1

Konu: 3 Kartal'ın Yayılımları

Ertesi gün, don Juan’la ben Oaxaca şehrine giden yol boyunca yürüyüşe çıktık. O saatlerde yolda in cin top oynuyordu. Saat öğleden sonra iki idi. Keyifle ilerlerken, don Juan birdenbire konuşmaya başladı. Ufak tiranlarla ilgili konuşmamızın farkındalık konusuna bir girişten başka bir şey olmadığını söyledi. Ben, o konuşmanın bende yepyeni bir bakış açısı yarattığını belirttim. Ne demek istediğimi açıklamamı istedi. Bunun, birkaç sene önce Yaqui Kızılderilileriyle ilgili yaptığımız tartışma hakkında olduğunu söyledim. Sağ yan öğretileri sırasında bana, Yaqui Kızılderililerinin, baskı altında olmalarının yararlı yanlarını bulabildiklerini anlatmaya çalışmıştı. Ateşli bir şekilde yaşadıkları perişan durumun hiçbir yararı olamayacağım savunmuştum. Ve kendisinin de bir Yaqui olarak bu bariz haksızlığa nasıl karşı çıkmadığını anlamadığımı söylemiştim. Dikkatle dinlemişti. Tam, kendi görüşünü savunacağından emin olduğumda, Yaqui Kızılderililerinin yaşadıkları şartların hakikaten perişan olduğunu onaylamıştı. Fakat tüm insanlığın yaşam şartlarının durumu ürkütücüyken Yaquileri diğerlerinden ayırmamızın yararsızlığına değinmişti. “Yalnızca zavallı Yaqui Kızılderilileri için üzülme,” demişti, “insanlık adına üzül. Yaqui Kızılderilerinin şanslı olduğunu bile söyleyebilirim. Onlar baskı altında kaldılar ve bu sebeple bazıları sonunda galip geldiler. Ama baskı yapanların, kıyıcıların, onları ezen ufak tiranların cehennemde bile şansları yok.” Hemen ona ardı ardına politik sloganlarla cevap vermiştim. Söylemeye çalıştığı noktayı hiç anlamamıştım. Bana tekrar ufak tiranlar kavramını açıklamaya çalışmış ama konu bir kulağımdan girip diğerinden çıkmıştı. Ancak şimdi her şey yerli yerine oturuyordu. “Hiçbi şey yerine oturmadı daha,” dedi söylediklerime gülerek. “Yarın, olağan farkındalığına döndüğünde, şu anda ayırdına vardıklarını anımsamayacaksın bile.” Yoğun bir üzüntü duydum, söylediğinin doğru olduğunu biliyordum. “Sana, bana olan olacak,” diye devam etti. “Velinimetim, nagual Julian, ufak tiranlar hakkında senin anladıklarını benim de ileri farkındalıkta anlamamı sağlamıştı. Ve sonuçta, günlük hayatımda, sebebini bilmeden fikrimi değiştirmeye başladım.” “Her zaman baskı altında kalmıştım, kıyıcılarıma karşı hakikaten garezim vardı. Kendimi ufak tiranların dostluğunu ararken bulduğumdaki şaşkınlığımı bi düşün. Kafayı üşüttüm sandım.” Yol kenarında toprak kaymasıyla bazı kaya parçalarının yarı gömülü olduğu bir yere geldik; don Juan o tarafa yürüyüp yassı bir kayanın üstüne oturdu. Tam karşısına gelecek şekilde oturmamı imledi. Sonra daha başka bir giriş yapmadan farkındalıkta ustalaşmayı açıklamaya başladı. Farkındalıkla alakalı eski ve yeni tüm görücülerin keşfettikleri bir gerçekler dizisi olduğunu ve böyle gerçeklerin, anlaşılabilmeleri için belirgin bir sıralamayla düzenlendiğini söyledi. Farkındalıkta ustalaşmanın, tüm bu gerçekler silsilesinin içselleştirilmesiyle meydana geldiğini açıkladı. İlk gerçek dedi, dünya ile olan aşinalığımızın bizi, algıladığımız üzere kendi başlarına ve kendileri olarak var olan nesnelerle çevrili bir dünyada olduğumuzu sanmaya zorlamasıdır. Oysa aslında, mevcut olan şey nesneler dünyası değil, Kartal’ın yayılımlarının bir evrenidir. Sonra bana, Kartal’ın yayılımlarını açıklamadan önce, bilinen, bilinmeyen ve bilinemeyenden bahsetmesi gerektiğini söyledi. Farkındalıkla ilgili gerçeklerin çoğu eski görücüler tarafından keşfedilmiş. Fakat ayarlandıkları düzenceyi yeni görücüler oluşturmuş. Ve bu düzence olmadan o gerçekler neredeyse kavranılamazmış. Bir düzence arayışına girişmemeleri eski görücülerin en büyük hatalarından biri olmuş. Bunun ölümcül bir sonucu; bilinmeyenle, bilinemeyenin aynı şey olduğunu sanmalarıymış. Bu yanlışı düzeltmek yeni görücülere düşmüş. Onlar sınırlar koyup, bilinmeyeni insandan gizlenmiş, üzeri örtülü korkutucu bir bağlam, fakat yine de insanın ulaşabileceği bir şey olarak tanımlamışlar.

Cvp: 3 Kartal'ın Yayılımları

Bilinmeyen, belirli bir zaman sonunda bilinen olurmuş. Bilinemeyense, betimlenemez, düşünülemez, anlaşılamazmış. Hiçbir zaman bilinmeyecek olmasına rağmen yine de orada, göz kamaştırıcı ve aynı zamanda enginliğiyle korkutucuymuş. “Görücüler ikisi arasındaki farkı nasıl ayırırlar?” diye sordum. “Basit bi kuralı vardır,” dedi. “Bilinmeyen söz konusu olduğunda, insan maceraperesttir. Bize umut ve mutluluk vermek, bilinmeyenin bi özelliğidir. İnsan kendini dinç, keyifli hisseder. Hatta arttırdığı zihin kavrayışı bile çok tatmin edicidir. Yeni görücüler, insanın en iyi bilinmeyende olduğunu görmüşlerdi.” Ne zaman bilinmeyen sanılan bilinemeyen çıksa sonuç felaket olmuş. Görücüler tükendiklerini, kafalarının allak bullak olduğunu hissetmişler. Korkunç bir baskı onları ele geçirmiş. Bilinemeyenin hiçbir erke verici etkisi olmadığından bedenleri esnekliğini yitirmiş, mantık ve sağduyuları amaçsızca uzaklaşıp gitmiş. İnsanın bilinemeyende ulaşabileceği bir şey olmadığından aptalca hatta tedbirle bile ona karışmamak gerekmiş. Yeni görücüler, onunla en hafif bağlantı için dahi aşırı bir ceza ödemeye hazırlıklı olmaları gerektiğini algılamışlar. Don Juan, bana yeni görücülerin aşmaları gereken çok büyük geleneksel engeller olduğunu açıkladı. Yeni dönem başladığında hiçbiri, sayısız geleneklerinden hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu bilmiyormuş. Belli ki, eski görücülerin yaptığı bir şeyler yolunda gitmemiş, fakat yeni görücüler neyin yürümediğini bilemiyorlarmış. Onlar, işe geçmişteki öncülerinin yaptıklarının tamamının hatalı olduğunu varsayarak başlamışlar. Bu çok eski görücüler varsayımda ustaymışlar. Onlar sadece görme becerilerinin kendilerini koruyacağına inanmışlar. İstilacılar onların canına okuyup korkunç ölümlerle hayatlarına son verene kadar dokunulmaz olduklarını düşünmüşler. Çok eski görücülerin, yaralanamaz olduklarından kesinlikle emin olmaları dışında hiçbir savunmaları yokmuş. Yeni görücüler zamanlarını neyin yolunda gitmediğine değin fikir yürüterek kaybetmemişler. Bunun yerine bilinmeyeni, bilinemeyenden ayıracak çizgeyi oluşturmuşlar. “Bilinmeyenin çizgesini nasıl yaptılar don Juan?” diye sordum. “Denetimli görme kullanarak,” diye yanıtladı. Ben, aslında bilinmeyenin çizgesini yapmak içim ne gerektiğini sormak istediğimi söyledim. Bilinmeyeni çizgeye dökmenin, onu algımıza açmak olduğunu söyledi. Düzenli bir şekilde görmeyi uygulayarak, yeni görücüler, bilinmeyenle bilinenin aslında aynı yapıda olduğunu çünkü ikisinin de insanın algı alanı sınırlarında olduğunu bulmuşlar. Görücüler, esasında, herhangi bir an bilineni bırakıp, bilinmeyene girebiliyorlarmış. Bizim algı kapasitemizin ötesinde kalansa bilinemeyenmiş. Onunla, bilinebilecek arasındaki fark hayati önem taşıyormuş. Bilinemeyenle karşılaşıldığında, ikisini birbirine karıştırmak, görücüyü en tehlikeli duruma sokuyormuş. “Eski görücülere bu olduğunda,” diye sürdürdü don Juan, “yöntemleri zıvanadan çıktı sandılar. Orada olanın çoğunun, bizim anlayışımız dışında olabileceği hiç akıllarına gelmedi. Sonunda bedelini ağır ödedikleri korkunç bi yargı hatasıydı onlarınki.” “Bilinmeyenle, bilinemeyen arasındaki farkın ayırtına varılınca ne oldu?” diye sordum. “Yeni dönem başladı,” diye cevapladı. “ Bu fark, eski ile yeni arasındaki sınırdır. Yeni görücülerin tüm yaptıklarının kökünde bu farkı anlamaları yatar.” Don Juan’a göre, görme eski görücülerin dünyasının yıkımı ile yeni görüşün yapılanmasında en önemli etken olmuş. Görme sayesinde yeni görücüler belli yadsınamaz gerçekleri keşfetmiş, onları belli, kendileri için devrimci, insanın doğası ve dünya hakkında sonuçlara ulaşmak için kullanmışlar. Yeni döneme imkân yaratan bu sonuçlar, Don Juan’in bana açıkladığı farkındalıkla ilgili gerçeklerdi. Don Juan, şehir merkezinde ufak bir gezinti için ona katılmamı istedi. Yolda, makinelerden ve hassas aletlerinden bahsettik. Aletlerin, duyularımızın devamı olduğunu söyledi ve ben de bu kategoride sayılmayacak aletler olduğunu, çünkü bizim fizyolojik olarak yapmamıza olanak olmayan işlevleri yerine getirdiklerini söyledim. “Duyularımız her şeyi yapabilir,” diye belirtti. “Hiç fazla düşünmeden, uzaydan gelen radyo dalgalarını alabilen aletler olduğunu söyleyebilirim,” dedim. “Bizim duyularımız radyo dalgalarını alamaz.” “Benim başka bi görüşüm var,” dedi. “Ben, duyularımızın etrafımızı saran her şeyi alabileceğini düşünüyorum.” “Ya ultrasonik tınılar?” diye direttim. “Bizim onları duyabilecek bir organımız yok.” “Görücülerin kanaatine göre, biz kendimizin ancak ufak bi parçasını ortaya çıkarabildik,” diye cevapladı. Sanki bundan sonra ne söylemesi gerektiğine karar verirmiş gibi bir süre düşüncelere daldı. Sonra gülümsedi. “Farkındalık hakkındaki ilk gerçek, sana söylediğim gibi,” diye başladı, “etrafımızdaki dünyanın tam olarak düşündüğümüz gibi olmadığıdır. Biz onu bi özdek dünyası olarak düşünüyoruz ama o öyle değil.” Sözlerinin etkisini ölçermiş gibi durakladı. Öncülünü kabul ettiğimi çünkü her şeyin bir erke alanına indirgenebileceğim söyledim. Sadece bir gerçeği sezdiğimi ve bir şeyden sonuç çıkarmanın onu doğrulamak olmadığını söyledi. Benim onaylamam ya da onaylamamamla değil, bu gerçeğin altında yatanı anlamaya çalışmamla ilgileniyordu. “Erke alanlarına tanık olamazsın,” diye sürdürdü konuşmasını. “Tabii, sıradan bi insan olarak. Tabii eğer onları görebilsen, bi görücü olursun ki bu durumda farkındalıkla ilgili gerçekleri açıklıyor olurdun. Demek istediğimi anlayabildin mi?” Uslamlamayla ulaşılan sonuçların, hayatımızın akışını değiştirmede çok az veya hiç etkisi olmayacağım söyleyerek devam etti. Açık kanaatteki sayısız insanın her seferinde kanaatlerinin tam tersine davranmalarından ve davranışlarının tek izahı olarak da hata yapmanın insana has olduğunu söylemelerinden söz etti. “İlk gerçek dünyanın göründüğü gibi olduğu ve aslında olmadığıdır,” diyerek devam etti. “Algımızın inanmaya zorladığı kadar katı ve gerçek değil, ama bi serap da değildir. Dünya söylendiği gibi bi yanılsama değildir; bi taraftan gerçektir, diğer taraftan değildir. Buna çok dikkat et, bunu sadece kabul etmen değil, anlaman lazım. Biz algılarız. Bu zor bi olgu. Ama ne algıladığımız aynı tür bi olgu değil, çünkü ne algılayacağımızı öğreniriz.” “Dışarıda bi şey duyularımızı etkiler. Gerçek olanın parçası budur. Gerçek olmayan parça duyularımızın orada olduğunu söylediğidir. Mesela bi dağı ele alalım. Duyularımız onun bi madde olduğunu söylüyor. Boyu, rengi, biçimi var. Hatta dağ kategorileri var ve sonuna kadar belirginler. Bunda hiç yanlış yok; aklımıza hiç duyularımızın sadece yüzeysel bi rol oynadığı için noksan olduğu gelmiyor. Duyularımız öyle algılıyor, çünkü farkındalığımızın bi niteliği onu öyle yapmaya zorluyor.” Yine onu onaylamaya başladım, ama istediğim için değil, çünkü tam olarak bakış açısını anlamamıştım. Daha çok, tehdit edici bir duruma tepki veriyordum. Beni durdurdu. “ Kullandığım terim ‘dünya’,” diye devam etti don Juan, “çevremizdeki her şeyi anlatmak için. Daha iyi bi terimim var tabii, ama senin için bayağı anlaşılmaz olabilir. Görücüler, orada bi madde dünyası olduğunu düşünmemizin sebebi farkındalığımızdır, der. Fakat esasında gerçekte oradaki akışkan, sürekli hareket halinde ve yine de değişmeyen, sonsuza dek sürecek olan Kartal’ın yayılımlarıdır.” Tam ona Kartal’ın yayılımlarının ne olduğunu soracakken, eliyle işaret ederek beni durdurdu. Eski görücülerin bize bıraktığı en önemli mirasın, tüm hisseden varlıkların varoluş nedeninin farkındalığın arttırılması olduğunun keşfi olduğunu söyledi. Don Juan buna muazzam bir keşif diyordu. Yarı ciddi bir tonda, insanlığı her zaman meşgul etmiş şu soruya daha iyi bir cevap bilip bilmediğimi sordu: varoluş sebebimiz. Hemen savunmaya geçerek mantıksal olarak cevaplanmayacağından, sorunun anlamsız olduğunu ileri sürdüm. Bu konuda tartışmak için dini inanışlardan bahsetmemiz gerektiğini ve bunun da konuyu inanç meselesine dönüştüreceğini söyledim. “Eski görücüler salt inançtan söz etmiyorlardı,” dedi. “Yeni görücüler kadar becerikli olmasalar da ne gördüklerini bilecek kadar becerikliydiler. Sana bu soruyla göstermeye çalıştığım, yalnızca mantığımızla, beynimizde vızırdayan bu soruya, varoluş sebebimize bi cevap bulunamayacağı. Her cevap vereceğinde, konu inanç meselesine dönüşür. Eski görücüler yeni bi yol tercih ettiler ve sadece inançla ilgili olmayan bi cevap buldular.” Eski görücülerin, tarifsiz tehlikeler göze alarak, tüm hisseden varlıkların kaynağı olan tanımlanamaz gücü gerçekten gördüklerini söyledi. Ona Kartal demişler, çünkü mümkün olan birkaç kısa bakış anında, siyah-ve-beyaz, sonsuz boyutlarda Kartal’a benzeyen bir şey görmüşler. Onlar, farkındalığı bağışlayanın da Kartal olduğunu görmüşler. Kartal, hisseden varlıklar yaratıyormuş ki onlar yaşasın ve verdiği yaşamla farkındalığı zenginleştirsin. Ayrıca aynı zenginleşmiş farkındalığı, hisseden varlıklar ölüm anında terk edip gittikten sonra yiyip yutanın da Kartal olduğunu görmüşler. “Eski görücüler için,” diye devam etti don Juan, “farkındalığın arttırılmasının varoluşun sebebi olduğunu söylemek, inanç veya inançsızlık meselesi değildi. Bunu görmüşlerdi.” “Hisseden varlıkların farkındalığının, ölüm anında uçup, ışık saçan saydam bi top pamuk gibi Kartal’ın gagasından içeri tüketilmek üzere süzüldüğünü görmüşlerdi. Eski görücüler için bu, hisseden varlıkların sadece Kartal’ın besini olan bilinci zenginleştirmek için yaşadıklarına kanıttı.” Don Juan kısa bir iş seyahatine gitmesi gerektiğinden, açıklamalarına ara verdi. Nestor, onu arabayla Oaxaca’ya götürdü. Yola çıkışlarını seyrederken, don Juan’la birlikteliğimizin başlarında ne zaman iş gezisinden bahsetse başka bir şey kastettiğini düşündüğüm geldi aklıma. Sonuçta, söylediğini, anlatmak istediğinin ayırdına vardım. Ne zaman böyle bir yolculuğa çıkacak olsa, kusursuzca dikilmiş üç parçalı takımlarından birini giyer ve tanıdığım yaşlı Kızılderiliden başka her şeye benzerdi. Ona bu incelikli başkalaşımıyla ilgili birkaç laf etmiştim. “Bi nagual herhangi bi şey olabilecek kadar esnek biridir,” demişti. “Bi nagual olmak için, diğer şeylerin yanında, kişinin savunulacak bi davası olmamalıdır. Bunu anımsa-bunu defalarca tekrarlayacağız.” Buna, mümkün olan her yoldan kaç kere değinmiştik: gerçekten de savunacak bir davası yokmuş gibi görünüyordu ama Oaxaca’dayken ki yokluğu sırasında içime bir kurt düştü. Birdenbire, bir nagualın savunacak bir davası olduğunun ayırdına vardım -Kartal’ın tasviri ve ne yaptığı, fikrimce, tutkulu bir savunma gerektiriyordu. Bu soruyu don Juan’ın bazı arkadaşlarına sormayı denedim ama sorularımı geçiştirdiler.

Cvp: 3 Kartal'ın Yayılımları

Bana, don Juan açıklamalarını bitirene kadar bu tür tartışmalardan uzak durmamı söylediler. Döndüğü an oturup konuştuk ve ben de bunu ona sordum. “Bu gerçekler tutkuyla savunulacak şeyler değildir,” diye yanıt verdi. “Onları savunmaya çalıştığımı sanıyorsan, yanılıyorsun. Bu gerçekler, savaşçıların haz ve aydınlanması için bi araya getirilmiştir, özel duygularına kullanmaları için değil. Sana bi nagualın savunacak davası olmadığını söylediğimde, başka şeylerin dışında bi nagualın takıntıları olmadığını söylemek istedim.” Ona, öğretilerini takip edemediğimi çünkü Kartal’ın tasvirine ve ne yaptığına aklımın takılıp kaldığını söyledim. Tekrar tekrar bu fikrin ne denli dehşete düşürücü olduğunu belirttim. “Bu sadece bi fikir değil,” diye cevapladı. “Bu bi gerçek. Ve fena halde korkutucu bi gerçek, bana sorarsan. Yeni görücüler sadece fikirlerle oyun oynamıyordu.” “Ama Kartal ne gibi bir kuvvet olabilir?” “Buna nasıl cevap verileceğini bilemem. Kartal, görücüler için, sana yerçekimi ve zaman nasıl gerçekse o kadar gerçek ve aynı onlar kadar soyut ve kavranmaz.” “Dur biraz, don Juan. Onlar soyut kavramlar ama doğrulanabilir gerçek bir olayı ifade ediyorlar. Tümüyle onlara adanmış bilim dalları bile var.” “Kartal ve yayılımları da aynen öyle doğrulanabilir,” dedi don Juan. “Ve yeni görücülerin bilimi de işte bunu yapmaya adanmıştır.” Ondan, Kartal’ın yayılımlarını açıklamasını istedim. Kartal’ın yayılımlarının kendi içinde değişmez bir şey olduğunu, var olan, bilinebilecek ve bilinemeyecek her şeyi kapsadığını söyledi. “Kartal’ın yayılımlarının ne olduğunu sözcüklerle betimlemenin bi yolu yok,” diyerek sürdürdü konuşmasını. “Bi görücü onlara tanık olmalıdır.” “Sen kendin tanık oldun mu, don Juan?” “Tabii ki oldum ama yine de sana ne olduklarını söyleyemem. Onlar bi varlık, neredeyse bi çeşitler kütlesi, göz kamaştırıcı duyular yaratan bi baskı. Onlar ancak bi anlık yakalanabilir, Kartal’ın da sadece kısa bi anlık görüntüsünün yakalanabileceği gibi.” “Kartal, yayılımların kaynağıdır diyebilir misin, don Juan?” “Kartal’ın yayılımların kaynağı olduğunu söylemeye gerek bile yok.” “Görsel olarak da böyle mi olduğunu sormak istemiştim.” “Bu Kartal’ın görselliği ile ilgili bir şey değil. Bi görücü tüm vücuduyla duyumsar Kartal’ı. Hepimizin içinde bizi tüm bedenimizle tanık yapacak bi şey vardır. Görücüler, Kartal’ı görme eylemini basit kavramlarla açıklar; insan Kartal’ın yayılımlarından oluştuğundan, O’nu görebilmesi için insanın sadece parçalarını eski haline döndürmesi gerekir. Sorun insanın farkındalığından çıkar; farkındalık dolaşıp karmaşıklaşır. En önemli anda, basitçe yayılımların kendilerini kabulleneceği durumda insanın farkındalığı yorum yapmaya zorlanır. Sonuç Kartal’ın ve Kartal’ın yayılımlarının görsüsüdür. Ama Kartal da, Kartal’ın yayılımları da yoktur aslında. Orada olan hiçbi canlının havsalasının alamayacağı bi şeydir.” Ona yayılımların kaynağına, kartalların genelde önemli özellikleri olduğundan mı Kartal dendiğini sordum. “Bu basitçe, bilinemeyenin silikçe bilinene benzemesi durumudur,” diye yanıtladı. “Anlatımlarda, kesinlikle Kartal’ın olmayan özelliklerde doldurulmaya çalışılmıştır. Ama bu hep kolay etkilenen insanlar büyük sağduyu gerektiren edimler yerine getirdiğinde olmuştur. Ne de olsa her türden görücü bulunur.” “Yani, değişik tür görücüler olduğunu mu süylüyorsun?” “Hayır. Görücü olmayı beceren sayısız embesil var demek istiyorum. Görücüler, kusurlarla dolu insanlardır ya da daha doğrusu kusurlarla dolu insanlar da görücü olma yetisindeler. Aynen sefil biçok insanın fevkalade bilim adamları olmaları gibi. “Sefil görücülerin özelliği, dünyanın kerametini unutmaya yatkın olmalarıdır. Görmeleri gerçeğinden fazlasıyla etkilenir ve bunun kendi dehalarının önemi ile ilgili olduğuna inanırlar. Bi görücünün, insanın durumunun yılmaz gevşekliğini aşabilmesi için bi erdem örneği olması gerekir. Görmekten daha önemli olan görücünün gördüğüyle ne yaptığıdır.” “Bununla ne kastediyorsun, don Juan?” “Şu bikaç görücünün bize yaptığına bi bak. Onların, bizi yöneten ve ölüm anında yiyen Kartal görsüsüne saplanıp kaldık.” Bu yaklaşımda belirli bir gevşeklik olduğunu ve kişisel olarak bu yiyip yutan şey düşüncesinden pek haz etmediğini söyledi. Ona göre, bilincimizi bir mıknatısın demir parçacıklarını çektiği gibi çeken bir kuvvetin varlığı daha yerinde bir anlatım olurmuş. Ölüm anında, tüm varlığımız bu büyük kuvvetin çekimiyle ayrışıyormuş. Bu olayın, tasvir edilemez bu edimin, yemek gibi sıradan bir şey haline sokulmasını ve Kartal’ın bizi tıkınması olarak yorumlanmasını gülünç buluyordu. “Ben çok sıradan bir adamım,” dedim. “Bizi yiyip bitiren bir Kartal tasviri üzerimde büyük bir etki yaptı.” “Gerçek etki, kendin gördüğün ana kadar ölçülemez,” dedi. “Ama kulağına küpe olması gereken görücü olduktan sonra da kusurlarımızın bizimle olacağıdır. O kuvveti gördüğünde, ona Kartal diyen gevşek görücüleri benim gibi onaylayabilirsin. Onaylamayabilirsin de. Kavranamaz olana, insanca özellikler atfetme zaafına karşı koyabilir ve onun için gerçekten yepyeni, daha uygun bi isim üretebilirsin.” “Kartal’ın yayılımlarını gören görücüler, onlara sıklıkla emirler derler,” dedi don Juan. “Onlara, yayılımlar demeye alışmış olmasam emirler de diyebilirdim. Benimki velinimetimin tercihine karşı bi tepkiydi: Onun için onlar emirdir. Ben bu terimin, onun gibi güçlü bi kişiliğe benden daha fazla uyduğunu düşünürüm. Ben şahsi olmayan bi şey istedim. ‘Emirler’ bana çok insani geldi, ama esasında onlar gerçekten emirdir.” Don Juan, Kartal’ın yayılımlarını görmenin felakete davet olduğunu söyledi. Yeni görücüler, kısa zamanda bunun zorluklarını görmüşler ve ancak çizgelerini yapmaya çalışırken büyük sıkıntılar atlatıp bilinmeyeni bilinemeyenden ayırdıktan sonra her şeyin Kartal’ın yayılımlarından ibaret olduğunu anlamışlar. Bu yayılımların ancak ufak bir parçasına insan farkındalığıyla ulaşılabiliyormuş ve bu ufak parça daha da azalarak günlük yaşamımızın sınırlamalarıyla cüzi bir orana iniyormuş. Kartal’ın yayılımlarının bu cüzi oranı, bilinen, insan farkındalığının ulaşabileceği ufak parça, bilinmeyen ve geriye kalan hesaplanamaz alan da bilinemeyenmiş. Yeni görücülerin, gerçekçiliğe yatkın olduklarından, yayılımların zorlayıcı erkinden hemen haberdar olduklarını, söyleyerek devam etti. Onlar, tüm yaşayan canlıların ne olduklarını hiçbir zaman bilmeden Kartal’ın yayılımlarını uygulamaya zorlandıklarının farkına varmışlar. Ayrıca, organizmaların sırf belirgin bir sınıra kadar yayılımı anlamak üzere oluşturulduğunu ve her canlı türünün kesin bir sınırı olduğunu da fark etmişler. Yayılımlar, organizmalar üzerinde büyük baskı uyguluyorlarmış ve bu baskı sayesinde organizmalar kendi algılanabilir dünyalarını oluşturuyorlarmış. “Bizim durumumuzda, insan olarak,” dedi don Juan, “biz yayılımları uyguluyoruz ve onları gerçeklik olarak yorumluyoruz. Ama insanın duyumsadığı Kartal’ın yayılımlarının o kadar az bi parçası ki, algımıza fazla güvenmemiz gülünç ve yine de bizim için algımıza aldırmamak, olanaksız. Yeni görücüler, bunu zor yoldan, heybetli tehlikelere davetiye çıkardıktan sonra buldular.” Don Juan, büyük odada her zamanki yerinde oturuyordu. Normalde, bu odada hiç mobilya olmazdı -insanlar yerlerde yaygılar üzerinde otururlardı- ama nagual kadın Carol, burayı rahat koltuklarla, onun ve benim sırayla İspanyolca konuşan şairlerin eserlerini don Juan’a okuma toplantılarımız için döşemişti. Ben oturur oturmaz, “Ne yaptığımızın farkına varmanı istiyorum,” dedi. “Farkındalıkta ustalaşmayı tartışıyoruz. Bahsettiğimiz gerçekler, bu ustalaşmanın kurallarıdır.” O kuralları, sağ yan öğretilerinde olağan farkındalığıma görücü yandaşlarından biri olan Genaro’nun yardımıyla gösterdiğini ve Genaro’nun farkındalığımla yeni görücülerin meşhur mizah anlayışı ve umursamazlığıyla oynadığını ekledi. “Sana, Kartal’dan bahsetmesi gereken Genaro’dur,” dedi, “sadece onun bakışı fazla saygısızca. O, o gücü Kartal diye adlandıran görücülerin ya çok aptal olduklarım ya da koca bi şaka yaptığını düşünüyor, çünkü kartallar sırf yumurta değil, defi hacet de bırakır.” Don Juan güldü ve Genaro’nun yorumu bu kadar yerinde olduğu için kendini gülmekten alıkoyamadığını söyledi. Eğer Kartal’ı tasvir edenler yeni görücüler olsaydı, tasvirin kesinlikle şaka ile karışık yapılacağını ekledi. Don Juan’a, bir düzeyde Kartal’ı bana haz veren şairane bir imge olarak aldığımı başka bir düzeyde de tam söylendiği gibi aldığımı ve bunun beni dehşete düşürdüğünü söyledim. “Savaşçıların, hayatlarındaki en büyük kuvvetlerden biri korkudur,” dedi. “Onları öğrenmeye teşvik eder.” Bana, Kartal tasvirinin eski görücülerden geldiğini hatırlattı. Yeni görücüler, tasvir, karşılaştırma ve varsayımın her çeşidinden geçmişler. Onlar, doğrudan kaynağa gitmek istiyorlarmış ve sonuçta ona varmak için sınırsız tehlikeler göze almışlar. Kartal’ın yayılımlarını görmüşler. Ama Kartal’ın tasvirini hiç kurcalamamışlar. Onlar, Kartal’ı görmenin çok fazla erke tükettiğini ve eski görücülerin bilinemeyene doğru kıt kanaat, anlık bir bakış için fazlasıyla ağır bedeller ödediklerini hissetmişler. “Eski görücüler, Kartal’ın tasvirini nasıl yapabildiler?” diye sordum. “Öğreti amacıyla bilinemeyen hakkında en az rehber bilgi derlemine ihtiyaçları vardı,” diye yanıtladı. “Olan her şeyi, yöneten kuvvetin kabataslak bi tasviriyle çözümlediler. Ama yayılımların tasviriyle değil, çünkü yayılımlar hiçbi şekilde karşılaştırma diline çevrilemiyordu. Bireysel görücüler, bazı yayılımlar hakkında yorumlar yapmanın önüne geçemeyebilirler, fakat bunlar kişisel kalır. Yani başka bi deyişle, yayılımların, Kartal’da olduğu gibi aniden açıklanabilecek bi bakış açısı yoktur.” “Yeni görücüler bayağı soyut kalıyorlar,” diye yorum yaptım. “Aynı çağdaş felsefeciler gibiler.” “Hayır. Yeni görücüler dehşetengiz pratik insanlardı,” diye cevapladı. “Ussal kuramları birbirine karıştırmakla uğraşmadılar.” Asıl, eski görücülerin soyut düşünürler olduğunu söyledi. Onlar kendilerine ve zamanlarına yakışan anıtsal soyutluk yapıları dikmişler. Ve aynen çağdaş felsefeciler gibi bunların birbiriyle olan bağlantılarını tam denetleyememişler. Hâlbuki yeni görücüler uygulamacılığı iyice özümsediklerinden, yayılımların akışını ve insan ve diğer canlıların kendi algılanabilir dünyaları için bunu nasıl kullandıklarını görebiliyorlarmış. “O yayılımlar, insanlar tarafından nasıl kullanılıyor, don Juan?” “O kadar basit ki sana aptalca gelecek. Bi görücü için, insanlar ışık saçan varlıklardır. Bu parlaklık, Kartal’ın yayılımlarının parçası olan yumurtamsı kozamızla kılıflanmıştır. İşte bu parça, bu az sayıdaki, kılıflanmış yayılımlar, biz insanları oluşturur. Algılamak, kozanın içindeki yayılımlarla, dışarıdakileri birbiriyle karşılaştırmaktır.” “Örneğin görücüler, herhangi bi canlının içindeki yayılımları görür ve bunların dışarıdaki hangi yayılımlarla uyabileceğini söyleyebilir.” “Yayılımlar, ışın şavkı gibi midir?” diye sordum. “Hayır. Hiç değildir. Bu çok basit olurdu. Onlar tanımlanamaz bi şeydir. Yine de, kişisel yorumum onların ışık lifçikleri gibi olduklarıdır. Olağan farkındalığın kavrayamadığı, lifçiklerin farkındalığıdır. Bunun ne demek olduğunu sana söyleyemem, çünkü ne söylediğimi bilmiyorum. Sana, kişisel yorumumla tüm söyleyebileceğim, lifçikler kendilerinin farkındadır, canlı ve titreşim halindedirler, onlardan o kadar çok vardır ki sayılarının anlamı yoktur ve her biri kendi içinde bi sonsuzluktur.”

Cvp: 3 Kartal'ın Yayılımları

.