Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

ikinci bolum 9


Curmina’nın, dışına çıkan sokaklarında bulunan küçük lokanta ve barlarından gülüşler, heyecanlı sesler ve yüksek perdeden müzik kutusu melodileri taşıyordu. Benzin istasyonunun ilerisinde, yol caddeye kavuşmadan önce, yolun iki yanındaki yüksek ağaçlar, dallarını karşılıklı bağlayarak ark şeklinde rüyamsı bir görüntü oluşturuyorlardı. Yolda yürürken, kamış üzerine çamur sıvanarak oluşturulmuş münzevi kulübeler geçtik. Hepsinin dar bir girişi, az sayıda penceresi ve samandan dam örtüsü vardı. Bazı kulübeler kireçle beyaza boyanmıştı, bazıları ise sadece çamur renginde idi. Atık tencerelerde veya teneke kutularda büyüyen, çoğu sardunya olan çiçekler alçak saçaklardan sarkıyorlardı.


Sarı ve kıpkırmızı çiçeklerle süslü heybetli ağaçların gölgesinde kadınlar, dikkatle süpürülmüş avlularda çamaşırlarını plastik küvetlerde yıkıyor veya kurumaları için çalılara seriyorlardı. Bazıları hafif bir gülümseme ile bazıları da başlarını belli belirsiz sallayarak bizi selamladılar. Çocukların, bahçelerinden toplanmış meyve ve sebze sattıkları tezgâhlarda iki kere durduk.


Jipimin arka koltuğunda oturan Candelaria bana talimat veriyordu. Küçük bir kasabanın kenarında bulunan birkaç kulübeyi geçtikten hemen sonra yoğun bir sis tabakası bizi sardı; öylesine yoğun bir sis ki arabamın kaportasından ötesini zorlukla seçebiliyordum.


Candelaria “Oh Tanrı’m Mesih İsa, aşağı in de bu şeytani sisi geçmemizi sağla. Lütfen Kutsal Meryem, Tanrı’nın anası, buraya gel de bizi koru. Kutsanmış Aziz Anthony, merhametli Azize Theresa, ilahi kutsal ruh, toplanıp bize yardım edin” diye dua etmeye başladı.


Dona Mercedes “Kessen iyi olur Candelaria, ya azizler seni gerçekten duyup dualarını yanıtlarlarsa? Hepsini arabaya nasıl sığdıracağız?” diye araya girdi. Candelaria güldü ve şarkıya geçti. İtalyan operasından bir aryanın ilk birkaç satırını defalarca tekrarladı. Dikiz aynasındaki bakışımı yakalayarak “Beğeniyor musun?” diye sordu ve “babam bana öğretti. Babam İtalyan’dır, operayı sever ve bana Verdi, Puccini ile diğerlerinden aryalar öğretti” diye ekledi. Dona Mercedes’in onayı için baktım ama uykuya dalmıştı.


Candelaria “Doğrudur” dedi ve değişik operaların aryalarından birkaç şarkı söylemeye devam etti. Ait oldukları bazı operaları doğru tahmin ettiğimde “Sen de onları biliyor musun? Senin de baban İtalyan mıydı?” diye sordu. “Hayır” diyerek güldüm ve “Babam Alman’dır. Müzik hakkında bana tek öğrettiği şey Beethoven’in nerdeyse yarı-Tanrı olduğudur. Evde yaşadığım süre boyunca her Pazar, babam Beethoven’in bütün senfonilerini çaldı” diye itiraf ettim.


Sis aniden çöktüğü gibi birden kayboldu ve sıra sıra mavimsi dağlar belirdi. Işık ve hava boşluğu içinde sonsuza kadar uzanmış gibi görünüyorlardı. Candelaria’nın talimatı üzerine yolla keskin bir açı yapan toprak bir patikaya saptım: Genişliği arabaya ancak yetecek kadardı.


Patikanın sonundaki iki katlı evi işaret ederek “İşte orda” diye heyecanla seslendi. Kireçle sıvalı duvarları zamanla sararmış ve kırmızı kiremitler grileşip yosun tutmuştu.


Park ettim ve arabadan çıktık. Yıpranmış tişörtlü yaşlı bir adam üst kattaki bir pencereden dışarı doğru eğiliyordu. Bize el salladı ve evin sessizliğinde yankılanan yüksek sesiyle “Roraima, cadılar burada” diye bağırarak pencereden kayboldu. Kapıya ulaştığımızda yaşlı ve buruşuk yüzlü bir kadın bizi karşılamak için dışarı çıktı. Gülümseyerek önce Candelaria’yı sonra dona Mercedes’i öptü.


Candelaria iftiharla “Bu annem, adı Roraima.” dedi. Kısa bir tereddütten sonra Roraima beni de öptü. Boyu ancak bir altmış kadardı ve çok zayıftı. Uzun siyah bir elbise giyiyordu. Gür, koyu siyah saçlar ve bir kuşun parlak gözlerine sahipti. Bizleri aziz Joseph’in resmi altında yanan bir ışığın bulunduğu hole davet ederken hareket ve tavırları da bir kuşunkine benziyordu, hızlı ve zarif.


İçinde bir limon ağacı ve bir Guava ağacı bulunan avlunun kenarını takip eden L şeklindeki koridordan açık oturma odasına ve geniş mutfağa giderken, ışıltılı bir gülümseyerek onu izlememizi istedi. Mercedes Peralta Roraima’nın kulağına bir şeyler fısıldadı ve yolun arka kısmına ulaşan koridorda yürümeye devam etti. Bir an tereddüt ettikten sonra taş merdivenleri çıkarak ve her birinin avluya açıldığı bir dizi yatak odası geçerek, geniş avluya bakan üst kattaki balkon boyunca Candelaria ile annesini izledim. Beşinci kapıyı da geçerken “Kaç çocuğun var?” diye sordum.


Rorarima gülümserken kösele gibi sertleşmiş yüzündeki buruşukluklar derinleşti ve “Sadece Candelaria var ama Caracas’tan torunlar tatillerini geçirmek için buraya gelirler” dedi. Donakaldım ve Candelaria’nın belli belirsiz eğlenceli bir bakışın belirdiği koyu ve parlak gözlerinin içine bakarak “Çocukların olduğunu bilmiyordum” dedim. Dona Mercedes’in sabah sözünü ettiği sürpriz bu mu diye düşünürken bir çeşit hayal kırıklığı yaşadım.


Candelaria “Nasıl çocuğum olabilir, ben genç bir kızım” diye protesto etti. Kahkahayı patlattım, açıklaması sadece evli olmadığını değil, bakire olduğunu da ima ediyordu. Yüzündeki mağrur ifade bu durumla çok onurlandığına dair en ufak bir tereddüt bırakmıyordu. Candelaria balkonun korkuluğuna eğildi, sonra geri dönüp yukarı baktı “sana bir kardeşimin olduğunu hiç söylemedim. Aslında o sadece üvey kardeşim. Benden çok daha yaşlıdır. İtalya’da doğmuştu. Babam gibi, Venezuela’ya servet yapmak için geldi. Bir inşaat şirketi var, şimdi zengin.”


Rorarima başını onaylar şekilde salladı. “Üvey kardeşinin sekiz çocuğu var. Yazları bizimle burada olmaya bayılırlar” diye ekledi. Ani bir tarz değişikliği ile Candelaria gülerek annesine sarıldı “Düşünebiliyor musun?” Musiyua benim bir annem olabileceğini hayal edemiyor ve daha da kötüsü benim bir İtalyan babam olduğuna inanmıyor” diye ekledi.


O anda yatak odalarından birinin kapısı açıldı ve pencerede gördüğüm yaşlı adam balkona çıktı. Sert hatları ve iri yapısıyla Candelaria’ya çok benziyordu. Hızla giyinmiş olduğu, gömleğinin yanlış düğümlenmiş olmasından belliydi. Pantolonunu belinde tutan deri kemeri yuvarlak askıların tümünden geçmemişti ve ayakkabılarının bağları çözüktü.


Candelaria’yı öptü. Kendisini “Guido Miconi” diye bana tanıttı ve beni kapıda karşılayamadığı için özür diledi. Kızına sıcak bir şekilde sarılarak “Çocukken Candelaria Roraima kadar güzeldi ama büyüyünce bana benzemeye başladı” dedi. Besbelli ortak bir şakayı paylaştılar zira üçü de aynı anda kahkaha ile güldüler. Rorarima onaylayan bir baş işareti yaptı ve kocasına ve kızına belirgin bir hayranlıkla baktı. Koluma girip beni alt kata doğru yönlendirirken “Aşağı gidip dona Mercedes’e katılalım” diye önerdi.


Sazlarla çevrelenmiş avlu çok büyüktü. En uçta, çatısı samandan olan kapısı açık bir kulübe vardı. Kulübenin iki kirişine bağlanmış bir hamakta Mercedes Peralta oturuyor ve Rorarima’nın ev yapımı peynirlerini tadıyordu. Rorarima’yı başarısından dolayı tebrik etti. Guido Miconi dona Mercedes’in karşısında kararsız bir tavırla durmaktaydı. Elini sıkmak ya da kolunu omuzuna atmak konusunda kararsızdı. Mercedes gülümsedi ve Guido da ona sarıldı.


Mercedes Peralta’nın yanına, hamağın içine oturan Roraima haricindeki bizler hamağın etrafına oturduk. Roraima benimle ilgili birtakım sorular sordu ve dona Mercedes ben yokmuşum gibi anında yanıtladı. Bir süre onların sohbetlerini dinledim. Fakat Guido Miconi’nin ve kadınların alçak sesleri ile arada bir duyulan kısık gülüşmeler beni o derece uyuşturdu ki yere uzandım.


Uyuyakalmış olmalıyım ki, Mercedes Peralta benim Candelaria ile yemek hakkında görüşmüş olmam gerektiğini anlatmakta güçlük çekti. Candelaria ile babasının ayrıldıklarını duymamıştım. Evin içine gittim. Yatak odalarının birinden derin ve sakin bir ilahi mırıltısı geliyordu.


Candelaria’nın teybimdeki şifa seanslarından birini babasına dinlettiği korkusuyla yukarı koştum. Daha önce, bir kaydımı dinlemiş ve aceleyle yanlış düğmeye basarak tüm kaydı silmişti. Yarı açık kapıda aniden durdum. Sessiz, Candelaria’nın bir ilahi mırıldanarak babasının omuzlarını ve sırtını ovalamasını izledim. Duruşunda farklı bir şey -ellerinin akıcı ve odaklanmış hareketleri- bana Mercedes Peralta’yı hatırlattı. O anda Candelaria’nın da bir şifacı olduğunun farkına vardım.


Babasının masajını bitirince gözlerinde şakacı bir bakışla bana döndü “Dona Mercedes benim hakkımda sana bir şey söyledi mi? Sesinde daha önce hiç şahit olmadığım tuhaf bir yumuşaklıkla “benim bir cadı olarak doğduğumu söylüyor” diye ekledi. Beynimde o kadar çok soru dolanıyordu ki nerden başlayacağımı bilemedim.


Candelaria benim şaşkınlığımın farkına vardı ve omuzlarını aldırmaz bir tavırla silkti. Guido Miconi “Öğlen yemeğini hazırlayalım” diye teklif ederek merdivenlerden aşağı indi. Candelaria’yla birlikte ardına düştük. Aniden geri döndü ve bana bakarak “Mercedes Perlata haklı” ve başını eğerek tuğla avludaki Gueva ağacının dantel gibi gölgesine dikkatle baktı. Başını arada bir sallayarak ne diyeceğini ve ne yapacağını bilemez gibi, uzunca bir süre öylece durdu. Başını kaldırdı, hafifçe gülümsedi, çiçeklere ve yapraklara dokunarak ve beni tam olarak görmeyen parlak gözleriyle bana odaklanarak, avluyu aşağı yukarı adımlamaya başladı.


İtalyan aksanının daha da belirgin olmasına neden olan heyecanlı bir sesle “Acayip bir hikâyedir. Candelaria bana, sana anlatmamı dona Mercedes’in istediğini söyledi. Burada hoş karşılandığını biliyorsun. Konuşabilmemiz için umarım sık gelirsin” dedi.


Şaşkın durumdaydım. Bir açıklama duyarım umuduyla Candelaria’ya baktım. Candelaria “Dona Mercedes’in seninle ne yapmak istediğini sanırım biliyorum” dedi ve koluma girerek beni mutfağa götürdü. “Seni çok beğeniyor ama sana gölgesini veremez, çünkü bir tek gölgesi var ve onu da bana veriyor” dedi. “Neden söz ediyorsun?” diye sordum.


“Ben bir cadıyım,” diye yanıtladı ve “dona Mercedes’in ayak izlerini takip ediyorum,” diye devam etti. Bir şifacının ayak izlerini izlemeden bir şifacı olamazsın. Buna bir yol kesişimi, bir bağlantı denir. Dona Mercedes sana, bu olguya cadıların gölge dediklerini söylemişti. Gölge her şeyi kapsar ve gerçek bilgi sahibi kişinin sadece tek bir mirasçısı vardır. Victor Julio köpek öldürmek konusunda gerçek bilgi sahibi idi. Octavio Cantu ile kasıtsız bir bağ kurdu. Octavio’nun Victor Cantu’nun gölgesinde çok uzun bir süre oturduğunu ve dona Mercedes’in bana gölgesini vereceğini sana söyledim.


Dona Mercedes bazı insanların hikâyelerini sana dinletmekle, seni bir an için o insanların gölgesi altına koyuyor. Böylece şans çarkının nasıl döndüğünü ve cadıların bu çarkı nasıl çevirdiklerini hissedeceksin” dedi.


Bana anlattıklarının beni derin bir depresyona sürüklediklerini söylemeye çalıştım ama başarısız oldum. Güvenen, parıltılı gözlerle bana baktı ve düşünceli bir sesle “Bir cadı araya girdiği zaman, şans çarkını cadının çevirdiğini söyleriz” dedi. Sonra, kısa bir ara vererek “babamın hikâyesi uygundur ama o hikâyesini anlatırken benim bulunmamam gerekir. Onu kısıtlarım. Hep kısıtladım” dedi.


Geriye, babasına doğru dönüp baktı ve güçlü bir kahkaha attı. Kahkahası bir kristalin infilâkına benziyordu. Tüm evin içinde yankılandı.


****====****


Roraima’nın huzurlu uykusuyla olduğundan daha uzun gibi gelen gecenin ne zaman biteceğini merak eden Guido Miconi yatağında döndü. Beyaz çarşafların üzerinde esmer görünen Roraima’nın çıplak vücuduna ve siyah bir tutam saç ile örtülmüş yüzüne endişeyle baktı. Saçları dikkatle bir tarafa itti. Roraima fırçaya benzeyen kirpikleri arasından parlayan gözlerini hafifçe açarak gülümsedi ama uyanmadı. Guido Miconi onu rahatsız etmemeye dikkat ederek yataktan kalktı ve pencereden dışarı baktı. Şafak sökmek üzereydi.


Bitişik avluda bir köpek, yoldan sendeleyerek ve şarkı söyleyerek geçen bir sarhoşa havladı. Adamın adım sesleri ve şarkısı uzaklaşınca köpek uykusuna geri döndü. Guido Miconi pencereden ayrılıp yatağın altına gizlemiş olduğu valizi almak üzere çömeldi. Meryem Ana madalyası ile birlikte boynundaki zincire takılı olan anahtarla valizi açtı ve katlanmış giysileri arasına sıkışmış olan büyük deri keseyi aradı. Tuhaf bir duygu, bir önsezi onun tereddüt etmesine neden oldu. Keseyi beline bağlamadı, içinden ağır bir altın bilezik çıkardı, Roraima’nın yanındaki yastığın üzerine koydu ve keseyi valize geri yerleştirdi.


Gözlerini sıkıca kapadı. Zihni yirmi yıl önce, yüksek ücret ve iş olanaklarından dolayı, Venezuela’ya göç ettiği ilk güne gitti. Yirmi altı yaşındaydı. Karısının ve iki çocuğunun yakında kendisine katılacaklarından emin, ilk yıllar Caracas’ta kaldı. Para arttırmak için, çalıştığı inşaat bölgesine yakın, pansiyon odalarda kaldı. Arttırdığı paranın bir kısmını her ay evine yolladı.


Birçok yıl geçtikten sonra karısının kendisine katılmak istemediğini nihayet fark etti. Caracas’tan ayrılıp iç bölgede bir iş buldu. Evinden arada bir mektup alıyordu ve bir süre sonra tümüyle kesildiler. Para göndermeyi kesti. Yerine, onun gibi çoğu işçilerin yaptığı gibi, mücevhere yatırım yapmaya başladı. İtalya’ya zengin bir adam olarak dönecekti.


“Zengin bir adam” diye mırıldandı Guido Miconi. Valizi bir deri kemerle bağlarken bu sözlerin neden kendisini eskisi kadar etkilemediğini düşündü. Yataktaki Rorarima’ya baktı, onu şimdiden özlüyordu.


Hemen hemen on yıl önce ucuz pansiyonunun avlusunda, bir gaz ocağının üzerinde spagetti ısıtırken, Roraima ile karşılaşmasını hatırladı. Avurtları çökmüştü, giydiği etek de ince ve hafif vücuduna fazla boldu. Onun, çevredeki yabancılarla ve özellikle İtalyan inşaat işçileriyle her zaman alay eden çocuklardan biri olabileceğini düşündü. Fakat Roraima İtalyanlarla alay etmek için gelmemişti. Pansiyonda çalışmak üzere işe alınmıştı ve geceleri birkaç kuruş karşılığında erkeklerin yatağını paylaşıyordu.


Diğer işçileri kızdıran şey, Guido’ya öylesine bağlanmıştı ki, ne kadar para teklif ederlerse etsinler onlarla geceyi geçirmeyi ret ediyordu. Günün birinde ortalıktan kayboldu. Kimse nerden geldiğini veya nereye gittiğini bilmiyordu.


Beş yıl sonra onu tekrar gördü. Nedensiz bir kaprisle, bir fabrika ve bir ilaç laboratuvarı inşaatına kendisini diğer işçilerle birlikte götürecek olan servise bineceği yerde, otobüse binmeyi tercih etti. Orada, otobüs terminalinde, sanki onu bekliyormuş gibi, Roraima oturuyordu.


Şaşkınlığı geçmeden onu teslim alan bir gülümsemeyle “Bu Candelaria. Dört yaşında ve senin kızın” dedi. Sesinde ve bakışında öylesine belirgin bir çocuksu ifade vardı ki, elinde olmadan güldü. Roraima öylesine çelimsiz ve narin idi ki yanındaki çocuğun annesi yerine kız kardeşi gibi duruyordu.


Candelaria ona sessizce baktı. Çocuğun siyah gözlerindeki karanlık bakışlar, ona çok yaşlı bir insanı düşündürdü. Yaşına göre uzun boyluydu. Bir çocuk yüzü ne kadar ciddi olabilirse, o kadar ciddiydi.


Çocuk birlikte oynadığı çocuklara gözlerini çevirdi. Adama tekrar baktığında gözlerinde şeytani bir parıltı vardı. Adamın elini alıp onu ileri doğru çekerek “Eve gidelim” dedi. Küçük avucun sıkı baskısına dayanamayan adam çocukla birlikte anayoldan kasabanın kenar mahallesine doğru yollandı. Rüzgârın dalgalandırdığı bir sıra mısır sapından oluşmuş çitin perdelediği küçük bir evin önünde durdular. Evin betonu badanalanmamıştı ve damdaki dalgalı çinko levhalar yerlerine iri taşlarla sabitlenmişlerdi.


Roraima adamın valizini alarak “Candelaria seni nihayet buraya getirdi. Onun bir cadı olduğuna dair inancımı neredeyse yitirmekte olduğumu düşündükçe.” diye belirtti. Adamı duvara dayalı üç tane iskemleden başka bir mobilyası olmayan geniş bir odaya açılan küçük bir hole davet etti. Perde ile ayrılmış yatak odasının girişi bir basamak altta idi. Bir yanda, pencere altında, duran yatağın üzerine Roraima valizi bıraktı. Karşı yanda, çocuğun gidip içine yattığı bir hamak asılıydı.


Roraima’yı kısa bir koridor boyunca izleyip mutfağın ortasında duran tahta masanın kenarına ilişti. Guido Miconi, Roraima’nın elini avucuna alarak onu kasabaya getirenin Candelaria olmadığını, tepelerde inşa edilecek olan baraj olduğunu bir çocuğa açıklar gibi anlattı. Roraima “Hayır, bu sadece yüzeysel neden. Geldin çünkü Candelaria seni buraya getirdi. Şimdi bizimle kalacaksın, değil mi?” diye kekeledi. Onun sessiz kaldığını görünce “Candelaria bir cadı olarak doğmuştu” diye ekledi.


Çevreyi kapsayan bir kol hareketiyle Roraima odayı, evi ve avluyu taradı. “Bütün burası ona ait. Vaftiz anası meşhur bir şifacı ve bütün buraları o verdi. Sesi birden düştü ve “ama çocuğun isteği bunlar değildi. O seni istiyordu” diye geveledi.


“Beni mi?” biraz şaşkınca ve üzgünce başını sallayarak tekrarladı. Roraima’ya İtalya’daki ailesi hakkında hiç yalan söylememişti. “Eminim vaftiz anası iyi bir şifacıdır. Fakat bir cadı olarak doğmuş olmak! Bu tam bir saçmalık. Bir gün İtalya’da bıraktığım aileme geri döneceğimi biliyorsun.”


Masanın üzerindeki sürahi ile ters dönmüş bardağa uzanırken, rahatsız edici bir gülümseme Roraima’nın yüzünde bir kısa an belirirdi. Bardağı doldurdu ve ona uzatarak “Bu demirhindi suyu Candelaria tarafından efsunlandı. Eğer içersen bizimle sonsuza kadar kalacaksın” diye ekledi.


Bir an tereddüt etti ve ardından bir kahkaha attı. “Büyücülük batıl inançtan başka bir şey değildir” deyip bardağı uzun bir yudumda boşalttı. Bir kere daha doldurması için bardağı uzatarak “uzun zamandan beri bu içtiğim en iyi meşrubattı” dedi.


* * *


Kızının hafif öksürüğü onu hayallerinden kopardı. Odayı ayıran perdenin öteki tarafına sessizce geçerek duvara tutturulmuş iki halkaya bağlı hamak üzerinde uyuyan kızına endişeyle eğildi. Onun küçük yüzüne bakınca üzgün bir gülümseme dudaklarını ayırdı. Birçok kere o yüzde kendine benzeyen hatlar keşfetmeye çalışmıştı ama hiç bulamamıştı. Fakat şaşılacak şekilde, kızı bazen kendi büyükbabasını hatırlatıyordu. Dış görünüşten ziyade bir tavır, çocuğun yaptığı belirgin bir hareket, onu her seferinde mutlaka afallatıyordu. Ayrıca, dedesinde bulunan hayvanlarla iletişim kolaylığı kızında da vardı. Civardaki her ineği, eşeği, köpeği, keçiyi ve kediyi iyileştiriyordu. Ayrıca iki yana açılmış kollarına kuşları ve kelebekleri konmaya ikna ediyordu.


Dedesinde de aynı yetenek vardı. Calabria’daki küçük kasabada insanlar ona aziz diye hitap ediyorlardı. Candelaria’da kutsal bir özelliğin olup olmadığı konusunda emin olamıyordu.


Bir öğleden sonra çocuğu yüz üstü yatar ve çenesi bükülü kollarına dayanır vaziyette, kendinden birkaç santimetre uzakta kıvrılmış yatan hastalıklı bir kedi ile konuşurken buldu. Kedi, miyavlama sesleriyle değil, yaşlı bir adamın gülüşünü hatırlatan hırıltılı seslerle sanki ona yanıt veriyordu. Onun varlığını hissettikleri anda, görünmez bir ip onları çekmiş gibi, hem Candelaria hem de kedi havaya sıçradı. Gözlerinde tekin olmayan bir gülümseme ile onun tam önüne kondular. Kısa bir an şaşkına dönüp kalakaldı; zira görüntüleri üst üste binmiş gibiydi. Hangisinin yüzünün hangisine ait olduğunu ayırt edemiyordu.


* * *


O günden beri Roraima’nın dediği gibi, Candelaria’nın bir azize değil de bir cadı olması konusunu merak edip durdu. Guido Miconi, uyandırmamak amacıyla, çocuğun yanağını hafifçe okşadı ve sönmekte olan kandilin zayıf ışığıyla hafifçe aydınlanmış girişe doğru parmak uçlarında yürüdü. Geceden hazırlanmış olan ceket, şapka ve ayakkabılarını giyerek kıyafetini tamamladı. Kandili aynaya tutarak yüzünü inceledi.


Kırk altı yaşında zayıf ve yıpranmış yüzü, yıllarca ağır çalışma şartlarını aşmasını sağlamış olan tükenmeyen enerjisi ile doluydu. Saçları, gri tutamlara rağmen hâlâ gürdüler ve açık kahverengi gözleri kalın kaşlarının altından ışıl ışıl parlıyorlardı.


Uykusunda mızırdanan ve kıvrılan köpeğe basmamaya dikkat ederek kendini kapının dışına attı. Gözleri gölgelere alışana kadar duvara yaslanarak bir süre bekledi. İçini çekerek, şafak öncesi alaca karanlıkta hayaletler gibi işe gitmekte olan işçileri izledi. İşçileri inşaat alanına götürecek olan otobüsün beklediği kasabanın güney ucuna gideceği yerde, Miconi Caracas’a gidecek olan otobüsün park etmiş olduğu meydana doğru yürüdü. Otobüsteki zayıf ışık uyuklayan birkaç yolcunun yüz hatlarını bulanık gösteriyordu. En gerideki koltuğa yerleşti.


Bavulunu üstteki rafa yerleştirirken otobüsün kirli camından, kilisenin beyaz duvarı üzerinde belirmiş olan koskoca siyah bir gölge gördü. Ona neyin bir cadıyı düşündürdüğünü bilemedi ve dindar olmamasına rağmen sessizce dua etmeye başladı. Gölge ince bir duman bulutuna dönüşüp dağıldı. Meydandaki donuk ışıkların gözlerine oyun oynadıklarını düşünerek güldü.


Roraima ile Candelaria bunu farklı yorumlarlardı. Geceleri iz bırakmadan dolanan, gelişlerini ve gidişlerini gizemli işaretlerle belli eden varlıklardan birini gördüğünü söylerlerdi.


Biletçinin sesi onu derin düşüncelerinden kopardı. Miconi ücretini ödedi, La Guaira limanına giden en kısa yolu sordu ve gözlerini kapadı. Otobüs Sallanıp titreyerek vadiyi geçti sonra da kıvrılan tozlu yolda tırmanışa geçti. Miconi oturduğu yerde doğruldu, yaşlı gözlerinde yüzmekte olan uzaklaşan çatılara ve beyaz kuleli kiliseye son bir kez baktı. Bu çan seslerini ne kadar sevmişti. Şimdi onları hiç duymayacaktı.


* * *


Guido Miconi, Roraima ve Candelaria’yı terk edeli bir ay olmuştu. Meydandaki badem ağaçlarının gölgesinde bir süre dinlendikten sonra tepede kayaya oyulmuş eğri büğrü basamaklarla sona eren dar ve dik yokuşa doğru yoluna devam etti. Yarı yola kadar tırmandı ve geriye dönüp alttaki limanı süzdü. La Guaria, dağ ve deniz arasına sıkışmış kalabalık şehir, pembe, mavi deve tüyü rengindeki evleriyle, çift kuleli kilisesiyle ve eski gümrük binasıyla limanda tarihi bir kale gibi duruyordu.


Bu münzevi yere yaptığı gündelik geziler bir gereklilik olmuştu. Güvende ve huzurlu hissettiği tek yer orasıydı. Bazı günlerde saatlerce orda oturup büyük gemilerin demir atmalarını izlerdi. Bayraklarından veya bacalarının renginden hangi ülkeye ait olduklarını tahmin etmeye çalışırdı. Şehirdeki gemi acentelerine haftalık ziyareti sağlığı için, izlediği gemilere eş değer bir önem taşıyordu. İtalya’ya doğrudan mı yoksa New York üzerinden mi döneceği konusunda hâlâ kararsızdı veya, seyahat acentesindeki Bay Hylkema’nın önerdiği gibi belki de önce dünyayı görmek ve Rio’ya, Buenos Aires’e, Afrika’ya oradan da Akdeniz’e giden yük gemilerinden birine binmeliydi.


Fakat, tüm cazip seçeneklere rağmen Guido Miconi İtaya’ya geri dönüş biletini almaya kendini ikna edememişti. Sebebini anlayamıyordu, ama; derunundan biliyordu.


Guido Miconi basamakları tırmanıp tepede bir öbek palmiye ağacına ulaşan dar ve bükümlü yola saptı. Yere oturdu, sırtını ağacın gövdesine dayadı ve şapkasıyla kendini yelpazeledi. Tam bir sessizlik vardı. Palmiyenin yaprakları hareketsiz sarkıyorlardı. Kuşlar bile, bulutsuz bir gökte iğneyle tutturulmuş yaprakların düşüşü gibi sakince uçuyorlardı. Sessizlikte yankılanan hafif bir kahkaha duydu. Şaşırıp etrafına bakındı. Çınlayan ses ona kızını hatırlatmıştı. Ve birden kızının yüzü karşısında belirdi; kısa süren bir görüntü; nesnel olmayan, ışıkla çevrili, seyrek dalgalı ve solgun bir yüz. Guido Miconi kısa ve kesik hareketlerle, görüntüyü silmek ister gibi kendini şapkasıyla yelledi.


Candelaria’nın bir cadı olarak doğduğu belki de doğruydu diye düşündü. Buralardan ayrılma kararsızlığının gerçek sebebi çocuk olabilir mi? diye kendine sordu. İtalya’daki karısının ve çocuğunun yüzlerini, ne kadar gayret etse de, bir türlü hatırlayamama nedeni o muydu?


Guido Miconi ayağa kalktı ve ufku taradı. Dalgalanan sıcak havanın arasından serap gibi beliren büyük gemiyi görünce bir an rüya gördüğünü sandı. Gemi limana bir açıyla yaklaştı. Uzak mesafeye rağmen bacasındaki yeşil, beyaz, kırmızı renkleri açıkça tanıdı. Şapkasını havaya atarak “Bir İtalyan gemisi” diye bağırdı.


Hem Venezuela’nın büyüsünden hem de kuşların uçuşundan, gölgelerin hareketinden ve rüzgârın yönünden sonuçlar çıkaran batıl inançlı Roraima’nın ve Candelaria’nın büyüsünden nihayet kurtulmuş olduğundan emindi. Sevinçli bir kahkaha attı. Bir mucize gibi limana yaklaşan bu gemi onun kurtuluşuydu.


Heyecanla çarpık merdivenlerden aşağı inerken birkaç kere tökezledi. Eski sömürge evlerinin önünden koşarak geçti. Çeşmelerden akan suyun sesini ya da açık pencere ve kapılardan taşan kafeslerde ötüşen kuş seslerini dinlemeye vakti yoktu. Gemi seyahat acentesine gidecek ve eve dönüş biletini hemen bugün alacaktı.


Adı ve soyadıyla ona seslenen bir çocuk sesi duyunca Guido Miconi birden durdu. Ani bir baş dönmesi etkisi altında gözlerini kapayıp duvara yaslandı. Biri onu kolundan tuttu. Gözlerini açtı ama tek gördüğü önünde dolanan kara lekelerden ibaretti. Yeniden bir çocuk sesinin kendi adını çağırdığını duydu.


* * *


Baş dönmesi yavaş yavaş geçti. Gözleri hâlâ odaklanamamışken gemi acentesindeki Hollandalı Bay Hylkema’nın endişeli yüzünü gördü. Guido Miconi “Buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum ama seninle konuşmak istiyorum” diye kekeledi. “Tepeden biraz önce bir İtalyan gemisinin limana yaklaştığını gördüm. Hemen şimdi eve dönüş biletimi almak istiyorum”.


Bay Hylkema inanmaz bir tavırla başını salladı ve “gitmek istediğinden emin misin?” diye sordu.


“Eve dönüş yerimi ayırtmak istiyorum. Hemen şimdi” diye çocukça ısrar etti. Bay Hylkema’nın anlam dolu bakışlarını yakalayınca “büyüyü nihayet bozdum” diye ekledi.


Bay Hylkema “Elbette bozdun” diyerek omzuna güven verircesine vurdu ve onu vezneye doğru yönlendirdi. Yukarı bakarak uzun boylu zayıf Hollandalının veznenin arkasına geçmesini izledi. Bay Hylkema her zamanki gibi beyaz keten bir elbise altına siyah kumaş sandaletlerini giymişti. Başının bir yanında uzayan gri saçlarını çıplak üst kısmına dikkatle tarayıp yaymıştı. Yüzü hem amansız tropik güneşin hem de, şüphesiz, romun etkisiyle yaşlanmıştı.


Ağır bir defteri-kebir çekti, gürültüyle veznenin üstüne koydu, bir iskemle çekip oturdu ve yazmaya başladı. Bay Hylkema “Bazılarımız burada kalmaya mahkumdur,” dedi ve kalemini kaldırıp Miconi’yi işaret ederek “ve sen dostum, asla İtalya’ya dönmeyeceksin” dedi.


Guido Miconi bu sözlere bir anlam veremediğinden dudaklarını ısırdı. Bay Hylkema göbeğinin derinliklerinden ifadesiz bir gurultu gibi yükselen acı dolu bir kahkaha savurdu. Fakat yeniden konuştuğunda Bay Hylkema’nın sesinde tuhaf bir yumuşaklık vardı. “Sadece şaka yapıyordum. Seni gemiye kendim götüreceğim” dedi.


Bay Hylkema onunla birlikte oteline gidip eşyalarını toplamasına yardım etti. İstemiş ve ödemiş olduğu gibi, kendine ait bir kabine yerleştirdikten sonra, Hollandalı onu geminin muhasebecisiyle birlikte bıraktı.


Sersemliği hâlâ devam eden Guido Miconi etrafına bakınarak 9 numaralı iskeleye bağlı olan İtalyan gemisinin güvertesinde neden hiç kimsenin bulunmadığını merak etti. Güvertedeki bir masanın kenarında duran bir iskemleyi çekip ters oturdu ve başını tahta arkalığa dayadı. Deli olmadığını ve bir İtalyan gemisinde bulunduğunu tekrarlayarak etraftaki ıssız görüntüyü defetmeye çalıştı.


Bir süre dinlendikten sonra aşağı inip yolcuların ve mürettebatın geminin bir yerinde bulunduklarını bizzat görmeyi düşündü. Bu düşünce kendine güvenini geri getirdi.


Guido Miconi iskemlesinden kalktı vapurun korkuluğuna yaslanıp aşağı iskeleye baktı. Kendisine el sallayan ve yukarı doğru bakan Bay Hylkema’yı gördü. “Miconi” diye aşağıdan seslendi “gemi demir alıyor. Gitmek istediğine emin misin?” Guido Miconi’yi soğuk bir ter bastı, onu ölçüsüz bir korku ele geçirdi. Huzurlu hayatını, Roraima ile Candelaria’yı; ailesini özledi.


Aşağı doğru “Gitmek istemiyorum” diye bağırdı.


“Bavulunu almaya vaktin yok. İskele çekildi. Suya atlaman gerekecek. Eğer şimdi atlamazsan asla gemiden ayrılamayacaksın”.


Guido Miconi bir an yerinde sallandı. Bavulunda yıllarca insanüstü gayretle çalışarak biriktirmiş olduğu mücevherler vardı. Bütün bunlar kayıp mı olacaktı? Yeniden başlayacak kadar güç sahibi olduğuna karar verdi ve korkuluğun üstünden atladı.


Her şey bulanıklaştı. Kendini suyla çarpışmaya hazırladı. Korkmuyordu, çünkü iyi bir yüzücüydü. Ama çarpışma hiç gerçekleşmedi.


* * *


Bay Hylkema’nın yüksek sesle söylediği cümleyi duydu “Sanırım bu adam bayıldı. Onu buradan çıkarana kadar otobüs hareket edemez. Biri bavulunu alsın”.


Guido Miconi gözlerini açtı. Beyaz kilise duvarının üzerinde siyah bir gölge gördü. Gölgenin neden bir cadıyı çağrıştırdığını bilmiyordu. Kaldırılıp taşındığını hissetti. Birden çarpıcı bir gerçeklikle yüzleşti.


“Hiç ayrılmadım, hiç ayrılmadım. Bu bir rüyaydı” dedi tekrar tekrar. Bavulu ve içindeki mücevherleri düşündü. Herkim bavulunu kaptıysa onu çalacağından emindi. Fakat mücevherler artık onun için bir değer taşımıyorlardı. Çünkü onları zaten vapurda kaybetmişti.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön