1

Konu: 17 - Yaraşıklı Bir Düşman

Salı, 11 Aralık 1962
Kurduğum tuzaklar mükemmeldi; ortam pek uygundu; tavşanları, sincapları, öbür kemirgenleri, bıldırcınları, ve daha başka kuşları gördüm, ama bütün gün tek bir hayvan bile yakalayamadım.
Don Juan sabah erkenden onun evinden çıktığımızda bana o gün tuzaklarımdan birine düşebilecek olan ve etini “erk besini” olarak kurutabileceğim özel bir hayvanı, "erk armağanı"nı beklemem gerektiğini söylemişti.
Don Juan’ın düşünceli bir havası vardı. Ağzından tek bir öneri ya da yorum çıkmıyordu. Günün bitimine doğru nihayet bir şey söyleyebildi.
“Birisi senin avlanmanı engelliyor,” dedi.
“Kim?” diye sordum, gerçekten şaşırarak.
Don Juan bana bakarak gülümsedi; inanmadığını gösteren bir şekilde başını iki yana doğru salladı.
“Sanki bilmiyormuşsun gibi davranıyorsun,” dedi. “Oysa
bütün gün biliyordun onun kim olduğunu.”
Tam karşı çıkıyordum ki, boşunalığını düşünüp vazgeçtim. Kuşkusuz, “la Catalina” diyecekti, şayet o türden bir bilgiyi anıştırıyordu ise, o takdirde haklıydı, kim olduğunu bilmekteydim.
“Şimdi,” diye sürdürdü don Juan, “ya eve gitmemiz ya da karanlık bastırana dek burda bekleyerek onu yakalamak için alacakaranlığı kullanmamız gerekir.”
Benim kararımı bekliyora benziyordu. Ben gitmek yanlısıydım. Daha önce kullanmakta olduğum ince ipi sarmaya başladım ama ben daha niyetimi seslendiremeden önce don Juan kesin bir buyrukla beni durdurdu.
“Otur yerine,” dedi. “Hemen şu anda buradan gitmek en akıllıca ve mantıklı karar olurdu, ama bu pek özel bi durum, onun için kalmalıyız derim ben. Bu gösteri sırf senin için.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Birisi, özellikle senin işlerine karışmakta, o yüzden senin gösterin oluyor bu. Ben onun kim olduğunu biliyorum, e, sen de biliyorsun.”
“Beni ürkütüyorsun,” dedim.
“Ben değil,” diye yanıt verdi don Juan, gülerek. “Seni korkutan şey, o kadın, orada sinsi sinsi dolaşıp fırsat kollayan o kadın.”
Sözlerinin bende yaratacağı etkiyi beklercesine duraladı. Dehşete düştüğümü itiraf etmeliyim.
Bir ay kadar önce, “la Catalina” denilen büyücü kadınla korkunç bir karşılaşmam olmuştu. Onunla hayatımı yitirme pahasına yüz yüze gelmiştik, zira don Juan onun kendisini öldüreceğine, onun saldırılarına kendi başına karşı koyamadığına beni ikna etmişti. O kadınla temas kurmamdan sonra, don Juan aslında onun kendisi için gerçekten asla herhangi bir tehlike teşkil etmediğini, tüm o olayın haince bir şaka anlamında değil de beni faka bastırmayı amaçlayan bir oyun olduğunu açıklamıştı.
Don Juan’ın tutumunu dürüstlükle bağdaştırmam olanaksızdı, o yüzden kendisine çok kızmıştım.
Kendisine öfkelenerek veriştirdiğimi gören don Juan derhal bir Meksika türküsü okumaya başlamıştı. O zamanın popüler şarkıcılarını taklit ederken öyle komik bir hal alıyordu ki kendimi tutamayarak bir çocuk gibi gülmüştüm. Don Juan o zaman beni saatlerce eğlendirmişti. Repertuvarında o saçma sapan şarkılardan o kadar fazla sayıda bulunduğunu hiç bilmezdim.

Cvp: 17 - Yaraşıklı Bir Düşman

“Sana bi şey anlatıcam,” demişti sonunda o zaman. “Şayet bizi faka bastırmazlarsa, hiçbi şey öğrenemeyiz. Aynı şey benim de başıma gelmişti, herkesin de başına gelecektir. Bi veli nimetin görevi bizi bi uçurumun kenarına getirmektir. Bi velinimet yalnızca yolu gösterip oyununu oynar. Ben sana daha önce de oyun oynamıştım. Senin avcı tinini nasıl geri aldığımı anımsıyorsun, di mi? Avcılığın sana bitkileri unutturduğunu sen bana kendin söylemiştin. Bi avcı olmak amacıyla pek çok şey yapmayı istemekteydin, bitkileri öğrenmek amacıyla yapmayı göze almayacağın şeyleri. Şu anda sen yaşamını sürdürmek amacıyla çok daha fazlasını yapmak zorundasın.”
Don Juan bana baktı, baktı, sonra bir kahkaha nöbetine tutuImuşçasına gülmeye başladı.
“Bu delilik sırf,” dedim. “Oysa biz ussal yaratıklarız.”
“Ussal olan sensin,” diye karşılık verdi don Juan. “Ben değilim.”
“Elbet ussalsın sen de,” diye dayattım. “Sen benim hayatta tanıdığım en ussal insanlardan birisisin.”
“Pekâlâ!” diye ünledi don Juan. “Tartışmayalım. Ussalım ben, ne olmuş yani?”
Ben onu, iki ussal insanın, o büyücü kadınla olduğu gibi
öylesine delice bir şekilde hareket etmesinin niçin gerekli olduğu tartışmasına çekmeye çalıştım.
“Sen ussalsın, mantıksalsın, tamam,” dedi don Juan sertçe. “Bu da senin bu dünyaya ilişkin pek çok şey bildiğine inandığın anlamına geliyor, ama biliyor musun acaba? Gerçekten biliyor musun? Sen yalnızca insanların eylemlerini görmüşsün. Senin deneyimlerin yalnızca insanların sana ya da başkalarına neler eyledikleriyle sınırlı. Bu giz dolu bilinmeyen dünya hakkında hiçbi şey bilmiyorsun.”
Don Juan eliyle kendisini arabama doğru izlememi imledi; sonra yakınlardaki küçük bir Meksika kasabasına sürdük.
Ne yapacağımızı sormak istemiyordum. Don Juan arabamı bir restoranın önünde park ettirdi, ardından otobüs terminaline ve kasaba marketine doğru yürüdük. Don Juan sağ tarafımda, önümden yürümekteydi. Ansızın sol tarafımda da birisinin benimle birlikte yürümekte olduğunun bilincine vardım, ama dönüp de ona bakmazdan önce, don Juan seri ve ani bir hareket yaptı; yerden bir şey alınmışçasına önüne doğru eğilerek beni koltuk altımdan kavrayıverdi—nerdeyse onun üzerine yıkılacaktım. Don Juan beni sürüklercesine arabama götürdü, ben anahtarla arabamın kilitli kapısını açarken bile kolumu bırakmadı. Bir an, anahtarı kilide geçiremedim. Don Juan beni hafifçe arabanın içine doğru itti, sonra kendisi de içeriye girdi.
“Yavaşça sür, ve o marketin önünde dur,” dedi.
Durduğumda, don Juan başımı hafifçe eğerek bakmamı imledi. Don Juan’ın beni kolumdan kavradığı noktada “la Catalina” durmaktaydı. Birden irkiliverdim. Kadın arabaya doğru birkaç adım attı—yaklaşarak meydan okurcasına durdu. Onu dikkatle inceledim; çok güzel bir kadın olduğu sonucuna vardım. Son derece esmer bir kadındı, vücudu tombulcaydı ama adaleli ve güçlü birine benziyordu. Değirmi yüzünde yüksekçe elmacıkkemikleri, simsiyah saçlarının iki uzun örgüsüyle güzel bir kadın. Beni en çok şaşırtan da onun gençliği oldu. Olsa olsa otuzlu yaşlarının başlangıcındaydı.
“İsterse daha da yaklaşsın, bırak,” dedi don Juan, fısıltıyla.
Kadın üç dört adım daha atarak arabama üç metre kadar bir mesafede durdu. Birbirimize baktık. O anda, ondan korkmamın gereksizliğini hissetmiştim. Ona doğru gülümseyerek el salladım. Utangaç bir kız gibi ağzını eliyle örttü, kıkırdayarak güldü. Nedense kendimi neşeli hissetmekteydim. Don Juan’a dönerek onun görünüşüne, giyiniş biçimine ilişkin bir iki söz söyleyim, dedim, ama don Juan’ın haykırışı adeta ödümü patlattı.
“Arkanı o kadına dönme, ulan kahrolası!” diye yüksek sesle bağırdı.
Kadına bakmak için hızla döndüm. Arabama doğru birkaç adım daha ilerlemişti— kapıya bir buçuk metre kadar bir uzaklıkta durmaktaydı. Tebessüm ediyordu; dişleri iri, beyaz, muntazamdı. Ne var, gülümsemesinde tekin olmayan bir şey vardı. Pek dostça görünmüyordu; kontrollü bir sırıtıştı onunkisi; sadece gülen bir ağız. Gözleri siyah ve soğuktu, onları yüzüme dikmiş, bakmaktaydı.
Tüm bedenimin ürperdiğini hissettim. Don Juan ritimli bir şekilde kesik kesik gülmeye başladı; bir anlık bir bekleyişten sonra kadın yavaşça gerileyerek öbür insanların arkasına karışıp gözden kayboldu.
Arabayı sürerek oradan uzaklaşırken, don Juan şayet yaşamıma çekidüzen verip de öğrenmiş olmasa imişim, o kadının beni savunmasız bir böceği ezer gibi çiğnemiş olacağını söyledi.
“Senin için bulmuş olduğumu söylediğim yaraşıklı düşmandır işte o,” dedi.
Don Juan, benim avlanmamı engellemekte olan kadın konusunda ne yapacağımızı kararlaştırmadan önce bir yora beklememiz gerektiğini söyledi.
“Bi karga görür ya da işitirsek, bekleyebileceğimizi kesin anlamış olacağımız gibi nerede beklememiz gerektiğini de öğrenmiş oluruz,” diye ekledi.
Tüm çevremizi tarayarak ağır ağır, tam bir daire oluşturacak şekilde döndü.
“Beklenecek yer burası değil,” dedi fısıldayarak.

Doğuya doğru yürümeye başladık. Hava artık iyice kararmıştı. Ansızın iki karga, ilerimizdeki kimi yüksek çalılıkların ardından uçarak tepenin arkasından kayboldular. Don Juan o tepenin hedefimiz olduğunu söyledi.
Oraya vardığımızda don Juan tepenin etrafını dolaşarak, tepenin dibinde güneydoğuya bakan bir yeri seçti. Kuru dal parçalarıyla yaprakları, ve taşı toprağı temizleyerek bir buçuk iki metre çapında daire şeklinde bir yer açtı. Ona yardım etmek istedim, ama elinin sert bir hareketiyle bunu önledi. Parmağını dudaklarına götürerek susmamı imledi. Don Juan işini bitirdiğinde beni, dairenin merkezine çekerek, yüzüm tepenin uzağına, güneye doğru bakacak şekilde çevirdi, sonra kulağıma fısıldayarak onun hareketlerini taklit etmemi söyledi. Sağ ayağıyla tempolu bir şekilde yere sertçe vurarak dansa benzeyen birtakım hareketler yapmaya başladı; yedi eşit aralıklı vuruşu izleyen üç hızlı vuruştan ibaret bir danstı bu.
Kendimi bu tempoya alıştırmaya çalıştım— birkaç acemice adımdan sonra doğru tempoyu yakalayabildim.
“Niçin yapıyoruz bunu?” diye kulağıma fısıldadım.
Don Juan bana, gene fısıldayarak, bir tavşan gibi ayak teptiğimi, bu gürültünün sinsi sinsi dolaşan o kimseyi ergeç çekeceğini, merak edip ne oluyor, diye ortaya çıkmasına neden olacağını söyledi.
Ben dansın ritmini iyice kavradıktan sonra, don Juan yeri tekmelemesini bırakarak, eliyle usul tutup benim devam etmemi söyledi.
Zaman zaman kulak kesilip, başını hafifçe sağa doğru eğerek, çalılıklardan gelecek sesleri bekler gibi dikkatle dinlemekteydi. Don Juan bir ara durmamı imleyerek son kerte tetikte durarak kaldı; bilinmeyen ve görünmeyen bir saldırganın üzerine fırlayarak atlamaya anık bir haldeymiş gibi beklemekteydi.
Don Juan, ardından, dansımı sürdürmemi imledi—bir süre sonra beni tekrar durdurdu. Benim her duruşumda öylesine bir konsantrasyonla dinliyordu ki, bedeninin her bir azası gerginlikten kopacak izlenimini yaratıyordu.
Ansızın don Juan benim yanıma zıpladı; alacakaranlığın, erkinin doruğunda olduğunu kulağıma fısıldadı.
Çevreme baktım. Çalılıklar, tepeler, kayalıklar koyu renkli kütleler halinde görünmekteydiler. Gökyüzü lacivert bir renk almıştı, artık bulutlar görünmez olmuşlardı. Bütün dünya koyu renkli, tekdüze silüetlerden oluşmuş gibi gözüküyor, herhangi bir şeyin sınırlarını belirlemek imkânsızlaşıyordu.
Ta uzaklardaki bir hayvanın ürkünç çığlığını işittim—bir çakal ya da bir gece kuşunun çığlığı olabilirdi. Öyle aniden olmuştu ki, dikkat edememiştim. Ama don Juan’ın gövdesi bir parça silkelendi. O yanımda dururken kaslarının titreştiğini hissediyordum.
“Haydi iş başına,” diye fısıldadı don Juan. “Yeri tekmelemeye başla, ve hazır dur. Kadın burada.”
Yeri çılgıncasına tekmeleyerek dansıma başladım, don Juan ayağını benimkinin üzerine koyarak çırpınırcasına, gevşememi, yere ritimli vurmamı imledi.
“Onu korkutup kaçırmayasın,” diye kulağımın içine fısıldadı. “Sakin ol, ve asabına çüş de!”
Don Juan gene yere vurma ritmimi eliyle yönetmeye başladı, ikinci turdan sonra beni durdurdu— o anda aynı çığlığı gene işittim. Bu defa, tepenin üzerinde uçmakta olan bir kuşun sesine benziyordu.
Don Juan beni gene dansıma başlattı, tam duracağım sırada solumdan yana tuhaf bir hışırtı işittim. Kuru çalılıkların arasında yürümekte olan irice bir hayvanın çıkardığı bir sesti bu. Aklıma ilk gelen hayvan bir ayı oldu, ama sonra çölde ayı bulunmadığını hatırladım. Don Juan’ın kolunu kavradım; o gülümseyerek parmağını dudağına götürdü— susmamı imledi. Art arda, tam üzerimdeki bir noktayı göstererek yüzüm tepenin kapkara kütlesine bakana dek beni yavaşça ve sesizce geriye doğru çevirdi. Don Juan parmağını aşağıya doğru indirerek tepedeki belli bir noktaya doğru uzattı. Gözlerimi o noktadan ayırmaksızın bakmaktaydım ki, birden, sanki bir karabasandaymışızca, kara bir gölge üzerime atladı. Feryadı bastırarak sırtüstü yere yuvarlandım. Bir an o kara varlığın siluetini koyu lacivert renkli gökyüzünde görür gibi oldum; ardından, kara gölge havada salınarak ötemizdeki çalıların arasına indi. Ağır bir gövdenin kuru çalılığı ezerek çıkardığı sesi işittim; bunu meşum bir çığlık sesi izledi.
Don Juan yerden kalkmama yardım ederek beni, karanlığın içinden, tuzaklarımı bırakmış olduğum yere götürdü. Onları bana toplatıp söktürdükten sonra parçalarını dört bir yana fırlatıp attı. Bütün bunları tek bir kelime söylemeksizin yapmaktaydı. Onun evine dönene dek hiç konuşmadık.
“Ne dememi istiyorsun ki?” diye sordu bana don Juan, bir kaç saat önce tanık olduğum olayları açıklamasını üst üste istedikten sonra ben.
“Neydi ki o?” diye sordum.
“Hay Allah! Onun kim olduğunu pekâlâ bilmektesin,” dedi don Juan. “Neydi ki o, diye sorarak meseleyi sulandırmasana!”
Kendimce, aklıma yatkın bir açıklama yolu bulmuştum. Gördüğüm o siluet, birisinin tepenin üzerinden salıverdiği bir uçurtmaya benziyordu, bir başkası da, arkamızda duran biri, onu yere çekip indirmişti, böylece koyu bir karaltının havada aşağı yukarı beş altı metre salındığı izlenimi yaratılmıştı.
Don Juan açıklamamı dikkatle dinledikten sonra gözlerinden yanaklarına doğru gözyaşı damlaları yuvarlanana dek güldü.
“Bırak saçmalamayı da sadede gel,” dedi. “Baklayı çıkar ağzından. Bi kadın değil miydi o?”
Yere düşüp de yukarıya doğru baktığımda son derece yavaş hareket ederek süzüle süzüle üzerime atlamakta olan uzun etekli bir kadının kapkara siluetini gördüğümü itiraf etmek zorunda kaldım; sonra bir şeyler o koyu renkli silueti çekmiş, hızla üzerimden uçarak çalılığa çakılmasına neden olmuştu. Aslında, uçurtma fikrini bana veren şey, onun bu son hareketi olmuştu.
Don Juan artık bu konu üzerinde durmak istemedi.
Ertesi gün esrarengiz bir işini yerine getirmek için benden ayrıldı; ben de bir başka uruktaki Yaqui dostlarımı ziyarete gittim.

Cvp: 17 - Yaraşıklı Bir Düşman

Çarşamba, 12 Aralık 1962
Yaqui uruğuna varır varmaz, Meksikalı bakkal bana, Guadolupe Bakiresi şerefine planlanan “fiesta” için Ciudad Obregon’daki bir mağazadan bir pikapla yirmi plak kiraladığını söyledi. Yaqui uruğuna her ay iki kez uğrayarak kimi Yaqui Kızılderililerine taksitle satmayı başardığı birtakım elden düşme giysilerin paralarını toplamaya gelen gezgin satıcı Julio’ya gerekli tüm hazırlıkları yaptırdığını herkese duyurmuş bulunuyordu.
Öğleden sonra Julio erkenden pikabı getirerek dükkâna elektrik sağlayan dinamoya bağladı. Pikabın çalıştığına emin olduktan sonra sesini en yüksek konuma getirerek, bakkala, ayar düğmelerine kesinlikle dokunmamasını tembihledi, ve yirmi plağı teker teker incelemeye başladı.
“Her birinde kaç çizik var, biliyorum,” dedi Julio, bakkala.
“Sen onu kızıma anlatacaksın,” diye karşılık verdi bakkal. “Sorumlusu sensin, kızın değil.”
“Olsun, sen gene de söyle, plakları ben değil o değiştirecek.”
Julio, plakaları kim ellerse elesin hiç fark etmeyeceğini,
bozulan plakları bakkala ödeteceğini yineledi. Bakkal, Julio ile tartışmaya başladı. Julio kıpkırmızı kesildi. Arada bir, bakkal dükkânının önünde toplanmış olan Yaqui Kızılderililerinden oluşan kalabalığa bakıyor, ellerini sallayarak, yüzünü ekşitip buruşturarak çaresizliğini, sabrının tükendiğini anlatmaya çalışıyordu. Son bir çözüm yolu olarak peşin bir kaparo talep etti. Bu sefer tartışma bambaşka bir maceraya dökülerek bir plağın bozulmasının nasıl tanımlanacağına dönüştü. Julio salâhiyettar bir tavırla bozulan her plak için daha da öfkelenerek pikabın kablolarını çekmeye başladı. Pikabı dinamodan ayırıp akşamki eğlentiyi iptal etmeyi kafasına koymuşa benziyordu. Dükkânının önünde toplanan müşterilerine, Julio ile anlaşabilmek amacıyla elinden gelen her fedakârlığı yaptığı iletisini vermeye çalışmaktaydı. Bir an geldi, herkes eğlentinin daha başlamadan önce piç olacağı hükmüne varayazdı.
Blas, evinde kaldığım yaşlı Yaqui Kızılderilisi, sesini yükselterek Yaquilerin kendi en kutsal dinsel bayramları olan Guadalupe Bakiresi festivalini bile doğru dürüst kutlayamadıkları için avaz avaz yakındı.
Ben araya girerek yardım etmeyi önerdim, ama Blas beni önledi. Şayet kaporayu ben ödeyecek olursam, bakkalın tutup plakları paramparça edeceğini söyledi.
Uzun süren bir tartışmadan sonra, gelin görün, oradaki herkes Julio’nun tarafını tutar oldu da, bakkal da ikisine de en uygun koşullarda bir anlaşmayı kabul etti. Netice olarak kaparo ödemeyecek, ama plakların da pikabın da sorumluluğunu kabul edecekti.
Julio’nun motosikleti o yöredeki daha uzakça bir mahalleye giderken ortalığı toza dumana boğdu. Blas, Julio’nun o mahallelerdeki millet bakkal dükkânına gelip de taksit paralarını islime yatırmadan önce oraya yetişmeye çalıştığını söyledi. O bana bunu anlatırken, dükkânın ardından bir grup Kızılderili çıktı. Blas onlara bakarak gülünce, oradaki herkes onunla birlikte gülmeye başladı.
Blas bana, onların Julio’nun müşterileri olduğunu, dükkânın ardına saklanıp, onun gitmesini beklediklerini söyledi. Bakkalın kızı pikaba bir plak koyarak pikabın iğneli kolunu plağa yerleştirdi; kulakları tırmalayan feci cızırtılar, tiz hışırtılar arasında bir borazanla gitarların sesleri gümbürdedi.
Eğlence dedikleri şey pikabı sonuna dek açıp dinlemekten ibaretti. Bakkalın kızı ve daha üç Meksikalı genç kadınla dans eden dört Meksikalı delikanlı vardı. Yaquiler dans etmiyorlardı; dans edenlerin her hareketini ağızları açık, keyifle izliyorlardı. Sırf seyretmek ve ucuz tekillaları gövdeye indirmek onları yeterince eğlendiriyora benziyordu.
Tanıdığım herkese içki ısmarladım. Onlarla dost olmaya çalışıyordum. Öbür Kızılderililerin de aralarında dolaşarak onlarla konuştum—onlara içki ısmarladım. Benim bu tutumum, onlar benim hiç içmediğimi anlayana dek gayet iyi işledi. Benim içmediğimi gören Kızılderililer hep birden taciz olmuşa benziyorlardı. Sanki hepsi de benim oraya ait olmadığımı kolektif olarak keşfetmişler gibiydi. Kızılderililer homurdanmaya, bana ters ters bakmaya başlamışlardı.
Kızılderililer kadar sarhoş olan MeksikalIlar da aynı anda
benim dans etmediğimin farkına varmışlardı; bu, onları daha da fazla rahatsız etmişe benziyordu. Giderek saldırganlaştılar. İçlerinden biri kolumu şiddetlice sıkarak beni pikabın yanına sürükledi; bir başkası elime bir bardak tekila tutuşturarak, “maçoluğumu” kanıtlamak amacıyla bir dikişte içmemi söyledi.
Onları engellemeye çalışarak sanki bu durumdan zevk alırmışım gibi aptal aptal güldüm. Önce dans edip sonra içeceğimi söyledim. Delikanlılardan biri bir şarkı adı söyledi. Pikabın başındaki kız üst üste yığılı plakların arasından o plağı aramaya başladı. Kadınlardan hiçbirinin açıkça içki içtiği görülmüyordu, ama plağı arayan kız oldukça içkiliye benziyordu, o yüzden plağı yerine geçirmekte müşkülat çekmekteydi. Genç bir adam, kızın seçtiği plağın twist olmadığını söyledi; kız istenilen plağı bulabilmek amacıyla plakları beceriksizce karıştırdı, herkes onun etrafını sardığından beni unutmuşlardı. Fırsattan istifade, ışıklandırılmış alandan uzağa, dükkânın arkasına kaçtım— oradan uzaklaştım.
Onlardan otuz metre kadar ötede bir yerde durdum, kimi çalılıkların arasına gizlenip ne yapacağımı düşünmeye başladım. Çok yorgundum. Arabama ulaşıp eve dönmeye karar verdim. Arabamı park etmiş olduğum Blas’ın evine doğru yürümeye başladım. Arabayı ağır ağır sürdüğüm takdirde kimsenin ordan ayrıldığımı fark etmeyeceğini düşünüyordum.
Pikapla sorumlu kişiler hâlâ o plağı arıyor olmalıydılar— zira hoparlörün yüksek sesli ve tiz cızırtısından başka bir şey işitemiyordum—ama ardından bir twistin gümbürdeyen sesi yayılıverdi. Onların belki de benim bulunduğum yere döndüklerini, benim gitmiş olduğumu keşfettiklerini düşünerek, yüksek sesle güldüm.

Karşı yönden, dükkâna doğru yürümekte olan birkaç insan karaltısının gelmekte olduğunu gördüm. Birbirimizin yanından geçerken onlar “Buenas noches”, diye mırıldandılar. Onları tanımıştım, onun için onlarla konuştum. Onlara toplantının çok eğlenceli geçtiğini söyledim.
Yolda keskin bir dönemece varmazdan önce tanıyamadığım iki kişiye daha rastladım, ama onları da selamladım. Pikabın gümbürdeyen sesi ta yola da, handıysa dükkânın önünde olduğu denli, alçalmaksızın ulaşmaktaydı. Yıldızsız, karanlık bir geceydi, ancak dükkânın ışıklarının şavkı çevremi görsel olarak sezebilmemi sağlamaktaydı. Blas’ın evi oldukça yakındaydı; adımlarımı sıklaştırdım. Sonra, solumdan yana yolun dönemecinde oturan ya da çömelmiş duran bir insan karaltısı dikkatimi çekti. Bir an için onun eğlentiden, benden önce ayrılmış olan birine ait olabileceğini düşündüm. Yolun kenarında büyük aptesini yapan birine benziyordu. Bu bana tuhaf geldi. O yöre insanları bu tür ihtiyaçlarını çalılıkların arasına gizlenerek görürlerdi. Bu nedenle, önümdeki kimsenin sarhoş olduğu kanısına vardım.
Dönemece vardığımda, “Buenas noches”, dedim. O kimse bana tekinsiz, boğuk bir sesle uluyarak yanıt verdi. Tüm bedenimde tüylerim diken diken olmuştu. Bir süre, donup kalmışçasına durdum. Sonra hızla yürümeye başladım. Gözümün ucuyla bir bakayım, dedim. O karaltının yarı doğrulmuş olarak durduğunu gördüm; bir kadındı o. Kamburu çıkmışçasına öne doğru eğilmişti; o durumda birkaç metre yürüdü, sonra hoplayıverdi. Ben koşmaya başladım, kadın da yanımda aynı hızla bir kuş gibi seke seke yürümekteydi. Blas’ın evine vardığımda, kadının önümü kesmesine ramak kalmıştı, nerdeyse bana değmişti.
Evin önündeki küçük kuru bir hendeğin üzerinden atlayarak, evin entipüften kapısına yüklenerek kendimi içeriye attım.
Blas evdeydi; anlattığım hikâyeyle ilgilenmiş görünmedi.
“Seni maytaba almışlar,” dedi beni sakinleştirmeye çalışarak. “Kızılderililer yabancılarla makara geçmekten hoşlanırlar.”
Az önceki deneyimim sinirlerimi öylesine yıpratmıştı ki, ertesi gün tasarladığım gibi evime döneceğime don Juan’ın evine gitmeye karar verdim.
Don Juan akşama doğru döndü. O daha bir laf edemeden ben üzerine çullanıp, Blas’ın söyledikleri dahil tüm olanları bir nefeste anlattım. Don Juan’ın yüzü kasvetlendi. Ola ki bu benim kendi kuruntumdu, ama don Juan’ın tasalandığını düşünmekteydim.
“Blas’ın söylediklerine pek aldırış etme sen,” dedi ağırbaşlı bir sesle. “Büyücüler arasındaki çekişmelerden hiç anlamaz o.
“O karaltının senin solunda olduğunu gördüğün an ciddi bi durum olduğunu anlamış olmalıydın. Koşmamalıydın ayrıca.”
Ne yapmalıydım yani? Orda dikilip durmalı mıydım?”
“Evet. Bi savaşçı düşmanıyla karşılaştığında, o düşman da sıradan bi âdemoğlu değilse, karşı duruşuna geçmelidir.”
“Neler söylüyorsun sen, don Juan?”
“Ben diyorum ki sen o yaraşıklı düşmanınla üçüncü kez karşılaştın. O seni her bi yerde izliyor, senin zayıf bi anını yakalamaya çalışıyor. Bu kez seni pençesine geçiriyordu az kalsın.”
İçimin kaygıyla dolmakta olduğunu hissettim; don Juan’ı, beni gereksiz yere tehlikeli durumlara sokmakla suçladım. Benimle oynadığı bu oyunun çok gaddarca bir şey olduğunu söyledim.
“Şayet böyle bi şey sıradan bi adamın başına gelmiş olsaydı, gaddarca olurdu o zaman,” dedi don Juan. Ama insan bi avcı gibi yaşamaya başladığı an, sıradan bi kimse değildir artık. Üstelik, ben sana yaraşıklı bi düşmanı seninle oynamak, sana eziyet etmek, seni tedirgin etmek amacıyla bulmadım. Yaraşıklı bi düşman seni gayretlendirebilirdi, ‘la Catalina’gibi bi hasmın etkisi altında sen benim sana öğrettiğim her bi şeyi kullanmak zorunda kalabilirdin. Şimdi artık senin başka bi seçeneğin kalmadı.”
Bir süre sessiz kaldık. Don Juan’ın sözleri içimde tanımsız bir korku uyandırmıştı.
Don Juan daha sonra bana, ben “Buenas noches” dedikten sonra işittiğim o çığlığı elimden geldiğince taklit etmemi istedi.
Aynı sesi çıkarmaya çalıştım; ağzımdan beni bile ürküten acayip bir uluma sesi döküldü; don Juan nerdeyse kendini tutamayarak gülmeye başladı.
Daha sonra don Juan bana tüm olanları sil baştan anlattırdı; koştuğum mesafeyi, kadınla karşılaştığım zaman onunla aramdaki uzaklığı, eve vardığım zaman kadının bana ve zıplamaya başladığı yere olan mesafesini, her şeyi.
“Hiçbi tombul Kızılderili karısı onca yolu zıplayarak gidemez,” dedi bütün anlattıklarımı değerlendirdikten sonra. “O kadar yolu koşamazlar bile.”

Cvp: 17 - Yaraşıklı Bir Düşman

Don Juan beni zıplatmaya başladı. Her defasında yüz - yüz yirmi santimden daha fazla gidemiyordum, algılayışıma göre o kadının her zıplayışında en azından üç metre kadar bi mesafeyi aşmış olması gerekirdi.
“Elbet bundan sonra sürekli tetikte beklemen gerektiğini biliyorsun,” dedi don Juan aşırı endişeli bir sesle. “Bilinçsiz, zayıf bi anında seni sol omzundan vurmaya çalışacak.”
“Ne yapmam gerekir?” diye sordum.
“Yakınman anlamsız olur," dedi don Juan. “Şu andan itibaren önemli olan şey yaşamının stratejisidir.”
Söylediği şeylerin üzerinde konsantre olamıyordum. Habire not tutuyordum. Uzun bir sessizlikten sonra don Juan kulaklarımın ardında ya da boynumda herhangi bir ağrı hissedip hissetmediğimi sordu. Ben, hayır, dedim, o da bu iki bölgeden birinde herhangi bir rahatsızlık hissettiğim takdirde bunun boş bulunarak “la Catalina”nın beni incitmesine yol açmış bulunduğum anlamına geleceğini anlattı.
“O gece senin yaptığın her bi konuda boş bulunmuşsun sen,” dedi. “En başta, zaman öldürmek için o toplantıya gittin, sanki öldürecek zaman varmışçasına. Bu seni zayıflattı.”
“Eğlenceli yerlere gitmemem mi gerek, yani?”
“Yo. Demem o değil. Canının çektiği yere gidebilirsin, ama bunu yaptığın takdirde, o eyleminin tüm sorumluluğunu üstlenmen gerekir. Bi savaşçı, yaşamını stratejik olarak yaşar. O türden eğlenceli bi partiye ya da bi toplantıya, ancak stratejisine uygun düştüğü takdirde gider. Bu da, kuşkusuz, kendisinin duruma yüzde yüz hâkim olduğu, gerekli bulduğu her bi eylemi yerine getirebileceği anlamına gelir.”
Don Juan gözelerini bana dikmiş, gülümsüyordu; sonra yüzünü elleriyle kapatıp yumuşak bir şekilde kıkır kıkır güldü. “Basiretin feci şekilde bağlanmış senin,” dedi. “Senin hasmın peşine düşmüş senin, onun için yaşamında ilk kez olarak baştan savma hareket edemezsin. Bu kez tamamıyla farklı bi yapmayı öğrenmek zorundasın: stratejik yapma. Şöyle de düşünebilirsin. Şayet ‘la Catalina’nın saldırılarından sonra sağ kalırsan, bi gün ona seni yapmanı değiştirmek zorunda bıraktığı için teşekkür edeceksin.”
“Anlattıkların pek iç açıcı şeyler değil!” diye haykırdım. “Ya sağ kalmazsam?”
“Bi savaşçı o tür şeyleri aklına bile getirmez,” dedi don Juan. “Bi savaşçı, başka kimselerle bi eyleme geçtiğinde, stratejik yapmasını izler, bu biçimdeki bi yapmada yalnızca eylemler vardır.”
Don Juan’a, stratejik yapmanın nasıl uygulandığını sordum.
“İnsanın, kendisini başkalarının insafına terk etmemesiyle
uygulanır,” diye yanıt verdi. “Örneğin, o eğlentide sen bi soytarı rolündeydin, ama soytarılık senin amaçlarına uygun düştüğünden değil de kendini o insanların infasına terkettiğin için. Duruma hâkim olamadığın için oradan kaçmak zorunda kaldın.”
“Ne yapmış olmalıydım?”
“Bi kere oraya gitmemeliydin, ya da oraya belli bir eylemi gerçekleştirmek amacıyla gitmeliydin.
“MeksikalIlarla yüz göz olduktan sonra zayıf bi duruma düştün, ‘la Catalina’da o fırsatı kullandı. Tuttu, yolun kıyısında çömelip seni beklemeye başladı.
“Oysa senin bedenin bi şeylerin yolunda gitmediğini bilmekteydi, ama sen tuttun, buna rağmen konuştun onunla. Çok kötü bi şey yaptın. Bu türden karşılaşmalarda hasmına tek bi laf bile söylememelisin. Sonra sırtını ona dönmüştün. Bu daha da kötüydü. Ardından, ondan kaçmaya başladın, buysa yapabileceğin en kötü şeydi! Şükür ki hantallığı tutmuş. Gerçek bi büyücünün seni o anda, sırtını dönüp de kaçmaya başladığında, biçivermesi işten bile değildi.
“Artık senin biricik savunman, olduğun yerde kalıp dansını yapmaktır.”
“Ne dansından söz etmektesin?” diye sordum.
Don Juan, bana öğretmiş olduğu “tavşan adımı”nın dansımın giriş bölümü olduğunu, bir savaşçının bu dansı yaşamı boyunca itinayla geliştirerek bu yeryüzündeki son durağında onu icra ettiğini anlattı.
Birden yabansı bir uyanıklık havasına girdim; zihnime bir dizi düşünce akın etti. Bir açıdan bakınca, benimle “la Catalina” arasında, onunla ilk karşılaştığım zaman yer alan olaylar düpedüz gerçekti. “La Catalina” gerçekti, onun beni sahiden takip etmekte olduğu ihtimalini zihnimden kovamazdım. Başka bir açıdan bakınca da, onun beni nasıl takip ettiğini anlayabilmem mümkün değildi, bu nedenle don Juan’ın benimle bir oyun oynayabileceği, tanık olduğum o takinsiz görüngüleri bir yolunu bulup onun gerçekleştirmiş olabileceğine ilişkin müphem bir kuşku ağırlık kazanıyordu.
Don Juan birden gökyüzüne baktı; gidip büyücüye bakmak için hâlâ zamanımızın olduğunu bildirdi. Sadece onun evinin önünden arabayla geçeceğimizden dolayı, pek fazla bir tehlikenin olmadığı konusunda bana güvence verdi.
“Onun endamını iyi bellemelisin,” dedi don Juan. “O zaman zihninde şu ya da bu şekilde hiçbi kuşku kalmaz.”
Ellerim terden sırsıklam olmuştu; havluyla onları sık sık kurulamak zorunda kalıyordum. Arabama bindik, don Juan beni ana karayoluna çıkardı, sonra genişçe bir toprak yola girdik. Yolun tam ortasından gidiyordum; ağır kamyonlarla traktörler yolda çok derin oyuklar açmışlardı, bu yüzden, altı alçak olan arabamı yolun solundan ya da sağından süremiyordum. Yoğun toz bulutunun içinden ağır ağır ilerledik. Yolu düzeltmek için serilmiş olan iri çakıllar yağmurlu zamanlarda çamurla karışarak iri topaklar oluşturmuştu; koskoca kuru çamur ve taş parçaları fırlayarak arabamın altına çarpıyor, patlama sesleri çıkarıyorlardı.
Don Juan, küçük bir köprüye yaklaştığımız bir sırada yavaşlamamı söyledi. Orada oturan dört Kızılderili bize el salladı. Onları tanıyıp tanımadığımdan emin değildim. Köprüyü geçince yol hafifçe kıvrılmaya başladı.
“İşte, kadının evi şu,” diye fısıldadı don Juan, gözleriyle her yanı yüksek kamıştan bir çitle çevrili beyaz bir evi imlerken.
Don Juan bir U-dönüşü yapıp yolun ortasında durmamı, kadın işkillenerek yüzünü gösterene dek orada beklememizi söyledi.
Belki on dakika kadar orada bekledik. Zaman hiç geçmiyormuş gibi hissediyordum. Don Juan bir kelime dahi etmedi. Eve bakarak devinmeksizin duruyordu.
“İşte orada,” dedi don Juan gövdesi zıplarcasına silkinerek.
Evin içinde duran, ve açık kapıdan dışarıya doğru bakan bir kadının siluetini gördüm. Bulunduğu oda epey loştu, o yüzden kadının karaltısı daha da belirsizleşiyordu.
Birkaç dakika sonra kadın o loş odadan çıkarak evinin kapısına geldi, orada durup bize bakmaya başladı. Biz de birkaç saniye ona baktıktan sonra, don Juan arabayı sürmemi söyledi. Dilim tutulmuş gibiydi. O gece karanlıkta zıpladığını gördüğüm kadının o olduğuna yemin edebilirdim.
Yarım saat kadar sonra, asfalt yola döndüğümüzde, don Juan benimle konuşmaya başladı.
“Ne diyorsun?” diye sordu. “Kadının endamını tanıyabildin mi?”
Yanıt vermeden önce uzun süre duraksadım. Evet, demenin gerektireceği teslimiyetten korkuyordum. Yanıtımı dikkatlice düşünerek verdim—karanlık yüzünden tam emin olamayacağımı söyledim.
Don Juan gülerek sevecence başımı tıpışladı.
“Oydu, değil mi?” diye sordu.
Bana, yanıt verecek zaman bırakmadan, parmağını sus
dercesine ağzına götürdü; kulağıma fısıldayarak herhangi bir şey söylemenin anlamsız olduğunu, “la Catalina”nın hücumlarını atlatabilmem için de don Juan’ın öğretmiş olduğu her şeyi kullanmam gerektiğini söyledi.

Cvp: 17 - Yaraşıklı Bir Düşman

.