Bill'in dediğine göre, kendi durumu göz önüne alındığında, hayaletin ona söylediklerinin sağlığı ve yaşam beklentileriyle ilgili olduğunu düşünüyordu.
"Bununla ne kastediyorsun?" diye sordum.
"İşler benim için pek iyi sayılmaz," diye itiraf etti. "Bedenim kendini iyi hissetmiyor."
"Ama gerçekten neyin olduğunu biliyor musun?" dedim.
"Ah, evet," dedi, kayıtsızca. "Doktorlar bana söylediler. Ama bunun için tasalanmaya niyetim yok, düşünmüyorum bile."
Bill'in itirafları beni çok huzursuz etmişti. Bu bilmediğim bir tarafıydı. Bana göre her zaman çetin cevizdi, o. İncinebileceğini düşünemiyordum bir türlü. Bu sohbetten hoşlanmamıştım. Ancak geri çekilmek için çok geçti artık. Yolculuğumuz devam etti.
Başka bir gün, güneybatıdaki şamanların kendilerini farklı varlıklara dönüştürme yetilerinin olduğunu, ve "ayı şaman", "dağ aslanı şaman" gibi sınıflandırmaların üstü örtülü benzetmeler ya da mecazlar olarak alınmaması gerektiğini; çünkü böyle olmadığını itiraf etti.
"İnanabiliyor musun," dedi, sesinde büyük bir hayranlıkla, "gerçekten ayılara, dağ aslanlarına, ya da kartala dönüşen şamanlar olduğuna? Abartmıyorum, uyduruyor da değilim; bir zamanlar kendisine 'Irmak Adam', ya da 'Irmak Şaman', ya da 'Irmaktan Doğan, Irmağa Dönen' adını vermiş olan bir şamanın dönüşümünü gözlerimle görmüştüm. Bu şamanla New Mexico dağlarındaydık. Arabamla götürüyordum onu, bana güvenirdi; dediğine göre köklerini aramaya çıkmıştı, ya da bana öyle söylüyordu. Bir ırmağın kıyısında birlikte yürürken birdenbire çok heyecanlandı. Kıyıdan uzaklaşıp ilerdeki yüksek kayalara çıkmamı ve orada saklanmamı, başımı ve omuzlarımı bir battaniye ile örtmemi, ama altından kendisini gözetleyerek yapacağı şeyi kaçırmamamı söyledi."
"Ne yapacaktı ki?" diye sordum, kendimi tutamayarak.
"Bilmiyordum," dedi, "Senin tahminin de ancak benimki kadar yerinde olurdu. Ne yapacağını kestirmemin hiç yolu yoktu. Öylece suya yürüdü, üstünde tüm giysileriyle. Nehir geniş ve sığdı, su baldırlarının ortasına kadar yükseldiğinde, şaman basbayağı gözden kayboldu, yitip gitti. Suya girmeden önce, akıntı boyunca aşağı doğru ilerleyip kendisini beklememi fısıldamıştı kulağıma. Duracağım noktayı tam olarak tarif etmişti. Söylediklerinin tek kelimesine bile inanmamıştım elbette, o yüzden dediği yeri ilk başta hatırlayamadım, ama sonra o noktayı buldum ve şamanı sudan çıkarken izledim. 'Sudan çıkarken' demek aptalca geliyor. Şamanın suya dönüştüğünü, ve sonra sudan yeniden oluştuğunu gördüm. Buna inanabiliyor musun?"
Anlattıklarına ne diyeceğimi bilemiyordum. Ona inanmam imkânsızdı, ama inanmazlık da edemiyordum. Çok ciddi bir adamdı. Düşünebildiğim tek olası açıklama, yolculuğumuz boyunca her geçen gün biraz daha fazla içmesiydi. Arabanın bagajına sadece kendisi için yirmi dört şişe İskoç viskisi depolamıştı. Küp gibi içiyordu.
"Şamanların gizemli başkalaşımlarına hep ilgi duymuşumdur," dedi, günün birinde. "Bu başkalaşımları açıklayamam, hatta inandığım bile söylenemez, ama zihinsel alıştırma olarak ele alındığında yılan ya da dağ aslanına dönüşmek su şamanının yaptığı şey kadar zor olmaz gibime geliyor; bana ilginç gelen, bu. " İşte böyle anlarda, zihnimi bu biçimde çalıştırdığımda bir antropolog olmaktan çıkıyorum ve içimden gelen sese uyarak tepki vermeye başlıyorum. İçimden gelen ses bu şamanların kesinlikle bilimsel ölçüye vurulamayacak, hatta üzerinde anlayarak konuşulması bile imkânsız bir şey yaptıklarını söylüyor.
"Örneğin, bulutlara, sise dönüşen bulut şamanlar var. Bunu hiç izlemedim, ama bir bulut şaman tanıdım. Onun kaybolduğunu ya da sise dönüştüğünü, tam önümde suya dönüşen şamanı izlediğim biçimde gözlerimle görmedim. Ama bir keresinde o bulut şamanı takip ettim; saklanabileceği hiçbir yer bulunmayan bir alanda, öylece ortadan yok oldu. Bir buluta dönüştüğünü görmemiştim, ama gözden kaybolmuştu. Nereye gittiğini açıklayamamıştım. Ortalıkta hiç kayalık ya da bitki örtüsü yoktu. Ondan yarım dakika sonra oradaydım, ve şaman gitmişti.
"Bilgi alabilmek için o adamı kovalayıp durdum," diye devam etti Bill. "Tek kelime etmiyordu. Bana gayet dostça davranıyordu, ama hepsi bu."
Bill, farklı Kızılderili koruma bölgelerindeki yerliler arasında oluşan çekişme ve siyasal bölünmeler, ya da kişisel kan davaları, düşmanlıklar, dostluklar vb, vb. hakkında beni zerre kadar ilgilendirmeyen sayısız öykü anlattı bana. Öte yandan, şamanların geçirdikleri başkalaşımlar, yarattıkları garip görüntüler bende gerçek bir duygusal kargaşa yaratmıştı. Hem büyülenmiş, hem de dehşete kapılmıştım. Ancak neden büyülendiğimi ya da dehşete düştüğümü tahlile çalıştığımda, işin içinden çıkamıyordum. Bütün söyleyebileceğim, şamanlara ait bu öykülerin bana bilinmeyen, derin bir düzeyde darbe indirmiş olduğuydu.
Bu yolculuğun anlamamı sağladığı başka bir şey de, güneybatıdaki Kızılderili toplumlarının gerçekten yabancılara kapalı oldukları saptamasıydı. Antropoloji alanında daha çok hazırlık yapmam gerektiğini; ve daha aşina olduğum, ya da girebildiğim bir bölgede alan çalışması yapmamın daha işlevsel olacağını kabullenmiştim sonunda.
Gezinin sonunda Bill, Los Angeles'e dönüş yolculuğum için beni Nogales, Arizona'daki Greyhound otobüs terminaline getirdi. Bekleme salonunda oturmuş otobüsün gelmesini beklerken, antropolojik alan çalışmasında başarısızlıkların doğal olduğunu ve bunların yalnızca kişinin hedeflerini pekiştirmesine yaradığını, ya da bir antropoloğun olgunlaşma sürecine yardımcı olduğunu hatırlatarak babacan bir tavırla beni teselli etti.
Aniden öne doğru eğildi ve çenesinin belli belirsiz bir hareketiyle salonun karşı tarafında bir yeri işaret etti. Kulağıma, "Sanırım şu köşedeki sırada oturan yaşlı adam, sana sözünü ettiğim kişi," diye fısıldadı. "Pek emin değilim, çünkü onunla sadece bir kez yüz yüze geldik."
"Hangi adammış o? Ne anlattın bana onunla ilgili?" diye sordum.
"Şamanlar ve onların dönüşümlerini konuşurken, sana bir zamanlar bir bulut şaman tanıdığımı söylemiştim."
"Evet, evet, bunu hatırlıyorum," dedim. "Bulut şaman bu adam mı?"
"Hayır," dedi, kesin bir tavırla. "Ama sanıyorum o bulut şamanın bir arkadaşı, ya da öğretmeni. Uzun yıllar önce ikisini birlikte birçok kez uzaktan görmüştüm."
Bill'in çok kayıtsız bir tavırla bu adamdan bahsettiğini anımsıyordum, bulut şamanla ilgili olarak değil de, varlığını duyduğu gizemli bir ihtiyar adam olarak sözünü etmişti onun; eski bir şamandı bu adam, bir zamanlar dehşet verici bir büyücü olan, Yuma'lı bir Kızılderili münzevi idi. Bu yaşlı adamın bulut şamanla ilişkisi arkadaşım tarafından hiç dile getirilmemişti, ama besbelli Bill'in zihninde bu çok belirgindi, öyle ki bana da anlattığını zannediyordu.
Birdenbire her yanımı garip bir huzursuzluk kapladı ve beni yerimden sıçrattı. Kendime hâkim olamıyordum; kalkıp yaşlı adama doğru ilerledim ve hemen oracıkta, düzlüklerdeki Amerikan Kızılderilileri ile onların Sibiryalı atalarının şamanizmi ve sağaltıcı bitkiler hakkında ne çok şey bildiğimi anlatan bir nutuk çekmeye giriştim. Ardından, yaşlı adama kendisinin bir şaman olduğunu bildiğimi belirttim. Benimle etraflıca konuşmasının kendisi için gayet yararlı olacağı konusunda güvence vererek sözlerimi tamamladım.
"Hiçbir şey yapmasak," dedim, hırçın bir tavırla, "öykülerimizi değiş tokuş edebiliriz. Siz bana sizinkileri anlatırsınız, ben de size benimkileri."
Yaşlı adam son ana kadar gözlerini yerden kaldırmamıştı. Sonra gözlerini üzerime dikti. "Ben, Juan Matus," dedi, dosdoğru gözlerimin içine bakarak.
Attığım nutku hiçbir şekilde bitiremeyecektim; ama bilmem neden, söyleyebileceğim başka hiçbir şey kalmamış gibi hissettim birdenbire. Ona adımı söylemek istedim. Bunu önlemek istermiş gibi, elini dudaklarımın hizasına kaldırdı.
O anda durağa bir otobüs yanaştı. Yaşlı adam bunun kendi otobüsü olduğunu mırıldandı, sonra içten bir tavırla, kendisini aramamı, böylece daha rahat sohbet edip öykülerimizi değiş tokuş edebileceğimizi söyledi. Bunu derken dudağının kenarında alaycı bir gülümseme vardı. O yaşta bir adam için inanılmaz bir çeviklikle— seksenli yaşlarında olduğunu tahmin etmiştim—oturduğu sırayla otobüsün kapısı arasındaki elli metrelik mesafeyi birkaç sıçrayışta aştı. Sanki otobüs sadece kendisini almak için durmuş gibi, o içeri atlar atlamaz kapı kapandı ve araba hareket etti.
Yaşlı adam gidince, Bill'in yanına geri döndüm.
"Ne söyledi, ne söyledi?" diye sordu, heyecanla. "Kendisini aramamı ve evine ziyarete gelmemi istedi," dedim. "Orada oturup konuşabileceğimizi bile söyledi." "Ama seni evine davet etmesi için ne söyledin ki ona?" diye üsteledi.
En sıkı tezgâhtar ağzımı kullandığımı, sağaltıcı bitkiler hakkında okuduğum, bildiğim şeylerin tümünü ona açıklamak için yaşlı adama söz verdiğimi söyledim Bill'e.
Bill besbelli bana inanmamıştı. Ondan gerçeği saklamakla suçladı beni. "Bu yörenin insanlarını bilirim," dedi kavgacı bir tavırla, "o ihtiyar herif de acayip hıyarın teki. Kimseyle konuşmaz o; Kızılderililerle bile. Senin gibi tam bir yabancıyla ne diye konuşsun ki? Sevimli olsan neyse!"
Bill’in bana kızdığı besbelliydi. Ancak nedenini çıkaramıyordum. Açıklama istemeyi göze alamadım. Biraz kıskandığı izlenimi uyanmıştı bende. Belki kendisinin beceremediğini benim başardığımı hissetmişti. Ancak bu başarı öyle zahmetsiz gelmişti ki, benim için hiçbir anlam ifade etmiyordu. Bill'in kayıtsız yorumlarının dışında, o yaşlı adama yaklaşmanın ne denli güç olduğu konusunda hiç fikrim yoktu, zaten umurumda da değildi. O sırada, bu konuşmanın benim için hiçbir olağanüstü yanı yoktu. Bill'in bu kadar bozulmasına afallamıştım.
"Evinin nerde olduğunu biliyor musun?" diye sordum.
"En ufak fikrim bile yok," dedi, kupkuru bir sesle. "Bu bölgedeki insanlardan onun hiçbir yerde oturmadığını, şurda burda durup dururken ortaya çıkıverdiğini duymuşumdur, ama bunlar bir sürü zırvalıktan başka bir şey değil. Herhalde Meksika'da, Nogales'de bir barakada filan yaşıyordur."
"O adam neden bu kadar önemli?" diye sordum ona. Sorum, gerisini getirecek cesareti toplamamı sağlamıştı; "Benimle konuştu diye bozulmuş gibisin. Niye?"
Hiç itiraz etmeden, düş kırıklığına uğradığını kabul etti, çünkü o adamla konuşmaya çalışmanın nasıl beyhude olduğunu biliyordu, dediğine göre. "O ihtiyar görebileceğin en kaba adamdır," diye ekledi. "Sen konuşurken, en fazla, tek kelime etmeden sana gözünü dikip bakar. Bazen de sana bakmaz bile; yokmuşsun gibi davranır. Tek bir kez onunla konuşmaya çalıştım, o zaman da kabaca geri çevirdi beni. Ne dedi bana, biliyor musun? "Yerinde olsaydım, ağzımı açıp enerjimi boşa harcamazdım. Sakla onu. İhtiyacın var," dedi. Bu kadar yaşlı bir hıyar olmasaydı, burnuna yumruğu yemişti."
Ona "yaşlı" adam demenin, gerçek bir tanımlamadan çok lafın gelişi olduğuna Bill'in dikkatini çektim. Kesinlikle yaşlı olduğu halde, pek öyle ihtiyar gibi görünmüyordu. Son derece dinç ve çevikti. Bill’in onun burnuna yumruk atmaya kalkışması halinde acı bir başarısızlığa uğrayacağını düşündüm. O yaşlı Kızılderili çok güçlüydü. Düpedüz ürkütücüydü, aslında.
Aklımdan geçenleri söylemedim. Bill'in adamın kabalığından ne kadar tiksindiğini, ve yaşlı adam bu denli güçsüz olmasa ona neler yapacağını anlatmayı sürdürmesine izin verdim.
"Yaşadığı yer hakkında bana kim bilgi verebilir, sence?" diye sordum.
"Belki Yuma'daki birkaç kişi," diye yanıtladı, biraz daha rahatlamış görünüyordu. "Belki yolculuğumuzun başında seni tanıştırdığım insanlar. Onlara sormakla bir şey kaybetmezsin. Seni benim gönderdiğimi söyle."
Hemen o anda planlarımı değiştirdim ve Los Angeles'e dönmek yerine doğruca Yuma, Arizona'ya gittim. Bill'in beni tanıştırdığı insanları buldum. Yaşlı Kızılderilinin nerde yaşadığını bilmiyorlardı, ama onun hakkında söyledikleri merakımı büsbütün kamçıladı. Yuma'lı değil, Meksika'daki Sonora'dan olduğunu, gençliğinde insanlara büyüler, sihirler yapan korkutucu bir büyücü olduğu halde yaşlanınca yumuşayıp dünya zevklerinden uzaklaşmış bir münzeviye dönüştüğünü söylediler. Anlattıklarına göre, bir Yaqui Kızılderilisi olmasına karşın, bir zamanlar, büyücülük uygulamaları hakkında sınırsız bilgiye sahip gibi görünen bir grup Meksikalı adamla dolaşmıştı. O adamları yıllardır o bölgede hiç görmedikleri konusunda hepsi hemfikirdiler.
Adamlardan biri, onun büyükbabasıyla akran olduğunu, ancak büyükbabası kocadığı ve yatalak olduğu halde, büyücünün her zamankinden daha güçlü göründüğünü ekledi. Aynı adam, Sonora'nın başkenti Hermosillo'daki bazı kişilere gitmemi, o insanların yaşlı adamı tanıyor olabileceklerini ve bana daha fazla bilgi verebileceklerini söyledi. Meksika'ya gitme düşüncesi bana hiç çekici gelmiyordu. Sonora benim ilgi alanıma çok fazla uzaktı. Üstelik kentsel antropoloji çalışmanın eninde sonunda benim için daha iyi olacağına karar vermiştim, o yüzden Los Angeles'e geri döndüm. Ama dönmeden önce yaşlı adama dair bilgi toplamak için tüm Yuma'yı taradım. Onun hakkında hiç kimse bir şey bilmiyordu.
Otobüs Los Angeles'e doğru yol alırken, olağandışı bir duyguya kapıldım. Bir yanda alan çalışması saplantım ve yaşlı adama dair merakımın tümüyle üstesinden gelmiş hissediyordum kendimi. Öte yanda ise garip bir nostaljiye kapılmıştım. Bu gerçekten daha önce hiç yaşamadığım bir şeydi. Bu duygunun yeniliği beni derinden etkiledi. Bir huzursuzluk ve hasret karışımıydı; muazzam önemi olan bir şeyi özlüyor gibiydim. Los Angeles'e yaklaştıkça, Yuma'da üzerimde etkili olan şey her ne idiyse, bunun aramızdaki mesafenin artmasıyla birlikte hafiflediğini açıkça hissettim; ama onun hafiflemesi nedensiz özlemimi arttırıyordu yalnızca.