Don Juan’ın anısı inanılmayacak kadar canlıydı. Bir düşünce ya da bir his değildi bu. Bu, ne olduğu bilinmez anı, ağlattı beni. Gözlerimden yaşlar boşanıyor, bir türlü dindiremiyordum.
İkindinin son saati don Juan için her zaman büyük önem taşırdı. Onun bu saate duyduğu saygıyı ve eğer bana önemli bir şey olacaksa, bunun günün o zamanında olacağına duyduğu inancı ben de benimsemiştim.
La Gorda, başını omzuma yasladı. Ben de başımı onun başına. Bir süre öylece kaldık. Rahatlamıştım; duyduğum tedirginlik geçmişti. Yalnızca başımı la Gorda’nın başına yaslamamın bana böylesine huzur veriyor olması şaşırtıcıydı. Ona, şaka olsun diye, başlarımızı birbirine bağlamamız gerektiğini söyleyecektim ama bu söylediğimi ciddiye alacağını anladım. Tüm bedenim gülmekten sarsıldı ve uykuda olduğumu ayrımsadım, ama gözlerim açıktı; eğer gerçekten isteseydim, ayağa kalkabilirdim. Kımıldamak istemediğim için orada öylece durdum; tam anlamıyla uyanıktım, aynı zamanda da uykuda. Çevrede yürüyen ve bize bakan insanları gördüm, Genelde benimle ilgilenilmesinden hoşlanmadığım halde, onlara zerre kadar aldırmıyordum. Sonra insanlar bir anda beyaz ışıktan kocaman köpüklere dönüştüler. Yaşamımda ilk kez saydam yumurtalarla gerçek anlamda ve doğrudan karşılaşmıştım! Don Juan insanların görücülere saydam yumurtalar biçiminde göründüklerini söylemişti. Bu algıyı, bir an için yanıp sönen ışıltılar olarak deneyimlemiştim ama hiçbir zaman bakışlarımı, o gün yaptığım gibi, onlar üzerinde odaklayamamıştım.
Işık kabarcıkları önceleri oldukça şekilsizdi. Gözlerim bunların üzerinde yeterince odaklanamamış gibiydi. Fakat daha sonra, bir anda görüş gücümü en sonunda doğru biçimde ayarlamayı başarabildim ve beyaz ışık kabarcıkları uzunca saydam yumurtalar şeklini aldılar. Büyüktüler, aslında devasa sayılırlardı, iki metreden uzun, bir buçuk metreden geniş olmalıydılar, belki de daha fazla.
Bir an yumurtaların artık hareket etmediklerini fark ettim. Önümde saydam, yoğun bir kütle gördüm. Yumurtalar beni izliyorlar; tehditkâr biçimde karşıma diziliyorlardı. Ağır ağır doğrularak dik oturdum. La Gorda omzuma yaslanmış, derin bir uykuya dalmıştı. Çevremizde bir grup genç vardı. Sarhoş olduğumuzu sanmışlardı herhalde. Bizi taklit ediyorlardı. İçlerinde en cüretkâr olanı, la Gorda’nın göğüslerine dokunmaya başlamıştı. Onu sarsarak uyandırdım. Telaşla yerimizden kalktık ve orayı terk ettik. Gençler peşimize takıldılar, bizimle dalga geçiyorlar, bağırarak açık saçık şeyler söylüyorlardı. Köşede beliren polisi görünce bizi rahatsız etmekten vazgeçtiler. Tam bir sessizlik içinde kent merkezinden arabayı bıraktığım yere doğru yürüdük. Akşam olmak üzereydi. Birdenbire la Gorda koluma yapıştı. Gözlerinde vahşi bir ifade vardı, ağzı açıktı. Eliyle işaret etti.
“Bak! Bak!” diye bağırdı. Nagual ve Genaro, oradalar!”
Önümüzdeki uzun bloğun köşesinden iki adamın döndüğünü gördüm. La Gorda hızla o yöne doğru koşmaya başladı. Peşinden koşarken gördüklerinden emin olup olmadığını sordum. Kendinde değildi. Kafasını kaldırıp baktığında, don Juan ve Genaro’yu onu seyrederken gördüğünü söyledi. Göz göze geldikleri an, yürüyerek uzaklaşmışlardı.
Köşeye ulaştığımızda, iki adam bizden yine aynı uzaklıkta duruyorlardı. Yüz hatlarını ayırt edemiyordum. Orada yaşayan Meksikalılar gibi giyinmişlerdi. Başlarında hasır şapka vardı. Biri, don Juan gibi iri yarı, diğeri de Genaro gibi zayıf yapılıydı. İki adam bir başka köşeyi döndüler, biz de bağıra çağıra peşlerinden seğirttik. Girdikleri sokak ıssızdı, hafifçe sola doğru kıvrılıyor ve şehrin kenar mahallelerine çıkıyordu. İki adam tam yolun kıvrıldığı noktadaydılar. İşte o anda öyle bir şey oldu ki o adamların gerçekten don Juan ile Genaro olabilecekleri düşüncesine kapıldım. Adamlardan daha kısa boylusunun bir hareketiydi bunu düşündüren. Profilinin dörtte üçünü görebileceğimiz biçimde bize doğru döndü ve onları izlememizi istiyormuşcasına hafifçe başını eğdi. Don Genaro’nun ormanda dolaştığımız günlerde bana sık sık yaptığı bir hareketti bu. Her zaman benim önümde yürür, bana cesaret vermek, ona yetişebilmem konusunda beni ikna etmek istercesine dönüp başıyla bu hareketi yapardı.
La Gorda avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. “Nagual! Genaro! Bekleyin!”
La Gorda önümden koşuyordu. Adamlar ileride, alacakaranlıkta kısmen görülebilen barakalara doğru çok hızlı bir biçimde yürüyorlardı. Ya bu barakalardan birine girmiş ya da civarda çok sayıda bulunan patikalardan birine yönelmiş olmalılardı; birdebire gözden kayboldular.
La Gorda orada durdu ve hiç çekinmeden, inlercesine adlarını haykırdı. Çevredekiler kimin bağırdığını görebilmek için dışarı fırladılar. Sakinleşinceye dek sarıldım ona.
“Tam önümdeydiler,” dedi ağlayarak. “Otuz metre bile yoktu aramızda. Dikkatini onlara çekebilmek için sana seslendiğimde bir blok ötemizde bir an için durdular.”
Onu yatıştırmaya çalıştım. Çok gergindi. Titreyerek bana sarıldı. Nedenini bilmiyordum ama, o iki adamın don Juan ve don Genaro olmadıklarından kesinlikle emindim; bu yüzden de la Gorda’nın heyecanını paylaşamıyordum. Eve geri dönmemiz gerektiğini, erkin ona benimle birlikte değil Los Angeles’a, Mexico City’ye bile gitmesine izin vermediğini söyledi. Henüz böyle bir yolculuğun zamanı gelmemiş. Onları görmenin de bir yora olduğuna inanıyordu. Ona, evlerinin bulunduğu yönü, doğuyu göstererek gözden kaybolmuşlardı.
O anda en başa dönmeye herhangi bir itirazım yoktu. O gün içinde yaşadığımız tüm olaylardan sonra yorgunluktan bitmiş olmam gerekirdi. Oysa, benliğimi alabildiğine yoğun bir enerji dalgası kaplamıştı. Tıpkı don Juan’la birlikte olduğumuz, içimden omuzlarımla duvarlara bindirip onları yıkmak geldiği günlerdeki gibi.
Arabaya doğru yürüdüğümüz sırada la Gorda’ya karşı içimi bir kez daha tutkulu bir sevgi kapladı. Bana olan yardımları için ona ne denli teşekkür etsem azdı. O gün saydam yumurtaları görmemi sağlamak için yaptığı her şeyde başarılı olduğunu düşünüyordum. O sırada oturmakla son derece cesur davranmış, gülünç duruma düşmeyi, hatta bedensel incinmeleri bile göze almıştı. Ona minnettarlığımı ifade ettim. Çıldırmışım gibi bana baktı ve bir kahkaka patlattı.
“Ben de aynı şeyleri senin için düşünmüştüm,” dedi. Tüm bunları yalnızca benim için yaptığını sanmıştım. Saydam yumurtaları ben de gördüm. Bu, benim için de ilk kez olan bir şeydi. Birlikte gördük! Nagual ve Genaro’nun yaptığı gibi.”
La Gorda’nın binmesi için arabanın kapısını açtığımda o gün yaşadığımız deneyim tüm gücüyle etkisini gösterdi. O ana kadar tümüyle duyarsızdım, içime bir ağırlık çökmüştü. Şimdiyse, duyduğum coşku, la Gorda’nın biraz önceki heyecanı kadar yoğundu. Sokaklarda koşmak ve bağırmak istiyordum. Yatıştırma sırası la Gorda’ya gelmişti. Yere çömeldi ve baldırlarımı okşadı. Çok garip, hemen sakinleşmiştim. Konuşmakta güçlük çektiğimi ayrımsadım. Düşüncelerim, söze dökemeyeceğim bir hızla akıyordu zihnimde. Evinin bulunduğu kente hemen dönmek istemiyordum. Yapacak daha çok şey varmış gibi geliyordu. Yine de, ne istediğimi tam olarak açıklayamıyordum. Oldukça isteksiz olan la Gorda’yı kent merkezine doğru sürükleyerek götürdüm, ama o saatte oralarda boş bank yoktu. Çok acıkmış olduğumdan, onu bir restorana doğru çektim. Bir şey yiyemeyeceğini sanıyordu ama garson yiyecekleri getirdiğinde benim kadar acıkmış olduğunu anladı. Yemek bizi tümüyle rahatlatmıştı.
O gece daha geç bir saatte gidip bankta oturduk. Oraya oturabilene dek bize olanlar konusunda ona herhangi bir şey söylemekten kaçındım. La Gorda başlarda konuşmak istemiyordu. Benliğim alışılmadık bir coşku içindeydi. Don Juan’la birlikte olduğum zamanlarda da buna benzer anlar yaşamıştım, ama bunlar genellikle sanrılandırıcı bitkilerin etkisiyle ortaya çıkardı.
Sözlerime gördüklerimi la Gorda’ya anlatmakla başladım. O saydam yumurtaların beni en fazla etkileyen yanı devinimleriydi. Yürümüyorlardı, yerde oldukları halde yüzercesine deviniyorlardı. Devinimleri hoş görünmüyordu. Sırıkla yürürmüşçesine, kazık gibi ve silkinerek ilerliyorlardı. Devinim halindeyken yumurta biçimleri ufalıyor, yuvarlaklaşıyordu; sıçrarcasına, silkinircesine, hızla bir aşağı bir yukarı sallanıyorlardı. Sonuçta yarattıkları etki, son derece rahatsız edici sinirsel bir ürpermeydi. Televizyondaki hızlandırılmış görüntülere benziyorlardı en çok.
Kafamı karıştıran bir başka şey de bacaklarının olmamasıydı. Bir zamanlar dansçıların buz üzerinde askerlerin hareketlerini taklit ettikleri bir bale gösterisi izlemiştim; askerlere benzeyebilmek için yerlere kadar inen bol tunikler giymişlerdi. Ayaklarını görebilmek olanaksızdı, bu nedenle de buz üzerinde akıp gidiyormuş gibi bir etki yaratıyorlardı. Önümden geçen saydam yumurtalar da kaba yüzeyli bir zemin üzerinde kayıyormuş gibi bir izlenim bırakıyorlardı. Saydamlıkları, belli belirsiz bir aşağı bir yukarı deviniyordu, ama bu bile beni rahatsız etmeye yetiyordu. Yumurtaların devinimleri yavaşladığında, biçimleri de uzuyordu. Bazıları o denli uzun ve katı görünüyorlardı ki, insanın aklına tahta ikonaları getiriyorlardı.
Saydam yumurtaların daha da rahatsız edici bir diğer özelliği de, hiçbirinde göz bulunmamasıydı. Canlıların gözlerininin bizleri böylesine çektiğinin o zamana dek ayırdına varmamıştım. Saydam yumurtalar tümüyle canlıydılar ve beni büyük bir merakla gözlüyorlardı. İne çıka silkindiklerini, yaklaşıp eğilerek beni seyrettiklerini görüyordum, ama gözleri yoktu.
Bu saydam yumurtaların çoğunun üzerinde, tam orta bölümlerinin altında siyah noktalar bulunuyordu. Bazılarındaysa yoktu bu büyük noktalar. La Gorda bana, üreme faaliyetinin erkeklerin ve kadınların bedenlerini etkilediğini ve bunun sonucunda midenin hemen alt kısmında bir deliğin ortaya çıktığını söylemişti. Ancak bu saydam yumurtaların üzerindeki noktalar bana tam olarak birer delik gibi görünmemişti. Bu bölgeler saydam değildi ama derin de değildi. Üzerinde siyah noktalar bulunan yumurtalar daha yaşlı, daha yorgun görünüyorlardı; yumurta biçimlerinin üst kısımları aşınmış gibiydi, gövdelerinin diğer bölümlerindeki parlaklıkla karşılaştırıldıklarında mat görünüyorlardı. Öte yandan, üzerinde siyah noktalar bulunmayan yumurtalar, göz kamaştırıcı parlaklıktaydılar. Bunların tehlikeli oldukları düşüncesine kapıldım. Canlı ve güçlüydüler, enerji ve beyazlık yüklüydüler.
La Gorda bana, başımı onunkine yasladığım an rüya görmeyi andıran bir ruh durumuna girdiğini söyledi. Uyanıkmış ama yerinden kıpırdayamıyormuş. İnsanların çevremizde dönüp durduklarının farkındaymış. Daha sonra bunların saydam baloncuklara, en sonunda da yumurta biçimli yaratıklara dönüştüğünü görmüş. Benim de görüyor olduğumu bilmiyormuş. İlk başta onu kolladığımı sanıyormuş, ama, başımın yarattığı basınç çok artınca benim de görüyor olmam gerektiğine kanaat getirmiş. Zihninde olup bitenler hakkında ancak, toparlanıp, uyuyor görünmesinden yararlanarak onu okşamaya çalışan adamı yakaladığım zaman bir fikir sahibi olabilmiştim.
Görsülerimizin birbirinden farkı, onun “kökler” adını verdiği, aslan kuyruğunu andıran ince telcikler aracılığıyla erkeklerle kadınları birbirinden ayırabilmesiydi; bunlar, cinsel organların bulundukları bölgeden içeriye doğru uzuyorlardı. Bu köklerin yaşamın kaynağı olduğunu söyledi. Cenin, büyümesini gerçekleştirebilmek amacıyla kendisini bu besleyici kökçüklerden birine bağlıyarak onu iyice emiyor, geride yalnızca bir delik bırakıyormuş. Öte yandan, erkeklerin kısa, incecik telcikleri varmış; bunlar canlılarmış ve bedenlerinin saydam kütlesinden bağımsız bir biçimde yüzüyorlarmış.
Ona, bunları birlikte görmemizin nedeninin ne olabileceğini sordum. Herhangi bir yorumda bulunmaktan kaçındı, ama tahminlerimi sürdürmem konusunda beni teşvik etti. Aklıma ilk geleni açıkça belirttim: Bu işte duyguların rolü olabilirdi.
Aynı gün akşamüstü, la Gorda’yla birlikte don Juan’ın en sevdiği bankta oturup, onun sevdiği şiiri okudum. Çok duygulanmıştım. Duygularım, böyle bir yoğunluğa bedenimi hazırlamış olmalıydı. Rüya görmeyle birlikte tam bir sessizlik durumuna geçmeyi de öğrenmiştim. Zihnimdeki dinmek bilmez konuşmaları susturarak, tıpkı bir kozanın içinden gizlice dışarıyı seyrediyormuş gibi kalabiliyordum. Böyle bir durumda ya bilincim üzerinde az da olsa sahip olduğum kontrolü tümüyle bırakıyor ve bir rüyaya dalıyor ya da o kontrolü sürdüyor, edilgen, düşüncelerden arınmış, arzulardan sıyrılmış bir duruma geçiyordum. Bununla birlikte, bunların önemli birer etken olduğunu sanmıyordum. Bence bu süreçte katalizör işlevini la Gorda görüyordu. Görmek için gerekli koşulların gerçekleşmesine yol açan unsurun, ona olan duygularımdan kaynaklandığına inanıyordum.
Düşüncelerimi ona söylediğimde, la Gorda mahcup bir biçimde güldü.
“Sana katılmıyorum,” dedi. “Bence, bedenin anımsamaya başladı.”
“Bununla ne demek istiyorsun Gorda?” diye sordum.
Uzun bir sessizlik oldu. Ya söylemek istemediği bir şeyi söyleyebilmek için kendi kendisiyle mücadele ediyordu, ya da umutsuzca doğru sözcükleri bulmak için uğraşıyordu. “Bildiğim birçok şey var,” dedi; “yine de neyi bildiğimi bilemiyorum. O kadar çok şeyi anımsıyorum ki, sonuçta bir bakıyorum, belleğimde hiçbir şey yok. Sanırım sen de aynı
açmazların içindesin.”
Ona böyle bir şeyin farkında olmadığımdan emin olması
gerektiğini söyledim ama bana inanmak istemiyordu.
“Bazen senin gerçekten bir şey bilmediğine inanıyorum,” dedi. “Bazen de bizlerle dalga geçtiğini düşünüyorum. Nagual bana kendisinin de bilmediğini söylerdi. Senin hakkında söylemiş olduğu birçok şeyi şimdi anımsamaya başlıyorum.”
“Bedenimin anımsamaya başlıyor olması ne demek?”
diye sordum ısrarla.
“Bunu bana sorma,” dedi gülümseyerek. “Neyi anımsaman gerektiğini ya da bu anımsamanın nasıl olduğunu bilemem. Ben şahsen böyle bir şeyi hiç yaşamadım. Bu kadarını biliyorum.”
“Çömezler arasında bana bunu söyleyebilecek herhangi biri var mı?”
“Hiç kimse yok,” dedi. “Sanırım ben bir haberciyim, sana şu an ancak mesajın yarısını iletebilen bir haberci.”
Ayağa kalktı ve onu evine götürmemi rica etti. O anda bulunduğumuz yerden ayrılamayacak denli heyecanlıydım. Önerim üzerine kent merkezinde gezindik. Sonunda başka bir banka oturduk.
“Bu kadar rahatlıkla birlikte görebilmemiz sana garip gelmiyor mu?” diye sordu.
Zihninden neler geçtiğini anlayamıyordum. Yanıt vermeden önce tereddüt ettim.
“Sana daha önce de birlikte gördüğümüzü sandığımı söylersem yanıtın ne olurdu?” diye sordu bu defa, sözcüklerini büyük bir özenle seçiyordu.
Ne demek istediğini kavrayamadım. Aynı soruyu bir kez daha sordu. Yine anlayamamıştım.
“Ne zaman birlikte görmüş olabiliriz?” diye sordum.
“Sorun hiçbir anlam ifade etmiyor.”
“İşte mesele de bu,” diye yanıt verdi. “Bilmiyorum, ama
yine de içimde seninle birlikte gördüğümüze dair bir his var. Aniden ürperdim ve ayağa kalktım. Bir kez daha o kentte kapıldığım duyguları anımsadım. La Gorda bir şeyler söylemek üzere ağzını açtı, ama cümlenin yarısına gelmeden sustu. Şaşırmış bir şekilde bana baktı, elini dudaklarıma yasladı, daha sonra beni arabaya doğru sürükleyerek götürdü.
Gece boyunca araba kullandım. Konuşmak, olanları değerlendirmek istiyordum, ama o, sanki olası bir tartışmayı önlemek istercesine uykuya daldı. Elbette haklıydı. İkimiz arasında, bir ruh durumunu gereğinden fazla değerlendirerek dağıtmanın yol açacağı tehlikenin farkında olan oydu.
Eve vardığımızda arabadan inerken, Oaxaca’da başımıza gelenler konusunda hiçbir şey söylemememiz gerektiğini belirtti.
“O da neden, Gorda?” diye sordum.
“Gücümüzü harcamamızı istemiyorum,” diye yanıt verdi. “Büyücünün yöntemidir bu: kazandıklarını asla harcamayacaksın.”
“Ancak bunun hakkında hiç konuşmazsak, bize gerçekte neler olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz ki,” diye karşı çıktım.
“En az dokuz gün sessiz olmamız gerekiyor,” dedi.
“Yalnızca kendi aramızda bile konuşamaz mıyız?” diye sordum.
“Özellikle bunu yapmamalıyız,” dedi. Savunmasız durumdayız. Kendimizi zamanın iyileştirici gücüne bırakmamız gerekiyor.”