1

Konu: 11- Öğretiler-11

Bu gezilerim boyunca tuttuğum notlardaki son olay 1965 Eylül’ünde geçmiş. Don Juan’ın öğretilerinin sonuncusu olmuştu bu. Daha önce kullandığım bitkilerin etkisinde olmadan ortaya çıktığı için, bunu, “özel bir olağandışı gerçeklik durumu” diye nitelendirmiştim. Bana öyle gelmişti ki, don Juan, kimi söz ve davranışlarını ustaca kullanarak böyle bir durumu sağlamıştı. Yani, gözümün önünde öyle bir beceriyle davranıyordu ki, sanki don Juan, kendisi değilmiş de ona öykünen bir başkasıymış izlenimini açık seçik bir biçimde yaratmıştı. Bu nedenle derin bir içsel çekişme içine düşmüştüm. Onun don Juan olduğuna inanmak istiyordum; ama bir türlü emin olamıyordum. İçsel çekişmem, beraberinde bir de bilinçli bir korku getiriyordu. Bu korku haftalar boyunca sağlığımı bozmuştu. İşte o sıralarda, don Juan’a çömezlik etmeye son vermenin en akıllıca iş olacağını düşünmekteydim. O günden bu yana hiçbir şeye katılmadım. Ama don Juan beni çömezi olarak görmekten vazgeçmiş değildi. Çekilişimi salt, gerekli ve geçici bir kendimi toparlama dönemi olarak değerlendiriyor, öğrenimimin süresi belirsiz bir aşaması olarak görüyordu. Gene de, o günden bu yana, öğretisi üzerinde her hangi bir yorum yapmamıştır.
Bu son deneyimimin en önemli noktalarıyla ilgili sayfalar dolusu notları hemen ertesi günü, büyük korkum doruğuna varmadan önce derin ruhsal çalkantılar geçirdiğim saatlerde tutmuştum. Bir ay sonra da ayrıntılı bir biçimde yeniden yazmıştım.
29 Ekim 1965, Cuma
30 Eylül 1965 Perşembe günü don Juan’ı görmeye gittim. Ne denli önlemeye çalışmışsam ve don Juan’ın önerdiği gibi silkip başımdan atmaya uğraşmışsam da, bu kısa, yüzeysel olağandışı gerçeklik durumları yakamı bırakmıyordu. Durumum gittikçe kötüleşiyordu; çünkü bu durumların süreleri daha da uzamaktaydı. Uçak gürültülerini keskin biçimde algılamaya başlamıştım. Uçaklar tepemde uçup geçerlerken motorlarının çıkardığı gürültüler doğallıkla dikkatimi çekiyor ve onlara takılıp kalıyordum. Neredeyse uçakların içindeymişim ya da onlarla birlikte uçuyormuşum sanısı vardı içimde. Çok tedirgin edici oluyordu bu algılamalarım. Silkinip de bu duygulardan kurtulamayınca, içim kuruntularla doluyordu.
Bütün ayrıntıları dinledikten sonra, don Juan, bana acı veren şeyin ruh yitikliği olduğu sonucuna vardı. Bu sanrıların, mantarları aldığımdan bu yana bana musallat olduklarını söyledimse de, o bunların yeni bir gelişme olduğu kanısındaydı. Daha önceleri, korktuğum için, yalnızca “saçma sapan şeyleri düşlediğimi”, ama artık gerçekten kendimi büyüye kaptırmış olduğumu söyledi. Uçak gürültülerinin beni sürükleyip götürüşü de bunun kanıtıymış. Genellikle, bir derenin ya da bir ırmağın sesi, ruhunu yitirmiş büyülü birisini tuzağa düşürür, ölümüne sürüklermiş. Sonra da, sanrılanmadan hemen önce neler yaptığımı bir bir anlatmamı istedi. Anımsaya bildiğim bütün faaliyetlerimi sayıp döktüm. Don Juan, bu anlattıklarımdan, ruhumu yitirmiş olduğum yeri çıkarmış olduğunu söyledi.
Don Juan, görmeye alışık olmadığım bir biçimde, kafasını bir şeye takmış görünüyordu. Onun bu durumu kuruntularımı daha da arttırıyordu. Ruhumu tuzağa düşürenin kim olduğunu bir türlü çıkaramadığını; ama, bunu kim yaptıysa yapsın, niyetinin kuşkusuz beni öldürmek ya da ağır hastalığa uğratmak olduğunu söyledi. Ardından da bana kesin açık bir yönerge vererek “savaş duruşu” diye adlandırdığı belli bir duruş biçimini öğretti. Bedenimi o duruşta tutarak, hayırlı noktam olduğunu söylediği belli bir yerde öyle duracakmışım. Savaş duruşu (unaforma para pelear) dediği bu durum da kesinlikle kalmam gerekirmiş.
Bunları ne diye yapacağımı, kimle savaşacağımı sordum. Don Juan, yanıtında, ruhumu çalanı bulmak için bir süre uzaklaşacağını, ruhumu geri almanın olasılıklarını araştıracağını söyledi. Bu arada ben, hayırlı noktamda onun dönüşünü bekleyecekmişim. Savaş duruşunu almakla, bir bakıma önlem almış olurmuşum. Onun yokluğunda bir şeyler olursa, bir saldırıya uğrarsam, bu duruş beni korurmuş. Savaş duruşu dediği şey de, saldırganı karşıma alıp sağ bacağımın baldırını sağ elimle şaklatırken sol ayağımı dans edercesine yere vurmaktan oluşuyordu.
Bu duruşu yalnız ve yalnız büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığımda uygulamalıymışım. Görünürlerde herhangi bir tehlike yoksa, yerimde yalnızca bağdaş kurup oturmalıymışım. Ama son kerte çekinceli durumlarda, son bir savunma yöntemine daha başvurabilirmişim—o da düşmana bir şey fırlatıp atmakmış. Genellikle bir erk nesnesi atılırmış, ama benim böyle bir şeyim olmadığı için sağ avucuma sığan her hangi bir taşı atabilirmişim. Taşı atmadan önce de, başparmağımla avucuma iyice bastırmalıymışım. Böyle bir uygulamaya, ancak, yaşamımı yitirme çekincesi su götürmez bir kerteye gelmişse başvurmalıymışım. Taşı atarken bir de savaş çığlığı atmalıymışım; bu çığlık, taşı hedefe yöneltici bir özellikte olmalıymış. Çığlık atarken çok dikkatli ve telaşsız olmamı ve gelişigüzel çığlık atmamamı, yalnız ve yalnız “çok sıkışık koşullarda” buna başvurmamı vurguladı.
“Sıkışık koşullar”la ne demek istediğini sordum. Çığlık atmanın ya da savaş çığlığının, insanın içinde yaşamı boyunca kalan bir şey olduğunu; o yüzden daha başlangıcından iyi bir biçimde yapılması gerektiğini söyledi. Çığlığı doğru bir biçimde başlatmak için tek yöntem de, insanın salt erkle dolana dek doğal korkularına ve telaşına gem vurmasıymış. İşte o zaman çığlık erk kazanır, hedefini bulurmuş. Çığlık atmak için gereken en önemli koşullarmış bunlar.
Çığlık atmadan önce insanı doldurduğunu söylediği erki biraz daha açıklamasını istedim. O da, bunun, insanın bastığı yerden çıkarak bedeninden geçen bir şey olduğunu söyledi. Bu, daha doğrusu, hayırlı noktadan fışkıran bir tür erkmiş. Çığlığı attıran erk de işte buymuş. Bu erk gerektiğinde kullanılırsa, savaş çığlığı kusursuz olurmuş.
Bana bir saldırı mı olacak diye sordum gene. Bu konuda hiçbir şey bilmediğini söyleyerek, gerektiğinde uzun bir süre yerimde çakılmış gibi kalmamı çarpıcı bir biçimde öğütledi. Herhangi bir saldırıya karşı kendimi en etkin bir biçimde ancak böyle koruyabilirim.
Korkmaya başlamıştım; daha açık konuşmasını istedim. Ne olursa olsun yerimden kımıldamamak gerektiği dışında başkaca bir şey bilmediğini söyledi; eve girmemeli ya da çalılığa gitmemeliymişim. En önemlisi de, kendisi dahil kimseyle bir tek sözcük bile konuşmamalıymışım. Çok korkarsam, Mescalito ezgilerini söyleyebilirmişim. Sonra da, zaten bu konuları yeterince bildiğimi, her şeyi doğru dürüst yapmanın önemini bana böyle bir çocuğu uyarır gibi anlatmasına gerek olmadığını ekledi.
Uyarıları beni epey tasalandırmıştı. Bir şeyler olmasını beklediğine emindim. Mescalito ezgilerini söylememi hangi nedenle önerdiğini, beni korkutacak şeyin ne olduğunu sordum. Gülerek, tek başıma ürkebileceğimi düşündüğünü söyledi. Eve girip, kapıyı arkasından kapattı. Saatime baktım; akşamın yedisiydi. Uzun süre sessizce oturdum. Don Juan’ın odasından hiçbir ses gelmiyordu. Ortalık sessizdi. Bir yel esmekteydi. Bir koşu arabama gidip hırkamı alayım diye geçirdiysem de, don Juan’ın sözünden dışarı çıkmayı göze alamadım. Uykum yoktu, ama yorgundum; soğuk yel yüzünden rahat edemiyordum.
Dört saat sonra don Juan’ın, evin çevresinde dolaştığını işittim. Arka yandan çıkıp çalılığa işemeye gitmiştir diye düşünüyordum. Baktım, yüksek sesle beni çağırıyor:
“Hey oğlan! Hey oğlan! Gel yardım et!”
Tam kalkmış gidecektim ki; bu sesin onun sesi olduğunu, ama sesin tonunun onunki olmadığını ayrımsadım. Üstelik bana hiçbir vakit “Hey oğlan!” diye seslenmemişti. Olduğum yerde kaldım. Sırtımdan soğuk bir ürperti yükseldi. Gene aynı sözcüklerle, sonra da benzer sözcüklerle bağırarak beni çağırmayı sürdürdü.
Evin arkasında yürüdüğünü işitiyordum. Bir ara arkada ki bir odun yığınına tökezlediğini işittim; oysa odunların orada olduğunu bilmesi gerekirdi. Sonra sahanlığa gelip kapının yanına oturdu, sırtını duvara yasladı. Her zamankinden daha ağır davranıyordu. Devinimleri yavaş ya da hantal değildi, yalnızca daha ağırdı. Her vakit yaptığı gibi yere çevikçe oturuvermemiş, yeri kütletircesine çökmüştü. Üstelik oturduğu yer, onun yeri değildi. Don Juan, ne olursa olsun, başka bir yere oturmazdı hiç.
Sonra gene başladı benimle konuşmaya. Niye yardıma koşmadığımı sordu. Yüksek sesle konuşuyordu. Yüzüne bakmak istemiyordum, ama içimdeki bir dürtü ona bakmam için zorluyordu beni. İki yana doğru hafif hafif sallanmaya başladı. Hemen kalkıp bana öğrettiği savaş duruşuna geçtim. Kaslarım kaskatı kesilmişti, yabansı bir gerilim içindeydim. Savaş duruşuna hangi nedenle geçmiş olduğumu bilmiyorum; belki de don Juan’ın, bile bile, başka birisiymiş gibi davranarak beni korkutmaya çalıştığını düşünmüş olacağım. Zihnim de kuşkular yaratmak amacıyla böyle alışık olmadığım biçimlerde davranmaya çalışıyor gibi geliyordu bana. Evet, korkuyordum; ama bütün bu şeylerin üstesinden gelebileceğim kanısındaydım. Çünkü tüm olanları izleyebiliyor, çözümleyebiliyordum.
Tam o sırada don Juan kalktı. Devinimleri son kerte alışılmışın dışındaydı. Ellerini yere dayadı; önce kıçını kaldırarak kendisini yukarıya doğru itti. Sonra da kapıya tutunarak bedeninin üst yanını kaldırdı. Onun davranışlarına ne denli alışmış olduğumu, ve şimdi de bana don Juan gibi davranmayan bir don Juan göstermesiyle, bende ne denli korkunç duygular uyandırdığını şaşkınlıkla düşündüm.
Bana doğru bir iki adım attı. Doğrulmak istermiş ya da acı çekermiş gibi iki elini beline dayadı. Sızlanıyor, oflayıp pufluyordu. Burnu tıkalıymış gibi konuşuyordu. Beni götüreceğini, kalkıp onu izlememi söyledi. Evin batı yanına doğru ilerledi. Duruş değiştirip ona doğru döndüm O da bana bakıyordu. Yerimden kımıldamadım; orada çakılı kaldım.
Birden böğürürcesine; “Hey oğlan! Sana benimle gel dedim. Sen gelmezsen ben sürüklerim seni!” dedi.
Bana doğru geliyordu. Baldırıma, kalçama vurmaya, olduğum yerde dört dönmeye başladım. Sahanlığın kıyısına gelip tam önümde dikildi. Bana dokunmasına ramak kalmıştı.
Kendimden geçercesine, ona bir şeyler fırlatmak için hazırlandım. Ama yön değiştirip benden uzaklaşmaya, soluma düşen çalılığa doğru gitmeye başlamıştı. Epey ilerledikten sonra, bir ara hızla dönüverdi; ama ona dönük durduğumu gördü.
Gözden kayboyup gitti. Bir süre daha savaş duruşunda kaldım. Ama artık ortalıkta görünmediğinden, gene bağdaş kurup sırtımı kayaya dayayarak yere oturdum. Korkum sonsuzdu. Oradan kaçmak istiyordum; ama bu daha da arttırıyordu korkumu. Arabama gidirken beni yakalarsa işte o zaman hepten onun eline düşeceğimden korkmaktaydım. Bildiğim peyote ezgilerini söylemeye başladım. Ama etkilerini yitirmişler gibi geldi bana. Salt avutmaya yarıyorlarmış gibi... Ama gene de sinirlerim yatışmıştı. Ben de söyledim durdum ezgileri.
Saat 2.45’te evin içinden bir tıkırtı geldi. Hemen duruşumu değiştirdim. Kapı savrularak açıldı ve don Juan sendeleyerek dışarı çıktı. Soluk soluğaydı, elleriyle boğazını tutmaktaydı. Önümde diz çöküp bir süre inledi. Tiz, ağlamaklı bir sesle kendisine yardım etmemi istedi. Ardından gene böğürürcesine bağırdı ve onu izlememi buyurdu. Homurtular çıkarıyordu. Gidip ona yardım etmem için yalvarıyor, bir şeylerin onu boğmakta olduğunu söylüyordu. Ellerini yere dayayıp bir iki metre kadar emekledi. Ellerini bana doğru uzatarak, “Gel buraya!” dedi. Sonra kalktı. Elleri hâlâ bana doğru uzanıktı. Beni yakalamaya hazırlanır gibiydi. Gene ayağımı yere vurup baldırıma kalçama vurmaya başladım. Tanımsız korkulara kapılmıştım.
Don Juan durdu ve evin yanına doğru yürüdü, ve çalılığa girdi. Yön değiştirip yüzümü ona doğru çevirdim. Sonra gene oturdum. Artık ezgi söylemek falan gelmiyordu içimden. Gücüm gittikçe tükeniyordu. Her yanım ağrıyordu. Tüm kaslarım kopacak gibi gerilmişti. Kafam bomboştu, düşünemiyordum. Don Juan’a kızmam mı gerekir, karar bile veremiyordum. Üzerine atılmayı düşünüyordum; ama beni bir böcek gibi ezivereceğini iyi biliyordum. Ağlamak istiyordum. Dayanılmaz bir umutsuzluğa kapıldım. Don Juan’ın beni korkutmak için işi böylesine uzatması bana büyük ezinç veriyordu. Gösterisini bu denli aşırı bir biçimde sürdürmesine hiçbir neden bulamıyordum. Rolünü öyle güzel oynuyordu ki, apışıp kalmıştım. Bir kadın gibi davranmaya çalışmasından öte, sanki bir kadın don Juan gibi davranmaya çalışmaktaydı. Sanki bu kadın don Juan’ın davranışlarına öykünüyor da, kendisi hantal olduğu için don Juan gibi çevikçe devinemiyordu. Önümde duran kişi kim olursa olsun, genç ve şişman bir kadının, çevik ve yaşlı bir adamı öykündüğü izlenimini veriyordu.
Bu gözlemlerim beni ürküye sürüklemişti. Yakınlarda bir yerde bir cırcırböceği ötmeye başladı. Sesinin titremindeki dolgunluk, bariton sesini andırıyordu. Az sonra ses yavaşladı. Birden tüm bedenim silkindi. Yeniden savaş duruşuna geçerek cırcırböceğinin öttüğü yana döndüm. Ne yazık ki ses beni sürüklemeye başlamıştı bile; sesin gerçekte cırcırböceği sesi öykünmesi olduğunu anlayamadım, o beni tuzağa düşürmüştü. Baktım, ses gittikçe yaklaşmakta... Kulağımın dibindeymişçesine çınlatıyordu ortalığı. Hemen yüksek sesle peyote ezgilerimi söylemeye başladım. Avazım çıktığınca bağırıyordum. Cırcırböceği susuverdi. Hemen yere çöküp ezgiyi sürdürdüm. Az sonra cırcırböceğinin öttüğü yerin tam karşı yanından bana doğru koşarak gelmekte olan, adama benzettiğim, bir karaltı gördüm. Ellerimi baldırımda ve kalçamda şaklatıp deliler gibi yeri tekmelemeye başladım. Karaltı hızla yaklaştı, yaklaştı ve sıyırırcasına yanımdan geçti. Bir köpeği andırıyordu. Korkum öyle bir kerteye ulaşmıştı ki, uyuşmakta olduğumu anımsıyorum. Bunun ötesinde hiçbir şey duyduğumu ya da düşündüğümü anımsamıyorum.
Sabahleyin düşen çiğ içimi tazelemişti. Biraz olsun kendime gelebilmiştim. Gördüğüm o olağanüstü şey gitmişe benziyordu. Saat 5:48’de don Juan sessizce kapıyı açıp dışarıya çıktı. Gerinip esniyor, bir yandan da bana bakıyordu. Esnemesini sürdürürken bana doğru iki adım attı. Yarı kapalı gözkapaklarının arasından gözlerini gördüm. Yerimden fırladım. O anda bu önümde duran kişinin don Juan olmadığını kesinlikle anlamıştım.
Yerden keskince bir taş aldım. Taş sağ elime yakın bir yerdeydi. Taşa bakmadım bile. Yalnızca, taşı sağ avucuma kıstırmış, başparmağımla, iyice gerili öbür parmaklarım arasında bastırarak tutuyordum. Don Juan’ın öğrettiği duruşa geçtim gene. Bir iki saniyede yabansı bir kudret doldurmuştu her yanımı. Sonra bastırdım çığlığımı ve taşı ona fırlattım. Yaman bir savaş çığlığı attığımı sanıyorum. O anda ölüm dirim vız geliyordu bana. Dolu dolu, yıldırıcı bir çığlık atmıştım besbelli. Uzun, delici bir çığlık! Taşı gerçekten hedefine götürmüştü. Önümdeki şey haykırarak iki yana sallandı, sendeleye sendeleye evin yanına oradan da çalılıklara kaçtı.
Yeniden dinginleşmem saatler sürdü. Artık oturamıyordum. Aynı yerde zıplayıp duruyordum. Yeterince hava çekmek için ağzımla soluyordum.
Öğleden sonra saat 11:00’de don Juan gene çıktı kapıdan. Tam yerimden fırlayacaktım ki, baktım, devinimleri don Juan’ınkiler... Doğruca yerine gidip görmeye alıştığım biçimde oturdu. Bana bakıp gülümsüyordu. Evet, don Juan’dı bu! Yanına gidip, kızacak yerde, elini öptüm. O zaman, onun bana oyun falan oynamadığını; bir başkasının beni öldürmek ya da bana kötülükte bulunmak amacıyla onun kılığına girmiş olduğunu kesinlikle anladım.
Görüşmemize, sözde ruhumu çalmış olan bu dişi kişinin kimliğini tartışmakla başladık. Don Juan deneyimimin tüm ayrıntılarını anlatmamı istemişti.
Olayları, ağır ağır, sırasıyla aktarmaya başladım. Ben anlatırken, don Juan boyuna gülüyordu. Sanki fıkra anlatıyordum ona. Sözüm bitince, “Güzel anlattın. Ruhun için verdiğin savaşı kazandın. Bu sorun, düşündüğümden de önemliymiş. Dün gece ölümün eşiğinden dönmüşsün sen! İyi ki bi şeyler öğrenmişsin daha önce. Böyle bi eğitimden geçmemiş olsaydın, şimdi ölmüştün. Çünkü dün gelen kimse senin işini bitirmeye gelmiş.”
“Nasıl olur bu, don Juan? Bir kadın nasıl girer senin kılığına o denli?”
“Kolaydır bu. O kadın bi diablerodur, ve öte yanda iyi bi yardımcısı vardır. Ama bana öykünmekte pek başarılı olamamış ki hilesini çabuk yakaladın.”
“Öte yanda dediğin yardımcı, bizim dost dediğimiz gibi bir şey midir?”
“Hayır, yardımcı demek diableroya yardım eden şey demektir. Dünyanın öbür yanında yaşar bunlar; diableroların bela ve kötülük yağdırmalarına yardımcı olurlar. Öldürmelerine yardımcı olurlar.”
“Bu diableroların dostları da olur mu?”
“Dostu olan diablerolardır. Ama bi diablero bi dostu uysallaştırmadan önce işlerini görmek için bi yardımcı edinebilir.”
“Ya senin biçimini alan kadın, don Juan? Onun yalnızca bir yardımcısı mı vardır? Dostu yok mudur?”
“Dostu var mıdır, yok mudur, bilmem. Kimi kişiler bi dostun erkini istemez, bi yardımcıyı yeğlerler. Çünkü bi dostun uysallaştırılması, çok zor bi iştir. Oysa, kolayca edinilebilir bi yardımcı.”
“Ben de bir yardımcı edinebilir miyim?”
“Bunu öğrenmen için bilgilerini biraz daha arttırman gerekir. Biz daha işin başlangıcındayız. Nerdeyse tıpkı ilk günü çıkagelip de, sana Mescalito’dan söz etmemi istediğin zaman olduğu gibi. O zaman sana söyleyemezdim; çünkü hiçbi şey anlamayacaktın. Öte yanlar dediğimiz yer; diableroların dünyasıdır. Sanırım ki en iyisi sana kendi duygularımı, velinimetimin bana kendi duygularını anlattığı biçimde anlatmam olacak. O, bi diableroydu, bi savaşçıydı. Yaşamı, dünyanın baskılarına, yeğinliklerine yönelikti. Ama ben öyle değilim. Yaradılışım başka. Başından beri gördün benim dünyamı. Sana velinimetimin dünyasını göstermeye gelince, yapabiliceğim tek şey, seni o dünyanın eşiğine götürmek olabilir. O zaman kendin verirsin kararını. Yalnız kendi çabalarınla öğrenirsin ne öğrenirsen. Bi hata yapmış olduğumu kabul ediyorum. Şimdi, artık daha iyi anlamış bulunuyorum ki, benim başladığım gibi başlamış olmak çok daha iyiymiş. O zaman farkının ne denli az ama o denli de derin olduğunu anlamak çok daha kolay olurdu. Bi diablero, bi diablerodur, savaşçı da, savaşçı... İnsan ikisini de birden olabilir. Her ikisini de olmuş insan, çok... Ne var ki, yalnızca yaşam yolunu tutmuş olan bi kimse, her şey demektir. Bugün ben ne savaşçı sayılırım, ne de diablero. Benim için yalnızca yürek taşıyan yollarda gezmek önemlidir, yürek taşıyan herhangi bi yol... Gezerim orda; bütünüyle aşmak bi yolu... İşte tek istediğim şey bu! Gezerim orda; baka baka bi oraya bi buraya... Soluk soluğa!”
Sustu. Yüzünde yabansı bir ifade vardı. Alışmadığım bir ağırbaşlılık gelmişti üzerine. Ne diyeceğimi, ne soracağımı bilemiyordum. O sürdürdü:
“Özellikle öğrenmemiz gereken şey, iki dünya arasında ki yarığa nasıl ulaşılacağıdır; öbür dünyaya nasıl girileceğidir. Bu iki dünya arasında nasıl bi yarık vardır: diableroların dünyasıyla, yaşayan insanların dünyası arasında... Bu iki dünyanın, üst üste geldiği, birbirlerinin içlerine girdikleri bi yer vardır. İşte ordadır yarık. Yelin salladığı kapı gibi açılır, kapanır bu yarık da. Oraya ulaşmak için insanın istencini pekiştirmesi gerektir. Hiçbi şeyin caydıramayacağı biçimde güçlü bi isteği olmalı, zihninde başka hiçbi şey bulunmamalıdır. Ne var ki, bunu herhangi bi erkin ya da kimsenin yardımı olmadan yapmalıdır. Bedeninin bu yolculuğu kaldırmaya hazır olacağı ana dek, tek başına düşünüp taşınmalı, isteğini sürdürmelidir. O anın geldiğini de, kollarıyla bacakları sürekli olarak sallanmaya, ve şiddetli kusmalar başlayınca anlar. Artık ne yer, ne uyur o adam; zayıflar, solar... Adam, titreme nöbetlerinin geçmediğini görünce, gitmeye hazırdır. Ve dünyalar arasındaki yarık da burnunun dibinde görünüverir. Bi oraya bi buraya giden anıtsal bi kapı gibi... Yarık açıldığı zaman, insanın hemen içeri kayıverınesi gerekir. Sanırım öte yanını görmek zordur. Kum fırtınalarını andıran şiddetli yeller esmektedir orda. Döne döne, her şeyi birbirine katarak... İşte o zaman insanın bi yön bellemesi gerekir. İstenciyle orantılı olarak kısa ya da uzun bi yolculuk olur bu, İstenci güçlü kimselerin yolculukları kısa olur. Kararsız, zayıf bi kimsenin yolculuğu ise uzun sürer, dolambaçlıdır. Bu yolculuğun sonunda yüksek bi düzlüğe gelinir. Artık bu yerin kimi yanlarını açıkça görmek olasıdır. Yerden epey yüksekte bi düzlüktür burası. Orda esen yeller daha bi yeğindir; ortalığı birbirine katarak uğuldayan yeller... Bu düzlüğün doruğu, öteki dünyaya açılır. İki dünyayı birbirinden ayıran bi zar vardır orada. Ölüler, sessizce geçerler ordan. Ama, bizler, ancak çığlığı bastırarak geçebiliriz. Düzlükte yeğin esen yeller burda iyice kudurmuştur. Yellerin en güçlü estikleri bi anda, insan bi çığlık koparır; ve yeller onu sürükler. Bu noktada bükülmez bi istence gereksinme vardır; ancak öyle durulabilir yellere karşı. Kendisini hafifçe itmesi yeterlidir; yellerin onu dünyanın öbür ucuna uçurması gerekmez. Öbür yana bi geçti mi, dolaşıp duracaktır artık adam. Şansı varsa iyi bi yardımcı bulur çok geçmeden—hemen oracıkta, girişe yakın bi yerde. Adam, yardım ister ondan. Kendi diliyle, ondan, kendisini bi diablero yapmasını ister. Yardımcı razı gelirse, adamı oracakta ölüdürüverir; adamın ölüsüne öğretmeye başlar. Sen de bu yolculuğu yaptığında, şansın varsa, seni öldürüp sana öğretecek yardımcıda ulu bir diablero bulursun. Ama çoğu kez, pek fazla öğretecek bi şeyi bulunmayan önemsiz brujolara rastlanır. Ama ne sende ne de onlarda birbirinizi yadsıyacak erk kalmamıştır. En iyisi, insana onulmaz acılar çektirecek olan bi diableronun tuzağına düşmemek için bi erkek yardımcı bulmaktır. Kadınlar hep böyledir. Ama bütün bunlar şansa bağlıdır. İnsanın velinimeti büyük bi diableroysa, o zaman iş değişir. O zaman çok sayıda yardımcı bulacaktır öteki dünyada. Ya da belli bi yardımcıyı bulması için onu yönlendirecektir. Benim velinimetim işte böyle biriydi. Yardımcı tini bulmam için beni yönlendirmiştir. O dünyadan döndüğünde, artık aynı adam değilsindir. Sık sık geri dönüp yardımcını görmen boynunun borcudur. Ve artık her gidişinde girişin daha da ötelerinde dolaşman koşulu vardır. Ta ki bi gün iyice uzaklaşıp geri dönemeyene dek. Kimi kez bi diablero bi ruhu yakalayıp girişten içeri iter ve yardımcısına teslim eder. Adamın tüm istenci tükenene dek tutuklu kalır orda. Kimi kez de, örneğin senin durumunda, ruh, istenci güçlü birine ait olabilir. O zaman da diablero onu kesesinde saklar. Çünkü onu başka türlü taşıması çok zordur. Böyle durumlar da, senin durumunda olduğu gibi, sorunu bi savaş vererek çözümlemek olasıdır. Bu savaş sonunda diablero ya hepten kazanır, ya da her şeyi yitirir. Örneğin, bu kez yenilgiye uğradı ve ruhunu serbest bıraktı. Kazanmış olsaydı, yardımcısına teslim edecekti ruhunu. Sonsuza kadar onda kalacaktı ruhun.”
“Ama nasıl oldu da kazandım?”
“Noktandan kımıldamadın. Ordan bi santim uzaklaşsaydın, hapı yutmuştun. Sana saldırmak için, benim olmadığım bi anı seçti. Bunu iyi hesaplamıştı. Yenildi, çünkü senin çok yeğin olan kendi yaradılışını hesaba katmamıştı. Üstelik yerinden kımıldamadın; o nokta üzerinde kaldıkça, yenilemezdin.”
“Yerimden ayrılsaydım, nasıl öldürecekti beni?”
“Yıldırım gibi çarpacaktı seni. En kötüsü, ruhunu kurtaramayacaktın; eriyip gidecektin.”
“Ya şimdi ne olacak, don Juan?”
“Hiçbi şey. Ruhunu geri aldın. İyi bi savaş verdin. Çok şey öğrendin dün gece.”
Daha sonra atmış olduğum taşı aradık. O taşı bulursak, bu işin kesinlikle sonuçlandığına emin olabileceğimizi söyledi. Üç saat aradık taşı. Taşı görsem tanırım sanıyordum. Ama tanıyamadım.
Aynı gün akşama doğru don Juan beni evin çevresindeki tepelere götürdü. Orada bana birtakım savaş yöntemleri üzerinde ayrıntılı bilgiler verdi. Öğrettiği hareketlerden birini yaparken, yalnız olduğumu gördüm. Bir yamaçtan yukarıya koşmuştum, soluğum kesilmişti. Her yanımdan ter boşanıyordu, ama üşüyordum. Birkaç kez çağırdım don Juan’ı. Ama hiçbir yanıt vermedi. Tuhaf bir korkuya kapıldım. Çalıların dibinden ayak sesleri geliyordu. Dikkatle dinledim. Ama seler kesildi. Sonra gene işitildi, gittikçe yaklaşmakta olan ayak sesleri. O anda, dün geceki olayların yeniden başlayabileceği geldi aklıma. Birkaç saniye içinde korkum son kerteye ulaşmıştı. Çalılıktaki hışırtı yaklaştıkça güçsüzleşiyordum. Dizlerim artık taşıyamıyordu beni; yere yıkıldım. İnliyordum. Gözlerimi kapayacak gücüm kalmamıştı. Bundan sonra yalnızca, don Juan’ın bir ateş yaktığını ve tutulmuş olan kol ve bacak kaslarımı ovuşturduğunu anımsıyorum.
Birkaç saat öyle ağır hasta gibi yattım. Sonraları, don Juan benim bu aşırı tepkimemin olağan bir şey olduğunu söyledi. O denli ürküye kapılmama mantıksal bir neden bulamadığımı söyledim. O da, bunun, ölüm korkusu olmadığını, ruhumu yitirme korkusu olduğunu belirtti. Sarsılmaz bir azim sahibi olmayan kimseler arasında sık sık baş gösterirmiş bu korku.
Bu deneyim, don Juan’ın öğretilerinin sonuncusu olmuştu. O günden beri onun derslerinden uzak tutmaktayım kendimi. Don Juan, bana karşı hâlâ bir velinimet gibi davranmayı sürdürmekteyse de, bir bilgi adamının birinci düşmanına yenik düştüm sanırım.

Cvp: 11- Öğretiler-11

Konu ile ilgili sorularınızı yeni başlık açabilirsiniz.