1

Konu: 10 - Müjdeci

DON JUAN BENİ uyandırdığında, onun Sonora'daki evinde, derin uykudaydım. Nerdeyse bütün gece oturmuş ve bana açıkladığı kavramlar üzerinde kafa yormuştum.

"Yeterince dinlendin," dedi, sertçe, hatta nerdeyse hoyratça omuzlarımı sarsarken. "Bitkinim diye düşkünlük gösterme. Seninkisi bitkinlikten fazla bi şey; rahatsız edilmeme arzusu. İçinde bi şey, rahatsız edildiğinde çok içerliyor. Ama direnci kırılana kadar bu yanının üzerine gitmen çok önemli. Hadi bi yürüyüşe çıkalım."

Don Juan haklıydı. Rahatsız edildiğinde çok öfkelenen bir yanım vardı. Günler boyu uyumak ve don Juan'ın büyücülük kavramları üzerinde artık düşünmemek istiyordum. Hiç istemeyerek kalktım ve onu izledim. Don Juan yemek hazırlamıştı, günlerce yememişim gibi hepsini silip süpürdüm, sonra evden çıkıp doğuya, dağlara doğru yöneldik. Öyle uyku sersemiydim ki doğudaki dağ silsilelerinin hemen üzerindeki güneşi görene dek sabahın ilk saatleri olduğunun farkına varmadım. Don Juan'a bütün gece hiç kıpırdamadan uyuduğumu söylemek istedim ama beni susturdu. Bazı bitkiler toplamak üzere dağlara bir araştırma seferine gittiğimizi söyledi.

"Toplayacağın bitkileri ne yapacaksın, don Juan?" diye sordum, yola çıkar çıkmaz.

"Kendime toplamıyorum," dedi sırıtarak. "Botanikçi ve eczacı olan bi dostum için onlar. İlaç yapıyor onlarla."

"O da bir Yaqui mi don Juan? Burda Sonora'da mı yaşıyor?" diye sordum.

"Hayır, o Yaqui değil, ve Sonora’da oturmuyor. Bi gün onunla tanışırsın."

"O bir büyücü mü, don Juan?"
"Evet, öyle," diye yanıtladı, soğuk bir tavırla.
UCLA'daki Botanik Bahçesi'nde tanımlanmaları için bitkilerden birazını alıp alamayacağımı sordum.

"Tabii ki, tabii ki," dedi.
"Tabii ki" dediği zaman aslında bunu demek istemediğini keşfedeli çok olmuştu. Bana tanımlanması için örnek filan vermeye hiç niyeti olmadığı besbelliydi. Büyücü arkadaşını çok merak etmiştim; onun hakkında daha fazla bilgi vermesini, biraz tarif etmesini, nerde yaşadığını ve nasıl tanıştıklarını anlatmasını istedim.

"Çüş, çüş, çüş, çüş!" dedi don Juan, sanki bir at imişim gibi. "Ağır ol, ağır ol! Kimsin sen? Profesör Lorca mı? Onun bilişsel sistemini mi belleyeceksin?"

Çorak dağ eteklerinin içlerine kadar girdik. Don Juan saatlerce düzenli biçimde yürüdü. Günün işinin sadece yürümekten ibaret olduğunu düşünmeye başlamıştım. Sonunda durdu ve yamaçların gölgelik tarafına oturduk.

"Büyücülüğün en büyük projelerinden birine başlamanın zamanıdır," dedi.

"Ne projesinden bahsediyorsun, don Juan?" diye sordum.

"Ona özetleme denir," dedi. "Eski büyücüler ona yaşamının olaylarını yeniden anlatma derlerdi; yaptıklarını ve çömezlerine anlattıkları şeyleri hatırlamalarına yardım edecek bi araç niteliğinde basit bi teknik olarak başlamıştı. Çömezleri için de bu teknik aynı değeri taşırdı; öğretmenlerinin onlara neler söylediğini ve yaptığını anımsamalarına yardımcı olurdu. Eski büyücüler tekniklerinin ne denli uzak-menzilli etkileri olduğunu anlayıncaya kadar biçok kez istilalar, mağlubiyetler gibi korkunç toplumsal kıyametler yaşadılar."

"İspanyol fethini mi kastediyorsun, don Juan?" diye sordum.

"Hayır," dedi. "O sadece işin en fazla bilinen kısmı. Ondan önce çok daha yakıp yıkıcı başka kıyametler de yaşandı. İspanyollar buraya geldiğinde eski büyücüler artık yaşamıyordu. Öbür kıyametleri atlatabilenlerin çömezleri artık gayet ihtiyatlıydılar. Kendilerini korumayı öğrenmişlerdi. Eski büyücülerin tekniğini özetleme olarak yeniden adlandıranlar da bu yeni büyücüler topluluğudur.

"Zaman çok büyük değer taşıyor," diye devam etti. Genelde tüm büyücüler için zaman her şeyin temelidir. Benim yüz yüze olduğum sınav, çok sıkışık bi zaman birimi içinde büyücülük hakkında bildiğim her şeyi soyut bi önerme olarak sana tıkıştırmak zorunda oluşum, ama bunu yapmak için senin içinde gerekli alanı oluşturmalıyım."

"Ne alanı? Neden söz ediyorsun sen, don Juan?

"Büyücülerin öncülü, bi şeyi içeri almak için, onu koyacak bi alan bulunması gerektiğidir," dedi. "Günlük yaşamın ayrıntıları ile tepeden tırnağa doluysan, yeni hiçbi şey için yer yoktur. O yer oluşturulmalı. Ne demek istediğimi anlıyor musun? Eski çağların büyücüleri, yaşamını özetlemenin o alanı oluşturduğuna inanırlardı. Özetleme bunu gerçekten yapıyor, ve çok daha fazlasını da, elbette.

"Büyücülerin özetleme yapmaları çok kurallıdır," diye devam etti. "İçinde bulundukları zamandan yaşamlarının ilk anına kadar geri giderek tanıdıkları herkesin bi listesini yaparlar. Bu listeyi tamamladıklarında, ordaki ilk kişiyi alır ve onun hakkında becerebildikleri ölçüde her şeyi anımsarlar. Gerçekten her şeyi; en ufak ayrıntıyı bile. Günümüzden geçmişe doğru özetleme yapmak daha iyidir, çünkü günümüzün anıları tazedir, böylece anımsama yeteneği bilenmiş olur. Uygulayıcıların yaptığı, hatırlamak ve solumaktan ibarettir. Yavaş ve dikkatli bi şekilde soluk alırken başlarını sağdan sola doğru belli belirsiz fark edilecek şekilde ağır ağır çevirir, ve sonra aynı yöntemle soluk verirler."

Don Juan soluk alıp vermelerin doğal olması gerektiğini de söyledi; eğer çok süratli yapılırsa insan yorucu soluklar adı verilen bir duruma giriyor ve kaslarını gevşetebilmek için sonradan daha yavaş soluklar almak zorunda kalıyordu.

"Peki benim bütün bunlarla ne yapmamı istiyorsun, don Juan?" diye sordum.

"Bugün listeni yapmaya başlıyorsun," dedi. "Yıllar itibariyle bölümlere ayır, ya da meslekler açısından yap bunu; dilediğin biçimde düzenle, ama sırayla yap, en son insanı en başa al, ve annen babanla bitir. Ve sonra onlara ilişkin her şeyi anımsa. Hiç telaş etme. Denedikçe, yapmakta olduğun şeyin ayırdına varacaksın."

Cvp: 10 - Müjdeci

Don Juan'ın evine bir sonraki gidişimde, yaşantımın olaylarını titizlikle gözden geçirdiğimi, ve onun katı kurallı yöntemine bağlı kalarak listedeki kişileri birer birer takip etmemin benim için çok zor olduğunu ona anlattım. Normalde özetlemem beni değişik yönlere çekiyordu. Anımsayışımın yönünü saptama işini olaylara bırakıyordum. İstençli olarak yaptığım, genel bir zaman birimine bağlı kalmaktı. Örneğin antropoloji bölümündeki insanlarla başlamıştım, ama anılarımın beni günümüzden UCLA'da okula başladığım güne dek zaman içinde her yere götürmesine izin vermiştim.

Don Juan'a tamamen unutmuş olduğum tuhaf bir şeyi keşfettiğimi anlattım; kız arkadaşımın üniversitedeki oda arkadaşının Los Angeles'a geldiği ve bizim onu havaalanından aldığımız geceye kadar benim UCLA'nın varlığından bile haberli olmayışımdı bu. Gelen kız UCLA'da müzik okuyacaktı. Uçağı akşamın ilk saatlerinde indiğinde kendisini kampusa götürmemi rica etmişti; dört yılını geçireceği yere bir göz atmak istiyordu. Kampusun yerini biliyordum; çünkü plaja giderken Sunset Bulvarı’ndaki girişinin önünden sayısız kereler geçmiştim. Ancak içeriye ilk kez girecektim.

Sömestr tatiliydi. Bulduğumuz birkaç kişi bize müzik bölümünün yerini gösterdi. Kampus terk edilmişti, ama ben kendi hesabıma hayatımda gördüğüm en güzel şeye bakıyordum. Burası bir göz ziyafetiydi benim için. Binaların kendine özgü bir enerjisi vardı; canlıymış gibiydiler. Müzik bölümüne yapılacak gelişigüzel bir ziyaret büyük bir kampus turuna dönüştü. UCLA'ya âşık olmuştum. Don Juan'a da anlattığım gibi, coşkuma gölge düşüren tek şey, muazzam kampusu baştan başa yürümekteki ısrarımın kız arkadaşımda yarattığı sıkıntıydı.

"Bu allahın cezası yerde ne var ki?" diye bağırdı bana, isyan ederek. "Sanki ömründe hiç üniversite kampusu görmedin! Birini görmüşsen, hepsini görmüşsün demektir. Duyarlı görünüp kız arkadaşımı etkilemeye çalışıyorsun, hepsi bu!"

Bu doğru değildi, onlara çevredeki güzelliğin beni gerçekten büyülediğini hararetle anlatmaya koyuldum. O binalarda ne umutlar, ne vaatler seziyordum, ancak bunları ifadeden âcizdim.

"Nerdeyse tüm ömrümü okulda geçirdim," dedi kız arkadaşım, sıktığı dişlerinin arasından, "ve artık bıktım! Hiç kimsenin bir bok bulacağı yok burda. Bir sürü zırvalık hepsi, ve seni hayattaki sorumluluklarına hazırlamıyorlar bile!"

Burada okumak istediğimi söylediğimde büsbütün çıldırdı.

"Git kendine bir iş bul!" diye haykırdı. Git de sabah sekizden akşam beşe hayatla tanış, palavrayı da kes! Hayat bu işte; sabah sekiz, akşam beş, haftada kırk saat! Bak seni ne hale koyuyor! Bak bana; aşırı eğitimliyim, ama hiçbir işe uygun değilim!"

Bütün bildiğim bu kadar güzel bir yer görmediğimdi. Ne pahasına olursa olsun UCLA'da okuyacağıma dair oracıkta kendime söz verdim. Duyduğum arzu her yanımı sarmıştı, ancak bu hemen yerine getirilmesi gereken bir dürtü gibi değildi. Huşu içindeydim, daha çok.

Don Juan'a, kız arkadaşımın bu rahatsızlığının müthiş sinirime dokunduğunu ve ona farklı bir ışık altında bakmaya beni zorladığını, hatırladığım kadarıyla ilk kez söylenen bir şeyin bende böylesine derin bir tepki uyandırmış olduğunu anlattım. Kız arkadaşımın kişiliğinde daha önce fark etmediğim yanlar görmüştüm ve bunlar ödümü koparmıştı.

"Sanırım korkunç bir biçimde yargıladım onu," dedim don Juan’a. "Kampusa gidişimizden hemen sonra ayrıldık. UCLA bir bıçak gibi aramıza girmişti sanki. Böyle düşünmem aptallık, biliyorum."

"Aptallık değil," dedi don Juan. "Son derece haklı bi tepkiydi. Kampusta yürürken, eminim ki niyet ile bi buluşma yaşadın. Orada olmayı niyetlenmiştin, ve buna karşı duran her- şeyi başından atmak zorundaydın.

"Ama bunu abartmayasın," diye devam etti. "Savaşçı-gezginin dokunuşu hassas, ama çok hafiftir. Savaşçı-gezginin eli ağır, sımsıkı kavrayan bi demir pençe gibidir ilk başlarda, ama giderek bi hayaletin bürümcükten eline dönüşür. Savaşçı-gezginler hiçbi belirti, hiçbi iz bırakmazlar. Onların meydan okuması böyle olur."

Don Juan’ın sözleriyle kendimi suçlayan, mutsuz bir ruh haline gömüldüm; çünkü azıcık anımsayışım bile bana göstermişti ki son derece kaba saba, saplantılı ve tahakküm ediciydim. Don Juan'a düşündüklerimi anlattım.

"Özetlemenin erki," dedi, *yaşamımızdaki süprüntüleri karıştırıp yüzeye çıkarmasındadır."

Ardından don Juan özetlemenin temeli olan farkındalık ve algılamanın karmaşık özelliklerini ayrıntılı şekilde betimledi. Bana bir kavramlar düzenlemesi sunacağını anlatarak söze başladı, ama hiçbir koşul altında bunları büyücülerin kuramları olarak ele almamı istemiyordu; çünkü bunlar eski çağ Meksika'sı şamanları tarafından enerjinin evrendeki akışı içinde doğrudan görülmesi sonucunda geliştirilmişlerdi. Bu düzenlemenin birimlerini anlatırken bir sınıflandırma ya da önceden saptanmış bir standarda göre sıralama yapmayacağı konusunda beni uyardı.

"Sınıflandırmalar beni ilgilendirmiyor," diye devam etti. "Sen tüm yaşamın boyunca herşeyi sınıflandırıp durdun. Şimdi ise bundan uzak durmak zorunda kalacaksın. Geçen gün sana bulutlar hakkında bi şey bilip bilmediğini sorduğumda, hepsinin adlarını ve her birinden bekleyebileceğimiz nem yüzdelerini sıraladın bana. Tam bi hava durumu sunucusu gibiydin. Ama sana kişisel olarak bulutlarla ne yapabileceğini sorduğumda, neden söz ettiğimi anlamadın bile.

"Sınıflandırmaların kendine özgü bi dünyası vardır," dedi. "Sen her şeyi sınıflandırmaya başladığın zaman, sınıflandırma canlanır ve sana hükmeder. Ama sınıflandırmalar asla enerji-yayıcı olgular olmadıkları için daima ölü kütükler gibi kalmaya mahkûmdur. Ağaç değildir onlar; sadece kütüktür."
Anlattığına göre eski çağ Meksika’sı şamanları evrenin ışıltılı lifler biçiminde enerji alanlarından oluştuğunu görmüşlerdi. Nereye dönüp baksalar onlardan sonsuz sayıda görüyorlardı. Bu enerji alanlarının kendilerini ışıltılı lifçik akımları halinde düzenleyen, evrende sürekli ve sonsuz güçler oluşturan akışlar olduğunu görmüşlerdi, ve bu lifçiklerin özetlemeyle ilintili olan akım ya da akışına bu büyücüler tarafından farkındalığın karanlık denizi, ve aynı zamanda Kartal adı verilmişti.

Don Juan, bu büyücülerin, evrendeki her yaratığın farkındalığın karanlık denizine yuvarlak bir ışıltı noktası ile bağlı bulunduğunu, ve bu yaratıklar enerji olarak algılandıklarında bu noktanın açıkça görülebildiğini de keşfettiklerini söylüyordu. Dediğine göre, farkındalığın karanlık denizinin gizemli cephelerinden biri, algılamayı eski çağ Meksika'sı şamanlarının birleşim noktası adını verdikleri bu ışıltı noktasında toplamaktaydı.

Don Juan, evrende serbestçe dolaşan ışıltılı lifçikler biçimindeki sayısız enerji alanının, insanoğlunun birleşim noktasında bir araya gelip onun içinden geçtiğini ileri sürüyordu. Bu enerji alanları duyusal verilere dönüştürülmekte, ardından duyusal veriler yorumlanıp, bildiğimiz dünya olarak algılanmaktaydı. Don Juan bundan sonra, ışıltılı lifçikleri duyusal verilere dönüştürenin farkındalığın karanlık denizi olduğunu açıkladı. Büyücüler bu dönüşümü görür ve onu farkındalık pırıltısı diye isimlendirirdi; bu parlaklık birleşim noktasını çevreleyen bir hale gibiydi. Ardından bana açıklamak üzere olduğu şeyin büyücülerin anlayışına göre özetleme konusunu kavramada en önemli nokta olduğunu belirterek beni uyardı.

Sözlerini çok büyük bir önemle vurgulayarak, organizmalarda duyular diye adlandırdıklarımızın farkındalığın derecelerinden başka bir şey olmadığını söyledi. Eğer duyuların farkındalığın karanlık denizi olduğunu kabul edersek, duyusal verilerden duyuların yaptığı yorumların da farkındalığın karanlık denizi olduğunu kabullenmek zorunda olduğumuzu ileri sürdü. Çevremizdeki dünya ile bizim yaptığımız biçimde yüz yüze gelmenin, her insanoğlunun donanımı olan insanlığın yorumlama sisteminin bir sonucu olduğunu uzun uzadıya açıkladı. Her organizmanın kendi çevresi içinde işlevsel olabilmesini sağlayan bir yorumlama sistemine sahip olması gerektiğini de ekledi.

"O kıyamet benzeri kargaşalıklardan sonra gelen büyücüler," diye devanı etti, "ölüm anında, farkındalığın karanlık denizinin canlı yaratıkların farkındalığını birleşim noktasının içinden deyim yerindeyse emdiğini gördüler. Bi şey daha gördüler, farkındalığın karanlık denizi, yaşamlarının yeniden anımsanmasını tamamlamış büyücülerle karşılaştığında, bi an için, nasıl desek, duraklıyordu. Bazıları bilerek olmasa da bunu öyle derinlemesine yapmıştı ki, farkındalığın karanlık denizi onların farkındalıklarını yaşam deneyimleri biçiminde alıyor, ama yaşam güçlerine— canlarına— dokunmuyordu. Büyücüler, evrenin güçlerine ilişkin muazzam bi gerçeği keşfetmişlerdi: farkındalığın karanlık denizi yalnızca yaşam deneyimlerimizi istiyordu; yaşam gücümüzü değil.”

Don Juan'ın açıklamalarındaki önermeler benim için kavranması imkânsız şeylerdi. Ya da belki şöyle söylemek daha yerinde olur; açıklamalarındaki önermelerin ne denli işlevsel olduklarını belli belirsiz, ancak derin bir biçimde kavramıştım.

Cvp: 10 - Müjdeci

"Büyücüler," diye devam etti don Juan, "yaşamımızı özetlerken tüm süprüntülerin sana söylediğim gibi yüzeye çıktığına inanırlar. Tutarsızlıklarımızı, tekrarlarımızı görürüz böylece, ancak içimizde bi şey özetleme yapmamıza tüm gücüyle karşı koyar. Büyücülerin dediğine göre yolumuz, ancak muazzam bi kargaşa yaşadığımızda, bi olayın anısının ayrıntıları dehşet verici bi biçimde capcanlı olarak belleğimizin ekranında belirip bizi iliklerimize kadar titretince açılır. Onu yaşamış olduğumuz anın içine bizi sürükleyen, olayın kendisidir. Büyücüler bu olaya müjdeci derler, zira o andan sonra ele aldığımız her olayı sadece anımsamakla kalmaz, onu yeniden yaşarız.

"Yürümek, her zaman anıları güçlendiren bi şey olmuştur,” diye don Juan devam etti. "Eski çağ Meksika'sı şamanları, yaşadığımız her şeyi bi duyum olarak bacaklarımızın arkasında biriktirip sakladığımıza inanırlardı. Bacakların arka kısmının, insanın yaşam öyküsünün ambarı olduğunu düşünüyorlardı. O yüzden, hadi tepelere doğru bi yürüyüşe çıkalım şimdi.”

Nerdeyse karanlık olana dek yürüdük.

"Sanırım seni yeterince yürüttüm," dedi don Juan, evine döndüğümüzde, "bi müjdeci bulma konusundaki büyücü hamlesi için hazır sayılırsın; bu öyle berrak biçimde anımsayacağın bi olay olmalı ki, özetlemendeki başka her şeyi aynı ölçüde, ya da kıyaslanabilir berraklıkta aydınlatacak bi spot ışığı görevi yapmalı. Büyücülerin yapbozun parçalarını özetleme dedikleri şeyi yap. Müjdeci olacak olayı anımsaman için bi şey sana kılavuzluk edecek."

Son bir uyarının ardından beni yalnız bıraktı.
"Elinden gelenin en iyisini yap," dedi, "göreyim seni." Belki de çevremdeki sükûnetten ötürü, bir an son derece sessiz kaldım. Sonra göğsümün üzerinde bir titreşim, bir tür sarsıntı oldu. Zor nefes alıyordum, ama aniden sanki göğsümde bir şey açıldı ve derin bir nefes almama izin verdi, o anda çocukluğuma ait bir olayın tüm görüntüleri belleğimin içine doluştu; sanki tutsaklıktan kurtulup aniden özgürlüğe kavuşmuş gibiydiler.

Büyükbabamın çalışma odasında, bilardo masasının başındaydım ve onunla bilardo oynuyordum. Ancak dokuz yaşlarında kadardım. Büyükbabam oldukça iyi bir oyuncuydu, ve bana bildiği her oyunu bıkıp usanmadan öğretmiş, beni kendisiyle ciddi ciddi maç yapacak hale getirmişti. Birlikte saatlerce bilardo oynardık. O denli ustalaşmıştım ki günün birinde yendim onu. O günden sonra bir daha beni yenememişti. Çoğu zaman sevinsin diye oyunu bilerek kaybediyordum, ama anlıyor ve bana çok kızıyordu. Bir keresinde o kadar bozulmuştu ki ıstakayı kafama indirmişti.

Büyükbabama hem hüsranı hem de mutluluğu aynı anda yaşatarak dokuzuma girdiğimde oyunda arka arkaya bir sürü karambol yapacak duruma gelmiştim. Bir seferinde öyle çileden çıkmıştı ki ıstakayı yere fırlatıp kendi başıma oynamamı söylemişti bana. Saplantılı yapım kendimle rekabete girişip aynı oyunun üzerinde mükemmelleşene dek çalışmamı sağlıyordu.

Şehirde kumar oynatmasıyla tanınan ve bir bilardo salonu bulunan kötü şöhretli bir adam, günün birinde büyükbabamı ziyarete geldi. Odaya girdiğimde sohbet ederek bilardo oynamaktaydılar. Hemen çıkmaya yeltendim, ama büyükbabam koluma yapışıp beni içeri çekti.

"Bu benim torunum," dedi adama.
"Tanıştığımıza çok memnun oldum," dedi adam. Bana ters ters bakıp elini uzattı, eli normal bir insanın kafası büyüklüğündeydi.

Dehşete kapılmıştım. Korkunç bir kahkaha patlatınca neler hissettiğimin farkında olduğunu anladım. Bana adının Falelo Quiroga olduğunu söyledi, ben de kendi adımı mırıldandım.

Çok uzun boylu ve fazlasıyla iyi giyimliydi. Çok güzel bir dar pantolonla mavi çizgili kruvaze bir ceket giymişti. O zamanlar ellili yaşlarının başında olmalıydı, ama hafif göbeğini saymazsak zarif ve formda görünüyordu. Şişman değildi; iyi beslenmiş ve hiçbir ihtiyacı olmayan bir adam görüntüsündeydi. Benim doğduğum kentin sakinlerinin çoğu kavruk insanlardı. Geçimlerini sağlayabilmek için çok çalışan ve eğlenceye ayıracak zamanı olmayan kişilerdi. Falelo Quirego ise onların tam zıddı bir görünüme sahipti. Zamanını sadece zevk için harcayan bir adamın tavırları vardı onda.

Hoş biriydi. Özenle traş edilmiş yumuşak ifadeli bir yüzü ve nazik bakışlı mavi gözleri vardı. Bir doktorun havasını ve özgüvenini taşıyordu. Şehirdekiler insanları rahatlatma yeteneğinden ötürü onun bir kumarbaz değil, rahip, avukat, ya da doktor olması gerektiğini söylerlerdi. Aynı zamanda, onun kumardan elde ettiği paranın şehirdeki doktorlar ve avukatların hepsinin kazancının toplamından daha çok olduğu da söyleniyordu.

Siyah saçları dikkatle taranmıştı. İyice seyreldikleri belliydi. Saçlarını alnına doğru tarayarak önlerdeki açılmayı gizlemeye çalışıyordu. Köşeli bir çenesi ve son derece sevimli bir gülümsemesi vardı. Bakımlı, iri beyaz dişleri, çürüklerin son derece yaygın olduğu bu bölgede alışılmamış bir şeydi. Benim için Falelo Quiroga'nın iki kayda değer özelliği daha vardı; kocaman ayakları ve el yapımı siyah rugan ayakkabıları. Odada bir aşağı bir yukarı yürürken ayakkabılarının hiç gıcırdamayışına hayran olmuştum. Büyükbabamın yaklaştığını ayakkabı tabanlarının çıkarttığı gıcırtıdan anlamaya alışıktım.

"Torunum bilardoyu çok iyi oynar," dedi büyükbabam Falelo Quiroga'ya, kayıtsız bir tavırla. "Ben en iyisi ıstakamı ona vereyim, siz oynayın da ben seyredeyim."

"Bu çocuk bilardo mu oynuyor?" diye sordu iriyarı adam, gülerek.

"Ah, evet, oynar," dedi büyükbabam. "Tabii senin kadar oynayamaz, Falelo. Neden denemiyorsun onu? Ve senin için işi biraz daha ilginç yapalım diye, ve de torunuma büyüklük taslıyormuş gibi olmaman için, azıcık da bahse girelim. Bu kadara ne dersin?"

Masaya buruşuk kâğıt paralardan koca bir tomar bırakıp Falelo Quiroga'ya gülümsedi, koca adama meydan okur gibi başını iki yana sallıyordu.

"Vay be, bu kadar çok, ha?" dedi Falelo Quiroga, bana sorgulayan nazarlarla bakarak. Sonra cüzdanını açıp içinden düzgünce katlanmış birkaç kâğıt para çıkardı. Bu başka bir şaşırtıcı ayrıntıydı benim için. Büyükbabam parasını bütün ceplerinde, bumburuşuk bir şekilde taşımaya alışıktı. Bir ödeme yapacağı zaman paralarını sayabilmesi için önce onları düzeltmesi gerekirdi.

Falelo Quiroga bir şey dememişti ama kendisini eşkıya gibi hissettiğini biliyordum. Büyükbabama gülümsedi, ve besbelli sadece ona saygısı yüzünden, parasını masaya koydu. Büyükbabam söz sahibi olarak oyunu belirli bir sayıda karambole göre saptadı ve kimin başlayacağını tayin etmek için yazı tura attı. Falelo kazandı.

"Bütün gücünle oyuna asılsan iyi olur, kendini tutayım deme," diye Falelo’yu ısrarla uyardı büyükbabam. "Bu veledi haklayıp paramı almakta hiç tereddüt etmeyesin!"

Falelo Quiroga büyükbabamın öğüdünü tutarak gücünün yettiği kadar iyi oynadı, ama bir noktada karambolü kıl payı kaçırdı. Istakayı aldım. Bayılacak gibiydim, ama büyükbabamın neşesini görmek— zıplayıp duruyordu— beni sakinleştirmişti, üstelik ıstakayı tutuşumu gördüğünde Falelo Quiroga'nın gülmekten yerlere yatması fena halde canımı sıkmıştı. Oynarken normal biçimde masanın üzerine eğilmeye boyum yetmiyordu. Ama büyükbabam özenli bir sabır ve kararlılık göstererek farklı bir oynama şekli öğretmişti bana. Kolumu iyice arkaya uzatarak ıstakayı nerdeyse omuzlarımın üzerinde, yan tarafta tutuyordum.

"Masanın ortasına erişmek zorunda olduğu zamanlar ne yapıyor?" diye sordu Falelo Quiroga, gülerek.

"Masanın kenarına asılıyor," dedi büyükbabam sakin bir tavırla. "Buna izin var, biliyorsun."
Büyükbabam yanıma gelip dişlerinin arasından, eğer kibarlık edip yenilecek olursam bütün ıstakaları kafamda kıracağını fısıldadı. Ciddi olmadığını biliyordum; bu yalnızca bana olan güvenini ifade etme yoluydu.

Kolay kazandım. Büyükbabamın mutluluğu anlatılacak cinsten değildi, ama işin tuhafı, Falelo Quiroga'nınki de öyleydi. Kollarını iki yanına vurarak gülüyor, bilardo masasının etrafında dönüp duruyordu. Büyükbabam beni göklere çıkartmakla meşguldü. Quiroga'ya en iyi sayımı açıklıyor ve kendimi aştığımı, çünkü alıştırma yapmam için beni kandırmanın yolunu bulmuş olduğunu söyleyerek dalga geçiyordu; sözünü ettiği, kahve ve Danimarka turtalarıydı.

"Deme, deme!" deyip duruyordu Quiroga. Sonunda veda edip gitti, büyükbabam bahis paralarını topladı, ve olay unutuldu.

Büyükbabam beni bir lokantaya götürüp şehirdeki en iyi yemeği ısmarlamaya söz vermişti, ama bunu hiçbir zaman yapmadı. Çok cimri bir adamdı; yalnızca kadınlara bol para harcamasıyla tanınırdı.

İki gün sonra, Falelo Quiroga'nın iki dev gibi adamı okuldan çıkışımda beni görmeye geldiler.

"Falelo Quiroga seni görmek istiyor," dedi bir tanesi, gırtlaktan gelen bir sesle. "Evine gelmeni ve onunla birlikte kahve içip Danimarka turtaları yemeni istiyor."

Kahve ve Danimarka turtaları dememiş olsaydı, herhalde onlardan kaçardım. Büyükbabamın Falelo Quiroga'ya kahve ve Danimarka turtaları için ruhumu satacağımı söylediğini hatırladım. Memnuniyetle peşlerine takıldım. Ancak onlar kadar hızlı yürüyemiyordum, bu yüzden adamlardan biri, adı Guillermo Falcön olanı kocaman kollarıyla beni kaldırıp kucakladı. Çarpık dişlerinin arasından gülüyordu.

"Yolculuğun tadını çıkar, ufaklık," dedi. Nefesi bir felaketti. "Hiç kucakta taşınmış mıydın? Kıvranmana bakılırsa, asla!" Kaba kaba kıkırdıyordu.

Şükür, Falelo Quiroga'nın yeri okuldan fazla uzak değildi. Bay Falcön beni bürodaki koltuklardan birine yerleştirdi. Falelo Quiroga oradaydı, kocaman bir masanın arkasında oturuyordu. Ayağa kalkıp elimi sıktı. Hemen kahve ve lezzetli pastalar getirtti benim için, ve baş başa oturup büyükbabamın tavuk çiftliği hakkında dostça bir sohbete daldık. Daha fazla pasta isteyip istemediğimi sordu, alabileceğimi söyledi. Gülerek kalkıp elleriyle bana bitişik odadan inanılmaz lezzette pastalarla dolu bir tepsi getirdi.

Ben tam anlamıyla çatlayana kadar tıkındıktan sonra, nazik bir tavırla, gece yarısından sonraları kendisinin bilardo salonuna gelip onun seçtiği bazı kişilerle dostça birkaç oyun oynamaya ne diyeceğimi sordu. Kayıtsız bir edayla belirttiğine göre işin içinde önemli miktarda para da söz konusu olacaktı. Becerime duyduğu güveni açıkça ifade etti, ve kazanılan paradan bana zamanım ve emeğim karşılığında bir yüzde vereceğini de ekledi. Sonra ailemin bu konudaki tavrını bildiğini, ödemeyi hak etsem bile onun bana para vermesini uygunsuz bulacaklarını belirtti. Bu yüzden parayı bankada benim adıma özel bir hesaba yatıracağına söz veriyordu; hatta daha da iyisi, şehirdeki her mağazada yapacağım harcamaları, ya da her lokantada yiyeceğim yemeklerin ücretini karşılayacağını söylüyordu.

Söylediklerinin tek kelimesine bile inanmamıştım. Onun bir düzenbaz, bir haraççı olduğunu biliyordum. Bununla birlikte, tanımadığım kişilerle bilardo oynama fikri hoşuma gitmişti; onunla pazarlığa giriştim.

"Bana kahveyle bugünkü gibi pastalar da verecek misin?" diye sordum.

"Elbette, evlat," diye cevap verdi. "Gelip benim için oynarsan, sana pastane satın alırım! Pastacı pastalarını sırf senin için pişirir. Sözüme güven."

Tek güçlüğün evden çıkabilmem konusunda olacağını söyleyerek Falelo Quiroga'yı uyardım; beni atmacalar gibi gözleyen bir sürü teyzem vardı, üstelik odam da ikinci kattaydı.

"Bu sorun değil," diye güvence verdi Falelo Quiroga. "Oldukça ufak tefeksin. Pencereden Bay Falcön'un kollarına atlarsın, o seni tutar. O nerdeyse ev kadar kocaman! Bu gece erken yatmanı öneririm. Bay Falcön ıslık çalıp camına taş atarak seni uyandıracak. Yalnız tetikte ol. Sabırsız bir adamdır."

Aklımı başımdan alan bir heyecan içinde eve gittim. Bir türlü uyuyamadım. Bay Falcön'un ıslığını ve penceremin camlarına küçük çakıl taşları attığını duyduğumda cin gibi uyanıktım. Pencereyi açtım. Bay Falcön tam altımda, sokaktaydı.

"Atla kollarıma, ufaklık," dedi, yüksek bir fısıltı halinde çıkarmaya çalıştığı kısık sesiyle. "Kollarımı iyi nişanlamazsan seni düşürürüm ve ölürsün. Unutma bunu. Beni oyalama. Tam kollarımı hedef al. Atla hadi! Atla!"

Öyle yaptım ve beni pamuk çuvalı yakalar gibi kolayca tutuverdi. Yere bırakırken koşmamı söyledi. Dediğine göre derin uykudan uyanmış bir çocuk olarak bilardo salonuna kadar koşarsam oraya vardığımda tümüyle ayılmış olacaktım.

Cvp: 10 - Müjdeci

O gece iki adamla oynadım ve ikisini de yendim. İnsanın hayal edebileceği en lezzetli kahve ve pastalara kondum. Kendimi cennette hissediyordum. Eve döndüğümde saat sabahın yedisiydi. Yokluğumu kimse fark etmemişti. Okula gitme vaktiydi. Aslında her şey normal gitmişti; yorgunluktan bütün gün gözlerimin kapanmasını saymazsak.

O günden sonra Falelo Quiroga haftada iki üç kez beni alması için Bay Falcön'u göndermeye başladı, ve ben gidip bütün oyunları kazandım. O da sözünü tuttu; çok sevdiğim Çin lokantasında her gün yediğim yemekler dahil aldığım her şeyin parasını ödedi. Bazen arkadaşlarımı bile davet ediyor ve garson hesabı getirdiğinde bağırarak lokantadan kaçıp çocukları yerin dibine geçiriyordum. Yemek yiyip de parasını ödemediğimiz halde neden polis çağırılmadığını bir türlü anlayamıyorlardı.

Benim sorunum, üzerime bahse giren insanların umutları ve beklentileri için mücadele etmek zorunda olduğumu asla kavrayamayışımdı. Ancak en çetin sorun, yakın bir kentten gelen birinci sınıf bir oyuncu Falelo Quiroga'ya meydan okuyup ortaya muazzam bir bahis koyduğunda patlak verdi. Oyun gecesi uğursuz bir geceydi. Büyükbabam hastalanmış ve bir türlü uyuyamamıştı. Evde tam bir curcuna yaşanıyordu. Hiç kimse yatmayacak gibiydi. Fark edilmeden odamdan dışarı sızabileceğimden kuşkuluydum, ama Bay Falcön ıslığı ve camlarıma attığı taşlarla öylesine ısrarcıydı ki, gözümü karartıp kendimi kollarına attım.

Şehirde ne kadar erkek varsa hepsi bilardo salonuna toplanmış gibiydi. Ortalık kaybetmemem için sessizce yalvaran kederli suratlarla doluydu. Bazıları cesur bir tavırla yanıma gelip evlerini ve tüm sahip olduklarını üzerime oynadıklarını anlatarak beni övdüler. Adamın biri yarı şaka yarı ciddi, karısını bahse koyduğunu ve eğer kazanamazsam o gece ya boynuzlu ya da katil olacağını söyledi. Boynuzlu olmamak için karısını mı, yoksa oyunu kaybettiğim için beni mi öldüreceğini belirtmemişti.

Falelo Quiroga ortalıkta bir aşağı bir yukarı volta atıyordu. Bana masaj yapması için bir masör tutmuştu. Gevşememi istiyordu. Masör kollarıma ve bileklerime sıcak, alnıma soğuk havlular koydu. Ayaklarıma hayatımda giydiğim en yumuşak, en rahat ayakkabıları giydirdi. Asker postalları gibi sert topuklu ve taban destekliydiler. Falelo Quiroga kıyafetimi bile değiştirdi; saçım yüzüme düşmesin diye başıma bir bere ve üzerime kemerli, bol bir tulum giydirdiler.

Bilardo masasının çevresindeki insanların yarısından fazlası öbür kentten gelen yabancılardı. Yiyecek gibi bakıyorlardı bana, ölmemi istedikleri duygusuna kapılmıştım.

Falelo Quiroga kimin önce başlayacağını saptamak için yazı tura attı. Rakibim Çin asıllı bir Brezilyalıydı; genç, yuvarlak yüzlü, şık ve kendinden emin biriydi. Oyuna o başladı ve inanılmaz sayıda karambol yaptı. Falelo Quiroga'nın yüzünün aldığı renkten kalp krizi geçirmek üzere olduğunu görebiliyordum; varını yoğunu üzerime oynamış olan öbürlerinin de hali farklı değildi.

O gece çok iyiydim; ben öbür adamın yapmış olduğu sayıya yaklaştıkça paralarını üzerime yatıranların gerginliği doruğa ulaştı. Falelo Quiroga hepsinden fazla çıldırmıştı. Herkese bağırıp çağırıyor, sigara dumanından nefes almam güçleştiği için pencereleri açmalarını emrediyordu. Masörden kollarımı ve omuzlarımı ovup gevşetmesini istiyordu. En sonunda herkesten beni rahat bırakmalarını istedim ve tam bir telaş içinde, kazanmam için gereken sekiz sayıyı yaptım. Bana oynamış olanların havalara uçması görülecek şeydi. Bense onlara katılamadım, çünkü çoktan sabah olmuştu ve beni telaşla eve yetiştirmek zorunda kaldılar.

O günkü bitkinliğim anlatılacak gibi değildi. Falelo Quiroga büyük nezaket göstererek bütün bir hafta beni çağırtmadı. Ancak bir öğleden sonra Bay Falcön beni okuldan aldı ve bilardo salonuna götürdü. Falelo Quiroga son derece ciddiydi. Bana kahve ve pasta ikram etmedi. Herkesi bürosundan çıkarıp doğrudan konuya girdi. İskemlesini yanıma çekmişti.

"Bankaya senin için yüklü miktarda para yatırdım," dedi, resmi bir tavırla. "Verdiğim sözü tuttum. Sana her zaman bakacağıma söz vermiştim. Biliyorsun! Eğer şimdi senden isteyeceğim şeyi yaparsan öyle çok para kazanacaksın ki ömrün boyunca bir gün bile çalışman gerekmeyecek. Bundan sonraki oyununu tek sayı farkla kaybetmeni istiyorum. Bunu yapabileceğini biliyorum. Ama istediğim kıl payı farkla yenilmen. Ne kadar dramatik olursa o kadar iyi olur."

Donakalmıştım. Bütün bunlar benim aklımın alabileceği şeyler değildi. Falelo Quiroga teklifini tekrarladı ve tüm varlığını ismini vermeden rakibime yatıracağını, yeni anlaşmamızın bu olduğunu açıkladı.

Bay Falcön seni aylardır koruyor," dedi. "Sana bütün söyleyeceğim, Bay Falcön'un seni korumak için tüm gücünü kullandığı; ama aynı güçle bunun aksini de yapabilir."

Falelo Quiroga'nın tehdidi daha açık olamazdı. Duyduğum dehşeti yüzümden okumuş olmalı ki, gevşedi ve gülmeye başladı.

"Ah, ama böyle şeylere kafanı takma sen," dedi güven verici bir tavırla, "çünkü biz kardeşiz."

Hayatımda ilk kez içinden çıkılmaz bir ikilemde kalmıştım. Falelo Quiroga’dan, onun içimde uyandırdığı korkudan bütün gücümle kaçmak istiyordum. Ama kalmayı da aynı ölçüde istiyordum; dükkânlardan istediğim ne varsa alabilmenin ve hepsinden fazla, dilediğim her lokantada para ödemeden yemek yiyebilmenin rahatlığını istiyordum. Ancak böyle iki şıktan birini seçmek durumunda kalmamıştım hiç.

Beklenmedik bir şekilde— en azından benim için böyleydi—büyükbabam başka bir bölgeye taşındı, hem de epeyce uzağa. Sanki olanlardan haberli gibiydi ve beni herkesten önce göndermişti. Olup bitenleri gerçekten bildiği kuşkusuna kapıldım. Beni uzağa yollaması onun her zamanki sezgisel davranışlarından biri gibiydi.

Don Juan’ın dönüşü beni anılarımdan çekip çıkardı. Zaman kavramını yitirmiştim. Karnım zil çalıyor olmalıydı, ama hiç açlık hissetmiyordum. Sinirli bir enerji ile doluydum. Don Juan bir gaz lambası yakıp duvardaki bir çiviye astı. Lambanın loş ışığı odanın içinde dans eden garip gölgeler yaratıyordu. Gözlerimin yarı karanlığa alışması bir dakikamı aldı. Ardından derin bir hüzne kapıldım. Garip biçimde bağımsız bir duyguydu bu; loş ortamdan ya da belki bir kapana kıstırılmışlık hissinden doğan, uzaklara uzanan bir hasret duygusuydu. Öyle yorgundum ki çekip gitmek istiyordum; ama kalmayı da aynı ölçüde istiyordum.

Don Juan'ın sesi beni biraz kendime getirdi. Sıkıntımın nedenini ve derinliğini biliyor gibiydi ve sesinin tonunu duruma uyacak şekilde ayarlamıştı. Sesindeki ciddiyet, bitkinlik ve zihinsel bir tahrik karşısında çılgınca bir tepkiye kolayca dönüşebilecek bir şeyi kontrol altına alabilmemi sağladı.

"Olayların üzerinden geçmek büyücüler için sihirli bi şeydir," dedi. "Bu sadece öyküleri anlatmak değil. Bu, olayların altında yatan dokuyu görmek. Anımsamanın böylesine önemli ve engin olmasının nedeni de bu."

İsteği üzerine, hatırlamış olduğum olayı don Juan'a anlattım.

"Ne kadar uygun," dedi ve neşeyle kıkırdadı. "Yapabileceğim tek yorum, savaşçı-gezginlerin kendilerini sakındıklarıdır. Dürtüleri onları nereye götürürse oraya giderler. Savaşçı-gezginin erki, tetikte olması, en ufak dürtüden azami etkiyi alabilmesindedir. Ve hepsinden fazla da, müdahale etmemesindedir. Olayların bi gücü, kendilerine özgü bi çekimi vardır; gezginler de sadece gezgindir. Çevrelerindeki her şey yalnızca onların gözleri içindir. Bu yöntemle gezginler böyle mi olmuştu, şöyle mi olmuştu diye asla sorgulamadan, her durumun anlamını yorumlar.

"Bugün öyle bi olay anımsadın ki, tüm yaşantını özetliyor," diye devam etti. "Çözümleyemediğin o ikilemin benzerleriyle her an yüz yüzesin. Aslında Falelo Quiroga'nın şike önerisini kabul ya da reddetme durumunda kalmamıştın.

"Sonsuzluk bizi hep o korkunç seçim yapma konumuna sokar," diye sözlerini sürdürdü. "Sonsuzluğu isteriz, ama aynı zamanda ondan kaçmak da isteriz. Benden kurtulmak istiyorsun; ama aynı zamanda kalmak da istiyorsun. Tek hissettiğin kalma isteği olsaydı, senin için ne kadar kolay olurdu."

Cvp: 10 - Müjdeci

.