Konu: Bölüm 8
Don Juan, durup dururken, o hafta sonunda California’ya dönüp dönmeyeceğimi soruverdi. Pazartesi sabahı yola çıkmayı tasarladığımı söyledim. 18 Ocak 1969, cumartesi günü öğle vaktiydi; ramadanın altında oturmuş sabahtan beri yakın tepelerde dolaşmamızın yorgunluğunu çıkarmaktaydık. Don Juan kalkıp eve girdi. Az sonra beni içeriye çağırdı. Odanın ortasında oturmuş, benim hasır yaygımı önüne sermişti. Başıyla oturmamı imledi ve hiç konuşmadan piposunu kılıfından çıkardı, içini harmanla doldurarak yaktı. Korlarla dolu kil bir tepsi bile getirmişti odaya.
İçmek isteyip istemediğimi sormamıştı. Pipoyu elime tutuşturup çekmemi söyledi. Duraksamadan dediğini yaptım. Don Juan hazır olduğumu hissetmiş olacaktı. Bekçiye değin dayanılmaz merakımı açıkça görmüştü herhalde. Dil dökmesine gerek kalmadan, büyük bir istekle bütün harmanı tüttürdüm, çektim.
Daha önce olan şeylerin tıpkısı gene olmaktaydı. Don Juan da benzer davranışlarını sürdürmekteydi. Yalnız, bu kez, kendisi yapacağı yerde, sağ kolumu hasırın üzerine yaslamamı, sol yanıma yatmamı söylemekle yetindi. Kendimi daha kolayca kaldırabilmem için istersem elimi yumruk yapabileceğimi de ekledi.
Gövdemin ağırlığını yumruğumun üzerinde kaldırmak, açık duran elimle kaldırmaktan daha kolay geldiği için yumruğumu sıktım. Uykum gelmemişti; bir süre de bir sıcaklık duydum; çok geçmeden tüm duyumlar yok oldu.
Don Juan karşımda uzanmış yatıyordu. Sağ dirseğini yere yaslamış, başını avucunun içine almıştı. Her şeyde bir yumuşaklık, bir uysallık vardı; dokunma duyusunu yitirmiş olan gövdemde bile...
“Ne güzel!” dedim.
Don Juan birden yerinden fırladı.
Sert bir sesle, “Gene başlama o herzelerine,” dedi. “Konuşma! Konuşarak enerjini yitirme; yoksa, bekçi pestilini çıkarıverir-sinek gibi eziverir seni.”
Bu dediğini gülünç bulmuş olmalı ki, gülmeye başladı; ama birden gülmesini kesiverdi.
Yüzü ciddileşerek, “Konuşma, lütfen konuşma!” dedi.
“Bir şey demiyecektim zaten,” dedim; bunu da istemeden söyleyivermiştim.
Don Juan gene ayağa kalktı. Arka bahçeye gittiğini gördüm. Bir an geçti, bir böceğin hasırın üzerine konduğunu görüverdim. O ana dek bilmediğim bir tedirginlik vermişti bana bu. Coşku, acı, korku karışımı bir şeydi duyduğum. O anda doğaüstü bir şeylere tanık olacağım, kesin biçimde doğuvermişti içime. Öbür dünyanın bekçiliğini yapan bir tatarcık böceği! Öyle komik buluyordum ki bunu! Bir kahkaha atmak istedim; ama bu coşkunluğumun dikkatimi dağıttığını sezerek, açıklamak istediğim geçiş dönemini kaçırmamaya çalıştım. Bekçi bana daha önce ilk kez göründüğünde, tatarcığa sol gözümle bakmıştım. Daha sonra yerimden kalkıp, ona iki gözümle bakmış olduğumu anımsıyordum; ama bu geçişi nasıl yaptığımı ayrımsayamıyordum.
Böceğin hasır üzerinde yüzümün tam karşısında hızla döne döne uçuştuğunu gördüm. Şimdi iki gözle bakmaktaydım ona. Böcek epey yaklaşmıştı. Bir ara, artık onu iki gözle göremez olmuştum; onun için yere yakın olan sol gözümle bakmaya başladım. Bunu yapar yapmaz da gövdemi dik bir duruma geçirmiş olduğumu ve inanılmaz büyüklükte bir yaratığa bakmakta olduğumu gördüm. Parlak siyah bir renkteydi. Önü, uzun, kara diken gibi kıllarla kaplıydı; kaygan ve parlak pullarının aralarından fırlayan iri çivilere benziyorlardı. Öbek öbek diziliydiler bu kıllar. Kalın, yuvarlak, dev gibi bir gövdesi vardı böceğin. Boyuna oranla kanatları küt ve kısaydı. Fırlak iki gözü, uzun bir hortumu vardı. Bu kez daha çok bir timsaha benziyordu. Uzun kulakları ya da boynuz gibi bir şeyleri vardı. Köpük saçıp durmaktaydı.
İyice bakayım şu hayvana diye geçirip şöyle bir toparlandım. Ve bu yaratığa, başka şeylere baktığım olağan biçimde bakamadığımı anladım. Bekçinin gövdesine baktığım zaman, her yanı ayrı ayrı kendi başına canlıymış gibi görünüyordu- İnsanın gözünü oynatması gibi... İşte o anda, ilk kez olarak, insanın canlı olup olmadığının yalnızca gözlerinden anlaşılabileceği düşüncesi dank etti kafama. Oysa bu bekçinin “bir milyon gözü” vardı.
Çok ilginç bulmuştum bunu. Bu deneyimimden önce de bir böceğin koskoca bir canavar gibi gösterildiği “çarpıtılmış benzetmeler” üzerinde düşünmüşlüğüm vardı; “mikroskobun büyütücü merceğiyle böceğe bakmak” da iyi bir benzetme olabilirdi. Ama durum böyle değildi. Bu bekçiyi gözlemlemek, mikroskopla bir böceğe bakmaktan çok daha karmaşık bir şeydi.
Bekçi, önümde uçuşmaya başladı. Bir an durdu; bana bakmakta olduğunu seziyordum. Hiç ses çıkarmadığı aklıma geldi o sırada. Sessiz bir danstı bekçinin yaptığı. Görsel bir mucizeyle karşı karşıyaydım, fırlak gözleriyle, korkunç ağzıyla, köpük saçısıyla, sinsice uzanan kıllarıyla, ve en başta o inanılmaz boyuyla ürkünç bir yaratıktı. Kanatlarını nasıl oynattığına dikkatle baktım. Nasıl da titrediyordu onları hiç gürültü çıkarmadan! Dev bir buz patencisi gibi, yerde nasıl kaydığını hayretle izliyordum.
Önümde duran bir karabasan örneği yaratığa bakarken, yüreğimin kabardığını duyumsuyordum. Onu alt etmenin, onu geçmenin gizini gerçekten bulguladığım kanısındaydım. Bu bekçinin, perdedeki sessiz bir filmden başka bir şey olmadığını, beni incitemeyeceğini, korkunç bir görüntü yaratmaktan öte bir şey yapamayacağını düşünüyordum.
Şimdi, bekçi, karşımda durmuş, bana bakmaktaydı. Birden kanatlarını titretip geriye döndü. Sırtı pırıl pırıl renklerle bezeli bir zırha benziyordu; parıltısı göz kamaştırıyordu, ama renkleri mide bulandırıcıydı. En sevmediğim renklerdi bunlar. Bekçi, kanatlarını oynatıp yerde kayarcasına gözden uzaklaştı.
Çok yabansı bir ikilemle burun buruna gelmiştim. Salt, ezici bir görüntü verme ötesinde bir işe yaramadığına değin kavrayışımla onu alt ettiğime gerçekten inanmıştım. Don Juan’ın, kendi sandığımdan fazlasını bildiğime değin diretmesi neden olmuş olmasındı bu inancıma! Her ne hal ise, bekçiyi yendiğim ve yolumun artık açık olduğu kanısındaydım. Ama şimdi ne yapmam gerektiğini kestiremiyordum. Böyle bir durumda ne yapılacağından söz etmemişti don Juan. Dönüp arkama bakmak istedim. Ne var ki, hareket edemiyordum. Gene de, gözlerimin önünde uzanan 180 derecelik bir bölgenin büyük bir bölümünü görebiliyordum. Önümde bulutlu, donuk sarı, gazdan oluşmuşa benzeyen bir çevren (ufuk) görünüyordu. Göz alabildiğince her yan limon rengine bürünmüştü. Kükürt buharlarıyla dolu bir düzlükteydim sanki.
Birden, bekçi gene belirdi çevremde. Önüme gelmeden önce geniş bir daire çizdi. Açık duran ağzı derin bir mağarayı andırıyordu. Diş yoktu ağzında. Bir an kanatlarını titretti ve üzerime çullandı. Tıpkı bir boğa gibi saldırmıştı; dev kanatlarını burnumun dibinde hissettim. Acıyla haykırdım ve uçtum; ya da kendimi havaya fırlatarak bekçinin çok ötesine geçtim. O sarımsı düzlüğün ötesinde bir yerdi buraları, başka bir dünyaydı, insanların dünyası... Ve kendimi don Juan’ın odasında ayakta durur buldum.