1

Konu: 5- Tonal Adası

Don Juan’la, ertesi gün öğleye doğru aynı parkta buluştuk. Gene kahverengi takımını giymişti. Bir sıraya oturduk; ceketini çıkardı, dikkatlice ama müthiş kayıtsızlık havalarında katlayıp sıranın üzerine bıraktı. Bu, son kerte zoraki, ama tümüyle de doğal bir kayıtsızlıktı. Kendimi ona bakarken yakaladım. Yaşadığım çelişkinin bilincinde gibiydi, gülümsedi. Boyunbağını sıktı. Uzun kollu, bej rengi bir gömlek giymişti. Çok yakışmıştı.
“Yine takım elbisemi giydim, çünkü sana çok önemli bi şey söylemek istiyorum,” dedi, omzumu tıpışlayarak. “Dün büyük bi başarı gösterdin. Şimdi, bi karara varmanın tam zamanı.”
Bir süre sustu. Bir açıklama yapmaya hazırlanıyor gibiydi. Karnımda yabansı bir duygu hissettim. Önce, bana büyücülerin açıklamasını söyleyeceğini sandım. Birkaç kez kalkıp düşündüklerini dile getirmek çok zormuşçasına önümde ileri geri yürüdü.
“Hadi karşıki lokantaya gidip bi şeyler yiyelim,” dedi sonunda.
Ceketini düzeltti, giymeden önce, tümüyle astarlanmış olduğunu gösterdi bana.
“Ismarlama yapılmıştır,” diyerek güldü— sanki bununla gurur duyarmış, sanki çok önemliymiş gibi.
“Dikkatini çekmezsem, bunu ayrımsamazdın, bunun bilincinde olman da çok önemli, Yalnızca bilinçli olman gerektiğini düşündüğünde öyle oluyorsun; bi savaşçının konumu h‘er an her şeyin farkında olmayı gerektirir.
“Takım elbisem de tüm bu taklavat da çok önemli, çünkü yaşamdaki konumumu simgeliyor. Ya da, bütünselliğimin iki bölümünden birinin konumunu. Bu tartışma daha önce askıda kalmıştı. Şimdi, bunun tam zamanı olduğunu hissediyorum. Gerektiği gibi yapılmalı, yoksa bi anlamı kalmaz. Giysimin sana bi ipucu vermesini istemiştim. Verdi, sanının. Şimdi konuşma zamanı, çünkü bu konu konuşulmadan anlaşılmaz.”
“Konu ne, don Juan?”
“Özün bütünselliği,” dedi.
Birden ayağa kalkarak sokağın karşısındaki büyük otelin lokantasına yöneldi. Pek de dostça davranmayan bir kadın garson, salonun dibinde bir köşede yer gösterdi bize. Seçkin yerler camlara yakındı.
Don Juan’a, bu kadının, bana, Arizona’da bir lokantada yemek yemeye gittiğimizde listeyi vermeden önce, yeterli paramız var mı diye soran bir başka kadını anımsattığını söyledim.
“Bu kadıncağıza da kızamam,” dedi, kadına acırmış gibi. “Bunun da, öbürü gibi MeksikalIlardan ödü kopuyor.”
Sessizce güldü. Yan masalardan birkaç kişi dönüp bize baktı.
Don Juan, kadının, bilmeden ister istemez bize en iyi masayı, rahatça konuşabileceğimiz, benim de istediğim gibi yazabileceğim bir masayı vermiş olduğunu söyledi.
Tam yazı tahtamı cebimden çıkarmış, masaya koymuştum ki garson birden tepemizde bitiverdi. Onun da, kötü günündeymiş gibi bir hali vardı. Meydan okuyan bir havayla başımızda dikildi.
Don Juan, kendine görkemli bir yemek ısmarlamaya koyuldu. Menüyü ezbere biliyormuş gibi, bakmadan ısmarlamıştı. Ben ne istediğime karar vermemiştim. Garson beklenmedik bir anda çıkagelmişti, menüyü okuyacak fırsatı bulamamıştım. Sonunda, ben de aynı şeyleri istediğimi söyledim.
Don Juan kulağıma fısıldadı, “Bahse girerim, ısmarladığım şey onlarda yoktur.”
Kollarını, bacaklarını gerdi, bana da rahatlamamı, zira yemeği hazırlamalarının sonsuza dek süreceğini söyledi.
“Çok keskin bi yol ayrımındasın şimdi,” dedi. “Belki de en sonuncusu bu, üstelik anlaşılması en zor bölümü. Bugün kimi anlatacaklarım ola ki sana hiç berrak gelmeyecek. Berrak gelmeleri de gerekmiyor zaten. Yani sıkılma, ya da cesaretini yitirme. Büyücülerin dünyasına ayak bastığımızda hepimiz sersem yaratıklarızdır; bu dünyaya girmekle sersemlikten kurtulacağız diye bi şey de yoktur. Kimimiz sonuna dek sersem kalırız.”
Aptalların arasına kendisini de katmasını beğenmiştim. Bunu salt incelikten yapmıyordu. Daha çok, öğreticilikti amacı.
“Söylediklerime bi anlam veremezsen, sarsılmanın gereği yok,” diye sürdürdü. “Seni bilirim ben, bayılıncaya kadar anlamaya çalışırsın şimdi. Yapma! Söylemek üzere olduğum şeyi yalnızca yön gösterme amacıyla dile getireceğim.”

Cvp: 5- Tonal Adası

Bir ürkü duygusuna kapıldım birden. Don Juan’ın uyarıları, beni sonsuz varsayımlara sürüklemişti. Beni daha önce de bu biçimde uyarmıştı da, ne zaman böyle yapsa, uyardığı her neyse, iç karartıcı bir konuya dönüşü verirdi.
“Ne zaman böyle konuşsan, sonunda hep sinirlerim gerilir,” dedim.
“Bilirim,” dedi, dingince. “Tetikte olasın diye bilerek yapıyorum. Tüm dikkatin, bölünmez dikkatin gerek bana.”
Sustu ve bana baktı. İstemeden, sinirli sinirli güldüm. Durumu olabildiğince dramatikleştirmek amacıyla elinden geleni ardına koymayacağını çok iyi bilirdim.
“Tüm bunları, üzerinde bi etki yaratmak için söylemiyorum,” dedi, düşüncelerimi okumuş gibi. “Yalnızca, son ayarlarını yapasın diye zaman bırakıyorum sana.”
O sırada garson, ısmarladıklarımızın kendilerinde bulunmadığını bildirmek için yanımıza geldi. Don Juan yüksek sesle gülerek tortillayla fasulye ısmarladı. Garson utançla kıkırdadı, bunları da sunamayacaklarını söyleyerek, biftek ya da piliç önerdi. Çorbada karar kıldık.
Konuşmadan, yemeğimizi yedik. Çorbayı beğenmediğim için bitiremedim. Don Juan ise ne varsa silip süpürmüştü.
“Takımımı giydim,” dedi, durup dururken, “çünkü sana bi şey söyleyeceğim. Gerçi sen bunu önceden biliyorsun ama, etkili olması için, açık seçik ortaya konması gerek. Şu ana dek bekledim, çünkü Genaro, senin, yalnızca bilgi yolunun üstesinden gelmeye istekli olmanı değil, bizzat çabalarının da seni bilgiye götürecek denli kusursuz olması gerektiğini hissediyordu. Bunu becerdin. Şimdi büyücülerin açıklamasını söyleyeceğim sana.”
Yeniden sustu, yanaklarını okşadı, dişlerini duyumsamak istermişçesine dilini ağzının içinde dolaştırdı.
“Sana tonaldan ve nagualdan söz edeceğim,” dedi içime işleyen bir bakış atarken.
Bu iki terimi tanıştığımızdan bu yana ilk kez kullanmıştı. Orta Meksika kültürüyle ilgili insanbilim yazını dolayısıyla bunları işitmişliğim vardı. “Tonal”ın bir tür koruyucu ruh, genellikle bir hayvan; bir çocuğun doğumla birlikte edindiği, ve yaşam boyunca sıkı bağlarla bağlandığı bir hayvan olduğu düşünülürdü. “Nagual” ise büyücülerin, kendilerini dönüştürdükleri kabul edilen hayvana ya da bu dönüşümü sağlayan büyücüye verilen isimdir.
“Bu benim temalım,” dedi don Juan, eliyle göğsünü göstererek.
“Takımın mı?”
“Yo, şahsım.”
Göğsüne, kaburgalarına, uyluklarının yan tarafına vurdu.
“Bunların hepsi benim tonalım”
Her insanın, doğumuyla birlikte işlev görmeye başlayan iki yanı, iki ayrı varlığı, karşılıklı iki parçası olduğunu açıkladı; birinin adı “tonal” ötekininkiyse “nagual”dı.
İnsanbilimcilerin bu iki kavram hakkında bildiklerini ona anlattım. Sözümü kesmeden sonuna kadar dinledi.
“Evet, bunlar hakkında bildiğini sandığın her şey tam bi saçmalık,” dedi. “Bunu, sana tonal ve nagual hakkında anlatacaklarımı hiç duymamış olmana bağlıyorum. Bunlarla ilgili herhangi bi bilgin olmadığını aptallar bile anlar, çünkü bilebilmen için büyücü olman gerek, ama büyücü değilsin. Ya da, bi büyücüyle konuşmuş olman gerek, ama konuşmadın. O halde, bildiğin her şeyi unut, çünkü kullanılamaz bunlar.”
“Yalnızca bir yorumdu,” dedim.
Gülünç bir devinimle kaşlarını kaldırdı.
“Bozuk o yorumlar,” dedi. “Bu kez, dikkatini bölmeden beni dinlemeni istiyorum; seni tonal ve nagııal ile tanıştıracağım. Büyücüler bu bilgiyle özel, benzersiz bi biçimde ilgilenirler. Tonal ve nagualın, bilgi adamlarının âleminde çok önemli bi yeri vardır. Senin konumunda ise, bu, sana öğrettiğim her şeyin üstünü örten kapaktır. Bunları dile getirebilmek için şu ana dek bekledim. Ya!”
“Tonal, insanı koruyan bi hayvan değil. Bunun yerine, hayvanmış gibi tanıtılan bi koruyucudur, diyebiliriz. Ama önemli bi nokta değil bu.”
Bana gülümseyerek göz kırptı.
“Senin sözcüklerinle konuşacağım şimdi,” dedi. “Tonal, toplumsal kişidir.”
Güldü, sanırım benim şaşkınlığımaydı gülmesi.
“Tam anlamıyla tonal, bi koruyucudur, çoğunlukla bekçiye dönüşen bi koruyucu.”
Defterimi düşürdüm. Söylediklerine dikkat etmeye çalışıyordum. Sinirli devinimlerime öykünüp güldü.
“Tonal, dünyanın örgütleyicisidir,” diye sürdürdü. “Onun, görkemli amacını tanımlamak için dünyanın karmaşasını düzene sokma uğraşını sırtlanmış olduğunu söyleyebiliriz, belki de. Büyücülerin de bildiği gibi, insan olarak bilip yaptığımız her şeyin, tonalın yapıtı olduğunu kavrayabilmek o denli zor değil.
“Örneğin, şu anki söyleşimize anlam vermeye çabalayan şey senin tonal indir; o olmadan birtakım yabancı sesler duyar, aptalca ağız devinimleri izler, söylediklerimden bi halt anlamazdın.
“Tonal, değer biçilemez bi şeyi, gerçek varlığımızı esirgeyen bi koruyucudur, diyebiliriz. Yalnız bu da ona, edimlerinde kıskanç ve kurnaz olma niteliğini verir. Edimlerinin yaşamamızın en önemli bölümlerini oluşturması nedeniyle, tonalın, koruyucu olmaktan çıkıp bi bekçiye dönüşebilme olasılığı, öyle anlaşılmaz bi şey değil.”
Durdu, sonra anlayıp anlamadığımı sordu. Hiç düşünmeden, olurlarmış gibi başımı salladım, o da buna kuşkuyla güldü.
“Bi koruyucu açık fikirlidir, anlayışlıdır,” diye açıkladı.
“Bi bekçiyse, zorbadır, dar kafalıdır, buyurgandır. Yani, hepimizde bulunan tonal, açık fikirli bi koruyucu olabileceği yerde buyurgan bi bekçiye dönüşüyor.”
Açıklamasının akışını kesinlikle izleyemiyordum. Söylediği her sözcüğü işitmeme ve yazmama karşın, içsel söyleşim nedeniyle tıkanmış gibiydim.
“Seni izlemek oldukça zor,” dedim.
“Kendinle konuşmaya dalmamış olsaydın, böyle bi derdin kalmazdı,” diye kestirip attı.
Bu sözleri, uzun bir açıklama getirmeme neden oldu. Sonunda kendime hâkim oldum, ve kendimi savunma inadım nedeniyle özür diledim.
Gülümseyerek, tavrımın aslında onu sıkmadığını belirtir görünen bir devinimde bulundu.
“Tonal, bizi biz yapan her şeydir,” diye sürdürdü. “İstedini söyle! Adlandırabildiğimiz her şey tonaldır. Tonal da kendi edimlerinin bi bütünü olduğu için, her şey ister istemez onun alanına girer.”
Ona, “tonal”, toplumsal kişidir, dediğini anımsattım; bu terimi ben toplumsallaşma süreci sonundaki insan kavramını betimlemek amacıyla kullanmıştım. Eğer “tonal” bu sürecin ürünüyse, onun her şey anlamına gelemeyeceğini, çünkü çevremizdeki dünyanın, toplumsallaşmanın ürünü olmadığını vurguladım.
Don Juan ise, savımın, ona göre, bir temele dayanmadığını, önceleri çevremizde bir dünya olmadığını, yalnızca görmesini öğrendiğimiz, olduğu gibi kabul ettiğimiz bir dünya betimlemesi olduğunu vurguladığını anımsattı.
“Bildiğimiz her şeydir, tonal ” dedi. “Tonalın bu denli ezici bi egemenliğe sahip olması için kendi içinde yeterli bi neden bu, sanırım.”

Cvp: 5- Tonal Adası

Bir an için sustu. Kesinlikle soru ya da yorum bekler gibiydi. Ama benim ne soracak sorum ne de yapacağım bir yorum vardı. Gene de, kendimi soru sormaya zorunlu hissedip,  uygun bir soru hazırlamaya çabaladım. Başaramadım. Söyleşiyi açarken getirdiği uyarıların belki de bendeki soruşturma isteğini engellemek amacıyla yapıldığını hissettim. Alışılmadık biçimde sersemlemiştim. Ne yoğunlaşabiliyor, ne de düşüncelerimi bir düzene sokabiliyordum. Düşünmekten âciz olduğumu en küçük bir kuşkuya yer vermeyecek biçimde anlamıştım. Ve sanki, böyle bir olasılık varmış gibi bunu düşünmeden biliyordum.
Don Juan’a bir göz attım. Bedenimin orta kısmına bakıyordu. Gözlerini kaldırdığı an zihnimin berraklığı geri geldi.
“Bildiğimiz her şeydir, tonal” diye yavaşça yineledi, “ve bu, kişiler olarak yalnızca bizleri değil, dünyamızdaki her şeyi de içerir. Göze görünen her şey tonaldır da denebilir.
“Onu, doğumla birlikte büyütmeye başlarız. İçimize havayı ilk çektiğimiz o an, tonal için de erkle nefes almaya başlamış oluruz. Yani, bi insanın tonalı, doğumuna yakından bağlıdır demek, uygun düşer.
“Bu noktayı unutmamalısın. Tüm bunların anlaşılması açısından çok önemli bu. Tona! doğumla başlar, ölümle biter.”
Tüm bu aşamaları bir araya getirmek istedim. Söyleşinin can alıcı noktalarını yinelemesini istemek amacıyla ağzımı açmıştım ki, şaşkınlıkla sözcüklerimi seslendiremediğimi gördüm. Çok ilginç bir yetersizlik örneği yaşıyordum; sözlerim bana ağır geliyordu, bu duyguyu denetim altına alamıyordum.
Konuşamadığımı imlemek amacıyla don Juan’a baktım. Gözlerini mide bölgeme dikmişti.
Gözlerini kaldırıp kendimi nasıl hissettiğimi sordu. Sözler, ipim çekilmiş gibi, ağzımdan dökülmeye başladı. Yabansı bir konuşamama ya da düşünememe duygusu yaşamış olduğumu, gene de, aynı anda düşüncelerimin çok berrak olduğunu söyledim.
“Düşüncelerin çok mu berraktı,” diye sordu.
Neden sonra, bu berraklığın düşüncelerime değil de dünyayı algılamama özgü olduğunu ayrımsadım.
“Bana bir şey mi yapıyorsun, don Juan?” diye sordum.
“Yorumlarının gerekli olmadığına inandırmaya çalışıyorum seni,” deyip güldü.
“Soru sormamı istemiyorsun anlamına mı geliyor bu?”
“Hayır, hayır. Ne istersen sor, ama dikkatini dağıtma.”
Konunun enginliğinin beni dağıttığını itiraf etmeliydim.
“Tonal her şeydir, anlatımıyla ne söylemek istediğini gene de anlamış değilim don Juan,” dedim, bir anlık suskunluğun ardından.
“Tonaldır, dünyayı yapan.”
"Tonal, dünyanın yaratıcısı mı?”
Don Juan, tırmalarcasına şakaklarını kaşıdı.
"Tonalın dünyayı oluşturması sözün gelişi. Hiçbi şeyi yaratamaz ya da değiştiremez, ama gene de oluşturur dünyayı; yargılamak, değer biçmek, tanıklık etmektir işlevi, çünkü. Tonal, dünyayı yapar, diyorum, zira tona/, kurallarını uyum içinde değerlendirir ve tanıklık eder. Tonal çok ilginçtir, hiçbi şey yaratmayan bi yaratıcıdır. Başka bi deyişle, tonal, dünyayı anlaması için gereken kuralları koyar. Yani, deyim yerindeyse, dünyayı yaratır.”
Parmaklarıyla, iskemlesinin kenarında belirli bir tartım tutturarak tanınmış bir havayı mırıldanmaya başladı. Gözleri parlıyordu; sanki kıvılcımlar çıkıyordu. Başını sallayarak kıkırdadı.
“Beni pek izleyemiyorsun,” dedi, gülerek.
“İzliyorum, canım. Sorun yok,” dedim ama sesim inandırıcı değildi.
“Tonal, bi adadır,” diye açıkladı. “Bunu tanımlamanın en iyi yolu, tonalın bi ada olduğunu söylemek.”
Elini masanın üstünde gezdirdi.
“Tonal, bu masanın üstü gibidir diyelim. Bi ada. Bu adanın üstünde de her şeyimiz var. Bu ada da aslında dünya.
“Her birimizin bi tonalı var, bi de her ana özgü ortak bi tonal var. Buna da zamanın tonalı diyebiliriz.”
Lokantadaki masa kümelerini gösterdi.
“Bak! Her masanın biçimi aynı. Kimi eşyalar hepsinin üzerinde bulunmakta. Gene de kişisel açıdan farklılar; kimi masaların üstü daha kalabalık; değişik yemekler var üstlerinde, değişik tabaklar, değişik bi hava, bununla birlikte, bu lokantadaki masaların oldukça benzeştiğini söyleyebiliriz. Aynı durum tonal için de geçerli. Nasıl bu lokantanın masaları benzeşiyorsa, bizleri de benzeştiren zamanların tonalıdır. Ayrı ayrı her masa hiç kuşkusuz kişisel bi durumdur, tıpkı her birimizin kişisel tonalı gibi. Akılda tutulması gereken en önemli nokta şu: kendimizle ve dünyayla ilgili bildiğimiz her şey tonal adası üzerinde yer alır. Anlıyor musun?”
“Kendimizle ve dünyayla ilgili olduğunu bildiğimiz her şey tonalsa, nagual nedir, peki?”
“Nagual, bizim hiç ilgilenmediğimiz parçamızdır.”
“Anlayamadım?”
“Nagual, bizim betimleyemediğimiz bölümümüzdür— isim yok, söz yok, duygu yok, bilgi yok.”
“Burada bir çelişki var don Juan! Fikrimce, hissedilemez, betimlenemez ya da adlandırılamaz ise, var olamaz demektir.”
“Çelişki senin fikrinde var. Seni uyarmıştım, anlamaya çabalarken kendini nakavt etme.”
“Nagual, zihindir diyebilir misin?”
“Hayır. Zihin masanın üzerindeki bi nesnedir. Zihin tonalın bi parçasıdır. Zihin acılı sostur diyelim.”
Bir sos şişesi alıp önüme bıraktı.
“Nagual, tin midir?”
“Hayır. Tin de masanın üstünde. Küllük de tin olsun.”
“İnsan düşüncesi midir, peki?”
“Hayır. Düşünceler de masanın üstünde. Düşünceler çatal bıçak takımı gibidir.”
Bir çatal alıp, sos şişesiyle küllüğün yanına koydu.
“İlahiyat mı? Cennet mi?”
“Onlar da değil. Bu dediklerin her neyse, o da masanın üzerinde; peçeteler örneğin.”
Sözünün ettiği şeyi betimleyebilmek amacıyla, olası her yolu denemeye giriştim; saf bilinç, insan ruhu, yaşam gücü, ölümsüzlük, yaşam ilkesi. Sözünü ettiğim her şey için, masanın üstünden bir nesneyi her şey önümde toplanıncaya dek benim tarafıma koydu.
Don Juan son kerte eğleniyormuş gibiydi. Kıkırdıyor, dile getirdiğim her yeni olasılığın ardından ellerini ovuşturuyordu.
“Nagual, Ulu Varlık, Kadir-i Mutlak, ya da Tanrı mı?” diye sordum.
“Hayır, Tanrı da masanın üstünde. Masa örtüsü de Tanrı’dır diyelim.”
Örtüyü kaldırıp, içindeki tüm nesnelerle birlikte çıkın yaparmış gibi gülünç bir öykünmede bulundu.
“Ama, sen Tanrı yok mu demek istiyorsun?”
“Hayır. Ben bunu demedim. Tüm söylemek istediğim, nagualın Tanrı olmadığıdır, çünkü Tanrı kişisel temalımızın ve zamanların tonalının bi nesnesidir. Tonal ise, daha önce de söylediğim gibi, dünyayı oluşturduğunu sandığımız her şeydir, tabii, Tanrı da dahil buna. Tanrının zamanımızın temalının bi parçası olmaktan başka bi önemi yoktur.”
“Don Juan, benim anlayışıma göre Tanrı her şeydir. Aynı şeyden söz etmiyor muyuz?”
“Hayır. Tanrı, düşünebildiğin her şeydir yalnızca. Doğru konuşmak gerekirse, o da masanın üstündeki başka bi nesne. Tanrı’ya her istediğinde tanık olamazsın, onun hakkında konuşabilirsin yalnızca. Öte yandan, nagual, savaşçının hizmetindedir. Tanık olunabilir, ama hakkında konuşulamaz.”
“Nagual, söylediğim hiçbir şeyin kapsamına girmiyorsa,” dedim, “Belki bana yerini söyleyebilirsin. Nerede bu?”
Don Juan, eliyle her tarafı süpürürmüş gibi yapıp, masanın sınırları ötesindeki bölgeyi gösterdi. Elini, tersiyle masanın ötesindeki imgesel bir yüzeyi temizliyormuşçasına devindirdi.
“Nagual, orda,” dedi. “Orda, adayı çevreliyor. Nagual, erkin olduğu yerdir.
“Daha doğduğumuz anda aslında iki parça olduğumuzu hissederiz. Doğum anında ve sonraki kısa sürede tümüyle nagualızdır. Sonra da, işlev görebilmek amacıyla, sahip olduğumuz parçanın bi karşı parçası olması gerektiğini hissederiz. Aranan, tonaldır; bu da, ta başından bizde bi eksiklik hissi yaratır. Sonra, tonal gelişmeye başlar ve bize işlev sağladığı için öylesine önem kazanır ki, nagualın parıltısı körelir; onu tümüyle kaplar. Artık tümüyle t o nal olduğumuz anda ise doğum anından başlayarak bize eşlik eden, ve bizi bütünleyen bi başka parça olduğunu sürekli anımsatan o eski yetersizlik duygusunun arttığını seyretmekten başka bi şey yapamayız.
“Tümüyle tonal olduğumuz andan başlayarak, eşler oluşturmaya koyuluruz. İki yanımız olduğunu hep duyumsarız ama bunu tonalın nesneleriyle dile getiririz. Bi yanımızın ruh, diğerinin beden olduğunu söyleriz. Zihin ve madde. Ya da, iyi ve kötü. Tanrı ve Şeytan. Aslında adanın üzerindeki şeyleri eşleştirdiğimizin ayırdına varamayız; bu, çayla kahveyi, ekmekle tortilla’yı, hardalla acılı sosu eşleştirmeye çok benzer. Diyorum sana, bizler tekinsiz hayvanlarız. Aklımız başımızdan gitmiştir; ama hâlâ, çılgınlar gibi, anlamlı şeyler yaptığımıza inanırız.”
Don Juan ayağa kalkıp bir konferansçı gibi konuşmaya başladı benimle. İşaret parmağını bana doğrultarak başını titretti.
“İnsan iyi ile kötü arasında değil, artı kavramı ile eksi kavramı arasında gidip gelir,” dedi, sesinde komik bir belagat titreşimiyle; bir eliyle tuzluğu diğeriyle biberliği kavramıştı. “Gerçek devinim artı ile eksi arasındadır.”
Tuzluğu ve biberliği bırakıp, bir çatalla bir bıçak kaptı.
“Yanlış diyorsun! Devinim yoktur,” diye sürdürdü, kendini yanıtlarmışçasına, “İnsan yalnızca zihindir.”
Sos şişesini tutup kaldırdı. Sonra, yerine bıraktı.
“Senin de gördüğün gibi,” dedi, yavaşça, “kırmızıbiber sosuyla zihnin yerlerini kolaylıkla değiştirip, sonra da, “İnsan yalnızca kırmızıbiber sosudur!” diyebiliriz, bu da bizim eskisinden daha kaçık olduğumuz anlamına gelmez.”
“Doğru soruyu soramadım, galiba,” dedim. “Adanın ötesindeki yerin neresi olduğunu anlamak amacıyla doğru soruyu sorabilseydim eğer, daha iyi bir anlayış yakalayabilirdik belki?”
“Bunu yanıtlamanın yok bi yolu. Bunu, hiçlik diye yanıtlasaydım bile, nagualı, o saat tonalın bi parçası durumuna sokmuş olurdum. İnsan adanın ötesinde bulur nagualı, tüm diyebileceğim bu.”
“Peki, ona nagual dediğin an, tonalın bir parçası konumuna getirmiş olmuyor musun?”
“Hayır. Böyle bir şey olduğunun bilincine varasın diye söyledim adını onun.”
“Peki! Ama nagualın bilincine varmak onu tonalın bir parçası konumuna getiren adımı atmak olmuyor mu?”
“Yazık, anlamıyorsun. Tonal ve nagualı gerçek bi çift olarak dile getirmiştim. Tüm yaptığım buydu.”
Bir zamanlar ona, anlam konusundaki ısrarcılığımın nedenini açıklamaya çalışırken, çocukların, anlamın üstesinden gelinceye dek “anne” ile “baba” arasındaki farkı anlayamadıklarını, bunu belki de yalnızca “babanın” pantolon, “annenin” ise etek giydiği ya da saç biçimi gibi farklar yoluyla kavrayabildikleri fikrini tartışmış olduğumu anımsattı.
“İki parçamızı betimleyebilmek için, bizler de kesinlikle aynı şeyi yaparız,” dedi. “Bi başka yanımız daha olduğunu duyumsarız. Ama ne zaman bu öbür yanımızı saptamak istesek, tonal, sopasını gösterir. Kıskanç, sıradan bi yöneticidir o. Kurnazca yanıltır bizi, gerçek çiftin öteki tekinden, nagualdan geldiğine inandığı en ufak imgeyi bile ezip geçmeye zorlar bizi.”

Cvp: 5- Tonal Adası

.