1

Konu: 11 - Ufuktaki Enerji Etkileşimi

MÜJDECİNİN BERRAKLIĞI, ÖZETLEMEME yeni bir itici güç getirmişti. Eski ruh halimin yerini bir yenisi aldı. O günden sonra, yaşamımdaki olayları çıldırtıcı bir berraklıkla anımsamaya başladım. Sanki içimde yetersiz ve bulanık anılara takılıp kalmama sebep olan gerçek bir engel vardı da müjdeci bunu yerle bir etmişti. Bu olaya kadar belleksel melekelerimin benim için anlamı, yaşanmış olan, fakat çoğu zaman unutmak istediğim şeylere belli belirsiz bir başvurudan ibaretti. Esasında hayatımla ilgili hiçbir şeyi hatırlamaya meraklı değildim. Bu yüzden dürüst olmak gerekirse don Juan'ın zorla üzerime yüklediği bu beyhude özetleme alıştırması bana hiç de anlamlı gelmiyordu. Beni anında yorgun düşüren ve konsantre olmaktaki yeteneksizliğimi yüzüme vurmaktan başka işe yaramayan zevksiz bir işti bu.

Gene de görevimi yapıp, gelişigüzel bir çaba göstererek kendileriyle etkileşimlerimi şöyle böyle hatırladığım insanların listelerini çıkartmıştım. Onlara berrak biçimde odaklanmaktaki yetersizliğim beni caydırmamıştı. Aslında ne hissettiğime aldırmadan, vazife addettiğim bir şeyi yapmaktaydım. Alıştırma yaptıkça anımsayışımdaki berraklığın arttığını düşünmeye başladım. Artık birtakım seçme olayların içine hemen ürkütücü ve ödüllendirici olan hatırı sayılır bir keskinlikle inebiliyor; deyim yerindeyse içlerine dalabiliyordum. Ancak don Juan bana müjdeci fikrini tanıttıktan sonra anımsama gücüm öyle bir hale geldi ki bunu tanımlamam imkânsız.

Yaptığım insanlar listesini izlemek özetlememi son derece kurallı ve zorlayıcı bir hale sokuyordu, ve don Juan'ın istediği de buydu. Fakat ara sıra içimde bir şey iplerini koparıyor ve listemle ilgisi olmayan olaylara odaklanmaya zorluyordu beni; bunlar öyle çıldırtıcı berraklıkta olaylardı ki, kendimi kaptırıp, belki de yaşandıkları andakinden daha bile yoğun bir biçimde içlerine çekiliyordum. Bu türden bir özetleme yaptığım her sefer, gerçekten o olayların içinde çırpındığım zamanlarda gözden kaçırmış olduğum şeyleri görebilmemi sağlayan bir yansızlığa da sahiptim.

Bir olayı anımsamanın beni iliklerime kadar sarsışı ilk kez Oregon'da bir üniversitede verdiğim konferans sonrasında başıma geldi. Konferansı düzenleyen öğrenciler beni ve yanımdaki antropolog arkadaşımı geceyi geçirmemiz için bir eve götürdüler. Bir motele gitmeyi düşünüyordum, ama bizim rahatımız için bu evde ısrar etmişlerdi. Ev kırdaydı, telefonu bile yoktu, dış dünyadan tamamen kopuk, dünyanın en gürültüsüz, en sakin köşesindeydi, dediklerine göre. Bütün aptallığımla, onlarla gitmeyi kabul etmiştim. Don Juan beni her zaman tek başıma hareket etmem konusunda uyarmakla kalmaz, bu konuda dayatırdı; ben de çoğu zaman isteğine uyardım, ama bazen içimdeki dost canlısı yaratık ipleri eline geçiriyordu işte.

Komite bizi Portland'ın epey dışındaki eve götürdü; burası üniversite üyelerinin araştırma yapmaları için yedi yılda bir aldıkları bir yıllık ücretli izni kullanan bir profesöre aitti. Bir tepenin üzerinde kurulmuş olan evin dört bir yanına spotlar yerleştirilmişti; gelir gelmez bunların hepsini ve evin içindeki ışıkların tümünü açtılar. Spotların aydınlığında ev beş mil öteden bile görünüyor olmalıydı.

Bunun ardından komite büyük bir aceleyle evden ayrıldı, buna şaşırmıştım çünkü onların bizimle kalıp konuşacaklarını sanıyordum. Küçük, ama çok sağlam yapılmış, dik çatılı ahşap bir evdi burası. Çok büyük bir salonu ve onun üzerinde yatak odası olarak kullanılan bir asmakatı vardı. Tam tepeden, dik çatının en yüksek noktasından gerçek boyutlarda bir İsa'lı çarmıh sarkıyordu; figürün başına çivilenmiş garip bir döner menteşe ile tavana asılıydı. Duvardaki spotların ışığı çarmıhın üzerine odaklanmıştı. Oldukça etkileyici bir görüntü veriyordu; hele de yağsız kalmış menteşesi gıcırdayarak dönerken.

Evin banyosu başka bir âlemdi. Tavan, duvarlar ve zemin aynalı fayanslarla kaplıydı ve ortalık kırmızımsı bir ışıkla aydınlatılmıştı. Kendini düşünülebilecek her açıdan görmeden tuvalete gitmek mümkün değildi. Evin etkileyici bulduğum özellikleri beni eğlendirmişti.

Cvp: 11 - Ufuktaki Enerji Etkileşimi

Ancak uyuma vakti geldiğinde ciddi bir sorunla yüz yüze geldim; çünkü sadece bir tane dar, sert, keşiş yatağına benzeyen yatak vardı, ve antropolog arkadaşım da zatürree olmak üzereydi; öksürdükçe hırıldıyor ve balgam çıkarıyordu. Dosdoğru yatağa gidip sızmıştı. Uyuyacak bir yer aradım. Hiçbir şey bulamadım. Evde hiçbir konfor yoktu. Üstelik soğuktu da. Komite ışıkları açmış, ama ısıtıcıyı unutmuşlardı. Evi aradım. Sonuç alamadım, spotlar ya da öbür ışıklarla ilgili çabalarım da sonuçsuz kaldı. Düğmeler duvarlardaydı ama herhalde hepsi bir ana düğmeye bağlıydılar. Işıkların tümü yanıyordu ve onları bir türlü kapatamıyordum.

Uyumak için tek bulabildiğim, yerdeki ince bir kilim ve üstüme örtebileceğim tek şey de dev bir Fransız kanişinin tabaklanmış postuydu. Belli ki bir zamanlar evin hayvanıydı ve ölünce bu şekilde saklanmıştı; siyah boncuktan parlak gözleri vardı ve açık ağzından dili sarkıyordu. Postun baş kısmını dizlerimin üstüne koydum. Kalanıyla da üzerimi örtünce kuyruk kısmı boynuma geliyordu. Dizlerimin arasında doldurulmuş bir kafa epeyce mide bulandırıcıydı! Karanlık olsaydı bu kadar kötü olmazdı belki. Birkaç elbezi bulup katladım ve yastık yaptım. Kanişin derisini elimden geldiği kadar gözden saklayabilmek için bir sürü bezi de postun üzerine serdim. Bütün gece uyuyamadım.

İşte orada, don Juan'ın önerilerine uymadığım için aptallığıma sessizce sövüp sayarken, tüm ömrümün en çıldırtıcı berraklıktaki anımsamasını yaşadım. Don Juan’ın müjdeci dediği olayı da aynı netlikle hatırlamıştım gerçi; ama onun yanındayken başıma gelenlere pek itibar etmeme yanlısıydım her zaman, çünkü ne de olsa onun yanında her şey mümkündü. Oysa bu kez tek başımaydım.

Don Juan'la tanışmadan yıllar önce, bina duvarlarındaki ilanları boyama işinde çalışıyordum. Patronumun adı Luigi Palma idi. Bir gün Luigi eski bir binanın arka duvarına gelinlik ve damatlıkların satışı ve kiralanmasıyla ilgili bir reklam panosu yapmak üzere anlaştı. Binada bulunan mağazanın sahibi büyük bir resimle olası müşterilerin dikkatini çekmek istiyordu. Luigi bir gelinle damat resmi yapacak, ben de yazıları yazacaktım. Binanın düz damına çıkıp bir yapı iskelesi kurduk.

Hiçbir nedenim olmadığı halde oldukça tedirgindim. Daha önce yüksek binalarda düzinelerce ilan boyamıştım, oysa. Luigi benim yükseklikten korkmaya başladığımı, ama korkumun geçeceğini düşünüyordu. Çalışmaya başlama vakti geldiğinde iskeleyi çatıdan bir metre kadar aşağıya indirdi ve düz tahta zemine atladı. İskelenin bir ucuna gitti, bense hareketlerine engel olmamak için öbür uçta kalacaktım. Ressam oydu.

Luigi gösteriş yapmaya başladı. Fırça darbelerini öyle düzensizce ve sallanarak vuruyordu ki, iskele öne arkaya gidip geliyordu. Başım dönmeye başlamıştı. Daha fazla boya ve araç gereç lazım olduğunu bahane ederek düz damın üzerine geri dönmek istedim. Çatının kenarındaki saçağın ucuna yapışıp kendimi yukarı çekmek isterken ayaklarımın ucu iskele tahtalarının arasına sıkıştı. Ayaklarımı ve iskeleyi duvara doğru çekmeye çalıştım, ama ben çabaladıkça iskele duvardan daha fazla açılıyordu. Luigi ayaklarımı kurtarayım diye bana yardım edeceğine olduğu yere oturup, kendini iskeleyi çatıya bağlayan iplere sararak emniyete aldı. Haç çıkarıp dehşet içinde beni seyretmeye başladı. Ardından oturma şeklini değiştirip dizlerinin üzerine çöktü, bir yandan sessizce ağlıyor, bir yandan dua ediyordu.

Hayatımı kurtarmak için duvarın kenarına yapıştım; eğer kontrolümü kaybetmezsem iskelenin duvardan gittikçe açılmasına engel olabileceğimden emindim ve bu bana çılgınca bir dayanma gücü veriyordu. Ellerimi bırakmayacak ve on üç kat aşağıya düşüp ölmeyecektim. Her bakımdan tam bir angaryacı olan Luigi gözyaşları içinde bana dua etmemi haykırıyordu. İkimizin de düşüp öleceğine yeminler ederek hiç olmazsa ruhlarımızın kurtuluşu için dua edebileceğimizi söylemekteydi. Bir an için dua etmenin işe yarayıp yaramayacağını düşündüm de. Sonra imdat istemeyi yeğledim. Binadaki insanlar çığlıklarımı duyup itfaiyeyi çağırmış olmalıydı. Bağırmaya başlamamla itfaiyenin Luigi ve beni yakalayıp iskeleyi emniyete alması arasında iki üç saniye geçmiş olduğunu düşünüyordum.

Gerçekteyse binanın kenarına en az yirmi dakika asılı kalmışım. Sonunda itfaiyeciler beni damın üzerine çektiğinde kontrolümü tamamen yitirmiştim. Korkudan ve erimiş katranın iğrenç kokusundan midem altüst olmuştu; damda yerlere kustum. Çok sıcak bir gündü, damın üstünkörü yapılmış kaplamasında çatlaklar vardı ve içlerindeki katran eriyordu. Bu korkunç deneyim öyle ürkütücü ve huzursuz ediciydi ki hatırlamayı istememiş, itfaiyecilerin beni ılık, sarı bir odaya almış olduklarını hayal etmeye kadar vardırmıştım işi; son derece rahat bir yatağa yatırılıyor ve tehlikeden kurtulmuş, üstümde pijamalarımla emniyet ve huzur içinde uykuya dalıyordum.

İkinci anımsayışım da sınırsız güçte bir patlamayla geldi. Arkadaşlarımla dostça bir sohbet sırasında, hiç sebepsiz, ilk anda belli belirsizken bir an sonra zihnimi tamamen kaplayan bir deneyime dönüşen bir düşüncenin, bir anının darbesiyle soluğum kesildi. O kadar güçlü ve yoğundu ki özür dileyip bir köşeye çekilmek zorunda kaldım. Arkadaşlarım durumumu anlamış gibiydiler; bir şey söylemeden dağıldılar. Anımsamakta olduğum olay, lisenin son sınıfındayken başımdan geçmişti.

En yakın arkadaşımla birlikte okula yürüyerek gidip gelirken, en az iki buçuk metre boyundaki, tepeleri sivri uçlu siyah dövme demir çubuklardan yapılmış parmaklıkların çevrelediği büyük bir köşkün önünden geçerdik. Parmaklıkların arkasında geniş, bakımlı, çimenlik bir bahçe ve dev gibi, canavar bir Alman kurt köpeği vardı. Her gün köpeği kızdırıp üzerimize saldırtırdık. Dövme demirden parmaklık onu fiziksel olarak durdurur, ama deli öfkesi sanki engeli aşıp bize kadar ulaşırdı. Köpekle her gün bir irade gücü çekişmesine girmek arkadaşımın büyük zevkiydi. Hayvanın demir çubukların arasından sokağa doğru en az on beş santim çıkarttığı burnunun dibine sokulur, ve tıpkı köpeğin yaptığı gibi dişlerini gösterirdi ona.

"Teslim ol, teslim ol!" diye bağırırdı her seferinde. "İtaat et! İtaat et! Ben senden güçlüyüm!"

Bu zihin gücü gösterileri her gün beş dakikadan uzun sürüyor ve köpeğin üzerinde onu büsbütün çıldırtmaktan başka bir etki yaratmıyordu. Arkadaşım her gün töreninin bir parçası olarak güvence veriyordu bana; köpek ya ona boyun eğecek, ya da önümüzde gazabından kalbi durup ölecekti. Buna inancı öyle güçlüydü ki, ben de köpeğin bir gün düşüp öleceğine inanmaya başlamıştım.

Bir sabah oradan geçtiğimizde köpek yerinde değildi. Bir dakika kadar bekledik ama görünmedi; neden sonra geniş çimenliğin öbür ucunda gözümüze ilişti. Orada meşgul görünüyordu, biz de yavaş yavaş yolumuza devam ettik. Gözümün ucuyla köpeğin bize doğru son sürat koşarak geldiğini fark ettim. Parmaklıklara yaklaşık iki-iki buçuk metre kala, üzerlerinden atlamak üzere müthiş bir sıçrayış yaptı. Sivri çıkıntılarda kamını parçalayacağından kuşkum yoktu. Ama onları kılpayı sıyırdı ve sokağın ortasına patates çuvalı gibi düştü.

Bir an için öldüğünü sandım, ama yalnızca sersemlemişti. Aniden ayağı fırladı, ve kendisini deli eden arkadaşımı kovalayacağına benim peşime takıldı. Bir arabanın tepesine zıpladım, ama araba hiçbir şey değildi köpek için. Bir sıçrayışta nerdeyse tepeme çıktı. Arabadan aşağı yuvarlanıp erişebildiğim ilk ağaca, ağırlığımı zar zor taşıyabilen ince, küçük bir ağaca tırmandım. Ağacın ortasından kırılıp beni paralanmak üzere doğruca köpeğin ağzına düşüreceğinden emindim.

Ağacın üstünde olduğum sürece bana ulaşabilmesi hemen hemen imkânsızdı. Ama hayvan bir daha zıpladı ve dişlerini pantolonumun arkasına geçirip yırttı. Bu arada kalçamda da küçük bir yara açmıştı. Ağacın en tepesine tırmanıp kendimi kurtardığımda köpek çekip gitti. Sokağın başına doğru tutturduğu koşuya bakılırsa, herhalde arkadaşımın peşindeydi.

Okulun revirindeki hemşire, köpeğin sahibinden kuduz aşısı sertifikasını istemem gerektiğini söyledi.

"Bunun peşini bırakmamalısın," dedi ciddi bir tavırla. "Kuduz mikrobu kapmış olabilirsin. Sahibi sana aşı sertifikasını göstermek istemezse, polis çağırmaya hakkın var."

Köpeğin yaşadığı köşkün kapıcısı ile konuştum. Beni ev sahibinin en kıymetli cins köpeğini sokağa kaçması için ayartmakla suçladı.

"Dikkatli olsan iyi olur, evlat," dedi, kızgın bir sesle. "Köpek kayboldu. Bizi rahatsız etmeye devam edersen ev sahibi seni hapse attırır."

"Ama kuduz kapmış olabilirim," dedim, gerçekten dehşet dolu bir sesle.

"Hıyarcıklı veba kapmış olsan umrumda değil," diye tersledi adam. "Çek arabanı!"

"Polis çağıracağım," dedim.
"Kimi istersen çağır," diye atıldı. "Sen polisi çağır, biz onu senin aleyhine çevirmesini biliriz. Bunu yapacak kadar nüfuzumuz var bu evde."

Ona inanmıştım, bu yüzden hemşireye köpeğin bulunamadığı, zaten sahibinin de olmadığı yalanını söyledim.

"Aman tanrım!" diye bağırdı kadın. "Öyleyse kendini en kötüsüne hazırla. Seni doktora göndermek zorunda kalabilirim." Kendimi kollayıp görünmelerini bekleyeceğim belirtilerin uzun bir listesini verdi. Kuduz aşılarının çok acı verici olduğunu ve karın bölgesinde deri altına yapıldığını söyledi.

"Bu tedaviyi en kötü düşmanıma bile dilemem," dedi, beni korkunç bir kâbusa sokarak.

Bunu ilk gerçek depresyonum izledi. Yatağımdan çıkmıyor ve kendimde hemşirenin sıraladığı belirtilerin hepsini bir bir buluyordum. En sonunda okul revirine gidip, ne kadar acı verici olursa olsun kuduz tedavisine başlaması için hemşireye yalvardım. Kıyametleri kopardım. Çılgın gibiydim. Kuduz olmamıştım ama kontrolümü tümüyle yitirmiştim.

Cvp: 11 - Ufuktaki Enerji Etkileşimi

İki anımı da don Juan'a bütün ayrıntılarıyla, hiçbir şeyi atlamadan anlattım. Bir şey söylemedi. Birkaç kez başını salladı.

"Her iki anımsayışımda da, don Juan," dedim, sesimdeki telaşı kendim de hissederek, "tam manasıyla çıldırmıştım. Bütün vücudum titriyordu. Kusuyordum. Deneyimlerin içindeymişim gibi hissediyordum demek istemiyorum, çünkü gerçek bu değil. Her iki seferinde de gerçekten deneyimlerin içinde idim. Ve artık dayanamayacak hale geldiğimde, şimdiki yaşamıma atlıyordum. Benim için geleceğe atlamaydı bu. Zamanda gidip gelme gücüm vardı. Geçmişe atlayışım birden bire olmuyordu; anılarda olduğu gibi, olay yavaş yavaş gelişiyordu. Sonunda ise, aniden geleceğe atlıyordum; yani şimdiki yaşamıma."

"İçinde bi şey çökmeye başladı, bu kesin," dedi don Juan, nihayet. "Öteden beri çökmekteydi; ama dayanakları güçten düşmeye başlar başlamaz hemen kendini onarıyordu her seferinde. Sanırım artık tümüyle çöküyor."

Uzun bir sessizlikten sonra, don Juan bana daha önce de anlatmış olduğu gibi, eski çağ Meksika'sı şamanlarının inancına göre iki zihnimiz bulunduğunu, ama yalnızca birinin gerçekten bizim olduğunu açıkladı. Ben her zaman don Juan’ın zihnimizde iki bölüm bulunduğunu, ve bir bölümün daima sessiz kaldığını, çünkü öteki kısmın gücünün onun kendisini ifadesine engel olduğunu anlatmak istediğini düşünmüştüm. Söylediklerini mecazi anlamda alıyordum; belki beynin sol yarım küresinin sağa karşı açık üstünlüğü gibi, ya da buna benzer bir şeydi anlatmak istediği.

"Özetlemede gizemli bi seçenek vardır," dedi don Juan. "Tıpkı sana anlatmış olduğum, sadece büyücülerin seçtiği, ölüme ilişkin o gizemli seçenek gibi. Ölüm olayındaki gizemli seçenek, insanoğlunun yalnızca farkındalığını, yani yaşamının ürününü terk edip yaşam gücünü alıkoyabilmesidir. Özetleme olayındaki yalnızca büyücülere özgü olan gizemli seçenek ise, gerçek zihni geliştirmeyi yeğlemektir.

"Hatırladığın unutulmaz anılar," diye devam etti, "ancak senin gerçek zihninden gelebilirdi. Hepimizin sahip olduğu ve paylaştığı öbür zihin ise, diyebilirim ki ucuz bi modeldir: en az çaba gerektiren, herkese uyan standart beden bi model. Ama bu ilerde tartışacağımız bi konu. Şimdi pusuda olan, dağıtıcı bi gücün belirişidir. Ama bu, senin dağılmana sebep olacak bi güç değil—bunu demek istemiyorum. Senin ve her insanoğlunun içinde var olan, büyücülerin yabancı donanım dedikleri şeyi dağıtıyor. Senin üzerine çullanan ve yabancı donanımın dağılmasını sağlayan gücün etkisi şurdadır: bu güç büyücüleri sözdizimlerinden çekip çıkarır."

Don Juan’ı dikkatle dinlemiştim, ama söylediklerini anlamış sayılmazdım. Bana berrak anımsamalarımın sebebi kadar garip gelen bir nedenden ötürü, ona hiçbir soru soramıyordum.

"Yaşantının bu cephesiyle başa çıkmanın senin için nedenli zor olduğunu biliyorum," dedi don Juan aniden. "Tanıdığım her büyücü bundan geçmiştir. Bunu yaşayan erkekler dişilere kıyasla sınırsız ölçüde fazla yara alır. Sanırım kadınların doğası daha dayanıklı. Eski çağ Meksika'sı şamanları, grup halinde hareket ederek bu dağıtıcı gücün darbesini hafifletmek için ellerinden geleni yaptılar. Günümüzde grup halinde hareket etmemiz imkânsız, bu yüzden bizi dilimizden uzaklaştıracak güçle tek başına yüz yüze gelmek için kendimizi hazır tutmalıyız, zira olup biteni yeterli biçimde açıklamanın hiç yolu yok."

Don Juan bu anımsamaların üzerimdeki etkisini tanımlayabilmek ya da açıklayabilmekten âciz olduğum konusunda haklıydı. Bana büyücülerin insanın hayal edebileceği en sıradan olayların içindeyken bilinmeyenle yüz yüze geldiklerini anlatmıştı. Onunla karşı karşıya gelip de algılamakta olduklarını yorumlayamadıkları zaman, yön saptamak için bir dış kaynağa bel bağlamak zorundaydılar. Don Juan bu kaynağa sonsuzluk diyordu, ya da tinin sesi; ve büyücüler usa vurulamayacak olanın hakkında mantıklı davranmaya çabalamadıkları sürece, tinin onlara şaşmaz bir şekilde neyin ne olduğunu anlattığını söylüyordu.

Don Juan sonsuzluğun bir sesi bulunan ve kendinin bilincinde olan bir güç olduğu fikrini kabullenmem için bana kılavuzluk etmişti. Böylece beni o sesi dinlemeye, ve daima verimli biçimde, ancak öncesiz, deneye dayanmayan yakınmalara mümkün olduğunca az başvurarak hareket etmeye hazır hale getirmişti. Tinin sesinin bana anımsayışlarımın anlamını açıklamasını sabırsızlıkla beklemekteydim, ama hiçbir şey olmuyordu.

Bir gün bir kitapçıda genç bir kız beni tanıyıp yanıma geldi. Uzun boylu ve narindi, güvensiz bir kız çocuğunun sesiyle konuşuyordu. Onu rahatlatmaya çalışırken ansızın bir enerji değişimine uğradım. Sanki içimde bir alarm düğmesine basılmış gibiydi, ve tıpkı daha önce olduğu gibi, istencimle hiç bir ilgisi olmadan, yaşamımın tümüyle unutulmuş başka bir olayını daha anımsadım. Büyükbabamla büyükannemin evinin anıları üzerime çöktü. Gerçek bir çığ gibiydi, öyle güçlüydü ki dayanılmaz bir şeydi, ve bir kez daha bir köşeye çekilmek zorunda kaldım. Soğuk almışım gibi bütün vücudum titriyordu.

Sekiz yaşında olmalıydım. Büyükbabam benimle konuşuyordu. Bana gerçekleri anlatmanın en önemli görevi olduğunu söyleyerek başlamıştı sözlerine. Benim yaşımda iki kuzenim vardı: Alfredo ve Luis. Büyükbabam kuzenim Alfredo’nun gerçekten güzel olduğunu kabul etmem için acımasızca üstelemekteydi. Hayalimde büyükbabamın gıcırtılı, kısık sesini duyuyordum.

"Alfredo'nun tanıtılmaya ihtiyacı yok," demişti o gün. "Yalnızca bir yerde hazır bulunması yeterli, kapılar önünde ardına dek açılır, çünkü herkes güzelliğe hayranlık duyar. Güzel insanları herkes sever. Onları kıskanır, ama dostluklarını da hep aranırlar. Beni al. Yakışıklıyım, sence de öyle değil mi?"

Büyükbabama içtenlikle katılıyordum. Gerçekten çok yakışıklı bir adamdı, ince kemikli bir yapısı, güleç mavi gözleri ve çıkık elmacık kemikleriyle çok biçimli bir yüzü vardı. Yüzünün tüm hatları—burnu, ağzı, gözleri, köşeli çenesi— birbiriyle mükemmel bir uyum içindeydi. Uzun sarışın favorileriyle muzip bir cine benziyordu. Kendine ilişkin her şeyi bilir ve özelliklerini sonuna kadar kullanırdı. Kadınlar hayrandı ona; kendisine göre bunun nedeni öncelikle güzelliği, ikinci olarak da onlar için bir tehdit oluşturmamasıydı. O da bundan tam anlamıyla yararlanıyordu, elbette.

"Kuzenin Alfredo doğuştan galip," diye devam etti büyükbabam. "Asla bir partiye davetsiz girmesine gerek kalmayacak; çünkü daima konuk listesinin en başında yer alacak. Sokakta insanların nasıl durup onu seyrettiklerini, okşamak istediklerini fark ettin mi hiç? Öyle güzel ki sanırım tam bir baş belası olacak, ama bu başka konu. Tanıdığın en sevilen baş belası olacak, diyelim."

Büyükbabam kuzenim Luis’i Alfredo'yla kıyasladı. Onun gösterişsiz ve biraz da aptal, ama altın kalpli olduğunu söyledi. Sonra bu tabloya beni yerleştirdi.

"Eğer bu açıklamamızdan yola çıkacak olursan," diye devam etti, "Alfredo'nun güzel ve Luis'in de iyi olduğunu samimiyetle kabul etmelisin. Şimdi seni ele alalım; sen ne yakışıklısın, ne de iyi. Tam bir orospu çocuğusun. Kimse seni bir partiye çağırmaz. Bir partiye gitmek istediğinde bunu içeri dalarak yapman gerektiği fikrine alıştırmalısın kendini. Alfredo’nun güzelliğine ya da Luis'in iyiliğine açılan kapılar asla senin önünde açılmayacak, bu yüzden pencereden girmek zorunda kalacaksın."

Üç torunu hakkındaki çözümlemesi öyle yerindeydi ki, söylediklerinin kesinliği beni ağlattı. Ben ağladıkça o neşelendi. İddiasını en zararlısından bir uyarıcı öğütle tamamladı.

"Kendini kötü hissetmen gerekmez," dedi, "çünkü pencereden girmekten daha heyecanlı bir şey yoktur. Bunu yapmak için akıllı olmalısın, tetikte olmalısın. Her şeyi izlemeli, her türlü aşağılanmaya hazırlıklı bulunmalısın.

"Pencereden girmek zorundaysan, bunun nedeni kesinlikle davetli listesinde yer almamandır, bu yüzden varlığın hiç de hoş karşılanmaz; öyleyse içerde kalmak için kıçını yırtmalısın. Bu işin bildiğim tek yolu, herkesi esir almaktır. Bağır! Emret! Akıl öğret! İdarenin sende olduğunu herkese hissettir! İdare elindeyse seni nasıl dışarı atabilirler ki?"

Cvp: 11 - Ufuktaki Enerji Etkileşimi

Bu sahneyi hatırlamak içimde derin bir isyan uyandırdı. Bu olayı öyle derine gömmüştüm ki tamamen aklımdan silinmişti. Ancak her zaman anımsadığım bir şey vardı ki o da idareyi elinde tutma öğüdüydü; yıllar boyunca bunu bana ne kadar çok tekrarlamıştı kim bilir.

Bu olayı inceleme ve üzerinde düşünme şansım olmadı, çünkü başka bir unutulmuş anı aynı güçle yüzeye çıktı. Bu sefer, nişanlı olduğum kızla birlikteydim. O günlerde evlenmek ve kendimize bir ev almak için para biriktiriyorduk. Ortak bir çek hesabı açmamızı buyururken duydum kendimi; başka türlüsünü kabul etmeyecektim. Ona idareli olma konusunda amirane bir nutuk çekme ihtiyacı hissediyordum. Giysilerini nerden alacağını, en fazla ne kadar para harcayabileceğini söyleyen sesimi işitiyordum.

Sonra kendimi nişanlımın küçük kız kardeşine araba kullanmayı öğretirken gördüm, kız ailesinin yanından ayrılıp başka bir eve taşınacağını söyledi, ben de öfkeden resmen çılgına döndüm. Dersleri keseceğimi söyleyip, bütün gücümle tehdit ettim onu. Ağlayarak patronuyla ilişkisi olduğunu itiraf etti. Arabadan dışarı fırlayıp kapıyı tekmelemeye başladım.

Ancak hepsi bu da değildi. Nişanlımın babasıyla konuştuğumu duydum, adama taşınmayı planladığı Oregon'a gitmemesini söylüyordum. Bunun aptallık olacağını haykırıyordum, avazım çıktığı kadar hem de. Öne sürdüğüm savların karşı çıkılamaz olduklarından gerçekten emindim. Zararlarını büyük bir titizlikle hesapladığım bütçe rakamları sundum ona. Bana hiç aldırış etmediğinde, öfkeden titreyerek kapıyı vurup çıktım. Nişanlımı oturma odasında gitar çalarken buldum. Elinden çekip aldım gitarını ve onu çalmadığını, sanki bir eşyadan fazla bir şeymiş gibi ona sarıldığını haykırdım ona.

İsteklerimi zorla kabul ettirme hırsım herkesi kapsıyordu. Hiç ayrım yapmıyordum, yakınımda kim varsa hükmetmem ve kaprislerime boyun eğdirip istediğim kalıba sokmam için ordaydı.

Berrak hayallerimin üzerinde daha fazla kafa yormama gerek kalmadı. Çünkü tartışılmaz bir kesinlik duygusu beni ele geçirmişti ve bu sanki dışımda bir yerlerden gelir gibiydi. Bu duygu bana zayıf noktamın, her zaman idareci koltuğunda oturan adam olmam gerektiği fikri olduğunu söylüyordu. Çok derinlerde kök salmış bir düşünceydi bu; sadece yönetmem yeterli olmazdı, her durumun denetimini de elimde tutmalıydım. Yetiştirilme tarzım bu güdüyü güçlendirmişti, başlangıçta keyfi bir şey iken, erişkinliğimde derin bir gereksinim haline gelmişti.

Pusudakinin sonsuzluk olduğunun hiç kuşkuya yer bırakmayacak biçimde farkındaydım. Don Juan onu büyücülerin yaşamına bilerek müdahale eden bilinçli bir güç olarak betimlemişti. Ve şimdi bu güç benim yaşamıma müdahale ediyordu. Sonsuzluk bana o unutulmuş deneyimlerimi tam bir berraklıkla anımsatarak, her şeyi kontrol etme dürtümdeki yoğunluk ve derinliği işaret ediyor, böylece beni kendi açımdan deneyüstü olan bir şeye hazırlıyordu. Korkutucu bir kesinlikle biliyordum ki bir şey her türlü denetim olasılığımı engelleyecekti ve bana doğru gelmekte olduğunu hissettiğim şeyleri karşılayabilmek için her şeyden çok sağduyuya, akışkanlığa ve kendimi bırakmaya ihtiyacım vardı.

Doğal olarak bunların hepsini, anımsamalarımın olası anlamları hakkındaki tahminlerimi ve sezgisel esinlenmelerimi doyasıya ayrıntılara boğarak don Juan'a anlattım.

Don Juan keyifle güldü. "Bütün bunlar sana özgü psikolojik abartılar, hüsnükuruntular," dedi. "Her zamanki gibi, tek yönlü bi neden-sonuç ilişkisi kullanarak açıklamalar bulma peşindesin. Anımsayışlarının her biri gittikçe daha berrak, daha çıldırtıcı olmakta, çünkü sana daha önce de anlattığım gibi, geri dönüşü olmayan bi sürece girmiş durumdasın. Gerçek zihnin, yaşam boyu sürmüş bi uyuşukluktan uyanarak ortaya çıkıyor.

"Sonsuzluk seni eline geçiriyor," diye devam etti. "Bunu sana göstermek için kullandığı yolların başka hiçbi nedeni, amacı ya da değeri olamaz. Ancak senin yapman gereken, sonsuzluğun saldırıları için hazırlıklı olman. Muazzam büyüklükte bi darbe için sürekli hazır tutmalısın kendini. Bu, büyücülerin aklı başında, sağduyulu biçimde sonsuzlukla yüz yüze gelme yoludur."

Don Juan'ın sözleri ağzımda kötü bir tat bırakmıştı. Üzerime doğru gelmekte olan şiddetli saldırıyı seziyor, ve bundan korkuyordum. Bütün hayatımı birtakım gereksiz etkinliklerin ardına gizlenerek geçirdiğim için, gene işe gömüldüm. Güney Kaliforniya'da arkadaşlarımın öğretmenlik yaptığı çeşitli okullarda konferanslar verdim. Durmadan yazıyordum. Hiç abartmadan söyleyebilirim ki düzinelerce müsveddeyi de çöpe attım, çünkü don Juan'ın bana sonsuzluk tarafından kabul edilebilecek bir şeyin işareti olarak betimlediği o vazgeçilmez koşulları taşımıyorlardı.

Her yaptığımın bir büyücülük edimi olması gerektiğini söylemişti don Juan. Gizli beklentilerden, yenilgi korkularından, başarı umutlarından bağımsız bir edim olmalıydı. Benden bağımsız, doğaçlama bir edim olacaktı, kendimi sonsuzun itkilerine özgürca açtığım bir sihir ürünü olacaktı her biri.

Bir gece masamda oturmuş, günlük yazılarım için hazırlık yapıyordum. Bir anlık bir sersemlik hissettim. Başımın dönmesini üzerinde egzersiz yaptığım hasırdan fazla hızlı kalkmış olmama yordum. Görüşüm bulanmıştı. Gözlerimin önünde sarı lekeler vardı. Bayılacağımı düşündüm. Bayılma duygusu giderek güçleniyordu. Önümde kocaman kırmızı bir leke belirdi. Derin soluklar almaya başladım, görsel bozukluğa neden olan bir tür ruhsal çalkantı yaşadığımı düşünüyor, ve bu her neyse yatıştırmaya çalışıyordum. Olağanüstü sessizleşmiştim; o kadar ki, zifiri bir karanlıkla çepeçevre sarıldığımı fark ettim. Aklımdan bayılmış olduğum düşüncesi geçti. Ancak koltuğumu, masamı hissedebiliyordum; çevremdeki her şeyi beni saran karanlığın içinde hissedebiliyordum.

Don Juan, silsilesinin büyücüleri için içsel sessizliğin en arzu edilen sonuçlarından birinin belirli bir enerji etkileşimi olduğunu, ve bunun haberciliğini daima çok güçlü bir duygunun yaptığını söylemişti. Anımsamalarımın beni son kerte tahrik ederek bu etkileşimi yaşamamı sağlayacak araçlar olduğunu düşünüyordu. Böyle bir etkileşim, kendini günlük yaşamımızın dünyasındaki herhangi bir ufuk—bu bir dağ, gök yüzü, bir duvar ya da sadece avuç içleri olabilirdi—üzerine yansıyan renk tonları biçiminde ortaya koyuyordu. Don Juan bu renk tonları etkileşiminin ufukta eflatun renkli çok ince fırça darbeleri gibi başladığını anlatmıştı. Zaman içinde bu eflatun fırça darbeleri yaklaşan fırtına bulutları gibi genişleyip sonunda tüm ufku kaplıyordu.

Don Juan eflatun bulutların içinden fışkırır gibi çıkan, kendine özgü parlak bir narçiçeği renginde bir lekenin belirdiğini söylemişti. Anlattığına göre büyücüler disiplin ve deneyim kazandıkça narçiçeği leke genişliyor ve sonunda düşünceler ve imgeler, ya da okuryazar insanlar için yazılı sözcükler halinde patlıyordu; büyücüler ya enerjinin yarattığı imgeler görüyor, ya da sözcükler biçiminde seslendirilen düşünceler işitiyor, ya da yazılı sözcükler okuyorlardı.

O gece masamda, eflatun fırça darbeleri de, yaklaşan bulutlar da görmedim. Bu türden bir enerji etkileşimi için büyücülerin gereksindiği disipline sahip olmadığımdan emindim, ama devasa bir narçiçeği leke önümde duruyordu. Bu dev leke hiçbir ön belirti vermeden, birbirleriyle bağlantısı olmayan ve sanki bir daktilo sayfası üzerindeymişler gibi okuyabildiğim sözcükler halinde patladı. Sözcükler önümde öyle muazzam bir hızla devinmeye başladılar ki okuyabilmem imkânsızlaştı. Ardından bana bir şey açıklayan bir ses duydum. Sözleri karmakarışıktı, işittiklerimden anlam çıkarmam mümkün değildi.

Bütün bunlar yetmezmiş gibi, çok fazla yedikten sonra insanın rüyasında gördüğü rahatsız düşlere benzer görüntüler görmeye başladım. Şatafatlı, karanlık, meşum görüntülerdi bunlar. Fırıl fırıl dönmeye başlamıştım, beni kusturuncaya kadar sürdü bu. Bütün olay o anda bitti. Yaşadığım şey her neyse etkisini tüm kaslarımda hissediyordum. Bitkindim. Bu şiddet dolu müdahale beni öfkelendirmiş, hüsrana uğratmıştı.

Olanları anlatmak üzere telaşla don Juan'ın evine koştum. Onun yardımını her zamankinden daha çok gereksindiğimi hissediyordum.

"Büyücüler ya da büyücülüğe ilişkin şiddetli olmayan bi şey yoktur," dedi don Juan, öykümü dinledikten sonra. "Sonsuzluk ilk kez üzerine böyle çöküyor. Yıldırım çarpması gibiydi. Melekelerini tümüyle ele geçirdi. İmgelerinin süratine gelince, onu ayarlamayı kendin öğrenmek zorundasın. Bazı büyücüler için bu yaşam boyu süren bi iştir. Ama şimdiden sonra enerji sana bi sinema perdesine yansıtılıyormuş gibi görünecek.

"Yansıtmayı anlayıp anlamaman, başka bi konu." diye devam etti. "Doğru yorumu yapabilmek için deneyime gereksinmen var. Benim tavsiyem çekingen davranmayıp hemen başlaman. Enerjiyi duvardan oku! Gerçek zihnin ortaya çıkıyor; bunun yabancı donanım olan zihninle hiçbi ilişkisi yok. Bırak gerçek zihnin hızı ayarlasın. Sessiz ol, ve ne olursa olsun, kendi kendini yeme."

"Ama don Juan, bütün bunlar mümkün mü? İnsan enerjiyi sanki bir metin gibi okuyabilir mi?" diye sordum; bunu düşünmek bile bunaltıcıydı.

"Elbette mümkün!" diye atıldı. "Senin durumunda sadece mümkün değil, oluyor da."

"Fakat niye okunsun ki, sanki bir metinmiş gibi?" diye üsteledim, ama laf olsun diye ısrar ediyordum.

"Yapmacık davranıyorsun," dedi. "Metni okusan, harfi harfine tekrarlayabilirdin onu. Bununla birlikte, bi sonsuzluk okuyucusu olmak yerine bi sonsuzluk izleyicisi olmaya çalışsaydın, bu kez de izlediklerinin hiçbirini betimleyemeyecek, ve tanık olduklarını kelimelere dökmekten âciz olduğun için anlamsız sözler saçmalayacaktın. İşitmeye çalışsan da aynı şey olacaktı. Bu sana özgü bi şey, elbette. Zaten seçimi sonsuzluk yapar. Savaşçı-gezgin rıza gösterir sadece."

Hesaplı bir duraklamadan sonra, "Ama her şeyden önce," diye ekledi, "onu tanımlayamıyorsun diye olayın seni bunaltmasına izin verme. Bizim dilimizin sözdiziminin ötesinde bi olay bu."

Cvp: 11 - Ufuktaki Enerji Etkileşimi

.