından, gürültüyü çıkaranın don Genaro mu olduğunu sordum. Bunun “nagual” olduğunu, ikisini birbirine karıştırmamam gerektiğini söyledi; Genaro, “tonal”ın adıymış. Sonra başka bir şey söyledi, ama anlayamadım. Evin etrafında dolanan bir şey vardı ve ben dikkatimi yoğunlaştıramıyordum. Olağanüstü bir çaba göstermemi buyurdu don Juan. Bir an, kendimi değersiz hissettiğim konusunda saçmalarken buldum. Bir korku sarsıntısı geçirdim, ama bir anda olabildiğince sağduyulu bir hale geçiverdim. Don Juan artık çevremizi dinleyebileceğimizi söyledi. Hiçbir ses gelmiyordu.
“Nagual gitti,” diyen don Juan; ayağa kalkarak içeri girdi.
Don Genaro’nun gaz lambasını yaktı, yiyecek bir şeyler hazırladı. Sessizce yedik. “Nagual”ın geri gelip gelmeyeceğini sordum.
“Hayır,” dedi ciddi bir tavırla. “Yalnızca deniyordu seni. Gecenin bu saatinde, alacakaranlığın hemen ardından daima bi şeylerle ilgilenmelisin. Ne olursa. Yalnızca kısa bi süre için, bi saat belki ama senin en ölümcül saatin bu.
“Bu gece, nagual seni kıstırmayı denedi, ama sen bu saldırıyı savuşturacak kerte güçlüydün. Bi keresinde boyun eğmiştin de bedenine su dökmem gerekmişti. Bu kez iyi becerdin.”
“Saldırı” sözcüğünün, olayı tehlikeli bir boyuta getirdiğini belirttim.
“Tehlikeli mi?” diye sordu. “Bu, olayı ortaya koymanın en acayip biçimi bence. Seni korkutmaya çalışmıyorum, ben. Nagualın eylemleri ölümcüldür. Sana daha önce de söyledim bunu. Ayrıca seni yaralamaya çalışan Genaro değil; tersine, sana verdiği önem tam anlamıyla kusursuz, ama nagualın saldırılarına karşı koyacak erkin yoksa, benim yardımıma, Genaro’nun özenine bakmaksızın ölüp gidiverirsin.”

Cvp: 9- Nagualın Fısıldaması

Yemeğimizi bitirdikten sonra, don Juan yanıma oturup,  omzumun üstünden notlarıma baktı. O gün başıma gelenleri yerli yerine oturtabilmemin ola ki yıllar alacağı yorumunda bulundum. Anlamayı umut bile edemeyeceğim sezgilerle dolup taşmıştım.
“Anlayamazsan, çok iyi durumdasın sayılır,” dedi. Eğer anlarsan boka battığının resmidir. Bu bi büyücünün bakış açısı, elbet. Sıradan bi adamın bakış açısına göreyse anlamayı başaramazsan batarsın. Sıradan bi adam, senin parçalara ayrıldığını ya da parçalara ayrılmaya başladığını düşünür.”
Sözcük seçimine güldüm. Parçalanma kavramını önüme attığının ayırdındaydım; bunu daha önce, korkularımla bağlantılı olarak ona ben söylemiştim. Bu kez, başıma neler geleceğiyle ilgili sorular sormayacağım konusunda güvence verdim.
“Konuşma yasağı koymadım hiçbi zaman,” dedi. “Açıklama çabasına girmediğin sürece, gücün tükenene dek konuşabiliriz, nagual hakkında. Eğer anımsamayı becerirsen, nagualın yalnızca tanıklık etmek için olduğunu söylediydim. Yani neyi nasıl izlediğimiz konusunda konuşabiliriz. Sense hep bunların nasıl mümkün olabildiğine çekmek istersin konuyu, iğrenç bi şey bu. Nagualı, tonalla açıklamak istersin, aptallık bu. Özellikle de artık bilgisizliğin ardına saklanamayacağın göz önünde bulundurulursa. Konuşma bizim için bi anlam taşıyor belki, ama bu belirli sınırlar içinde kalmak zorunda olduğumuz içindir; bu sınırlar naguala uygulanamaz.”
Konuya bir açıklık getirmeye çalıştım. Her şeyi mantıksal açıdan açıklamayı istemem bir yana, açıklama gereksinimimin yaşadığım algıların ve kaotik uyarışların saldırısından fırsat bulup bir düzen oluşturma gereğinden kaynaklandığını belirttim.
Don Juan’ın yorumu, kabul etmediğim bir noktayı savunuyor olduğumdu.
“Düşkünlük gösterdiğini öyle iyi biliyorsun ki,” dedi. “Düzen kurmak, yetkin tonal anlamına gelir, yetkin tonal olmak ise tonal adasının üstünde olup biten her şeyin bilincinde olmak anlamına gelir. Ama sen öyle değilsin. Düzen kurma düşüncenin içinde gerçek yok, yani. Bunu yalnızca tartışmayı kazanmak için kullanıyorsun."
Ne diyeceğimi bilemedim. Don Juan, “tonal” adasının temizlenmesi için olağanüstü çaba gerektiğini söyleyerek, bir biçimde gönlümü aldı. Sonra da, “nagual”la ikinci karşılaşmamda sezgilediklerimin tümünü anlatmamı istedi benden. Bitirdiğimde, kürklü timsah biçiminde algıladığım şeyin, don Genaro’nun mizah duygusunun bir uzantısı olduğunu söyledi.
“Hâlâ bu kerte üzgün olman çok yazık,” dedi. “Hep şaşkınlığa saplanıp kalıyorsun, böylece Genaro’nun gerçek sanatını ıskalayıp duruyorsun.”
“O görüntünün ayırdında miydin, don Juan?”
“Hayır, gösteri bir kişilikti.”
“Ne gördün?”
“Bugün tüm görebildiğim nagualın ağaçların arasında kayması, çevremizde dolanıp durmasıydı. Görebilen herkes buna tanık olabilirdi.”
“Peki, ya görmeyenler?”
“Hiçbir şeye tanık olamazlardı; olsa olsa vahşi bi rüzgârın etkisiyle sallanıp duran ağaçlar görürlerdi, belki. Nagualın, anlaşılmaz dışavurumlarını, bildiğimiz şeyler gibi yorumlarız hep. Bugünkü durumda nagual yaprakları sallayan bi esinti, yabansı bi ışık ya da kocaman bi ateşböceği olarak yorumlanabilirdi. Görmeyi bilmeyen bi insan, hele acelesi varsa, bi şeyler gördüğünü ama anımsayamadığını bile söyleyebilir. Doğal bu. Adam kendisine göre mantıklıdır. Zira onun gözleri olağandışı bi şey bulunmadığını sanacaktır; tonalın gözleri olduklarından dolayı tonalın dünyasıyla sınırlı kalacaktır— ve o dünyada insanı sarsan bi yenilik, gözlerin anlayamayacağı ve tonalın açıklayamayacağı hiçbi şey olmayacaktır.
Kulaklarıma fısıldamalarının getirdiği beklenmedik algıları sordum.
“Olayın en güzel yanıydı bu, gerisi pek önemli değil; ama o, günün incisiydi. Kurallar, velinimetle öğretmenin bu son ayarı yapmalarını gerektirir. Tüm edimlerin en zorunu. Hem velinimetin, hem de öğretmenin bi insanı ikiye ayırmaya yeltenebilmeleri için kusursuz birer savaşçı olmaları gerekir. Bunu bilemezsin, çünkü henüz algılamanın ötesinde—ama, erk gene çok iyi davrandı sana. Genaro bulup bulabileceğin en kusuruz savaşçıdır.”
“İnsanı ayırmak neden çok önemli bir iş?”
“Tehlikelidir de ondan. Bi böcek gibi ölebilirdin. Ya da, daha beteri seni bi araya getiremezdik; böylece o duygu yaylasında kalırdın.”
“Bunun, bana da yapılması neden gerekliydi, don Juan?”
“Nagualın, çömezin kulağına fısıldayıp onu ikiye ayırması gereken bi zaman vardı.”
“Ne demek bu, don Juan?”
“İnsanın, sıradan bi tonal olabilmesi için birliğe gereksinimi vardır. Tüm özünün tonal adasının üstünde yer alması gerekir. Bu birlik olmazsa insan çıldırır; ne var, bi büyücünün bu birliği, özünü tehlikeye atmadan bölmesi gerekir. Büyücünün hedefi yaşamaktır, böylece gereksiz tehlikelere atılmaz. Bu nedenle ta ki bi an gelip de, deyim yerindeyse oradan sıvışıncaya dek, yıllarca süpürür adasını. İnsanı ikiye bölmek, bu kaçışın kapısıdır.
“Yaşadığın şeylerin en tehlikelisi olan bu bölme çok yalın ve kolay oldu. Nagual, ustaca kılavuzluk etti sana. İnan bana; yalnızca kusursuz bi savaşçı başarabilir bunu. Senin adına çok sevindim.”
Don Juan elini omzuma koyduğunda karşı konulmaz bi ağlama isteği yaşadım.
"Seni bir daha göremeyeceğim ana mı geldim?" diye sordum.
Gülerek başını salladı.
"Gene bi orospu çocuğu gibi düşkünlük gösteriyorsun," dedi. Hepimiz yaparız ya bunu, neyse. Başka başka biçimlerde olur, hepsi bu. Bazen ben de düşkünlük gösteririm. Ben, seni şımartıp güçsüzleştirdiğimi düşünürüm. Genaro, Pablito'ya verebileceği her şeyi verir, insan bundan başka ne isteyebilir ki? Elinden gelenin en iyisini kusursuzca yapan birini kim eleştirebilir ki?"
Bir süre konuşmadı. Sessizlik içinde oturmak sinirime dokunmuştu.
"Bir vakumla çekilmiş gibi hissettiğimde bana neler oluyordu, söyleyebilir misin?” diye sordum.
"Süzülüyordun," dedi, kayıtsız bir titremle.
"Havada mı?"
"Hayır. Nagual için toprak, hava ya da su yoktur. Bunu sen kendin de anlayabilirsin. O gayya kuyusunda iki kez bulundun, üstelik nagualın kapısındaydın yalnızca. Seni çevreleyen şeyi tanımadığını söylemiştin. Nagual, nagualın zamanında süzülür, uçar ya da her ne yapıyorsa onu yapar; bunun, tonalın zamanıyla hiçbi ilgisi yoktur. Bu iki şey uyuşmaz."
Don Juan konuşurken bedenimde bir ürperme hissettim. Çenem düştü, ağzım istemeden açıldı. Kulaklarımın tıpası açılır gibi oldu ve çok duyulabilir bir titreşim ya da tınlama işittim. Don Juan'a bu duyumları aktardığım sırada konuşurken, bir başkasının sesini duyuyormuş gibi olduğumu ayrımsadım. Söyleyeceğimi, söylemeden önce duyuyordum; bölünmez, tam bir duyguydu bu.
Sol kulağım, olağanüstü duyguların kaynağıydı. Sağ kulağımdan daha güçlü ve duyarlıydı. Daha önce olmayan bir şeyler vardı. Don Juan'a bakmak amacıyla sağıma döndüğümde, bu kulağımda bir dizi berrak duyusal sezgi oluştu. Fiziksel bir uzam, erimi içindeki her şeyi tam bir hassaslıkla duyduğum bir diziydi.
“Nagualın fısıldaması verdi sana bunu,” dedi don Juan, duyusal deneyimimi betimlediğimde. “Kimi zaman gelecek, sonra da kaybolacak. Bundan sonra olabilecek herhangi sıra dışı bi duyumdan korkma. Ama her şeyin ötesinde, sakın ola ki bu duyumlar konusunda düşkünlük göstermeyesin, onları takınak haline getirmeyesin. Başaracağını biliyorum. Senin bölünme zamanın doğru bi zamandı. Bunları hep erk ayarladı. Şimdi her şey sana bağlı, artık. Yeterince güçlüysen eğer, bölünmenin getirdiği şoku sürdürmeyi başarırsın. Başaramazsan yazık sana. Kurumaya başlarsın, kilo kaybedersin, benzin solar, boş boş bakarsın, konuşmazsın, pek hoş birisi olmazsın.”
“Belki de, bunu bana yıllar önce söyleseydin,” dedim, “yani senin ve don Genaro’nun yaptıklarınızı; o zaman yeterince...”
Elini kaldırıp sözümü kesti.
“Ne boş bi lakırdı bu,” dedi. “Bi zamanlar bana, eğer bu inatçılığın ve mantıksal açıklama gereksinimin olmasaydı, şimdiye dek çoktan büyücü olabileceğini söylemiştin? Senin açından, büyücü olabilmek, yoluna dikilen bu inatçılığın ve açıklama gereksiniminin üstesinden gelmek demektir, anla bunu. Dahası, bu kusurlar götürecek seni erke. Yaşamın farklı olsaydı erkle dolup taşar mıydın sanıyorsun sen?
“Genaro da ben de, senin gibi belirli sınırlar içinde edimlerde bulunabildik ancak. Bu sınırları erk koyar—savaşçı da, ne desek, bi erk mahkûmudur; tek bi özgür seçim hakkı olan bi mahkûm: kusursuz bi savaşçı gibi davranmayla bi aptal gibi davranma arasındaki seçim. Son tahlilde, savaşçı için erkin mahkûmu değil, kölesi de diyebiliriz; çünkü bu seçim artık bi seçim olmaktan çıkar, onun için. Genaro’nun kusursuzca davranmaktan başka bi şey gelmez elinden. Bi aptal gibi davranmak içini boşaltır, yıkımına neden olur.
“Genaro’dan korkuyorsun, çünkü tonalım küçültmek için korkutma yolunu kullanıyor. Bedenin biliyor bunu, aklın bilmese de. Böylece, bedenin Genaro’yu her gördüğünde kaçıp saklanmak istiyor.”
Ben de, don Genaro’nun beni bilerek mi korkutmak istediğini merak etmiş olduğumu söyledim. “Nagual”ın önceden bilinemeyen yabansı şeyler yaptığı karşılığını verdi. Örneğin, sabahleyin, soluma dönüp don Genaro’nun ağaçta ne yaptığına bakmak istediğim an beni önlediğinde aramızda neler geçtiğini anlattı. “Nagual”ının ne yaptığının, her ne kadar bunu zamanından önce anlamanın imkânı yoksa da, farkına varmış olduğunu söyledi. Kısacası, sola dönmem, “tonal”ımın bilerek attığı, intihara sürükleyen bir adımmış. Bu devinim, “nagual”ının dikkatini çekmiş, bu nedenle onun bir parçası tepeme düşmüş.
İstemeden, şaşkınlığımı gösteren bir devinimde bulundum.
“Aklın, sana ölümsüz olduğunu söylüyor, gene,” dedi.
“Ne demek bu, don Juan?”
“Ölümsüz bi varlığın, şaşkınlık, korku ve kuşku duymak için önünde dünyanın zamanı vardır. Öte yandan, bi savaşçı tonalın buyruğuyla oluşturulmuş anlamlara boyun eğmez, zira özünün bütünselliğinin bu dünyada geçirecek pek az zamanı olduğunu bilir.”
Önemli bir noktaya parmak basmak istedim. Korkularım kuşkularım ve şaşkınlığım bilinçli bir düzeyde yer almıyordu; ben onları denetlemek amacıyla ne denli çaba gösterirsem göstereyim, don Juan’la ve don Genaro’yla bir araya geldiğim an da kendimi umarsız hissediyordum.
“Bi savaşçı umarsız olmaz,” dedi. “Ne de korkulu, şaşkın ve kuşkulu; hangi koşulda olursa olsun. Savaşçının yalnızca kusursuzluğa ayıracak zamanı vardır; tüm diğerleri erkini emer, kusursuzluksa onu erkle doldurur.”
“Yine döndük dolaştık, şu eski soruya geldik, don Juan. Kusursuzluk nedir?’’
“Evet. Gene şu eski soru, gene şu eski yanıt: kusursuzluk, neyle uğraşırsan uğraş, en iyisini yapmaktır.”
“Ama don Juan benim de anlatmaya çalıştığım bu, her an en iyisini yaptığımı sanıyorum, ama görülüyor ki öyle değilmiş."
“Göstermeye çalıştığın kadar karmaşık değil bu iş. Bu kusursuzluk dalgasının anahtarı, zamanın olması ya da olmaması duyumudur. Kendini ölümsüz gibi görür öyle de davranırsan o işte kusursuzluk arama, ana kuraldır bu; öyle zamanlarda dön, sağına soluna bak—zamanın varmış gibi hissetmenin bi aptallık olduğunu anla. Ölümsüz insan yok bu dünyada.”

Cvp: 9- Nagualın Fısıldaması

.