1

Konu: 13 - Bir Savaşçının Son Durağı

Pazar, 28 Ocak 1962
Öğleden sonra saat on sularında don Juan eve girdi. Evden şafak sökerken çıkmıştı. Onu selamladım. Kıkır kıkır gülerek soytarıca reverans yapıp benimle el sıkıştı.
“Kısa bi yolculuğa çıkıyoruz,” dedi. “Erk arayışında pek özel bi yere götüreceksin bizi arabanla.”
Don Juan iki taşıma filesini açarak her birinin içine yiyecek dolu ikişer sukabağı yerleştirdi, fileleri bir kınnapla bağlayarak birini bana uzattı.
Kuzeye doğru ağır ağır dört mil kadar gittikten sonra
Pan American karayolunu terk ederek bir şoseden batıya doğru yöneldik. Saatler boyunca yoldaki tek araba benimkisiydi sanki. Biz yol alırken bir an geldi, ön camdan önümü hiç göremediğimi fark ettim. Çevredeki şeylere bakmak için kendimi habire zorluyordum ama hem ortalık karanlıktı hem de ön camım ezilmiş böcekler, tozlarla kaplıydı.
Don Juan’a, durup ön camı temizlemem gerektiğini söyledim. Saatte iki mil gitmek zorunda olsak dahi, başımı pencereden dışarıya çıkarıp önümü görerek araba sürmeye devam etmemi buyurdu.
Belli bir yerde sağa dönmemi söyledi. Ortalık öyle karanlıktı ki, farları yaktığım halde bir şey göremiyordum. Korka korka şoseden sağa doğru girdim. Alçak banketlerden kaygılanıyordum, ama şükür toprak sertmiş.
Dışarıya bakmak için kapıyı açık tutarak, elimden gelen en yavaş şekilde yüz metre kadar gittim. Nihayet don Juan durmamı buyurdu. Dev bir kayanın hemen ardında durdum, don Juan o kayanın arabamı gizleyeceğini söyledi.
Arabadan çıkarak, farların ışığında çevreyi dolaştım. Ama don Juan farları söndürdü. Yüksek sesle yitirilecek zamanımızın olmadığını, arabayı kilitlememi, zira derhal yola çıkmamız gerektiğini söyledi.
Sukabaklarıyla dolu filemi bana uzattı. Karanlık olduğundan tökezlendim, az kalsın fileyi düşürüyordum. Don Juan yumuşak ama kesin bir dille gözlerim karanlığa alışana dek oturmamı buyurdu. Ama sorun gözlerimde değildi. Arabadan çıktıktan sonra etrafı iyice görebiliyordum. Asıl sorun, dalgın imişim gibi davranmama yol açan yabansı bir asabiyet haliydi. Her şey bana batıyordu.
“Nereye gidiyoruz,” diye sordum.
“Zifiri karanlıkta özel bi yere yolculuk yapacağız,” dedi don Juan.
“Niçin?”
“Erk avlamayı sürdürme yetin var mı, yok mu, onu öğrenmeye.”
Sözünü ettiği şeyin bir sınav mı olduğunu, şayet başaramazsam gene de benimle konuşup bilgisini anlatmayı sürdürüp sürdürmeyeceğini sordum.
Sözümü kesmeksizin beni dinledi. Yaptığımız şeyin bir sınav olmadığını, bir yora beklediğimizi, yora gelmediği takdirde bunun erk avlamayı başaramadığım anlamına geleceğini, o durumda artık beni taciz etmeyi bırakacağını, ondan sonra istediğimce salak olmakta özgür kalacağımı anlattı. Ama ne olursa olsun, benim dostum olarak kalacağını, benimle her zaman konuşacağını söyledi.
Sanki başaramayacağımı biliyormuş gibi hisetmekteydim.
“Yora gelmeyecek,” dedim şaka yollu. “Biliyorum. Bir parça erkim var benim.”
Gülerek, sevecence sırtımı tıpışladı.
“Sakın üzülmeyesin,” diye karşılık verdi. “Yora gelecek. Biliyorum. Bende senden çok erk var.”

Don Juan kendi söylediği tümcelere bayılmıştı. Kalçalarını döverek, ellerini çırparak katıla katıla güldü.
Don Juan benim taşıdığım fileyi sırtıma bağlayarak onu bir adım gerisinden izlemem, mümkün mertebe onun ayak izlerine basa basa yürümem gerektiğini söyledi.
Pek dramatik bir şekilde fısıldayarak, “Bu yürüyüş erk için, o bakımdan her bi şey çok önemlidir,” dedi.
Ayak izlerine basa basa yürüdüğüm takdirde, o yürür ken dağıtmış olacağı erkin bana aktarılmış olacağını anlattı.
Saatime baktım; gecenin on biri olmuştu.
Don Juan beni bir asker gibi hazır ol vaziyetine getirdi. Sonra sağ bacağımı ileriye doğru iterek öne doğru bir adım atmışım gibi bir pozisyona soktu. Kendisi de önümde aynı duruşa geçerek, onun ayak izlerini gayet titiz bir şekilde izlemeye çalışmamı bir kez daha anımsatarak yürümeye başladı. Fısıldayarak net bir şekilde, onun izlerine basmanın dışında hiçbir şeyle ilgilenmememi buyurdu; öne ya da yana bakmamalı, gözlerimi onun bastığı yerlere dikmeliymişim.
Don Juan gayet rahat bir şekilde yürümeye başladı. Onu izlemekte hiç güçlük çekmiyordum; nispeten sert bir zemin üzerinde yürümekteydik. Yaklaşık otuz metre boyunca onun ayak izlerine basarak onu izlemeyi kolaylıkla sürdürdüm; sonra bir an yan tarafıma doğru bir göz attım, o anda don Juan’a bindiriverdim.
Don Juan kıkır kıkır gülerek koskoca pabuçlarımla ayak bileğini incitmiş miyimdir, diye merak edip üzülmememi, ama teklemeyi sürdürdüğüm takdirde sabaha varmadan ikimizden birinin sakatlanacağını söyledi. Gülerek, gayet alçak ama kararlı bir sesle, benim salaklığım ve konsantrasyonsuzluğum yüzünden bir yanının incinmesine izin vermeye niyeti olmadığını, bir daha onu tekmelersem, yalınayak yürümek zorunda kalacağımı da ekledi.
“Ayakkabısız yürüyemem,” dedim yüksek, hırıltılı bir sesle.
Don Juan müthiş bir kahkaha patlattı—o sakinleşene dek durmak zorunda kaldık.
Don Juan söylediklerinde ciddi olduğunu açıkladı. Erk peşinde yolculuk yaptığımızı, her şeyin mükemmel olması gerektiğini söyledi.
O çöl yerinde ayakkabısız yürüme olasılığı beni dehşete düşürmüştü. Don Juan alayla belki de benim ailemin yatarken bile pabuçlarını çıkarmayan tip çiftçilerden olduğunu söyledi. Aslında, haklıydı. Hayatımda yalınayak dolaşmamıştım, hele çölde ayakkabısız yürümek benim için intihar demek olurdu.
“Bu çölden erk fışkırıyor,” diye kulağıma fısıldadı don Juan. “Ürkek olmak için zaman yok.”
Yeniden yürümeye başladık. Don Juan rahat yürüyüşünü sürdürdü. Bir süre sonra sert zeminden yumuşak kumların üzerine geçtiğimizi ayrımsadım. Don Juan’ın ayakları kumun içine batıyor, derin izler bırakıyordu. Don Juan durduğunda saatlerce yol almış bulunuyorduk. Ama birdenbire durmamış, ona bindirmeyim, diye önceden beni uyarmıştı. Zemin yeniden sertleşmişti— eğimli bir arazide yukarıya doğru gitmekteyiz gibi gelmekteydi bana.
Don Juan, çalılığa gitmem gerekiyorsa gidebileceğimi, zira ondan sonraki yürüyüşümüzün bir kez dahi duraklamadan kesiksiz olması gerektiğini bildirdi. Saatime baktım, gece yarısından sonra birdi.
On ya da on beş dakikalık bir moladan sonra don Juan bana esas duruşumu aldırdı, gene yürümeye başladık. Haklıymış, berbat bir yürüyüştü. Daha önceleri bu kadar konsantrasyon gerektiren bir şey yapmamıştım. Don Juan öyle hızlı yürüyordu, onun her adımına bakmanın bende yol açtığı gerilim öyle arttıydı ki, bir an geldi artık yürümekte olduğumu bile unutmuş gibi olmuştum. Ayaklarım da bacaklarım da sanki benim değildiler. Sanki havada yürüyordum da bir kuvvet beni ardımdan habire itiyordu. Konsantrasyonum öyle kusursuzdu ki, havanın azar azar aydınlandığının bile farkına varamamıştım. Birden, don Juan’ı önümde görebildiğimi ayrımsadım. Bütün gece yaptığım gibi ayaklarını ve ayak izlerini tahmin etmek yerine, onları açıkça görebiliyordum.
Hiç beklemediğim bir anda don Juan yana doğru atlayıverdi, momentim beni yirmi metre kadar öteye götürdü. Ben yavaşlarken bacaklarım dermansızlaştı, sonra ben yere yıkılana dek zangır zangır titremeye başladı.
Başımı kaldırıp sakin sakin beni incelemekte olan don Juan’a baktım. Hiç de yorgun görünmüyordu. Ben soluk soluğaydım— soğuk soğuk terleyerek sırılsıklam olmuştum.

Cvp: 13 - Bir Savaşçının Son Durağı

Don Juan kolumdan çekerek beni döndürüp sırtüstü yatırdı. Gücümü yeniden kazanmak istiyorsam başım doğuya dönük yatmam gerektiğini söyledi. Giderek rahatladım; ağrıyan bedenimi dinlendirdim. Nihayet, kalkacak kadar enerji toplamıştım. Saatime bakmak istedim, ama don Juan elini saatimin üzerine koyarak beni önledi. Yüzümü çok nazik bir şekilde doğuya doğru çevirip o mendebur zaman aygıtına ihtiyacımın olmadığını, sihirli bir zamana girdiğimizi, erk izi sürme yetim var mı, yok mu, kesin olarak öğreneceğimizi söyledi.
Çevreme baktım. Çok geniş yüksek bir tepenin doruğundaydık. Ben bir kaya çıkıntısı ya da yarığına benzeyen bir yere doğru yürümek istedim, ama don Juan zıplayarak beni önledi.
Son kerte kesin bir dille, az bir mesafe ötemizdeki kara bir dağın tepesinden güneş doğana dek düşmüş olduğum yerde kalmamı buyurdu.
Doğuyu imleyerek dikkatimi ufuktaki yoğun bulut kümelerine çekti. Güneşin ilk ışıkları bu tepede benim bedenime varmadan önce rüzgârın bulutları uzaklara sürüklemesinin olumlu bir yora olacağını söyledi.
Sağ bacağımı önde tutarak, yürüyormuş gibi kıpırdamadan durmamı, gözlerimi doğrudan doğruya ufka doğru dikerek değil de, odaklamadan bakmamı buyurdu.
Bacaklarım kaskatı olmuştu, kalçalarım ağrıyordu. O durumda kalmak tam bir işkenceydi, bacak kaslarım beni taşıyamayacak denli sızlamaktaydı. Canımı dişime takarak dayandım. Yıkılmak üzereydim. Bacaklarımın titremesini önleyemiyordum, derken don Juan her şeyi durdurdu. Oturmama yardım etti.
Bulut kümeleri hareket etmiyordu; güneşin ufukta doğuşunu görmemiştik.
Don Juan’ın tek sözü şu oldu: “Çok kötü.”
Başarısızlığımın gerçekte ne gibi sonuçlar doğuracağına ilişkin sorularımı hemen sormadım, ama don Juan’ı tanıyordum, yoralarının hükmüne göre hareket etmiş olduğuna emindim. Demek ki o sabah yora gelmemişti. Baldırlarımdaki ağrılar yok olmuştu, içim esenlikle dolmuştu. Kaslarımı gevşetebilmek için zıplamaya başladım. Don Juan çok yumuşak bir şekilde bitişikteki bir tepeye koşup ordaki belli bir bitkiden birkaç yaprak koparmamı, kaslarımın ağrısını gidermek için bacaklarımı onlarla ovmamı söyledi.
Benim durduğum yerden geniş bir alana yayılmış yeşil bir bitki kümesini rahatça görebiliyordum. Yaprakları epey nemli görünüyordu. Onları daha önce de kullanmıştım. Beni rahatlattıklarını pek söyleyemem, ama don Juan gerçekten dost bitkilerin etkilerinin insanın onları fark edemeyeceği denli gizli olduklarını, gene de her zaman beklenen yararları sağladıklarını ileri sürerdi.
Tepeden aşağıya doğru koşarak öbür tepeye tırmandım. Tepesine vardığımazda, nefes nefese kaldığımı gördüm.
Dinlenesiye kadar epey zaman geçti, midem de bulanıyordu. Rahatlayana dek yere çömelip bir süre dinlendim. Sonra ayağa kalkıp toplamamı istediği yapraklara doğru uzandım. Ama o bitkiyi bulamadım. Çevreme bakındım. Doğru yerde olduğuma emindim, ama o tepenin doruğu civarında o bizim bitkiye uzaktan da olsa benzeyen hiçbir bitki göremedim. Ama onu gördüğüm nokta burası olmalıydı. Bulunduğum yerden başka herhangi bir yer, don Juan’ın durduğu yerden bakan bir kimse için göz eriminin dışında kalırdı.
Aramayı bırakarak öbür tepeye gittim. Hata yaptığımı anlattığımda, don Juan hoşgörüyle gülümsedi.
“Ne diye hata dersin ki buna sen?” diye sordu. “Belli ki o bitki orada değil?” dedim.
“Ama onu görmüştün, değil mi?” “Gördüğümü sanmıştım.”
“Şimdi onun yerinde ne görmektesin?”
“Hiçbir şey.”
O bitkiyi gördüğümü sandığım noktada bitki namına
hiçbir şey bulunmuyordu. Görmüş olduğum şeyin görsel bir aldanma, bir tür serap olduğunu açıklamaya çalıştım. Her halde aşırı yorulmuştum da, yorgunluğum yüzünden aslında orada olmayan bir şeyi görürmüş gibi olmuştum.
Don Juan tatlı tatlı gülümseyerek kısa bir an beni süzdü.
“Hata filan görmüyorum ben,” dedi. “O bitki tepenin doruğunda duruyor işte.”
Gülme sırası bana gelmişti. Bütün o bölgeyi dikkatle taradım. Görünürde öyle bir bitki yoktu; daha önceki deneyimimin bir sanrılanma olduğuna ilişkin kanım pekişti.
Don Juan gayet sakin bir şekilde tepeden aşağı inmeye başlayarak onu izlememi imledi. İkimiz birlikte öbür tepeye tırmandık; bitkiyi görmüş olduğumu zannettiğim noktada durduk.
Ben, yüzde yüz emin, alaylı bir şekilde gülümsüyordum. Don Juan da aynı şekilde gülümsemekteydi.
“Tepenin öbür tarafına git,” dedi. “Bitkiyi orda bulacaksın.”
Ben, tepenin öbür yarısının görüş alanımın dışında kaldığını ileri sürerek, orada bir bitki olabileceğini, ama bunun herhangi bir anlam taşımadığını belirttim.
Don Juan başının bir devinimiyle onu izlememi imledi. Tepeyi doğruca aşıp gideceğine, tepenin etrafından dolaşarak gayet çalımlı bir şekilde yeşil bir bitkinin önünde, bitkiye bakmaksızın durdu.

Sonra dönerek bana baktı. Bu yabansı, delici bir bakıştı.
“Burada bu bitkilerden yüzlercesi vardır,” dedi.
Don Juan gayet sabırlı bir şekilde tepenin öteki tarafından aşağıya doğru inmeye başladı, ben de onun ardından. Her yerde ona benzer bir bitki aradık. Ama görünürde bitki filan yoktu. Başka bir bitkiye rastlayana dek çeyrek mil kadar ilerlemiştik.
Bir kelime bile söylemeden don Juan beni ilk tepenin doruğuna geri götürdü. Orada bir an durduk. Sonra don Juan beni bu sefer karşıt doğrultuda başka bir bitki arama gezisine çıkardı. Çevreyi taraya taraya bir mil kadar ötede iki bitki daha bulduk. Yerden birbirlerine bitişik olarak çıkıyor, yoğun iki küme halinde, çevrelerindeki bütün öbür bitkilerden daha fazla serpilerek yayılıyorlardı.
Don Juan ciddi bir ifadeyle bana baktı. Bunun nedenini çıkaramamıştım.
“Bu pek yabansı bi yora,” dedi.
İlk tepenin doruğuna, oraya yeni bir doğrultudan yaklaşmak amacıyla bu defa daha uzun bir yoldan dolaşarak döndük. Don Juan o yörede bu bitkilerden pek az sayıda bulunduğunu kanıtlamak için adeta elinden gelen her şeyi yapmaktaydı. Dönüş yolumuzda o bitkilerden hiç bulamadık. Tepenin doruğuna vardığımızda tam bir sessizlik içinde oturduk. Don Juan sukabaklarını fileden çıkarıp çözdü.
“Yemekten sonra bi şeyciğin kalmaz,” dedi.
Neşesini gizleyemiyordu. Başımı tapıklayarak gülümserken keyfine diyecek yoktu. Neler olduğunu anlayamıyordum. Bu yeni gelişmeler beni tedirgin etmekteydi, ama o an da bunları düşünemeyecek denli aç ve yorgundum.
Yemekten sonra uykum iyice bastırmıştı. Don Juan ısrarla benim gözlerimi odaklamaksızın bakma yöntemiyle tepenin üzerinde o bitkiyi gördüğüm yerde uyumaya uygun bir nokta aramamı söyledi.
Bir yeri seçtim. Don Juan o noktadan biraz toprak alarak bedenim ölçüsünde bir daire oluşturdu. Çalılardan büyük bir özenle kopardığı taze dallarla o dairenin içini süpür dü. Aslında sadece süpürürmüş gibi yapıyor, dallarla yere hiç dokunmuyordu. Ardından, dairenin içindeki yüzeyden bütün taşları ayıklayarak merkezine yığdı; onları titizce boylarına göre eşit iki kümeye ayırdı.
“O taşlarla ne yapıyorsun?” diye sordum.
“Bunlar taş değil ki,” dedi. “İp bunlar. Senin noktanı asılı tutacaktır.
Don Juan taşların daha küçük olanlarını alarak, onları dairenin çevresine yerleştirdi. Aralarında eşit mesafeler bırakıyor, bir duvarcı ustası gibi her bir taşı bir dal parçasıyla birlikte sıkıca yere çakıyordu.
Benim dairenin içine girmeme izin vermiyor, yaptıklarını dairenin etrafında yürüyerek izlememi istiyordu. Don Juan saatin tersi doğrultuda on sekiz taş saymıştı.
“Şimdi tepeden aşağı koş da, düzlükte bekle,” dedi. “Ben kıyıya gelip senin uygun noktada durup durmadığına bakacağım.”
“Ne yapacaksın ki.”
“İplerden her birini sana atacağım,” dedi don Juan, daha iri taşların bulunduğu kümeyi göstererek, “Sen de onları benim öbürlerini yere çaktığım gibi imleyeceğim noktaya çakacaksın.”
“Son kerte dikkatli olman gerek. İnsanın, erkle uğraşırken mükemmel olması gerek. Burada hatalar ölümcüldür. Bunlardan her biri bi iptir, ortaklıkta başıboş bırakıldıkları takdirde bizi öldürebilecek bi ip; onun için kesinlikle hata yapmaman gerek. Gözlerini ipi atacağım noktaya dikmelisin. Şayet herhangi bi şeyden dikkatin dağılırsa, ip sıradan bi taşa dönüşür de onun etrafındaki öbür kayalardan ayırt edemezsin.”
“İpleri” tepeden aşağıya teker teker taşımanın daha kolay olacağını söyledim don Juan’a.
Don Juan gülerek başını hayır, demecesine salladı. “İptir bunlar,” dedi dayatarak. “Benim onları sana fırlatarak atmam, senin de onları yakalaman gerek.”
Bu işi yerine getirmek saatler almıştı. Gerektirdiği konsantrasyonun yoğunluğu işkenceden farksızdı. Don Juan her defasında dikkatli olmamı, bakışlarımı odaklamamamı anımsatıyordu. Böyle yapmakta haklıydı. Tepeden aşağıya doğru zıplayarak, yolu üzerinde çarptığı öbür kayaları devirerek inen bir taşı yakalamak gerçekten çıldırtıcı bir işti. Daireyi tamamıyla çevirip de doruğa tırmandığımda, düşüp ölüvereceğimi sanıyordum. Don Juan topladığı kimi yaprakları dairenin içine yatak gibi döşemişti. Bana da bir kaç yaprak verdi; onları pantolonumun cebine yerleştirerek, göbeğimin tenine yakın tutmamı söyledi. Onların beni ılık tutacağını, battaniyeye ihtiyacım olmayacağını da ekledi. Dairenin içine yatıverdim. Yapraklar yumuşacık bir yatak
oluşturuyordu, hemen uyuyuvermişim.
Uyandığımda akşam olmak üzereydi. Hava rüzgârlı ve
bulutluydu. Tepemizdeki bulutlar kesif kümebulutlardı; ama batıya doğru ince saçakbulutlara dönüşüyorlardı, zaman zaman da güneş ışığı onların üzerine vurmaktaydı.
Uyku beni zindeleştirmişti. Kendimi enerjik ve mutlu hissediyordum. Rüzgâr beni tedirgin etmiyordu. Üşümüyor dum. Başımı kollarıma dayayıp etrafa baktım. Daha önce farkına varamamışım, tepenin doruğu epey yüksekti. Batı yönünde manzara çok etkileyiciydi. Alçak tepelerle dolu ovalık bir arazi vardı— sonra da çöl başlıyordu. Kuzeye ve doğuya doğru sıra sıra koyu kahverengi dağların dorukları yer almakta, güneye doğru da uçsuz bucaksız yer yer tepelik bir arazi ile çok uzaktaki mavi dağlar görünmekteydi.
Kalkıp oturdum. Don Juan görünürlerde yoktu. Beni orada yalnız bırakmış olabileceğini geçirdim, arabama nasıl gidebileceğimi de bilmiyordum. Yeniden yaprak yatağıma uzandım; ne tuhaftır, kaygılarım yok oluverdi. Gene bir esenlik duygusu beni sardı. Kendimi sağlıklı hissediyordum. Dingin bir çoşkunluk içimi doldurmuştu. Batıdan esen yumuşak bir yel beni üşütmeden tüm bedenimi yalıyordu. Esintiyi yüzümde, kulaklarımın çevresinde tatlıca akarak beni yıkayıp geri çekilen sonra yeniden beni yıkayan bir ılık su dalgası gibi duyumsamaktaydım. Gündelik, çığrından çıkmış yaşamımda benzeri olmayan yabansı bir varoluş durumuydu bu. Ağlamaya başladım, ama üzgün olduğumdan ya da kendime acıdığımdan değil; adlandıramadığım, açıklamayacağım bir sevinçten.
O noktada sonsuza dek kalma isteğini duydum, zaten don Juan koşup beni çekerek apar topar o yerden çıkarmış olmasaydı, kalabilirdim de.
“Yeterince dinlendin,” dedi don Juan beni çekedursun.
Beni tepe doruğunun çevresinde sakin sakin dolaştırdı. Yavaş yavaş, tam bir sessizlik içinde yürüyorduk. Don Juan benim, çevreleyen manzaraları gözlemlememi amaçlıyormuş gibi duyumsamaktaydım. Gözlerini devindirerek ya da çenesini uzatarak bulutlarla dağları imledi.
Akşama yakın bu saatte manzara muhteşemdi. İçimde huşu ve keder duyguları uyandırıyordu. Çocukluğumdaki manzaraları anımsatıyordu bana.
Tepe doruğunun, volkanik bir kayadan oluşan en yüksek noktasına tırmandık; sırtımızı kayaya dayayıp, yüzümüz güneye doğru rahatça oturduk. Güneye doğru uzanan uçsuz bucaksız topraklar gerçekten şahaneydi.
“Bunların hepsini belleğine nakşet,” diye kulağıma fısıldadı don Juan. “Burası senin noktan. Bu sabah sen görmüştün, seni yoran oydu. Bu noktayı görerek buldun sen. Beklenmedik bi yoraydı ama geliverdi işte. Sen istesende istemesende erk avlayacaksın. Bu isani bi karar olmanın ötesinde bi şeydir, senin ya da benim kararım değil.

“Şimdi, işin gerçeği, bu tepenin doruğu senin yerindir, senin kutsal yerin; çevrendeki her şey senin koruman altındadır. Sen burdaki her şeye bakarsan buna karşılık onlar da sana göz kulak olurlar.”
Şakaya getirerek ordaki her şey benim mülküm mü, diye sordum. Don Juan son kerte ağırbaşlı bir biçimde evet, dedi. Ben gülerek bu yapmakta olduğumuz şeyin bana Yeni Dünya’yı fetheden İspanyolların ordaki topraklara kendi kralları adına el koymalarını anımsattığını anlattım. Onlar da bir dağın tepesine tırmanarak herhangi bir doğrultuda görebildikleri tüm araziye sahip çıkarlarmış.
“İyi fikir doğrusu,” dedi don Juan. “Ben de sana göre bildiğin tüm toprakları veriyorum, hem de bir doğrultudaki değil, çepeçevre hepsini.”
Don Juan ayağa kalktı, elini uzatıp gövdesini tam bir daire çizecek şekilde döndürerek, gösterdi:
“Bütün bu tapraklar senin olsun,” dedi.
Yüksek sesle güldüm.
Don Juan kıkırdayarak bana sordu, “Niçin olmasın? Bu
toprakları niçin veremeyeymişim ki sana?”
“Sen onların sahibi değilsin ki,” dedim.
“Ne çıkar? İspanyollar da o ülkelere sahip değildiler
ama gene de oraları paylaştılar. Sen de aynı şekilde niçin mülkiyetine geçiremeyesin burayı?”
Gülümsemesinin ardındaki gerçek niyetini öğrenebilmek amacıyla onu inceledim. O anda don Juan bir kahkaha patlatarak handıysa kayadan aşağıya düşeyazdı.
“Gözünle görebileceğin bütün topraklar senindir,” diye sürdürdü, hâlâ gülümseyerek. “Kullanmak amacıyla değil de anımsamak amacıyla. Ne ki, bu tepenin doruğunu ölene dek kullanabilirsin. Ben onu sana veriyorum, zira onu sen kendin buldun. Senindir orası.
“Al ve kabul et.”
Ben gülüyordum, ama don Juan çok ciddi görünüyordu. O komik gülümsemesi olmasa, o tepenin doruğunu bana verebileceğine gerçekten inanıyor sanırdınız.
“Niçin olmasın?” diye sordu don Juan benim düşüncelerimi okumuş gibi.
“Kabul ediyorum,” dedim yarım ağızla.
Don Juan’ın gülümsemesi kayboldu. Gözlerini kısarak bana baktı.
“Bu tepedeki, özellikle doruğundaki her kaya, her çakıl, her bitki senin himayende,” dedi. “Burada yaşayan her bi böcek senin dostundur. Sen onları kullanabilirsin, onlar da seni kullanabilirler.”
Birkaç dakika konuşmaksızın durduk. Hiçbir şey düşünemiyordum. Havasındaki değişikliğin neler getireceğini merak ediyordum ama korku ya da vesvese içinde değildim. Sadece, konuşmak istemiyordum, o kadar. Nedense, sözcükler yetersiz, anlamlarını belirlemek de zor görünüyordu. Konuşmaya ilişkin böylesi bir duygum olmamıştı hiç, içinde bulunduğum bu olağandışı havamın farkına varır varmaz derhal konuşmaya başladım.
“Ama ben bu tepeyi ne yapabilirim ki, don Juan?”
“Üzerindeki her bi şeyi, her bi özelliği belleğine nakşet. Rüya görme durumunda geleceğin yer burasıdır, senin. Erklerle tanışacağın, gizlerin bi gün sana açıklanacağı yer burasıdır. Sen erk avlamaktasın, burası da senin yerin, güçlerini toplayacağın yerdir.
“Şu anda sana anlamsız gelebilir. İstersen saçma bi şey olarak kalsın şimdilik.”
Kayadan indik, don Juan beni tepe doruğunun batısındaki küçük, çanak gibi çukur bir yere götürdü. Orada oturup yemek yedik.

Cvp: 13 - Bir Savaşçının Son Durağı

Kuşkusuz o tepenin doruğunda benim için tanımsız bir zevk bahşeden bir şey vardı. Yemek de, dinlemek gibi hiç tanımadığım enfes bir deneyim olmaktaydı.
Batan güneşin bakirimsi kızartısını yaydığı zengin ışık altında her şey çepeçevre yaldızla bezenmiş gibi görünüyordu. Kendimi tamamıyla manzarayı izlemeye vermiştim; düşünmek istemiyordum bile.
Don Juan benimle fısıldayarak konuşuyordu. Ne denli ufak olsa ve önemsiz görünse de, çevremizdeki tüm ayrıntılara bakmamı söylüyordu. Özellikle batı yönündeki manzaranın hatları çok daha göze çarpıyordu. Don Juan, güneş ufukta kaybolana dek gözlerimi odaklamaksızın güneşe bakmamı istedi.
Güneş bulut ya da sis tabakasının içine gömülmeden hemen önceki birkaç dakika boyunca, her bakımdan, harikaydı. Güneş sanki yeryüzünde bir şenlik ateşi yakmak istiyordu da tutuşsun, diye alevlerini üflüyordu. Yüzüm de kırmızılaşmış gibi bir duyguya kapıldım.
“Kalk ayağa!” diye bağırdı don Juan beni yukarıya doğru çekedursun.
Atlayarak yanımdan uzaklaştı; kesin, ısrarlı bir sesle
durmakta olduğum yerde zıplamamı buyurdu.
Ben aynı noktada sekip dururken bedenime bir sıcaklığın yayıldığını duyumsamaya başladım. Bakirimsi bir sıcaklıktı bu. Damağımda ve gözlerimin “çatısında” da duyumsuyordum bunu. Sanki başımın tepe bölümü, bakirimsi bir kızartı yayan serin bir ateşle yanıyordu. İçimdeki bir şey, güneş kaybolmaya başlarken giderek daha hızlı adımlarla zıplamama neden oldu. Bir an geldi, gerçekten kendimi, uçabilecekmişim gibi hafif hissetmeye başladım. Don Juan bileğimi sıkıca kavradı. Elinin yaptığı basınç bir ayıklık, bir dinginlik havasına girmeme yol açtı. Yere çöktüm, o da yanıma oturdu.
Birkaç dakika dinlendikten sonra don Juan sessizce aya ğa kalktı— omzumu tıpışlayarak onu izlememi istedi. Gene daha önce oturmuş olduğumuz o volkanik kayadan oluşan doruğa tırmandık. Kaya bizi soğuk rüzgârdan koruyordu. Don Juan sessizliği bozdu.
“Güzel bi yoraydı,” dedi. “Ne tuhaf! Günün bitimine rastladı. Seninle ben çok farklıyız. Sen gecenin bi yaratığısın. Ben sabahın o taze parlaklığını yeğlerim. Ya da sabahın parlaklığında arar güneş beni, ama senden kaçar hep. Öte yandan, batan güneş seni yıkadı. Alevleri, seni yakmadan kavurdu. Ne tuhaf!”
“Ne diye tuhaf olsun?”
“Hiç böylesini görmemiştim. Yora, geleceği zaman, genç güneş âleminde gelmiştir her zaman.”
“Acaba neden öyle oluyor, don Juan?”
“Şimdi bunları anlatacak zaman değil,” dedi sertçe. “Bilgi erktir. Ona ilişkin konuşmak için bile yeterli erki ancak uzun bi sürede toplayabilir insan.”
Israr etmeye çalıştım, ama don Juan derhal konuyu değiştirdi. “Rüya görme”mdeki gelişmeleri sordu.
Rüyamda, okul ya da bazı arkadaşlarımın evleri gibi belirli yerleri görmeye başlamıştım.
“Sen o yerlerde gündüzün mü yoksa geceleyin mi bulunuyordun?” diye sordu.
Rüyalarımdaki zamanlar, o yerlerde genellikle bulunmaya alışık olduğum zamanlara tekabül ediyordu— okul daysam gündüzleri, arkadaşlarımın evindeysem geceleri.
Don Juan gündüz vakti şekerleme yaparken “rüya görme”ye çalışmamı, seçtiğim yeri gerçekten, “rüya görme” sırasında olduğu gibi gözümün önünde canlandırıp canlandıramadığımı araştırmamı önerdi. Geceleyin “Rüya görmede” duyumsanan şeyin “rüya görmenin” cereyan ettiği günün zamanına uygun olması gerektiğini anlattı; aksi takdirde insanın gözünün önünde canlandırmış olduğu şeyler “rüya görme” değil, sıradan rüyalar olurmuş.
“Kolaylık sağlamak amacıyla, gitmek istediğin yere ait olan belli bi nesne seçmeli, dikkatini onun üzerinde odaklamalısın,” diye sürdürdü. “Örneğin, burada bu tepenin doruğunda, belirli bi çalı parçasını belleğinde yer edene dek gözlemlemelisin. Rüya görme sırasında o çalıyı anımsayarak ya da oturduğumuz şu kayayı anımsayarak, ne bileyim burdaki başka herhangi bi şeyi anımsayarak hemen buraya gelebilirsin. Rüya görme sırasında, örneğin böyle bi erk yerine odaklanabilirsen oraya gidebilmen daha kolay olur. Ama buraya gelmek istemiyorsan, başka herhangi bi yeri kullanabilirsin. Ola ki senin gittiğin okul senin için bi erk yeridir. Kullan orayı. Dikkatini ordaki herhangi bi nesne üzerinde yoğunlaştır, sonra rüya görme sırasında onu bul.
“Anımsayacağın belirli bi nesneden, ellerine dönersin, sonra başka bi nesneye, derken, bu şekilde sürdürürsün.
“Ne ki, sen şimdi dikkatini bu tepe doruğunda var olan her bi şey üzerinde odaklamalısın, zira burası senin yaşamındaki en önemli yerdir.”
Don Juan sözlerinin etkisini görmeye çalışırcasına beni süzdü.

“Burası senin öleceğin yerdir,” dedi yumuşak bir sesle.
Oturuş biçimimi değiştirerek sinirli sinirli kıpırdandım; gülümsedi don Juan.
“Ben seninle birlikte bu tepenin doruğuna çok kereler geleceğim.” dedi. “Sonraları sen orasıyla meşbu olana, bu tepe doruğu senin kulaklarından fışkırana dek kendi başına buraya geleceksin. Onunla meşbu olduğun zamanı sen kendin anlayacaksın. Bu tepe doruğu, şimdi olduğu gibi, o zaman senin son dansının yeri olacaktır.”
“Son dansımla neyi kastediyorsun, don Juan?”
“Burası senin son durağın olacak,” dedi don Juan. “Nerede olursan ol, burada öleceksin sen. Her savaşçının öleceği bi yer vardır. Unutulmaz anılar dolu, önemli olayların izlerini bıraktığı, tansıklara tanık olduğu, gizlerin kendisine açıklandığı, kişisel erkini topladığı gözünün bebeği gibi sevdiği bi yer.
“Bi savaşçı, ne zaman oradan erk toplamak isterse, o gözünün bebeği gibi sevdiği yere dönmek zorundadır. Savaşçı oraya yolculuk yaparak ya da rüya görme aracılığıyla gider.
“Ve nihayet, bi gün bu dünyadaki zamanı tükenip de ölümünün, omzuna dokunduğunu hissedince, her zaman anık olan tini gözünün bebeği gibi sevdiği o yere uçar da, savaşçı orada ölümüne dans eder.
“Her bi savaşçının, yaşamı boyunca geliştirdiği belli bi geştaltı, belli bi erk duygusu vardır. Bi tür danstır bu. Kendi kişisel erkinin etkisi altında yaptığı bi devinme. “Şayet ölmekte olan bi savaşçının erki sınırlıysa, kısa sürer bu dansı; ama erki görkemliyse, dansı da öyle olur. Ama erki ister kısıtlı, ister görkemli olsun, ölüm durup onun dünyadaki son durağına tanıklık eder. Yaşamının meşakkatini dansı bitene dek son defa hikâye etmekte olan bi savaşçıyı götüremez ölüm.”
Don Juan’ın sözleri tüylerimi ürpertti. Sükûnet, alacakaranlık, muhteşem manzara, hepsi de oraya bir savaşçının son erk dansı imgesini tamamlayıcı sahne donanımı olarak yerleştirilmişlerdi sanki.
“Ben bi savaşçı değilsem de o dansı bana öğretebilir misin?” diye sordum.
“Erk avlayan her kimse o dansı öğrenmek zorundadır,” dedi don Juan, “Ama öğretemem şimdi sana. Yakında kendine layık bi hasmın olabilir, erkin ilk devinimini o zaman öğretirim sana. Öbür devinimlerini sen yaşadıkça kendin eklersin. Demem şu ki, bi savaşçının geştaltı, duruşu, onun yaşamının öyküsüdür, kişisel erki büyüdükçe gelişen bi danstır.”
“Sahiden de ölüm durup bir savaşçının dansını seyreder mi?”
“Bi insandır yalnızca bi savaşçı. Alçakgönüllü bi insan. Ölümünün hedeflediğini değiştiremez. Ama onun, akıl ermez zorluklarından sonra erk biriktiren kusursuz tini, ölümünü ancak bi an, kendi erkini son bi kez anımsamaya yetecek uzunlukta bi an boyunca tutabilir. Diyebiliriz ki, kusursuz tini olan kimselere ölümün bi jestidir bu.”
Soluğumu kesen bir kaygı duygusuna kapılarak sırf onu bastırmak amacıyla konuşmaya başladım, Don Juan’a, hiç ölen savaşçılar tanıyıp tanımadığını, tanıyor idiyse onların son danslarının ölümlerini ne biçimde etkilemiş olduğunu sordum.
“Kes bunları,” dedi don Juan soğukça. “Ölmek muazzam bi olaydır. Kuyruğunu titretip kakırdamaktan da öte bi şeydir.”
“Ben de ölümümün önünde dans edecek miyim, don Juan?”
“Ebette. Sen henüz bi savaşçı gibi yaşamıyorsan da kişisel erk toplamaktasın. Bugün güneş sana bi yora verdi. Yaşamında yapacağın en hayırlı işi sen yarın akşama doğru gerçekleştireceksin. Belli ki sen sabahın o gencecik parlaklığından hoşlanmıyorsun. Sabahları yolculuk yapmak seni açmıyor. Sen yaşlı, sarımtırak ve olgun, ölmekteki güneşten hazzediyorsun. Senin istediğin şey ateşin sıcaklığı değil, kızartısı sadece.
“Dediğim gibi, sen dansını bi günün bitiminde burada, bu tepenin doruğunda yapacaksın. Son dansını yaparken verdiğin mücadeleleri, kazandığın ve yitirdiğin savaşları anlatacaksın; kişisel erkle karşılaşmaktan ötürü duyduğun sevinçleri ve şaşkınlıkları dile getireceksin. Senin dansın, biriktiregeldiğin gizleri, tansıkları hikâye edecek. Senin ölümün burada oturup seni izleyecek.
“Ölmekteki güneşin kızartısı bugün olduğu gibi seni
yakmaksızın yüzüne vuracak. Yumuşak bi yel tatlı tatlı esecek de, senin tepe doruğun sarsılacak. Sen dansının sonuna varırken güneşe bakacaksın, zira onu bi daha ne uyanıkken ne de rüya görme durumunda hiç göremeyeceksin; sonra senin ölümün güneyi imleyecek. Engin toprakları.”

Cvp: 13 - Bir Savaşçının Son Durağı

.