Benim rüyamda seni böyle bağırtmak, onun bana mesajını iletme yolu. Gerçekten akıllı olduğunu kabul etmelisin." Bir an durakladı, sonra bir ifşaatta bulunuyormuş havasında ekledi, "Tabii, eşşek gibi bağırmak da iş görür."
Büyücülerin gülmece anlayışı beni tam anlamıyla şaşkına çevirmişti. Öyle çok güldü ki, yürüyüşümüzü sürdüremeyecek gibiydi. Kendimi aptal hissediyordum. Sakinleşip mükemmel dengesine tekrar kavuşunca, bana rüyasındaki kendisi de dahil her şeyi işaret edebileceğimi nazikçe açıkladı.
Sol elimin küçük parmağıyla bir evi işaret ettim. O evde hiç erke yoktu. Sıradan bir rüyanın herhangi bir öğesi gibiydi o ev. Çevremdeki her şeyi işaret ettim ve aynı sonucu aldım.
"Beni işaret et," diye ısrar etti. "Rüya görücülerin görmek için izledikleri yöntemin bu olduğunu doğrulamalısın."
Tamamıyla haklıydı. Yöntem bundan ibaretti. Parmağımı ona doğrulttuğum anda, bir erke baloncuğuna dönüştü. Çok garip bir baloncuk, diye ekleyebilirim. Erkesel biçimi tıpkı don Juan'ın betimlemiş olduğu gibiydi; tüm uzunluğunu kaplayan bir yarık boyunca içeri doğru kıvrılmış, dev boyutlu bir deniz kabuğuna benziyordu.
"Bu rüyadaki tek erke üreten varlık benim," dedi. "Onun için senin yapacağın en uygun şey, her şeyi sadece izlemek."
O anda ilk kez, don Juan'ın şakasının sınırsız büyüklüğüyle çarpıldım. Bana rüyalarımda bağırmayı öğreterek gerçek bir plan kurmuştu; ölüme meydan okuyanın rüyasında onunla baş başayken bağırabileyim diye. Bu tarzı öylesine komik bulmuştum ki, gülerken boğulacaktım nerdeyse.
Kadın, "Haydi yürüyüşümüze devam edelim," dedi, kahkahalarım tükenince.
Birbiriyle kesişen yalnız iki sokak vardı, her birinde de üçer tane ev bulunuyordu. İki sokağı da boylu boyunca yürüdük; bir değil, tam dört kez. Her şeye baktım ve tüm gürültüleri rüya görme dikkatimle dinledim. Çok az ses vardı; yalnızca uzakta havlayan köpekler, ya da biz geçerken aralarında fısıltıyla konuşan insanlar.
Köpek havlamaları bende bilinmedik ve derin bir özlem uyandırdı. Durmak zorunda kaldım. Omzumu bir duvara yaslayarak rahatlamak için bekledim. Duvara temasımla şok geçirdim; olağandışı bir duvar olduğundan değil, fakat dayandığım katı bir duvardı; şimdiye dek dokunduğum tüm duvarlar gibi. Boştaki elimle onu yokladım. Parmaklarımı pürüzlü yüzeyine sürdüm. Bu gerçekten bir duvardı!
Onun sarsıcı gerçekliği özlem duygumu anında noktaladı ve her şeyi izleme merakımı yeniledi. Özellikle, benim günümdeki kasaba ile bağlantılı nitelikler aranıyordum. Ama ne denli yoğun incelesem de, başarılı olamadım. O kasabada da bir meydan vardı, fakat kilisenin önünde, kemer altına bakıyordu.
Ay ışığında, kasabanın çevresindeki dağlar gayet net görünüyordu; nerdeyse tanınabilecek gibiydiler. Günlük yaşamın ortak gerçekliği içindeymişim gibi, ayı ve yıldızları gözlemleyerek yerimi saptamaya çalıştım. Küçülmekte olan bir aydı; belki dolunaydan bir gün sonra. Ufuk çizgisinin çok üzerindeydi. Akşam saat sekiz ya da dokuz civarı olmalıydı. Ayın sağ tarafında Orion takımyıldızını görebiliyordum; onun iki ana yıldızı, İkizlerevi ve Ayak ay ile yatay bir çizgi üzerindeydiler. Aralık ayının başları olduğunu tahmin ettim. İçinde bulunduğum zaman, Mayıs ayıydı. Mayıs ayında, o saatte Oriyon hiçbir yerden görünmezdi. Aya bakabildiğim kadar uzun süre sabit baktım. Hiçbir şey değişmedi. Zamandaki farklılık beni çok heyecanlandırmıştı.
Güney ufkunu tekrar incelediğimde, don Juan'ın taraçasından görünen çan biçimindeki tepeyi seçebildiğimi sandım. Evinin nerde olduğunu çıkarabileceğimi düşündüm. Dikkatim oraya öyle toplanmıştı ki, elimi kadının elinden kurtardım. Anında, müthiş bir huzursuzluk kapladı içimi. Kiliseye geri gitmem gerektiğini biliyordum, çünkü dönemezsem orada düşüp ölecektim. Döndüm ve kiliseye doğru fırladım. Kadın hemen elimi yakaladı ve beni izledi.
Koşar adım kiliseye doğru ilerlerken, o rüyadaki kasabanın kilisenin arkasında kurulmuş olduğunu fark ettim. Bunu göz önüne almış olsaydım, yerimi saptamam mümkün olacaktı. Görünüşe göre, hiç rüya görme dikkatim kalmamıştı. Hepsini kilisenin arkasındaki mimari ve bezeme ayrıntılarına odakladım. Binanın o tarafını günlük yaşamımın dünyasında hiç görmemiştim, ve eğer özelliklerini zihnime kaydedebilirsem, sonra gerçek kilisenin ayrıntılarıyla karşılaştırabilirim diye düşünüyordum.
Hemen orada tasarladığım plan, buydu. Bununla birlikte, içimdeki bir şey, çabalarımı tarafsızca değerlendirip küçümsedi. Bütün çömezliğim boyunca, nesnellik gereksinimi hep başıma dert olmuştu; beni don Juan'ın dünyasındaki her şeyi tekrar tekrar kontrol etmeye zorlayarak. Ancak her zaman olacakları belirleyen tek başına bu onaylama edimi değildi; bu nesnellik dürtüsünü, idrakimin en yoğun biçimde karıştığı anlarda kendime koruyucu bir destek olarak alma ihtiyacındaydım; iş onayladığımı denetlemeye geldiğinde ise, hiçbir zaman sonunu getiremiyordum.
Kilisenin içinde, kadın ve ben daha önce durduğumuz sol taraftaki küçük sunağın önünde diz çöktük, ve bir an sonra, günümün iyi aydınlatılmış kilisesinde uyandım.
Kadın haç çıkardı ve kalktı. Ben de kendiliğimden aynısını yaptım. Kolumdan tuttu ve kapıya doğru yürümeye başladı. "Bekle, bekle," dedim, ve konuşabildiğime şaşırdım. Net düşünemiyordum, ama ona karmaşık bir soru sormak istiyordum. Bilmek istediğim, kişinin bir kasabanın tüm ayrıntılarını gözlerinin önünde canlandıracak kadar erkeye nasıl sahip olabildiğiydi.
Kadın gülümseyerek seslendirilmemiş sorumu yanıtladı, dediğine göre canlandırmada çok ustaydı; çünkü bunu bir yaşam boyu yaptıktan sonra, kusursuz hale getirecek birçok yaşamları daha olmuştu. Ziyaret ettiğimiz kasabanın ve içinde konuştuğumuz kilisenin kendisinin yakın zamandaki canlandırmalarından örnekler olduğunu söyledi. Kilise, Sebastian'ın zangoçluk yaptığı kiliseydi. Hayatta kalabilmesi için, kilisenin ve o kasabanın her köşesinin her ayrıntısını ezberleme görevi vermişti kendisine.
Son anda eklediği müthiş rahatsız edici bir fikirle konuşmasını bitirdi. "Onu hiç hayalinde canlandırmaya çalışmadığın halde, bu kasaba hakkında hayli bilgin var," dedi, "onun için şimdi bana niyetlenmemde yardım ediyorsun. Senin ve benim niyetim dışında, şu anda bu baktığın kasabanın aslında var olmadığını söylersem, bahse girerim ki bana inanmazsın."
Beni gözledi ve dehşet duyguma güldü, çünkü o anda daha yeni anlamıştım, tam olarak ne dediğini. "Hâlâ rüya mı görüyoruz?" diye sordum, şaşkınlık içinde.
"Rüya görüyoruz," dedi. "Ama bu rüya öbüründen daha gerçek; çünkü bana yardım ediyorsun. Sadece oluyor demenin ötesinde, bunu açıklamak mümkün değil. Başka her şey gibi." Tüm çevresini işaret etti. "Nasıl olduğunu anlatmanın yolu yok, ama oluyor. Sana söylediğimi anımsa her zaman: ikinci dikkatte niyetlenmenin gizemi bu."
Nazikçe beni kendine doğru çekti. "Haydi bu rüyanın meydanında gezinelim," dedi. "Ama daha rahat olman için belki kendime biraz çekidüzen vermeliyim."
Becerikli bir şekilde görünümünü değiştirirken, anlayamayan gözlerle bakıyordum ona. Bunu çok basit, sıradan hareketlerle yapıyordu. Uzun eteğini çıkardı, ve altına giymiş olduğu gayet alelade, diz boyu etek açığa çıktı. Sonra örgüsünü döndürerek bir topuz haline getirdi ve deri sandaletlerini küçük bir kumaş torbada taşıdığı topuklu ayakkabılarla değiştirdi. Çift taraflı olan siyah şalını ters çevirerek bej bir etol ortaya çıkardı. Kasabaya ziyarete gelmiş, tipik bir kentli, orta sınıf Meksikalı kadına benzemişti.
Bir kadının kendine güveniyle kolumu tuttu ve meydana doğru ilerledi.
"Diline ne oldu?" dedi, İngilizce. "Kedi mi yedi?"
Hâlâ bir rüyada olmanın akıl almaz olasılığına dalmıştım tümüyle; üstelik daha beteri, inanmaya başlamıştım ki eğer bu doğruysa, hiç uyanmama riskim mevcuttu.
Kendimin diyemeyeceğim kadar umursamaz bir tavırla şöyle dedim, "Benimle daha önce İngilizce konuştuğunu şu ana dek fark etmemiştim. Nerede öğrendin?"
"Orada, dışardaki dünyada. Birçok dil konuşurum." Durakladı ve bana dikkatle baktı. "Onları öğrenecek çok fazla zamanım oldu. Birlikte çok zaman geçireceğimize göre, sana bir ara kendi dilimi öğretirim.” Kıkırdadı, hiç kuşkusuz umutsuzluk dolu bakışımdan dolayı.
Yürümeyi kestim. "Birlikte çok zaman mı geçireceğiz?" diye sordum, duygularımı açığa vurarak.
"Elbette," diye yanıtladı, neşeli bir tavırla. "Sen, itiraf etmeliyim ki çok cömertçe, bana erkeni vereceksin, karşılıksız olarak. Bunu kendin söyledin, değil mi?"
Donakalmıştım.
Kadın, "Sorun ne?" diye sordu, İspanyolca'ya dönerek. "Kararından pişman olduğunu söyleme bana. Bizler büyücüyüz. Fikrini değiştirmek için çok geç. Korkmuyorsun, değil mi?"
Yine korkmaktan beter olmuştum; ama beni neyin korkuttuğunu tanımlamamı isteselerdi, bilemeyecektim. Ölüme meydan okuyan ile birlikte bir başka rüyanın içinde olmaktan, veya aklımı yitirmekten, ya da hatta yaşamımı yitirmekten kesinlikle korkmuyordum. Günahtan mı korkuyordum? Kendime sordum. Ama günah düşüncesi incelemeye direnemedi. Büyücülük yolundaki onca yılın sonucu olarak, hiç kuşkusuz biliyordum ki evrende yalnız erke vardır; günah, sadece, birleşim noktasının alışılmış konumundaki sabitliğinin etkisinde olan insan zihnince yaratılan bir sıralamanın sonucudur. Mantık açısından benim için gerçekten korkulacak bir şey yoktu. Bunu biliyordum; ama bildiğim bir şey daha vardı; birleşim noktamı yer değiştirdiği herhangi bir yeni konuma sabitleyecek akışkanlığım yoktu ki bu asıl zayıflığımdı. Ölüme meydan okuyan ile ilişki, birleşim noktamın yerini müthiş bir hızla değiştiriyordu, ve bu sürüklemeye dayanacak ustalığım yoktu. Nihai sonuç, uyanamayabileceğime ilişkin belirsiz bir sahte-duyumdu.
"Sorun yok," dedim. "Rüya yürüyüşümüze devam edelim."
Koluma girdi, ve sessizlik içinde parka vardık. Hiç de zorlama bir sessizlik değildi bu. Ama düşüncelerim daireler çiziyordu. Ne kadar garip, diye düşünüyordum, çok kısa bir süre önce don Juan'la parktan kiliseye doğru yürümüştüm; en dehşet verici, ama normal bir korkunun içinde. Şimdi kiliseden parka geri yürüyordum; nesnel olarak korkumla birlikte, ve her zamankinden daha fazla dehşet içindeydim; ama değişik, daha kıvamlı, daha ölümcül bir biçimde.
Kaygılarımı savuşturmak için çevreme bakmaya başladım. Eğer bu, inandığım gibi, bir rüya idiyse, bunu ya da aksini kanıtlamanın bir yolu vardı. Evlere, kiliseye, sokağın kaldırımlarına parmağımı uzattım. İnsanlara parmağımı uzattım. Her şeye parmağımı uzattım. Hatta birkaç kişiyi ellerimle tuttum bile, epeyce korkutmuş gibiydim onları. Kütlelerini hissettim. Gerçek addedebileceğim her şey kadar gerçektiler; sadece erke üretmiyorlardı. Kasabadaki hiçbir şey erke üretmiyordu. Her şey gerçek ve normal görünüyordu, ancak hepsi bir rüyaydı. Kolumu tutan kadına döndüm, ve ona sordum bunu. "Rüya görüyoruz," dedi o gıcırtılı sesiyle, ve kıkırdadı. "Ama çevremizdeki insanlar ve nesneler nasıl bu denli gerçek, bu denli üç-boyutlu olabiliyor?"
"İkinci dikkatte niyetlenmenin gizemi!" diye bağırdı, huşu içinde. "Oradaki o insanlar öyle gerçek ki, düşünceleri bile var."
Bu son darbeydi. Başka hiçbir şey sormak istemedim. Kendimi o rüyaya kapıp koyuvermek istiyordum. Kolumun hızla sarsılması beni kendime getirdi. Meydana varmıştık. Kadın yürümeyi bırakmış, beni bir banka oturtmak için çekiştiriyordu. Otururken altımdaki bankı hissetmeyince, başımın dertte olduğunu anladım. Fırıl fırıl dönmeye başlamıştım. Yükseldiğimi zannediyordum. Parkın çok kısa bir an süren görüntüsünü yakaladım; sanki yukardan bakıyormuş gibiydim oraya.
"İşte bu!" diye haykırdım. Ölmekte olduğumu düşünüyordum. Dönerek yükselme duygusu, dönerek düşme duygusuna dönüştü, siyahlığın içine.