Konu: 4- İnanma Zorunluluğu
Paseo de la Reforma’nın çarşı tarafından yürüyordum. Yorgundum; Mexico City’nin yüksekliği, hiç kuşkusuz buna yol açmaktaydı. Otobüse ya da taksiye binebilirdim ama, nedendir bilinmez, yorgunluğuma karşın yürümek istemiştim. Bir Pazar günü, öğleden sonraydı. Trafik yoğun değildi ama, dizel motorlu otobüs ve kamyonların egzoz dumanları pazaryerinin dar sokaklarını sisli kanyonlara dönüştürmüştü.
Zocalo’ya vardım— Mexico City katedrali, son gördüğümden bu yana daha da yana yatmış gibi göründü bana. Muazzam koridorlarında yürüdüm bir süre. Kafamdan alaycı bir düşünce geçti.
Oradan, Lagunilla çarşısına yöneldim. Belirgin bir amacım yoktu. Hedef belirlemeden, ama sıkı adımlarla, hiçbir şeye özellikle bakmaksızın yürüdüm. Sahaflarla eski madeni paraların satıldığı tezgâhların orada durdum.
“Selam! Selam! Bak, kim varmış burada!” dedi birisi, omzuma hafifçe dokunarak.
Bu ses ve dokunuş beni yerimde zıplattı. Çabucak sağ yanıma döndüm. Ağzım şaşkınlıkla açıldı. Benimle konuşan kişi don Juan’dı.
“Tanrım, don Juan!” diye bağırdım; tepeden tırnağa bir titreme almıştı beni. “Ne yapıyorsun burada?”
“N’apıyorsun burada,” diye bir yankı gibi yanıtladı.
Orta Meksika dağlarında onunla buluşmadan önce, kentte birkaç günlüğüne konaklamakta olduğumu söyledim ona.
“İyi, diyelim ki ben de kente, seni bulmaya indim,” dedi, gülerek.
Birkaç kez omzuma vurdu. Beni görmekten kıvanç duymuş gibiydi. Ellerini kalçalarına koydu, çenesini kaldırdı, görünüşünü beğenip beğenmediğimi sordu. Takım elbise giymiş olduğunu, ancak o an ayrımsayabildim. Böylesi bir uyumsuzluğun etkisiyle çarpılmıştım. Dilim tutulmuştu.
“Tacuchemi nasıl buldun?” diye sordu, ışıltılar içinde.
İspanyolcada takım anlamına gelen “traje” sözcüğü yerine, bir argo terimi olan “tacuche”yi kullanmıştı.
“Bugün takımlarımı giydim,” dedi, açıklaması gerekirmiş gibi, ardından ağzımı göstererek ekledi, “kapa şunu! Kapa!”
Boş boş güldüm. Şaşkınlığımı fark etmişti. Her yanını göreyim diye, kendi çevresinde dönerken bir yandan da kahkahaları art arda koyuveriyordu. Giysisi müthişti. İnce çizgili, açık kahverengi bir takım giymişti; ayağında, gene kahverengi ayakkabılar vardı. Gömleği beyazdı. Ya boyunbağına ne demeli! Çorap giymiş miydi acaba? Yoksa ayakkabıları çıplak ayaklarına mı geçirivermişti?
Don Juan omzuma vurup da geri dönüp baktığım zaman onu haki pantolonu ve gömleği, hasır şapkası, ve sandallarıyla gördüğümü; giysisine dikkat çekince, bunları bir anda düşüncemde ben yarattığımı sanmıştım. İşte bu, şaşkınlığımı son kerte arttırmıştı. Ağzım, bu şaşkınlıktan nasibini en çok alan bölgeydi. İstemim dışında açılmıştı. Don Juan, sanki kapanmasına yardım etmek istermiş gibi hafifçe çeneme dokundu.
“Kesinlikle ikinci bi çene geliştirme yolundasın,” diyerek kıs kıs gülmeye başladı.
Başında şapka taşımadığını, kısa, beyaz saçlarını sağ yandan ayırmış olduğunu gördüm. Yaşlı bir Meksikalı beyefendi, kusursuzca giyinmiş bir kentli gibiydi.
Kendisini orada bulmamın çok sinir bozucu olduğunu, oturmam gerektiğini söyledim. Çok anlayışlıydı, yakınlarda bir parkta oturmamızı önerdi.
Tam bir suskunluk içinde birkaç blok yürüyüp Plaza Garibaldi’ye geldik; burası müzisyenlerin hizmet sundukları, bir tür müzisyen iş bulma bürosu gibiydi.
Don Juan’la, izleyicilerin ve turistlerin arasına karışıp parkın çevresinde yürüdük. Bir süre sonra durdu, sırtını bir duvara dayayıp pantolonunun paçalarını hafifçe yukarı çekti; ayağında kısa, kahverengi çoraplar vardı. Ondan, bu esrarengiz giysinin anlamını sordum. O gün, öyle giyinmesi gerektiği, bunun nedenini ileride öğreneceğim yolunda yalın ve belirsiz bir yanıt verdi.
Don Juan’ı takım elbise içinde bulmak öylesine alışılmadık bir şeydi ki, heyecanım neredeyse denetlenemez bir kerteye ulaşmıştı. Onu aylardır görmemiştim, dünyada en çok istediğim şey onunla konuşmaktı, ama ortam uygun değildi, üstelik her nedense dikkatim dağılmıştı. Don Juan kaygımı hissetmiş olmalıydı; birkaç blok ötedeki La Alameda adlı daha sakin bir parka gitmemizi önerdi.
Parkta pek fazla insan yoktu, boş bir sıra bulmakta güçlük çekmedik. Oturduk. Sinirim, rahatsız edici bir duygunun gelip beni bulmasına yol açmıştı. Don Juan’a bakmayı göze alamadım.