1

Konu: 9 - Yeryüzünün Son Savaşı

Pazartesi, 24 Temmuz 1961
Öğleyi epey geçe, saatlerce çölde dolaştıktan sonra, don Juan dinlenebileceğimiz gölgelik bir yer seçti. Oturur oturmaz da konuşmaya başladı. Avcılığa değin pek çok şey öğrendiğimi, ama onun arzuladığı denli değişmiş olmadığımı söyledi.
“Tuzakların nasıl yapılacağını bilmek, onları kurmak yetmez,” dedi. “Bi avcı, yaşamını gerçek bi yaşam kılmak için tam bi avcı gibi yaşamalıdır. Ne yazık ki, değişimler zordur, çok yavaş gerçekleşir; kimi zaman bi adamın değişmesi gerektiğini kavraması yıllar alır. Benim bunu kavramam yıllar aldı, ama avcılığa yoktu fazla bi eğilimim de ondandı bu. Kanımca bana en zor gelen şey değişmeyi gerçekten istememdi.”
Ne demek istediğini çok iyi anladığımı belirttim. Aslında, bana avcılığı öğretmeye başladığından bu yana ben de eylemlerimi gözden geçirmeye başlamıştım. Keşfettiğim en çarpıcı şey belki de don Juan’ın yöntemlerine ısınmış olmamdı. Don Juan’ı bir insan olarak beğeniyordum. Davranışlarında güçlü bir şeyler vardı; yaptığı şeyler onun ustalığı konusunda herhangi bir kuşku yaratmıyordu, gene de bu üstünlüklerini benden bir şeyler istemek amacıyla kullanmıyordu. Don Juan’ın, benim yaşamımı değiştirme tutkusu, kanımca, onun kişisel çıkarları ötesinde bir şeydi, ya da ola ki benim başarısızlıklarımı görerek kendi yetkesini kullanmak istemesinden kaynaklanıyordu. Don Juan bende, zayıf yanlarıma ilişkin köklü bir bilinçlilik uyandırmıştı, ama onun yöntemlerinin bende bir iyileşmeyi nasıl sağlayacağını anlayamıyordum. İçtenlikle inanıyordum ki, yaşamımdaki amaçlarımın ışığında, onun yöntemleri bana sadece acı ve yoksulluk getirebilirdi. Buydu açmazım. Ne var ki, onun ifadesini şaşmazcasına güzellik ve dakiklikle sergileyen ustalığına saygı duymayı öğrenmiştim.
Don Juan, “Taktik değiştirmeye karar verdim artık,” dedi.
Bu söylediğini açıklamasını istedim; ne demek istediğini anlayamamıştım, üstelik bunun benimle ilgili olduğundan bile emin değildim.
“İyi bi avcı, gerektikçe, değiştirir yöntemlerini,” diye yanıt verdi. “Bunu sen de bilirsin.”
“Neler geçiyor aklından, don Juan? Anlatsana.”
“İyi bi avcı sadece avının alışkanlıklarını değil, bu dünya da insanları da hayvanları da ve her bi şeyi de yöneten güçler olduğunu da bilmelidir.”
Konuşmasını kesti. Biraz bekledim, ama söyleyeceklerini bitirmişe benziyordu.
Uzun bir sessizlikten sonra, “Ne gibi güçler bu sözünü ettiklerin?” diye sordum.
“Bizim yaşamımızı, ölümümüzü yöneten güçler.”
Don Juan konuşmasını kesti, ne söyleyeceğine karar vermekte büyük bir güçlük çekmekteydi sanki. Ellerini ovuşturdu, başını salladı, çenelerini sıktı, iki kez, tam ben onun bu bilmecemsi sözlerini açıklamasını isteyecekken, susmamı imledi.
“Kendini kolay kolay durdurabileceğini sanmıyorum,'” dedi en sonunda. “İnatçı olduğunu biliyorum, ama etmez bi fark. Ne denli inatçı olursan, sonunda kendini değiştirmeyi başardığında o denli iyi olur senin için.”
“Elimden geleni yapıyorum,” dedim.
“Hayır. Sana katılmıyorum. Elinden daha iyisi gelir, biliyorum. Hoş bi laf etmek için söyledin öyle; zaten yaptığın her bi şeye değin edersin o lafı sen. Yıllar var ki hep elinden geleni yapmakta ama hava almaktasın. Bunu değiştirecek bi şeyler yapman gerek.”
Her zaman olduğu gibi, kendimi savunmadan edemedim. Don Juan gene, en zayıf noktalarımı topa tutmakta gecikmedi. O anda, ne zaman kendimi onun eleştirilerine karşı savunmaya kalksam sonunda kendimi hep bir aptal gibi hisseder durumda bulduğumu hatırlayarak birtakım açıklamalara girişeceğim uzun bir konuşmayı daha ortasında kesiverdim.
Don Juan beni merakla süzdü ve güldü. Sesinde sevecence titremler, daha önce bana hepimizin aptal şeytanlar olduğumuzu zaten açıklamış olduğunu söyledi. Ben de bir istisna değilmişim.
Sen hep, eylemlerini açıklaman gerekirmişçesine davranıyorsun, sanki bu dünyada bir sen varmışsın gibi yanılgı içinde olan,” dedi. “Gene senin o eski kendini beğenmişliğin. Bu duygudan çokça var sende; kişisel geçmişin de aşırı taşırı. Buna karşılık, eylemlerinin sorumluluğunu aldığın da yok; ölümünü bi danışman olarak kullanmıyorsun, hepsinden önemlisi de ulaşılabilirliğin pek fazla. Demem şu ki, senin yaşamın hâlâ, seninle tanıştığım zamaki gibi—bok üstüne bok.”
Gene haklı olduğum inancı tüm benliğimi kapladı; onun hatalı olduğunu yüzüne söylemek isteğini duydum. Don Juan elini devindirerek susmamı imledi. “İnsanın, bu tekinsiz dünyada bulunmanın sorumluluğunu üstlenmesi gerekir,” dedi. “Tekinsiz bi dünyadayız, bu kesin.”
Başımı olurlarcasına öne doğru eğdim.
Don Juan, “Aynı şeylerden söz etmiyoruz biz,” dedi. “Sana göre bu dünyanın tekinsizliği, dünyanın seni sıkmadığı zaman dünyayla çelişmenden kaynaklanıyor. Bana göreyse dünyanın tekinsizliği, onun görkemliliğinden, gizlerle dolu olmasından, varılamaz derinliğinden kaynaklanıyor; ben seni, burada, bu şaşırtıcı dünyada, bu şaşırtıcı çölde, bu şaşırtıcı zamanda bulunmanın sorumluluğunu üstlenmen gerektiğine inandırmak istemişimdir. Her bi eylemini önemsemeyi öğrenmen gerektiğine seni inandırmak istemişimdir, zira sen burada ancak kısa bi süre kalacaksın, gerçekten de bu dünyanın tüm harikalarına tanık olamayacağın denli pek kısa bi süre.”
Ben de direterek, dünyanın sıkıntılı ve iç karartıcı koşullarının insanoğlunun kaderi olduğunu söyledim.
“Değiştir bunu sen, o halde,” dedi don Juan sertçe. “Şayet o koşulları değiştirmeye çabalamazsan, bi ölüden farkın kalmaz.”
Don Juan, yaşamımda benim tüm düşüncelerimi saran bir konuyu söylememi istedi. Ben de sanat, dedim. Oldum bittim, bir sanatçı olmayı düşlemiş, uzun yıllar bu amaca yönelik bir takım çabalar harcamıştım. Başarısızlığımın acısını hâlâ belleğimde taşırım.
Don Juan, suçlarcasına, “Sen bu derinliğine varılamaz dünyada bulunmanın sorumluluğunu hiç üstlenmemişsin ki,” dedi. “Bu yüzden asla bi sanatçı olamadın, bu yüzden belki de asla bir avcı olamayacaksın.”
“Bundan iyisini yapamam ki, don Juan.”
“Bırak. Neler yapabileceğini bilmiyorsun daha sen.” “Elimden geleni yapıyorum ben.”
“Gene yanıldın işte. Daha fazlası gelir senin elinden. Senin
tek, basit bi yanılgın var—bol bol zamanın olduğu kanısındasın.”
Don Juan sırıttı; tepkimin ne olacağını beklercesine bana baktı.
“Bol bol zamanın olduğu kanısındasın,” diye yineledi. “Ne yapmak için bol zamanım var, don Juan?”
“Sen, yaşamının sonsuza dek süreceğini sanmaktasın.”
“Hayır. Öyle düşünmüyorum.”
“O halde, yaşamının sonsuza dek süreceğini düşünmüyorsan ne diye bekliyorsun? Değişmek için niçin bu ikirciklenmen?”
“Değişmek istemeyebileceğimi hiç düşündün mü sen, don Juan?”
“Elbet düşündüm. Ben de, tıpkı senin gibi, değişmek istemezdim. Ne var ki, beğenmiyordum yaşamımı; tıpkı senin gibi, bıkmıştım yaşamımdan. Şimdiyse, yetmiyor yaşamım bana.”
Yaşam biçimimi değiştirmek için bunca dayatmasının ürkütücü ve keyfi bir şey olduğunu ateşli bir şekilde savladım. Aslında, belli bir düzeyde, ona katıldığımı, ama sırf onun bu düşüncelerini bana hep buyururcasına benimsetmeye çalışması yüzünden ona karşı öfke duyduğumu söyledim.
Don Juan, sesi katılaşmış, “Bu tutumunu sergilemek için zamanın yok senin,” dedi. “Senin şimdi yaptıkların, her ne menem şeyse, ola ki senin son savaşındır. Bi dakka daha yaşamanı sağlayabilecek bi güç yoktur bu evrende.”
Öfkemi dizginleyerek, “Onu biliyoruz,” dedim.
“Yoo. Bilmiyorsun. Bilseydin eğer, bi avcı olurdun sen!” Burnumun hemen dibindeki ölümün bilincinde olduğumu, ancak bunu düşünmenin ya da söz konusu etmenin bir yararı dokunmayacağını, zira ondan kaçınmak için yapabileceğim bir şey bulunmadığını ileri sürdüm. Don Juan güldü—benim aynı numarayı robot gibi yineleyeduran bir soytarı olduğumu söyledi.
“Şayet bu senin yeryüzündeki son savaşınsa, o takdirde ben senin bi ahmak olduğunu söylerim,” dedi dingince.. “Yeryüzündeki son oyununu, bu aptalca tutumunla heba ediyorsun sen.”
Bir süre sessiz durduk. Düşüncelerim kafamda kaynaşıyordu. Haklıydı, elbet.
‘Hiç zamanın yok senin dostum, hiç. Hiçbirimizin yok zamanı,” dedi.
“Haklısın, don Juan, ama— ”
“Bana hak vermen yetmez,” diye yapıştırdı. “Öyle kolayca hak vereceğine, eyleme geçmelisin. Her şeyi göze al. DeğiŞ-”
“Hemen öyle?..”
Pek tabii. Sözünü ettiğim değişme asla azar azar olmaz; ansızın oluverir. Topyekûn bi değişimi getirecek olan o ani olaya hazırlamıyorsun sen kendini.”
Anlattıklarının çelişkili olduğu kanısındaydım. Kendimi değişime hazırlıyorsam, bunun kuşkusuz azar azar değişmekte olduğum anlamına geldiğini söyledim.
“Sen hiç değişmedin,” dedi don Juan. “O yüzden, azar azar değiştiğini sanıyorsun. Ama bakarsın, bi gün hiçbi uyarı olmaksızın ansızın değişerek şaşırıp kalırsın. Böyle olacağını biliyorum ben, bu yüzden ya seni inandırmak için ara vermeksizin seninle ilgilenmem.”

Cvp: 9 - Yeryüzünün Son Savaşı

Tartışmayı sürdüremedim. Gerçekten ne diyeceğimi bilemez durumdayım. Bir anlık bir duraksamadan sonra, don Juan konuşmasını sürdürdü.
“Belki de,” dedi, “şöyle demem daha iyi olacak. Yapmanı önerdiğim şey, yaşamamızın sonsuza dek sürmeyeceği gerçeğini göz önünde tutmandır. Ben sana değişimin ansızın ve beklenmedik bi şekilde geliverdiğini söylemiştim ya, ölüm de öyledir. Bu konuda ne yapılabilir dersin?”
Onun bu soruyu sadece, konuşmasına renk katmak amacıyla sorduğunu sandım; ama o, kaşlarını devindirerek beni yanıt vermeye zorladı.
“Mümkün mertebe mutlu bir yaşam sürdürmek,” dedim.
“Doğru! Ama mutlu bi yaşam sürdüren bi kimseye rastladın mı hiç?”
İçimden, önce, evet demek geldi; tanıdığım birkaç kişiyi örnek olarak göstermek istedim. Ama iyice tarttıktan sonra, bu savımın temelsizliğini kavrayarak, “Hayır,” dedim. “Sanmıyorum.”
“Ben rastladım,” dedi don Juan. “Eylemlerinin niteliğine büyük özen gösteren kimi insanları tanıyorum. Onların mutluluğu, zamanlarının olmadığı kesin bilgisiyle eyleme geçmelerindedir; bu nedenle, onların eylemlerinde yabansı bi güç vardır; onların eylemlerinde bi tür...”
Don Juan aradığı sözcüğü bulamayınca, şakaklarını kaşıyarak güldü. Sonra konuşmamız son bulmuşçasına ayağa kalktı. Bana anlatmakta olduğu şeyi bitirmesi için yalvardım ona. Don Juan yere oturarak dudaklarını büzdü.
“Eylemlerde güç vardır,” dedi. “Özellikle, eylemdeki insan o eylemlerinin, onun son savaşı olduğunu bilmekteyse. İnsanın yapmakta olduğu herhangi bi şeyin belki de bu yeryüzündeki son eylemi olabileceğini iyice bilerek eyleme geçmesinde benliğini tutuşturucu yabansı bi mutluluk vardır. Ben de sana, yaşamını gözden geçirmeni, eylemlerini o aydınlığa çıkarmanı öneririm.”
Onunla aynı fikirde değildim. Bana göre mutluluk eylem lerimin özündeki bir sürekliliğin bulunduğunu; o anda yapmakta olduğum özellikle bana zevk veren bir şeyi, her istediğimde, yapmayı sürdürebileceğimi varsaymaktan geçiyordu. Onunkinden farklı olan bu bakış açımın banal bir yanı olmadığını, dünyanın da kendimin de belli bir sürekliliği olduğu kanısına dayandığını ona anlattım.
Don Juan tutarlı olma çabalarımdan hoşlanmışa benziyordu. Gülerek başını salladı, saçlarını düzeltti; ben tam “belli bir süreklilik”ten söz ederken, şapkasını yere atıp ayağıyla çiğnedi.
Onun bu şaklabanlığına gülerek konuşmamı kestim.
Don Juan, “Zamanın yok senin, dostum,” dedi. “İnsanoğlunun talihsizliği burda işte. Hiçbirimizin yeterince vakti yok; bu ürkünç, gizemli dünyada senin süreklilik, dediğin şeyin de bi anlamı yok.”
“Senin süreklilik, dediğin şey seni çekingen kılmaktan başka bi işe yaramaz,” diye sürdürdü. “Senin eylemlerinde, yeryüzündeki son savaşını verdiğini bilen bi adamın sergilediği eylemlerin doğallığı, gücü, amansız zorlaması hiç mi hiç bulunamaz. Demem şu, senin o sürekliliğin seni ne mutlu kılar ne de güçlü.”
O zaman ben de, öleceğimi düşünmekten korktuğumu itiraf ettim; yakınarak, onun durmaksızın ölümden dem vurmasının beni son derece tasalandırdığını söyledim.
Don Juan, “Ama hepimiz öleceğiz,” dedi.
Parmağıyla uzaktaki kimi tepeleri gösterdi.
“Ta orada beni bekleyen bi şey var, bu kesin; onunla birleşeceğim ben, bu da kesin. Ama ola ki sen farklısındır da, seni bekleyen bi ölüm filan yoktur.”
Don Juan, çaresizlikle yüzümü buruşturmama güldü. “Bunu düşünmek istemiyorum, don Juan.”
“Ne diye?”
“Anlamsız da ondan. Şayet orada beni beklemekteyse, ne diye kendimi üzeyim?”
“Kendini üzmen gerektiğini söylemiş değilim ki.”
“Ne yapmam gerekiyor o halde?”
“Yararlan bundan. Dikkatini kendinle ölümün arasındaki
bağa odakla—üzüntüsüzce, pişmanlık duymaksızın, kaygılanmaksızın. Dikkatini, hiç zamanın kalmadığı gerçeğine odakla, eylemlerinin de ona göre özgürce akmasına izin ver. Her bi eylemin, senin yeryüzündeki son savaşının eylemleri olsun. Eylemlerin, ancak bu koşullar altında güçlülük kazanacaktır. Aksi takdirde, ömrün boyunca, eylemlerin çekingen bi adamın eylemleri olarak kalacaktır.”
“Çekingen bir insan olmak çok mu kötü bir şey?”
“Değil. Şayet ölümsüz olacaksan, kötü bi şey değildir; ama eğer öleceksen, çekingenlik için zaman yoktur, zira çekingenlik senin salt düşüncelerinde var olan bi şeylere yapışıp kalmana yol açar. Her bi şeyin uyuyup kaldığı bi ortamda yatışmanı sağlar; ama sonra o ürkünç, gizemli dünya, her birimizi yutmak için olduğu gibi senin için de ağzını açıverir de, o zaman senin o güvenilir yöntemlerinin hiç de güvenilir olmadıklarını çakıverirsin. Çekingen olmak, insan olarak bizlerin nasibimizi aramamızı, hakkımızı kendi çıkarımıza kullanmamızı önler.”
“Sürekli olarak öleceğimizi düşünerek yaşamak doğal bir şey değil ki, don Juan.”
“Ölümümüz bizi beklemekte; şu anda yapmakta olduğumuz şu eylem de pekâlâ yeryüzündeki son savaşımız olabilir,” yanıtını verdi don Juan, ağırbaşlı bir sesle. “Ben buna savaş adını taktım, çünkü bi boğuşma var burda. Çoğu kimse bi eylemden bi eyleme hiçbi çatışma, hiçbi düşünce olmaksızın geçiverir. Oysa bi avcı, her bi eylemini inceden inceye tartar; ölümüne ilişkin bilgisi tam olduğundan, her bi eylemine, sanki o eyleme onun son savaşıymışçasına, sağgörüyle girişir. Bi avcının başka insanlara olan üstünlüğünü ancak bi ahmak göremez. Bi avcının başka insanlara olan üstünlüğünü ancak bi ahmak göremez. Bi avcı, son savaşına, o savaşın hak ettiği saygıyı gösterir. Yeryüzündeki son savaşına dört elle sarılmasına şaşmamak gerekir. Zaten o bundan büyük zevk alır. Korkuları da böylece yok olur gider.”
“Haklısın,” diyerek onu doğruladım. “Ama kabul edilmesi zor bir şey.”
“Aklının yatması için yıllar geçmesi gerek, sonra da eylemlerini buna göre gerçekleştirmen için gene yıllar geçmesi gerek. Umarım yeterli zamanın kalmıştır senin.”
“Bu sözün beni çok ürkütüyor,” dedim.
Don Juan, yüzünde ağırbaşlı bir ifadeyle beni süzdü. “Bu nun yabansı bi dünya olduğunu söylemiştim sana,” dedi. “İnsanları güden ürkütücü güçlerin ne zaman ne yapacağı belli olmaz, ama onların görkemi de görülmeye değer.”
Don Juan konuşmasını kesip gene bana baktı. Bana bir şey açıklayacakmış gibi durmaktaydı, ama toparlanarak güldü.
“Bizi güden bir şeyler mi var?” diye sordum.
“Elbet var. Bizi güden güçler, erkler var.”
“Onları betimleyebilir misin?”
“Tam değil; onların birtakım güçler, tinler, soluklar, yeller
ya da onun gibi bi şeyler olduğunu söylemenin dışında bi şey diyemeyeceğim.”
Ben sormaya devam etmek istedimse de, daha ağzımı açmaya fırsat bulamadan, don Juan ayağa kalktı. Gözlerimi dikmiş, hayretle ona bakmaktaydım. Zira tek bir hareketle bedeni şöyle bir silkilenivermiş, ayağa dikilmişti.
Böylesi bir hızla hareket edebilmesi için sahip olması gereken olağanüstü yeti üzerinde kafa yormamı sürdürürken, don Juan buyurgan bir sesle, tuzak kurup bir tavşan yakalamamı ve alacakaranlık bastırmadan önce onu kızartmamı söyledi.
Bir yandan gökyüzüne bakarak yeterli zamanımın olduğunu da ekledi.
Hemen kalktım, daha önce pek çok kez yaptığım gibi işe koyuldum. Don Juan yanımda yürüyor, her hareketimi dikkatle izliyordu. Ben çok sakindim, dikkatle ilerliyordum. Zorluk çekmeden bir erkek tavşan yakalamıştım.
“Şimdi onu öldür,” dedi don Juan katı bir sesle.
Ben tuzağa uzanarak tavşanı kulaklarından yakaladım. Dışarıya doğru çekerken, birden büyük bir korkuya kapıldım. Don Juan’ın bana avcılığı öğretmeye başlayalıdan beri avın nasıl öldürüleceğini hiç öğretmemiş olduğunun farkına ilk kez varmıştım. Çölde yaptığımız pek çok gezi sırasında don Juan kendisi bir tavşan, iki bıldırcın, bir de çıngıraklıyılan öldürmüştü.
Tavşanı bırakarak don Juan’a baktım.
“Öldüremem ben onu,” dedim.
“Niyeymiş?”
“Daha önce hiç yapmadım bu işi.”
“Ama yüzlerce kuşu, bi sürü hayvanı öldürmüştün.” “Tüfekle öldürmüştüm ama, ellerimle değil”
“Ne fark eder ki? Bu tavşanın eceli gelmiş.”
Don Juan, gözlerinde vahşi bakışlar, buyurdu gene: “Öldür onu!”
“Öldüremem.”
Don Juan bağırarak, tavşanın ölmesi gerektiğini söylüyordu. Artık onun bu güzel çölde koşup durmasının sona erdiğini anlattı. Oyalanmaya hakkım olmadığını, zira tavşanları güden erk ya da tinin bu önümüzdeki tavşanı, tam da alacakaranlığın eşiğinde benim tuzağıma yöneltmiş olduğunu söyledi.
Benliğimi bir dizi çelişkili düşünceler, duygular sardı. Sanki hep varmış da bu anı bekliyormuş gibi algıladığım duygulardı bunlar. Tavşanın bu acıklı durumunu, tuzağıma düşmüş olmasını tüm çarpıcılığıyla duyumsuyordum. Birkaç saniye içinde birkaç kez ölmüş ve dirilmiş gibi oldum, sanki o tavşan bendim.
Ben tavşana bakıyordum, tavşan da bana bakıyordu. Tavşan kafesin arkasına sinmişti; orada iki büklüm olmuş, ses çıkarmadan, devinmeden durmaktaydı. Tavşanla aramızda heyecansız bir bakışma oldu; sessiz bir umutsuzluk, diye algıladığım bu bakışma, ikimizi perçinlercesine özdeşleştirmişti. Sesimi yükselterek, “Vazgeç yahu,” dedim. “Ben bu tavşanı öldürmem. Bırakalım gitsin.”
Derin bir coşkuyla sallandım. Tavşanı kulaklarından yakalamaya çalışırken kollarım titriyordu; hayvan hızla sağa sola kaçıyor, onu bir türlü tutamıyordum. Bir kez daha denedim, ama boşuna. Çaresizlikten deliye dönmüştüm. İçim bulanıyordu. Birden, tuzağı kırıp, tavşanın kaçmasını sağlamak amacıy la, tuzağa bir tekme attım. Tuzak tahmin ettiğimden daha sağlammış ki, kırılmadı, Çaresizliğim, dayanılmaz derecede acı vermeye başlamıştı. Sağ ayağımla, olanca kuvvetimi sarfederek, kafesin yan tarafını ezdim. Çubuklar çatırdıyarak kırıldı. Tavşanı dışarıya çektim. Bir an ferahlamıştım, ama bu hissim çok uzun sürmedi. Çünkü tavşan elimden, sölpük, asılı kalıverdi. Ölmüştü.
Ne yapacağımı bilemedim. Tavşanın nasıl ölmüş olacağını düşünmeye başladım. Don Juan’a doğru döndüm. O da bana bakıyordu. Tüm bedenim korkuyla ürperdi.
Bir kayaya oturdum. Başımda müthiş bir ağrı vardı. Don Juan elini başımın üzerine koydu ve kulağıma fısıldayarak, alacakaranlık geçmeden önce tavşanı yüzmem ve kızartmam gerektiğini söyledi.
Midem bulanıyordu. Don Juan, bir çocukmuşum gibi, büyük bir sabırlılıkla bana bir şeyler anlattı. İnsanları ya da hayvanları güden güçlerin o tavşanı, tıpkı bir gün beni de kendi ölümüme doğru yöneltecekleri gibi, bana doğru yönelttiğini söyledi. Tavşanın ölümü, benim ölümümün bir gün bir başka şey ya da kimse için nasıl bir armağan olacaksa, benim için de öyle bir armağan sayılırmış.
Başım dönüyordu. O günkü basit olaylar beni ezmişti. Onun sırf bir tavşan olduğunu düşünmeye çalıştım; ama onunla aramızdaki o tekinsiz özdeşleşme duygusunu üzerimden atamıyordum.
Don Juan, avımı kutsamam için, tavşanın etinden, bir lokma olsa bile, biraz yemem gerektiğini söyledi.
“Kesinlikle olmaz,” diye karşı çıktım. Ama diretemedim. Don Juan, “Bizler o güçlerin elinde bi oyuncağız,” diye yapıştırdı. “Kendini önemsemeyi bırak da, sana sunulan armağanın hakkını ver.”
Tavşandan bir parça alıp yedim. Sıcaktı.
Don Juan üzerime doğru eğilerek kulağıma fısıldadı. “Senin tuzağın, o tavşanın yeryüzündeki son savaşıydı. Söylemiştim ya, onun artık bu güzelim çölde koşup oynayacak zamanı kalmamıştı.”

Cvp: 9 - Yeryüzünün Son Savaşı

.