1

Konu: 2. Birlikte Görmek

Los Angeles’a dönüşümü izleyen birkaç hafta boyunca yorgunluktur ya da ani bir nefes darlığıdır diyerek geçiştirdiğim bir rahatsızlık hissettim. Bu duygu, bir gece kan ter içinde uyanıp kendimi nefes alamaz bir durumda bulduğumda artık dayanılmaz kerteye gelmişti. Gittiğim doktor, sorunumun gerginlikten kaynaklanan nefes darlığı olabileceğini söyledi. Sakinleştirici yazdı ve tekrarlanması durumunda bir kesekağıdının içine nefes alıp vermemi salık verdi.
Meksika’ya geri dönüp la Gorda’nın önerilerine başvurmaya karar verdim. Ona doktorun teşhisini anlattığımda beni sakin bir sesle yatıştırarak hasta filan olmadığımı, en sonunda kalkanımı yitirmeye başladığımı, yaşadığım deneyimin “insan biçimimin yitimi” ve insani ilişkilerden uzaklaşma sürecinin yeni bir aşamasına giriş olduğunu anlattı.
“Ona karşı koyma,” dedi. “Doğal tepkimiz bu duyguyla mücadele etmektir. Böyle yaparsak onu kendimizden uzaklaştırırız. Korkuyu bir kenara bırak ve insan biçiminin yitimini adım adım izle.”
Kendi deneyiminde, biçiminin çözülüşünün ilk kez rahminde derin bir acıyla başlayan ve yavaş yavaf bacaklarına ve boğazına doğru iki yönde ilerleyen dayanılmaz bir baskı şeklinde ortaya çıktığını anlattı. Bu etkilerin anında hissedildiğini de ekledi.
Bu yeni aşamaya geçişimin her ayrıntısını kaydetmek istiyordum. Kendimi olan bitenleri ayrıntılı bir biçimde yazmaya hazırlamıştım ama hiçbir gelişme olmaması bende tam bir düş kırıklığına yol açtı. Sonuçsuz geçen birkaç günlük bekleyişten sonra, la Gorda’nın açıklamalarına güvenim kalmadı ve doktorun teşhisinin doğru olduğuna karar verdim. Anlaşılabilir bir durumdu bu. Dayanılmaz bir gerilime yol açan bir sorumluluk taşıyordum. Çömezlerin bana yakıştırdıkları liderliği kabul etmiştim, ama nasıl lider olunacağı konusunda hiçbir fikrim yoktu.
Üzerimdeki baskının daha ciddi sonuçları da ortaya çıkmıştı. Alışkın olduğum enerji düzeyi giderek düşüyordu. Don Juan olsa, kişisel erkimi yitirmekte olduğumu ve sonunda yaşamımı da yitireceğimi söylerdi. Kendisi beni, yalnızca kişisel erkle yaşamak üzere yönlendirmişti. Anladığım kadarıyla bu, özneyle evren arasında, öznenin ölümüyle sona ermedikçe, bitmeyen bir ilişki biçimiydi. Beni bu durumdan kurtaracak bir çare bulamadığıma göre ecelimin geldiğine karar verdim. Kapıldığım sonumun geldiği duygusu, diğer çömezleri çileden çıkartıyordu. Hem rahatlamak hem de onları daha fazla sıkmamak için birkaç günlüğüne onlardan uzaklaşmaya karar verdim.
Geri döndüğümde onları, küçük kız kardeşlerin kapısının önünde beni beklermişçesine dikilirken buldum. Nestor arabaya doğru koştu ve motoru durdurmamı bile beklemeden Pablito’nun kaçtığını söyledi. Dediğine göre ölmek için Tula şehrine, atalarının yurduna gitmiş. Aklım başımdan gitti. Kendimi suçlu hissediyordum.
La Gorda benim kadar üzülmemişti anlaşılan. Gülücükler saçıyor, duyduğu hoşnutluğu gizlemiyordu.
“Gebersin pezevenk,” dedi. “Bundan böyle hep birlikte, uyum içinde yaşayacağız, olması gerektiği gibi. Nagual bize senin yaşantımıza değişiklik getireceğini söylemişti, getirdin de. Pablito artık bizi rahatsız etmiyor. Kurtuldun ondan. Onsuz her şey daha iyi. Bak, nasıl da mutluyuz.”
Onun bu duygusuzluğu beni çok kızdırmıştı. Olabildiğince sert bir dille, don Juan’ın hepimize bir savaşçının yaşam biçiminin nasıl olması gerektiğini büyük bir özenle tanımladığını söyledim. Pablito’yu bu şekilde ölüme terk etmenin savaşçı kusursuzluğuna uygun düşmeyeceğini vurguladım.
“Ne yapabilirsin ki?” diye sordu la Gorda.
“Aranızdan birini onunla birlikte yaşaması için götüreceğim,” dedim, “ta ki Pablito da dahil olmak üzere, hepiniz buradan taşınabilinceye dek.”
Bana güldüler, Pablito’ya daha yakın olduklarını sandığım Nestor ve Benigno bile. En çok gülen la Gorda oldu, sanki bana meydan okuyordu.
Dönüp, beni desteklemelerini umduğum Nestor ve Benigno’ya baktım, onlar da bana sırt çevirdiler.
La Gorda’dan sağduyulu olmasını istedim. Ona yalvardım. Aklıma gelen her şeyi sıraladım. Aşağılayarak bakıyordu bana.
“Haydi gidelim,” dedi ötekilere.
Bana anlamsızca gülümsedi. Omuzlarını silkti ve dudaklarını belli belirsiz bir biçimde büzdü. “Bizimle gelebilirsin,” dedi sonra, “Soru sormayacağına ve o aşağılık pezevenk hakkında konuşmayacağına söz verirsen.”
“Sen biçimsiz bir savaşçısın la Gorda,” dedim. “Bunu kendin söylemiştin bana. Öyleyse neden Pablito’yu acımasızca eleştiriyorsun?”
La Gorda yanıt vermedi. Ancak, sözlerim onu etkilemişti. Kaşlarını çattı ve gözlerini kaçırdı.
“La Gorda bizimle birlikte!” diye bağırdı Josefina yüksek perdeden bir sesle.
Küçük kız kardeşler la Gorda’nın çevresini sardılar ve
onu eve doğru sürüklediler. Peşlerinden gittim. Nestor ve Benigno da içeri girdiler.
“Ne yapacaksın, bizi zorla mı götüreceksin oraya?” diye sordu la Gorda.
Pablito’ya yardım etmeyi bir görev olarak gördüğümü ve aynı şeyi herhangi biri için de yapabileceğimi söyledim.
“Gerçekten bu işi başaracağını sanıyor musun?” diye sordu la Gorda. Gözleri öfkeyle parlıyordu.
Eskiden olduğu gibi öfkeyle bağırıp çağırmak geldi içimden. Ancak bu kez koşullar farklıydı. Bunu yapamazdım.
“Josefina’yı götüreceğim,” dedim. “Nagual benim.”
La Gorda küçük kız kardeşleri etrafında topladı ve gövdesini onlara siper etti. El ele tutuşmak üzereydiler. İçimden bir ses, el ele tutuşacak olurlarsa, aralarında oluşacak güçbirliğinin çok büyük olacağını ve Josefina’yı yanımda götürme çabamın sonuçsuz kalacağım söylüyordu. Tek şansım, onlara bir araya gelme fırsatını vermeden darbeyi indirmekti. Avucumun içiyle Josefina’yı ittim, odanın ortasına doğru sendeledi. Yeniden bir araya gelmelerine fırsat vermeden, Lydia ve Rosa’ya vurdum. Acıyla kıvranmaya başladılar. La Gorda, o güne kadar görmediğim bir öfke içinde üzerime yürüdü. Vahşi bir hayvanın saldırısına uğramış gibiydim. Tüm dikkati, bedeninin tek bir hamlesi üzerinde yoğunlaşmış gibiydi. O anda bana vursaydı, ölürdüm. Yumruğu bedenimi bir kaç santim arayla ıskaladı. Arkasından sarılarak onu kavradım, birlikte yere yıkıldık. İyice nefessiz kalıncaya kadar yerde defalarca yuvarlandık. Bedeni gevşedi, midesinin üzerinde sıkı sıkıya kenetlenmiş bulunan ellerimin arkasını okşamaya başladı.

Cvp: 2. Birlikte Görmek

O anda Nestor ve Benigno’nun kapının önünde durduklarını gördüm. Her ikisi de handıysa düşüp bayılacakmış gibi görünüyorlardı.
La Gorda utangaç bir şekilde gülümsedi ve kulağıma onu alt ettiğime memnun olduğunu fısıldadı.
Josefina’yı Pablito’nun yanına götürdüm. Onun, tüm çömezler arasında, birisinin ilgisine gerçekten gereksinim duyan tek kişi olduğunu ve Pablito’nun da en az içerlediği kimsenin o olduğunu hissediyordum. İçindeki şövalyelik duygusunun Pablito’yu ona yaklaşmaya zorlayacağını, çünkü Josefina’nın onun yardımına gerçekten gereksinim duyacağını düşünüyordum.
Bir ay sonra, Meksika’ya geri döndüm. Pablito ve Josefina dönmüşlerdi. Birlikte don Genaro’nun evinde oturuyorlar, evi Benigno ve Rosa’yla paylaşıyorlardı. Nestor’la Lydia, Soledad’ın evine yerleşmişlerdi, la Gorda’ysa, küçük kız kardeşlerin evinde tek başına oturuyordu.
“Yeni yaşam düzenimiz seni şaşırttı mı?” diye sordu la Gorda.
Şaşkınlığımı gizleyemedim. Bu yeni düzenlemenin ne anlama geldiğini tüm ayrıntılarıyla öğrenmek istiyordum.
La Gorda, kuru bir sesle, bildiği kadarıyla bunun herhangi bir anlamı olmadığını söyledi. Çiftler halinde yaşıyorlar ama karı-koca gibi davranmıyorlardı. Ayrıca, tahminimin aksine, kusursuz birer savaşçı olduklarını da ekledi.
Bu yeni biçim bana oldukça sevimli geldi. Herkes alabildiğine rahat görünüyordu. Aralarında bir dalaşma ya da çekişme yoktu. Kızılderililerin yerel giysileri içindeydiler. Kadınların neredeyse yerleri süpüren bol etekleri vardı. Koyu renk şallara bürünmüşlerdi ve sürekli şapka giyen Josefina dışında hepsi saçlarını örmüştü. Adamlar ince beyaz kumaştan pijamayı andıran pantolonlar, gömlekler ve hasır şapkalar giymişlerdi. Hepsinin ayağında el yapımı sandallar vardı.
La Gorda’ya bu yeni giyim tarzının nedenini sordum. Bana gitmeye hazırlandıklarını söyledi. Ya benim yardımımla, ya da kendi kendilerine, eninde sonunda bu vadiyi terk edip, yeni bir dünyaya, yeni bir yaşama doğru yol alacaklarmış. Bunu gerçekleştirebildiklerinde, değişimi kabul etmiş; Kızılderili giysileriyle de, kentli giysileri içindeki yaşamlarından daha belirgin biçimde uzaklaşmış olacaklarmış. Kendilerine içinde bulundukları durum ne olursa olsun akışkan ve rahat olmaları gerektiğinin öğretildiğini ve bana öğretilenlerin de bunların aynısı olduğunu söyledi. Benden beklenen, ne yaparlarsa yapsınlar, onlarla ilişkilerimde rahat olmammış. Buna karşılık onlardan beklenen de vadilerini terk etmeleri ve savaşçılar gibi akışkan olup olamayacaklarını anlamak için de bir başka bölgeye yerleşmeleriymiş, La Gorda’dan başarma şansımız konusundaki görüşünü dosdoğru açıklamasını istedim. Hepimizin alnında başarısızlık yazılı olduğunu söyledi.
Sonra birdenbire konuyu değiştirdi ve rüyasında kendini devasa iki dağın arasında uzanan dar bir geçitte gördüğünü söyledi; bu dağların ona oldukça tanıdık göründüğünü düşünüyordu ve benden kendisini yakındaki bir kente götürmemi istiyordu. Nedenini bilmemekle birlikte, o iki dağın orada bulunduğuna ve rüyadan aldığı mesajın, birlikte oraya gitmemizi gerektirdiğine inanıyordu.
Şafakla birlikte yola çıktık. O kentten daha önce de geçmiştim. Oldukça küçük bir yerdi ve çevresinde la Gorda’nın görsüsüne uzaktan yakından benzeyen bir şey fark etmemiştim. Çevrede sadece kel tepeler bulunuyordu. Öyle görünüyordu ki, sözünü ettiği o iki tepe orada değildi, orada olsalar bile onları bulamayacaktık.
Bununla birlikte, şehirde geçirdiğimiz iki saat süresince ikimiz de tanımlayamadığımız bir duyguya kapıldık; kimi zaman iyice belirginleşen ama daha sonra yeniden karanlıklara gömülen, zihnimizde yalnızca büyük sıkıntı ve düş kırıklığı yaratan bir bilinmezlik duygusu. O kente gitmek bizi gizemli bir biçimde huzursuz etmişti; daha doğrusu, bilemediğimiz nedenlerden dolayı, yoğun bir tedirginliğe kapılmıştık. Hayatta aklıma gelmeyecek, saçmasapan bir çelişkiye düşmüştüm. Bugüne dek o kentte durduğumu bile anımsamıyordum, şimdiyse, yalnızca orada bulunduğuma değil, aynı zamanda bir süre yaşamış olduğuma da yemin edebilirdim. Silik bir anıydı; şehrin sokaklarını ya da evlerini anımsamıyordum. Duyumsadığım, zihnimde bir şeylerin açık seçik canlanacağına ilişkin belli belirsiz, ama güçlü bir seziydi. Bunun ne olduğundan emin değildim, bir anı olabilirdi. Bu sezi, giderek yoğunlaştı, özellikle bir evi gördüğüm an. Evin önünde durdum. La Gorda’yla birlikte evi arabanın içinden belki bir saat izledik, yine de, arabadan dışarı çıkıp eve girmek konusunda ikimizden de herhangi bir öneri gelmedi.
ikimiz de son derece huzursuzduk. La Gorda’nın o iki dağla ilgili görsüsü üzerine konuşmaya başladık; kısa süre içinde de konuşmamız tartışmaya dönüştü. Benim rüyasını ciddiye almadığımı düşünüyordu. Sonunda tepemiz attı ve birbirimize bağırıp çağırmaya başladık; kızgınlıktan değildi bu, sinirlerimiz bozulmuştu. Ben kendime hâkim olup bağırmayı kestim.
Dönüşte arabayı toprak yolun kenarında durdurdum. Bacaklarımızın açılması için ufak bir yürüyüşe çıktık. Bir süre yürüdük; hava oldukça rüzgârlıydı. La Gorda hâlâ tedirgin görünüyordu. Arabaya geri döndük ve içerde oturduk.
“Bilgilerini toparlayabilsen,” dedi la Gorda yalvaran bir sesle. “Anlayacaksın insan biçiminin yitiminin...”
Cümlenin ortasında sustu; kaşlarımın çatıklığını görünce kısa kesmesi gerektiğini düşünmüş olmalıydı. Yaşadığım çelişkinin farkındaydı. Zihnimde bilinçli olarak toparlayabileceğim bilgiler bulunsaydı, bunu o ana kadar başarabilmiş olurdum zaten.
“Ancak bizler saydam varlıklarız,” dedi aynı yalvaran sesle. “Görünürde sahip olduklarımızdan çok daha fazlasına sahibiz. Sen Nagual’sın. Sen daha da fazlasına sahipsin.”
“Sence ne yapmam gerekiyor?”
“Nesnelere sımsıkı sarılma arzundan kurtulmalısın,” dedi. “Bende de aynı şeyler olmuştu. Örneğin, sevdiğim yiyeceklere, yaşadığım yerdeki dağlara, konuşmaktan zevk aldığım insanlara sıkı sıkıya sarılmıştım. En çok da beğenilme arzusuna."
Ona bu öğütlerinin benim için anlam taşımadığını, çünkü bildiğim kadarıyla hiçbir şeye sıkı sıkıya sarılmadığımı söyledim. Israrla, insan biçimimi yitirmemek için bir şekilde araya engeller koyduğumu bildiğimi söyledi.
“Dikkatimiz, sabırlı bir biçimde yoğunlaşmak üzere eğitilmiştir,” diye sürdürdü konuşmasını. “Dünyada varlığımızı sürdürebilmemizin yolu budur. Birinci dikkatine, bana oldukça yabancı gelen, ama senin çok iyi bildiğin bir şey üzerinde yoğunlaşmak öğretilmiş.
Ona zihnimin soyutlamalar yoluyla işlediğini söyledim—bunlar, matematiksel soyutlamalar değil, daha çok ussal önermeler biçimindeydi.
“Şimdi, kendini tüm bunlardan kurtarmanın zamanı,” dedi. “İnsan biçimini yitirebilmek için tüm bunlardan kurtulman gerekiyor. Öylesine güçlü bir direnç oluşturuyorsun ki sonunda halin kalmıyor.”
Onunla tartışabilecek durumda değildim. Onun insan biçimini yitirmek adını verdiği süreç, şu an için kafamın almayacağı kadar belirsizdi. Kafam, o kentte yaşadıklarımıza takılmıştı. La Gorda’ysa bu konuda konuşmak istemiyordu.
“Önemli olan senin bilgilerini toparlayabilmendir,” dedi. “Gerçekten yapmak zorunda olsan bunu becerebilirsin. Örneğin Pablito’nun kaçtığı ve seninle yumruk yumruğa geldiğimiz o gün olduğu gibi.”
La Gorda o gün olanların “kişinin bilgisini toparlaması”nın bir örneği olduğunu belirtti. Tam olarak farkında olmadan görme gerektiren karmaşık bazı manevralar yapmıştım.
“O gün bize saldırmakla kalmadın,” dedi. “Gördün de.”

Cvp: 2. Birlikte Görmek

Doğruyu söylemek gerekirse, haklıydı. O gün olup bitenlerde bir gariplik vardı. Olayı en ince ayrıntısına kadar düşünmüştüm, neler olduğunu kendime bir türlü açıklayamamıştım. Yaşanan anın duygusal yükünün beni inanılmaz bir biçimde etkilemiş olması dışında, olayla ilgili yeterli bir açıklama bulamıyordum.
Evlerinden içeri girip dört kadınla karşı karşıya geldiğim an, olağan algılama biçimimi değiştirebildiğimi fark etmiştim. Önümde koyu kehribar renkli, biçimsiz dört baloncuk görmüştüm. Bunlardan birinin rengi daha açıktı ve daha cana yakın görünüyordu. Diğer üçü ise hasmane, keskin, beyazımsı kehribar renkli kızıllıklardı. Tatlı renkli kızıllık la Gorda’ydı. Üç hasmane kızıllık da, tehdit edici biçimde onun çevresinde dolaşıyordu.
En yakınımda bulunan beyazımsı saydamlık, ki bu Josefina’ydı, biraz dengesini yitirmiş durumdaydı. Öne doğru eğilmişti, onu şiddetle itmiştim. Diğer ikisinin içeri doğru eğilmiş bulunan sağ yanlarına bir tekme atmıştım. Onların bu kısımlarını tekmelemek konusunda bilinçli bir düşünceye sahip değildim. Yalnızca bu girintiyi uygun bir nokta olarak görmüştüm—bir şekilde sanki ayağımı oraya yerleştirmem için beni davet ediyor gibiydiler. Sonuç tam isabetti. Lydia ve Rosa o an bayıldılar. Her ikisini de sağ uyluklarından tekmelemiştim. Bu, kemiklerini kırabilecek türde bir darbe değildi, yalnızca önümdeki ışık baloncuklarını ayağımla itmiştim. Yine de indirdiğim darbe, sanki bedenlerinin en kolay incinen bölümlerine şiddetli bir tekme atmışım gibi bir etki yaratmıştı.
La Gorda haklıydı, farkında olmadığım bazı bilgileri toparlayabilmiştim. Eğer görmek buysa, ussal yönden vardığım sonuç şuydu ki, görmek bedensel bir bilgidir. Zihnimizde görsel duyumun başatlık kazanması, bu bedensel bilgiyi etkiler ve onun göze ilişkin bir duyum olarak ortaya çıkmasına neden olur. Benim deneyimlediğim, salt görsel değildi. Işık baloncuklarını, gözlerimin yanı sıra bir diğer duyumla daha görmüştüm, çünkü onlarla uğraştığım tüm süre boyunca dört kadını da görüyordum. Işık baloncukları bedenleriyle yan yana da durmuyordu. Birbirlerinden ayrıktılar. Benim için konuyu daha da karmaşık kılan, olayın zaman boyutuydu. Tüm olan bitenler, birkaç saniye içinde gerçekleşmişti. Eğer olduysa, bir anlık görüntüden diğerine sıçrayışım yok sayılacak bir hızla olmuş olmalıydı. Bu nedenle, ancak eşzamanlı iki farklı görüntüyü algıladığımı anımsıyordum.
İki ışık baloncuğunu tekmeledikten sonra tatlı renkli ışık—la Gorda—bana doğru yaklaşmıştı. Üzerime gelmemişti, sol yanıma doğru ilerlemişti; amacının bana vurmak olmadığı anlaşılıyordu. Bu nedenle, parıltı yanımdan geçer geçmez onu yakalamıştım. Birlikte yerlerde yuvarlandıkça, onun içinde eridiğimi hissetmiştim. Zaman duygusunu gerçek anlamda yitirdiğim tek an da, o an olmuştu. La Gorda ellerimin arkasına sarıldığında yeniden kendime geliyordum.
“Rüyamızda, küçük kız kardeşlerle el ele tutuşmayı öğrendik,” dedi la Gorda. “El ele bir hat oluşturmayı biliyoruz. O günkü sorunumuz, o hattı odamızın dışında hiçbir yerde oluşturmamış olmamızdan kaynaklanıyordu. Bu yüzden beni içeri sürüklediler. Senin bedenin, el ele tutuşmamızın bizler için ne anlama geldiğini biliyordu. Eğer bunu başarsaydık, onların denetimine girecektim. Onlar benden daha vahşidirler. Bedenleri sıkı sıkıya kenetlenmiştir; cinsellik onları ilgilendirmez. Oysa beni ilgilendiriyor. Bu da beni daha güçsüz kılıyor. Eminim, senin de bilgini toparlayabilmeni bu denli güç kılan şey, cinselliğe duyduğun ilgi.”
Cinselliğin insanı güçten düşürücü etkilerini anlatmayı sürdürdü. Rahatsız olmuştum. Konuyu değiştirmeye çalıştım, ama tedirginliğime aldırmadan bu konuya geri dönmeye kararlı görünüyordu.
“Haydi birlikte Mexico City’e gidelim,” dedim umutsuzca.
Onu şaşırtacağımı sanmıştım. Yanıt vermedi. Dudaklarını büzdü, gözlerini kıstı. Çenesindeki adaleleri sıktı, dudaklarını burnunun altında toplayacak biçimde büzdü. Yüzünü öylesine çarpıttı ki, hayrete düştüm. Şaşkınlığım karşısında ifadesini değiştirdi yüzündeki adaleleri gevşetti.
“Haydi, Gorda,” dedim. “Mexico City’e gidelim.”
“Elbette, neden olmasın?” dedi. “Ne almam gerekiyor yanıma?”
Ondan bu tepkiyi beklemiyordum, şaşırma sırası bana gelmişti.
“Hiçbir şey,” dedim. “Olduğumuz gibi gideceğiz.”
Tek bir söz daha etmeden arkasına yaslandı ve Mexico City’e doğru yola koyulduk. Vakit hâlâ erkendi, henüz öğlen bile olmamıştı. Ona benimle birlikte Los Angeles’e gelmeye cesaretinin olup olmadığını sordum. Bir an için daldı.
“Bu soruyu saydam bedenime sordum,” dedi.
“Ne dedi?”
“Ancak erk izin verirse gidebilirmişim.”
Sesinde öylesine bir duygu yoğunluğu vardı ki, arabayı
durdurdum ve ona sarıldım. O an ona duyduğum sevgi öylesine derindi ki, beni ürkütüyordu. Bunun cinsellikle ya da ruhsal desteğe duyulan gereksinimle bir ilgisi yoktu; bu duygu, bildiğim her şeyin ötesindeydi.
La Gorda’ya sarılmak daha önce de hissettiğim duyguyu tekrar uyandırdı içimde, susturduğum, bilinçaltımın derinliklerine ittiğim birtakım şeylerin gün ışığına çıkmasına ramak kalmıştı. Bunun ne olduğunu anlamak üzereydim, ama tekrar yitti.
La Gorda’yle birlikte Oaxaca kentine vardığımızda henüz akşam olmuştu. Arabamı ara sokaklardan birine park ettim ve birlikte kent merkezindeki meydana doğru yürüdük. Don Juan’la don Genaro’nun oturdukları bankı bulduk. Boştu. Saygılı bir sessizlik içinde orada oturduk. Sessizliği bozan la Gorda, buraya birçok kez don Juan ve kim olduğunu anımsayamadığı bir başkasıyla geldiğini söyledi. Bunun yalnızca rüyasında gördüğü bir şey olup olmadığından emin değildi.
“Don Juan'la birlikte bu bankta ne yaptınız?” diye sordum.
“Hiçbir şey. Oturduk ve otobüsü ya da bizi alıp dağların tepesine götürecek olan kereste kamyonunu bekledik,” dedi.
Ona, don Juan’la bu bankta oturduğumuzda saaatler süren konuşmalara daldığımızı söyledim.
Don Juan’ın şiire duyduğu büyük sevgiden ve boş olduğumuz zamanlarda ona nasıl şiir okuduğumdan söz ettim. Şiirleri en fazla ikinci bölümüne kadar, o da beğenirse, dinlerdi; kalan bölümleriyse şairin esrikliği olarak yorumlardı. Ona okumuş olduğum yüzlerce şiirden ancak birkaçını başından sonuna değin dinlemişti. Başlarda ona kendi hoşlandıklarımı okuyordum; tercihim soyut, kapalı, düşünsel şiirlerdi. Daha sonraları, kendi beğendiği şiirleri bana defalarca okuttu. Onun düşüncesine göre şiir kısa ve öz olmalıydı. Ulu bir yalınlığın kesin, dokunaklı imgelerinden oluşmalıydı.
Akşamüstü, Oaxaca’daki o banka oturduğumuzda don Juan’da her zaman özel bir tutkuyu canlandıran Cesar Vallejo’nun bir şiirini ezbere la Gorda’ya okudum; bunu onun için değil, kendim için yapmıştım.
Ne yapıyor bu saatte acaba
And dağlarından sevdiceğim Rita kamışların ve vahşi kiraz ağaçlarının güzeli.
Boğuyor bu yorgunluk beni artık ve kanım uyuşuyor içimdeki miskin içki gibi.
Ne yapıyor acaba o güzelim elleriyle pişmanlık içinde, bembeyaz kolalı çamaşırların üzerinde gezinirdi ütüsü, öğleden sonraları. Yağan bu yağmur içimden sözlerimi sürdürme arzusunu alıyor.
Ne oldu acaba dantelli eteğine; işine gücüne; yürüyüşüne; pınarından yaydığı şekerkamışı kokusuna.
Kapıdadır şimdi, bakıyordur hızla ilerleyen bir buluta. Kiremit damın üzerinde vahşi bir kuş ötecektir; ve o, içi titreyerek fısıldayacaktır sonunda, ‘Tanrım ne kadar
soğuk!’

Cvp: 2. Birlikte Görmek

Don Juan’ın anısı inanılmayacak kadar canlıydı. Bir düşünce ya da bir his değildi bu. Bu, ne olduğu bilinmez anı, ağlattı beni. Gözlerimden yaşlar boşanıyor, bir türlü dindiremiyordum.
İkindinin son saati don Juan için her zaman büyük önem taşırdı. Onun bu saate duyduğu saygıyı ve eğer bana önemli bir şey olacaksa, bunun günün o zamanında olacağına duyduğu inancı ben de benimsemiştim.
La Gorda, başını omzuma yasladı. Ben de başımı onun başına. Bir süre öylece kaldık. Rahatlamıştım; duyduğum tedirginlik geçmişti. Yalnızca başımı la Gorda’nın başına yaslamamın bana böylesine huzur veriyor olması şaşırtıcıydı. Ona, şaka olsun diye, başlarımızı birbirine bağlamamız gerektiğini söyleyecektim ama bu söylediğimi ciddiye alacağını anladım. Tüm bedenim gülmekten sarsıldı ve uykuda olduğumu ayrımsadım, ama gözlerim açıktı; eğer gerçekten isteseydim, ayağa kalkabilirdim. Kımıldamak istemediğim için orada öylece durdum; tam anlamıyla uyanıktım, aynı zamanda da uykuda. Çevrede yürüyen ve bize bakan insanları gördüm, Genelde benimle ilgilenilmesinden hoşlanmadığım halde, onlara zerre kadar aldırmıyordum. Sonra insanlar bir anda beyaz ışıktan kocaman köpüklere dönüştüler. Yaşamımda ilk kez saydam yumurtalarla gerçek anlamda ve doğrudan karşılaşmıştım! Don Juan insanların görücülere saydam yumurtalar biçiminde göründüklerini söylemişti. Bu algıyı, bir an için yanıp sönen ışıltılar olarak deneyimlemiştim ama hiçbir zaman bakışlarımı, o gün yaptığım gibi, onlar üzerinde odaklayamamıştım.
Işık kabarcıkları önceleri oldukça şekilsizdi. Gözlerim bunların üzerinde yeterince odaklanamamış gibiydi. Fakat daha sonra, bir anda görüş gücümü en sonunda doğru biçimde ayarlamayı başarabildim ve beyaz ışık kabarcıkları uzunca saydam yumurtalar şeklini aldılar. Büyüktüler, aslında devasa sayılırlardı, iki metreden uzun, bir buçuk metreden geniş olmalıydılar, belki de daha fazla.
Bir an yumurtaların artık hareket etmediklerini fark ettim. Önümde saydam, yoğun bir kütle gördüm. Yumurtalar beni izliyorlar; tehditkâr biçimde karşıma diziliyorlardı. Ağır ağır doğrularak dik oturdum. La Gorda omzuma yaslanmış, derin bir uykuya dalmıştı. Çevremizde bir grup genç vardı. Sarhoş olduğumuzu sanmışlardı herhalde. Bizi taklit ediyorlardı. İçlerinde en cüretkâr olanı, la Gorda’nın göğüslerine dokunmaya başlamıştı. Onu sarsarak uyandırdım. Telaşla yerimizden kalktık ve orayı terk ettik. Gençler peşimize takıldılar, bizimle dalga geçiyorlar, bağırarak açık saçık şeyler söylüyorlardı. Köşede beliren polisi görünce bizi rahatsız etmekten vazgeçtiler. Tam bir sessizlik içinde kent merkezinden arabayı bıraktığım yere doğru yürüdük. Akşam olmak üzereydi. Birdenbire la Gorda koluma yapıştı. Gözlerinde vahşi bir ifade vardı, ağzı açıktı. Eliyle işaret etti.
“Bak! Bak!” diye bağırdı. Nagual ve Genaro, oradalar!”
Önümüzdeki uzun bloğun köşesinden iki adamın döndüğünü gördüm. La Gorda hızla o yöne doğru koşmaya başladı. Peşinden koşarken gördüklerinden emin olup olmadığını sordum. Kendinde değildi. Kafasını kaldırıp baktığında, don Juan ve Genaro’yu onu seyrederken gördüğünü söyledi. Göz göze geldikleri an, yürüyerek uzaklaşmışlardı.
Köşeye ulaştığımızda, iki adam bizden yine aynı uzaklıkta duruyorlardı. Yüz hatlarını ayırt edemiyordum. Orada yaşayan Meksikalılar gibi giyinmişlerdi. Başlarında hasır şapka vardı. Biri, don Juan gibi iri yarı, diğeri de Genaro gibi zayıf yapılıydı. İki adam bir başka köşeyi döndüler, biz de bağıra çağıra peşlerinden seğirttik. Girdikleri sokak ıssızdı, hafifçe sola doğru kıvrılıyor ve şehrin kenar mahallelerine çıkıyordu. İki adam tam yolun kıvrıldığı noktadaydılar. İşte o anda öyle bir şey oldu ki o adamların gerçekten don Juan ile Genaro olabilecekleri düşüncesine kapıldım. Adamlardan daha kısa boylusunun bir hareketiydi bunu düşündüren. Profilinin dörtte üçünü görebileceğimiz biçimde bize doğru döndü ve onları izlememizi istiyormuşcasına hafifçe başını eğdi. Don Genaro’nun ormanda dolaştığımız günlerde bana sık sık yaptığı bir hareketti bu. Her zaman benim önümde yürür, bana cesaret vermek, ona yetişebilmem konusunda beni ikna etmek istercesine dönüp başıyla bu hareketi yapardı.
La Gorda avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. “Nagual! Genaro! Bekleyin!”
La Gorda önümden koşuyordu. Adamlar ileride, alacakaranlıkta kısmen görülebilen barakalara doğru çok hızlı bir biçimde yürüyorlardı. Ya bu barakalardan birine girmiş ya da civarda çok sayıda bulunan patikalardan birine yönelmiş olmalılardı; birdebire gözden kayboldular.
La Gorda orada durdu ve hiç çekinmeden, inlercesine adlarını haykırdı. Çevredekiler kimin bağırdığını görebilmek için dışarı fırladılar. Sakinleşinceye dek sarıldım ona.
“Tam önümdeydiler,” dedi ağlayarak. “Otuz metre bile yoktu aramızda. Dikkatini onlara çekebilmek için sana seslendiğimde bir blok ötemizde bir an için durdular.”
Onu yatıştırmaya çalıştım. Çok gergindi. Titreyerek bana sarıldı. Nedenini bilmiyordum ama, o iki adamın don Juan ve don Genaro olmadıklarından kesinlikle emindim; bu yüzden de la Gorda’nın heyecanını paylaşamıyordum. Eve geri dönmemiz gerektiğini, erkin ona benimle birlikte değil Los Angeles’a, Mexico City’ye bile gitmesine izin vermediğini söyledi. Henüz böyle bir yolculuğun zamanı gelmemiş. Onları görmenin de bir yora olduğuna inanıyordu. Ona, evlerinin bulunduğu yönü, doğuyu göstererek gözden kaybolmuşlardı.
O anda en başa dönmeye herhangi bir itirazım yoktu. O gün içinde yaşadığımız tüm olaylardan sonra yorgunluktan bitmiş olmam gerekirdi. Oysa, benliğimi alabildiğine yoğun bir enerji dalgası kaplamıştı. Tıpkı don Juan’la birlikte olduğumuz, içimden omuzlarımla duvarlara bindirip onları yıkmak geldiği günlerdeki gibi.
Arabaya doğru yürüdüğümüz sırada la Gorda’ya karşı içimi bir kez daha tutkulu bir sevgi kapladı. Bana olan yardımları için ona ne denli teşekkür etsem azdı. O gün saydam yumurtaları görmemi sağlamak için yaptığı her şeyde başarılı olduğunu düşünüyordum. O sırada oturmakla son derece cesur davranmış, gülünç duruma düşmeyi, hatta bedensel incinmeleri bile göze almıştı. Ona minnettarlığımı ifade ettim. Çıldırmışım gibi bana baktı ve bir kahkaka patlattı.
“Ben de aynı şeyleri senin için düşünmüştüm,” dedi. Tüm bunları yalnızca benim için yaptığını sanmıştım. Saydam yumurtaları ben de gördüm. Bu, benim için de ilk kez olan bir şeydi. Birlikte gördük! Nagual ve Genaro’nun yaptığı gibi.”
La Gorda’nın binmesi için arabanın kapısını açtığımda o gün yaşadığımız deneyim tüm gücüyle etkisini gösterdi. O ana kadar tümüyle duyarsızdım, içime bir ağırlık çökmüştü. Şimdiyse, duyduğum coşku, la Gorda’nın biraz önceki heyecanı kadar yoğundu. Sokaklarda koşmak ve bağırmak istiyordum. Yatıştırma sırası la Gorda’ya gelmişti. Yere çömeldi ve baldırlarımı okşadı. Çok garip, hemen sakinleşmiştim. Konuşmakta güçlük çektiğimi ayrımsadım. Düşüncelerim, söze dökemeyeceğim bir hızla akıyordu zihnimde. Evinin bulunduğu kente hemen dönmek istemiyordum. Yapacak daha çok şey varmış gibi geliyordu. Yine de, ne istediğimi tam olarak açıklayamıyordum. Oldukça isteksiz olan la Gorda’yı kent merkezine doğru sürükleyerek götürdüm, ama o saatte oralarda boş bank yoktu. Çok acıkmış olduğumdan, onu bir restorana doğru çektim. Bir şey yiyemeyeceğini sanıyordu ama garson yiyecekleri getirdiğinde benim kadar acıkmış olduğunu anladı. Yemek bizi tümüyle rahatlatmıştı.
O gece daha geç bir saatte gidip bankta oturduk. Oraya oturabilene dek bize olanlar konusunda ona herhangi bir şey söylemekten kaçındım. La Gorda başlarda konuşmak istemiyordu. Benliğim alışılmadık bir coşku içindeydi. Don Juan’la birlikte olduğum zamanlarda da buna benzer anlar yaşamıştım, ama bunlar genellikle sanrılandırıcı bitkilerin etkisiyle ortaya çıkardı.
Sözlerime gördüklerimi la Gorda’ya anlatmakla başladım. O saydam yumurtaların beni en fazla etkileyen yanı devinimleriydi. Yürümüyorlardı, yerde oldukları halde yüzercesine deviniyorlardı. Devinimleri hoş görünmüyordu. Sırıkla yürürmüşçesine, kazık gibi ve silkinerek ilerliyorlardı. Devinim halindeyken yumurta biçimleri ufalıyor, yuvarlaklaşıyordu; sıçrarcasına, silkinircesine, hızla bir aşağı bir yukarı sallanıyorlardı. Sonuçta yarattıkları etki, son derece rahatsız edici sinirsel bir ürpermeydi. Televizyondaki hızlandırılmış görüntülere benziyorlardı en çok.
Kafamı karıştıran bir başka şey de bacaklarının olmamasıydı. Bir zamanlar dansçıların buz üzerinde askerlerin hareketlerini taklit ettikleri bir bale gösterisi izlemiştim; askerlere benzeyebilmek için yerlere kadar inen bol tunikler giymişlerdi. Ayaklarını görebilmek olanaksızdı, bu nedenle de buz üzerinde akıp gidiyormuş gibi bir etki yaratıyorlardı. Önümden geçen saydam yumurtalar da kaba yüzeyli bir zemin üzerinde kayıyormuş gibi bir izlenim bırakıyorlardı. Saydamlıkları, belli belirsiz bir aşağı bir yukarı deviniyordu, ama bu bile beni rahatsız etmeye yetiyordu. Yumurtaların devinimleri yavaşladığında, biçimleri de uzuyordu. Bazıları o denli uzun ve katı görünüyorlardı ki, insanın aklına tahta ikonaları getiriyorlardı.
Saydam yumurtaların daha da rahatsız edici bir diğer özelliği de, hiçbirinde göz bulunmamasıydı. Canlıların gözlerininin bizleri böylesine çektiğinin o zamana dek ayırdına varmamıştım. Saydam yumurtalar tümüyle canlıydılar ve beni büyük bir merakla gözlüyorlardı. İne çıka silkindiklerini, yaklaşıp eğilerek beni seyrettiklerini görüyordum, ama gözleri yoktu.
Bu saydam yumurtaların çoğunun üzerinde, tam orta bölümlerinin altında siyah noktalar bulunuyordu. Bazılarındaysa yoktu bu büyük noktalar. La Gorda bana, üreme faaliyetinin erkeklerin ve kadınların bedenlerini etkilediğini ve bunun sonucunda midenin hemen alt kısmında bir deliğin ortaya çıktığını söylemişti. Ancak bu saydam yumurtaların üzerindeki noktalar bana tam olarak birer delik gibi görünmemişti. Bu bölgeler saydam değildi ama derin de değildi. Üzerinde siyah noktalar bulunan yumurtalar daha yaşlı, daha yorgun görünüyorlardı; yumurta biçimlerinin üst kısımları aşınmış gibiydi, gövdelerinin diğer bölümlerindeki parlaklıkla karşılaştırıldıklarında mat görünüyorlardı. Öte yandan, üzerinde siyah noktalar bulunmayan yumurtalar, göz kamaştırıcı parlaklıktaydılar. Bunların tehlikeli oldukları düşüncesine kapıldım. Canlı ve güçlüydüler, enerji ve beyazlık yüklüydüler.
La Gorda bana, başımı onunkine yasladığım an rüya görmeyi andıran bir ruh durumuna girdiğini söyledi. Uyanıkmış ama yerinden kıpırdayamıyormuş. İnsanların çevremizde dönüp durduklarının farkındaymış. Daha sonra bunların saydam baloncuklara, en sonunda da yumurta biçimli yaratıklara dönüştüğünü görmüş. Benim de görüyor olduğumu bilmiyormuş. İlk başta onu kolladığımı sanıyormuş, ama, başımın yarattığı basınç çok artınca benim de görüyor olmam gerektiğine kanaat getirmiş. Zihninde olup bitenler hakkında ancak, toparlanıp, uyuyor görünmesinden yararlanarak onu okşamaya çalışan adamı yakaladığım zaman bir fikir sahibi olabilmiştim.
Görsülerimizin birbirinden farkı, onun “kökler” adını verdiği, aslan kuyruğunu andıran ince telcikler aracılığıyla erkeklerle kadınları birbirinden ayırabilmesiydi; bunlar, cinsel organların bulundukları bölgeden içeriye doğru uzuyorlardı. Bu köklerin yaşamın kaynağı olduğunu söyledi. Cenin, büyümesini gerçekleştirebilmek amacıyla kendisini bu besleyici kökçüklerden birine bağlıyarak onu iyice emiyor, geride yalnızca bir delik bırakıyormuş. Öte yandan, erkeklerin kısa, incecik telcikleri varmış; bunlar canlılarmış ve bedenlerinin saydam kütlesinden bağımsız bir biçimde yüzüyorlarmış.
Ona, bunları birlikte görmemizin nedeninin ne olabileceğini sordum. Herhangi bir yorumda bulunmaktan kaçındı, ama tahminlerimi sürdürmem konusunda beni teşvik etti. Aklıma ilk geleni açıkça belirttim: Bu işte duyguların rolü olabilirdi.
Aynı gün akşamüstü, la Gorda’yla birlikte don Juan’ın en sevdiği bankta oturup, onun sevdiği şiiri okudum. Çok duygulanmıştım. Duygularım, böyle bir yoğunluğa bedenimi hazırlamış olmalıydı. Rüya görmeyle birlikte tam bir sessizlik durumuna geçmeyi de öğrenmiştim. Zihnimdeki dinmek bilmez konuşmaları susturarak, tıpkı bir kozanın içinden gizlice dışarıyı seyrediyormuş gibi kalabiliyordum. Böyle bir durumda ya bilincim üzerinde az da olsa sahip olduğum kontrolü tümüyle bırakıyor ve bir rüyaya dalıyor ya da o kontrolü sürdüyor, edilgen, düşüncelerden arınmış, arzulardan sıyrılmış bir duruma geçiyordum. Bununla birlikte, bunların önemli birer etken olduğunu sanmıyordum. Bence bu süreçte katalizör işlevini la Gorda görüyordu. Görmek için gerekli koşulların gerçekleşmesine yol açan unsurun, ona olan duygularımdan kaynaklandığına inanıyordum.
Düşüncelerimi ona söylediğimde, la Gorda mahcup bir biçimde güldü.
“Sana katılmıyorum,” dedi. “Bence, bedenin anımsamaya başladı.”
“Bununla ne demek istiyorsun Gorda?” diye sordum.
Uzun bir sessizlik oldu. Ya söylemek istemediği bir şeyi söyleyebilmek için kendi kendisiyle mücadele ediyordu, ya da umutsuzca doğru sözcükleri bulmak için uğraşıyordu. “Bildiğim birçok şey var,” dedi; “yine de neyi bildiğimi bilemiyorum. O kadar çok şeyi anımsıyorum ki, sonuçta bir bakıyorum, belleğimde hiçbir şey yok. Sanırım sen de aynı
açmazların içindesin.”
Ona böyle bir şeyin farkında olmadığımdan emin olması
gerektiğini söyledim ama bana inanmak istemiyordu.
“Bazen senin gerçekten bir şey bilmediğine inanıyorum,” dedi. “Bazen de bizlerle dalga geçtiğini düşünüyorum. Nagual bana kendisinin de bilmediğini söylerdi. Senin hakkında söylemiş olduğu birçok şeyi şimdi anımsamaya başlıyorum.”
“Bedenimin anımsamaya başlıyor olması ne demek?”
diye sordum ısrarla.
“Bunu bana sorma,” dedi gülümseyerek. “Neyi anımsaman gerektiğini ya da bu anımsamanın nasıl olduğunu bilemem. Ben şahsen böyle bir şeyi hiç yaşamadım. Bu kadarını biliyorum.”
“Çömezler arasında bana bunu söyleyebilecek herhangi biri var mı?”
“Hiç kimse yok,” dedi. “Sanırım ben bir haberciyim, sana şu an ancak mesajın yarısını iletebilen bir haberci.”
Ayağa kalktı ve onu evine götürmemi rica etti. O anda bulunduğumuz yerden ayrılamayacak denli heyecanlıydım. Önerim üzerine kent merkezinde gezindik. Sonunda başka bir banka oturduk.
“Bu kadar rahatlıkla birlikte görebilmemiz sana garip gelmiyor mu?” diye sordu.
Zihninden neler geçtiğini anlayamıyordum. Yanıt vermeden önce tereddüt ettim.
“Sana daha önce de birlikte gördüğümüzü sandığımı söylersem yanıtın ne olurdu?” diye sordu bu defa, sözcüklerini büyük bir özenle seçiyordu.
Ne demek istediğini kavrayamadım. Aynı soruyu bir kez daha sordu. Yine anlayamamıştım.
“Ne zaman birlikte görmüş olabiliriz?” diye sordum.
“Sorun hiçbir anlam ifade etmiyor.”
“İşte mesele de bu,” diye yanıt verdi. “Bilmiyorum, ama
yine de içimde seninle birlikte gördüğümüze dair bir his var. Aniden ürperdim ve ayağa kalktım. Bir kez daha o kentte kapıldığım duyguları anımsadım. La Gorda bir şeyler söylemek üzere ağzını açtı, ama cümlenin yarısına gelmeden sustu. Şaşırmış bir şekilde bana baktı, elini dudaklarıma yasladı, daha sonra beni arabaya doğru sürükleyerek götürdü.
Gece boyunca araba kullandım. Konuşmak, olanları değerlendirmek istiyordum, ama o, sanki olası bir tartışmayı önlemek istercesine uykuya daldı. Elbette haklıydı. İkimiz arasında, bir ruh durumunu gereğinden fazla değerlendirerek dağıtmanın yol açacağı tehlikenin farkında olan oydu.
Eve vardığımızda arabadan inerken, Oaxaca’da başımıza gelenler konusunda hiçbir şey söylemememiz gerektiğini belirtti.
“O da neden, Gorda?” diye sordum.
“Gücümüzü harcamamızı istemiyorum,” diye yanıt verdi. “Büyücünün yöntemidir bu: kazandıklarını asla harcamayacaksın.”
“Ancak bunun hakkında hiç konuşmazsak, bize gerçekte neler olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz ki,” diye karşı çıktım.
“En az dokuz gün sessiz olmamız gerekiyor,” dedi.
“Yalnızca kendi aramızda bile konuşamaz mıyız?” diye sordum.
“Özellikle bunu yapmamalıyız,” dedi. Savunmasız durumdayız. Kendimizi zamanın iyileştirici gücüne bırakmamız gerekiyor.”

Cvp: 2. Birlikte Görmek

.