Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

dorduncu bolum


Tüm bir gün çalıştıktan sonra dona Mercedes iskemlesinde derin bir uykuya daldı. Bu kadar kolay gevşemeyi arzu ederek onu bir süre izledim ve ardından sakince kutuları, kavanozları ve şişeleri cam dolaba yerleştirdim. Dışarı çıkmak üzere, parmak uçlarımda yürüyerek yanından geçerken aniden gözlerini açtı. Başını yavaşça çevirdi ve dinledi. Havayı koklar gibi burun delikleri genişledi.


“Neredeyse unutuyordum. Onu hemen içeri al” dedi. Büyük bir güvenle “Kimse yok ki” dedim. Ellerini çaresizlik belirten bir ifadeyle kaldırdı ve yumuşak bir sesle “Ne diyorsam onu yap” dedi.


Nihayet, onun bu sefer kesinlikle yanılmış olduğundan emin olarak dışarı çıktım. Dışarısı hemen hemen karanlıktı ve hiç kimse görünmüyordu. Muzaffer bir gülümsemeyle odaya geri dönmek üzereydim ki hafif bir öksürük sesi duydum. Dona Mercedes’in büyülü sözleriyle çağırılmış gibi temiz giyimli bir adam gölgeden çıkıp koridora adım attı. Bedenine oranla bacakları ölçüsüz derecede uzundu. Buna karşılık omuzları dardı ve koyu ceketi altında çelimsiz görünüyordu.


Bir an sendeledi ve hafif bir selam vererek, birkaç yeşil hindistan cevizinden oluşmuş bir hevengi havaya kaldırdı. Diğer elinde özel yapımlı bir pala tutuyordu. Sert öksürüklerle kesilen, boğuk bir sesle “Mercedes Peralta içeride mi?” diye sordu. Perdeyi onun geçmesi için yana çekerek “Sizi bekliyor” dedim.


Kısa, sert, kıvırcık saçları vardı ve çatık kaşlarının arası derin görünüyordu. Koyu ve kemikli yüzünün acımasız sert ifadesi, hareketli gözlerindeki azgın bakışla uyum halindeydi. Tek fark, muntazam ağzının kenarlarında varlığını sürdüren belli belirsiz yumuşaklıktı.


Bir an kararsız kaldı ve dona Mercedes’e yaklaşırken yüzüne hafif bir gülümseme yayıldı. Hindistan cevizlerini yere bıraktı, pantolonunun dizlerini çekerek yere iskemlenin yanına çömeldi. Hevenkten en büyük hindistan cevizini seçip aldı ve kısa palasının üç usta darbesiyle cevizin tepesini kesti. “Tam senin sevdiğin gibiler, hâlâ yumuşak ve çok tatlı” dedi.


Dona Mercedes tatlı meyveyi ağzına götürdü ve şapırtılı yudumlar arasından ceviz suyunun ne kadar lezzetli olduğunu söyledi. Meyveyi geri vererek “Biraz da iç kısmından ver” diye istekte bulundu. Adam emin bir darbeyle hindistan cevizini ikiye böldü ve palasının ucuyla içindeki yumuşak jelâtinimsi özü kabuğundan ayırdı. Dona Mercedes “Öbür yarısını da misuya için hazırla” dedi.


Bana uzun uzun sert bir şekilde baktı, sonra da hiç söz etmeden aynı dikkati göstererek cevizin diğer yarısını kazıdı ve bana uzattı. Kendisine teşekkür ettim.


Dona Mercedes garip sessizliği bozarak “Eee... Seni buraya bugün getiren nedir? Yardımıma ihtiyacın var mı?” diye sordu. Adam cebinden bir sigara tabakası çıkararak “Evet” dedi. Çakmağıyla sigarayı yaktı. Uzun bir nefes çektikten sonra tabakayı cebine geri koydu.


“Ruhsal sorunum yok. Şu berbat öksürük gittikçe kötüleşiyor. Beni uyutmuyor. Ayrıca bir de baş ağrım var. Çalışmama engel oluyor” dedi. Dona Mercedes onun, hastalarının her zaman oturduğu masanın karşı tarafına değil de, sunağın yanındaki iskemleye oturmasını istedi. Dona Mercedes bakire heykelinin önünde üç adet mum yaktı ve ona sahilde bir yerde sahibi olduğu hindistan cevizi ekim alanıyla ilgili sıradan sorular sordu. Adam yavaşça dönüp dona Mercedes’in gözlerinin içine baktı. Adamı ikna edici bir baş hareketiyle “Bu misuya hastalarım geldiğinde bana yardımcı oluyor. O yokmuş gibi konuşabilirsin” dedi.


Gözlerimiz kısa bir an karşılaştı. “Adım Benito Santos” dedikten sonra süratle dona Mercedes’e geri döndü ve “Onun adı var mı?” diye sordu. Herhangi bir şey söylememe vakit kalmadan dona Mercedes “Adının Florinda olduğunu söylüyor ama ben onu misuya diye çağırıyorum” diye yanıtladı. Adamı dikkatle süzdükten sonra arkasına geçti. Yaklaşık yarım saat boyunca adamın göğsüne ve omuzlarına bir kremi yumuşak ve akıcı hareketlerle sürdü.


Bana dönerek “Benito Santos, güçlü bir adamdır. Bir öksürük veya baş ağrısı veya nezle için arada bir beni ziyaret eder. Özel olarak hazırlanmış bir macunun ve denizin ruhuna hitap eden anlamlı bir duanın yardımıyla onu beş seansta iyileştiririm.” dedi. Onu uzun bir süre ovmaya devam etti. Ellerini Benito Santos’un omuzlarına koyarak “Baş ağrısı gitti mi?” diye sordu.


Soruyu duymamış gibiydi. Titreşen mum alevlerine büyülenmiş gibi bakarak deniz hakkında konuşmaya başladı ve şafakta güneşin karanlık denizden doğarken ne derece meşum olduğundan söz etti. Monoton bir sesle ve cezbeye kapılmış gibi, her öğlen vakti yaptığı deniz ziyaretlerinden söz etti. Yüzmeyi hiç öğrenmemişti, sadece batmamayı başarıyordu. “Pelikanlar etrafımda daireler atıyor. Bazen çok alçaktan uçarak gözlerimin içine bakıyorlar. Eminim ki gücümüm tükenip tükenmediğini merak ediyorlar” dedi.


Başı öne eğik uzunca bir süre sessiz kaldı ve sesi biraz daha azalarak anlaşılması zor bir fısıltıya dönüştü. “Akşamın alaca karanlığında, güneş uzaktaki tepelerin ardına çekildiğinde ve güneşin ışınları suya değmediğinde denizin sesini duyuyorum. Bir gün öleceğini fakat yaşadığı sürece acımasız olacağını bana söylüyor. O zaman denizi sevdiğimi anlıyorum” dedi. Mercedes Peralta “Benito Santos suçluluğun üstesinden gelmiş, yaşlı ve yorgun bir adam olsa da hâlâ bugün bile deniz gibi acımasızdır” dedi.


Benito Santos dona Mercedes’i beş gün ardı ardına ziyaret etti. Dona Mercedes onun tedavisini bitirdiği her seferde, bana hikâyesini anlatmasını istedi. İsteğe hiç yanıt vermediği gibi beni de tümüyle yok saydı. Nihayet bir gün tedavinin sonunda aniden bana dönüp “Dışarıda caddede duran senin araban mı?” diye sordu. Yanıt vermeme fırsat bırakmadan “beni hindistan cevizi ekim alanına götür, lütfen” diye ekledi.


Sessizce yol aldık. Sahile varmadan önce ona dona Mercedes’in isteğini karşılamak zorunda olmadığını söyledim. Sert bir sesle ve sözlerini vurgulayan bir baş hareketiyle “Onun her isteği benim için kutsaldır. Sadece ne söyleyeceğimi veya nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum” dedi.


Dona Mercedes için Hindistan cevizi almak bahanesiyle Benito Santos’u defalarca ziyaret ettim. Uzun uzadıya konuştu, fakat benimle hiç samimi olmadı. Gözlerimi öte yana çevirene kadar bana hep dik dik bakardı. Benimle konuşmasının nedeninin, sadece Mercedes Peralta’nın isteğinden dolayı olduğunu açıkça belli ederdi. Dona Mercedes’in onu tanımlamış olduğu gibi, gerçekten de sert ve acımasızdı.


****====****


Benito Santos elindeki palayı sıkıca tutarak, sıcak öğlen güneşi altında hareketsiz durdu. Bir haftadan beri şeker kamışı kesmekten tutulmuş beli ile sırtı güneşte yanmıştı. Alnını serinletmek için şapkasının tereğini geriye doğru itti. Gözleri, kesilerek boşaltılmış şeker kamışı tarlası içinden kasabaya doğru yürümekte olan yorgun adamları izledi. Son günlerde herkes gece-gündüz çalışmıştı. Pazartesi günü onlar da kendisi gibi işsiz kalacaklardı. Bu son hasattan sonra kamyonlar gelip şeker kamışı tarlasını düz hale getirecek ve parselleyeceklerdi.


Tarlanın sahibi satmamakta en uzun direnen kişiydi. Fakat sonunda, civardaki tüm tarla sahipleri gibi, Caracas’taki bir inşaat firmasına mülkünü satmak zorunda kalmıştı. Ova, bir endüstri merkezine dönüştürülecekti. Almanlar ve Amerikalılar ilaç laboratuvarları kuracaklardı. İtalyanlar sadece bir ayakkabı fabrikası kurmakla kalmayacaklar, üstüne üstlük kendi işçilerini de İtalya’dan getireceklerdi.


Benito Santos “Tanrı’nın belası yabancılar” diye küfür edip yere tükürdü. Okuma yazması yoktu ve bir meslek sahibi de değildi. Bir şeker kamışı işçisiydi ve tek bildiği şey palayı kullanmaktı. Palasını yere saplayarak çiftliğin avlusuna ve oradan ustabaşının çalışma masasının bulunduğu kulübeye yöneldi. İçeri girerken, kimi ayakta bekleyen kimi de geniş çatının gölgesinde yere çömelmiş olan insanlar onu şüpheli gözlerle süzdüler.


Gri metal bir masanın ardında oturan göbekli ve kısa boylu ustabaşı “Ne istiyorsun?” diye sordu. Ensesini düzgün olarak katlanmış bir mendille silerken “Ücretin ödendi, değil mi?” diye sabırsızlıkla ekledi. Benito Santos başıyla onayladı. Suskun hatta hırçın bir adamdı ve konuşmak, bir istekte bulunmak ona zor geliyordu.


Gözleri ustabaşının beyaz kolalı yakasından taşan geniş ensesine takıldı. “Duyduğuma göre şeker kamışı yakındaki bir kasabanın değirmenine taşındı” diye kekeledi. “Değirmenlerde daha önce de bulundum. Acaba bana orada iş vermeniz mümkün mü?” diye sordu.


Ustabaşı iskemlesinde geriye yaslanarak ve yarı kapalı göz kapakları altından Benito Santos’a bakarak “Buralarda yaşıyorsun değil mi? Öteki kasabaya nasıl gideceksin? Orası buradan en az 20 km. ilerde” dedi. Benito Santos adamın gözlerine kaçamak bakışlarla bakarak “Otobüsle” dedi. İnce kesilmiş bıyığıyla oynayarak ve hoşgörüyle gülümseyerek ustabaşı “Otobüs mü! Otobüsün dolmadan hareket etmediğini gayet iyi biliyorsun. Öğleden evvel asla oraya ulaşamazsın” dedi. Benito Santos “Ulaşırım. Eğer bana iş verirsen bir şekilde ulaşırım, lütfen” diye umutsuzca ısrar etti.


Ustabaşı “Dinle, belli bir sürede işimizi bitirmek zorunda olduğumuzdan şeker kamışı kesiminde çalışacak olanları yaşına veya tecrübesine bakmaksızın işe aldık. Bu işin altı günde biteceğini her işe alınan işçiye açıkça belirttik. Değirmende ihtiyaçtan daha fazla çalışan insan var” diye çıkıştı ve çekmecesindeki kâğıtları arar gibi yaparak “Daha fazla zamanımı harcama, ben meşgul bir adamım” diye ekledi.


Benito Santos dışarı, avluya çıktı. Yürürken taşların arasından biten çimenlere basmamaya dikkat ederek ilerdeki değirmene baktı. Daha birkaç gün önce çalışır halde olan avlunun diğer ucundaki değirmen şimdiden terk edilmiş görünüyordu. Ovada onun benzerini bir daha görmeyeceğini biliyordu.


Bir kamyonun yüksek korna sesi onu sıçrattı. Hızla kenara çekildi. Büyük bir toz bulutu onu sardı. Hareket halindeki vasıtadan biri “yürümen gerekecek Benito Santos” diye seslendi. Toz bulutu dağıldıktan epey sonra dahi kamyondaki işçilerin seslerini ve gülüşlerini duyabiliyordu. Palayı tutan parmakları kabzayı sıkıca kavradılar ve sonra yavaşça gevşediler. Gözlerini göğün maviliğini parlatan güneşten korumak için şapkasını iyice alnına indirdi.


Benito Santos kasabaya giden ana yolu izlemedi. Tarlalar arasından kestirme yolu seçerek dar bir keçi yoluna saptı. Bu patika, Cumartesi pazarının bulunduğu, kasabanın güneyindeki açık hava çarşısına ulaşıyordu. Yürüyüşü her zamankinden daha yavaştı. Ayakkabılarının birinin tabanında bir delik olması ve diğerinin de tabanının ayrılmış olması sebebiyle, her adımda önünde toprak zeminden bir toz bulutunu oluşturuyordu. Arada bir yolun iki tarafında büyüyen mango ağaçlarının serin gölgesinde durup dinlendi. Keyifsiz bir bakışla çalıların arasından görünüp kaçan kertenkelelerin parlayan yeşil çizgilerini izledi.


Pazara ulaştığında öğlen vakti çoktan geçmişti. Alan hâlâ insanlarla dolup taşıyordu. Sesleri kısılmış pazarcılar mallarını aynı sabahki şevkle ilan etmeye devam ediyorlardı. Çoğunluğu kadın olan alıcılar da utanmaz bir tarzda pazarlık yapıyorlardı. Benito Santos dağınık duran pörsümüş sebzelerin sergilendiği Portekizli çiftçilerin tezgâhlarını ve sineklerin uçuştuğu, uyuz köpeklerin bir parça et için sabırla bekleştiği et ve kuru balık tezgâhlarını geçti. Müşterilerin tezgâhlarda sergilenen meyveleri seçmelerine izin vermeyen satış yapmak için kiralanmış çocukların, çürümüş meyveleri kese kâğıtlarına doldurmaları onu gülümsetti.


Altı günlük maaşının toplamı olan parayı cebinde yokladı. Karısı Altagracia’ya ve küçük oğluna şimdi mi, yoksa daha sonra mı yiyecek alması gerektiğini kafasında tarttı. Yüksek sesle “Sonra” dedi. Satıcıların tezgâhlarını toplamalarına yakın gelip pazarlık yapacak olursa daha uygun bir fiyat alma ihtimali yüksekti. Onu iyi tanıyan yaşlı bir kadın “Paran varken yiyeceğini al, Benito Santos. Kuru fasulye ve pirinç ucuzlamayacak” diye seslendi. Bir muzu müstehcen tarzda sallayan bir tezgâhtar “Sadece kadınlar öğleden sonraki düşük fiyatları bekler” diye alay etti.


Benito Santos gösterişli tezgâhlarında ucuz elbiseler, takılar ve kokular satan Lübnanlı pazarcıların sırıtan yüzlerine baktı. Kabaran hırsı şakağındaki damarları şişirdi ve ensesindeki kasları sertleştirdi. Ustabaşının odasında yaşadığı utanç, beyninde hâlâ tazeliğini koruyordu. Kamyondaki işçilerin alaylı gülüşleri kulaklarında hâlâ çınlıyordu. Elindeki pala bir bıçak kadar hafifti. Büyük bir gayretle kendine hâkim oldu ve dönüp yürüdü.


Vücudunu soğuk bir ter sardı. Ağzı kurudu ve midesinde açlık ile ilgili olmayan bir sancı hissetti. Hemen şimdi bir rom içmeye karar verdi. Eve gidene kadar bekleyemezdi. Sinirini, üzüntüsünü ve moral bozukluğunu dağıtması için rom içmesi gerekliydi. Çarşıda satılmamış olan malları taşımak için bekleyen kamyonların ve yük eşeklerinin bulunduğu girişe doğru kararlılıkla yürüdü. Caddeyi geçti ve köşedeki küçük, karanlık dükkândan üç tane yarım litrelik ucuzundan rom şişesi satın aldı.


Pazarcıların tezgâhlarını toplayacakları zamanı kaçırmak istemediğinden kamyonlara ve eşeklere yüzünü dönerek bir ağacın gölgesinde yere oturdu. Halinden memnun sırtını ağaca dayadı, şapkasını çıkardı ve bitkin yüzündeki toz ile teri koluyla sildi. Şişelerden birini dikkatle açtı ve içindeki yarım litre romu uzun bir solukta içti. Rom tedricen midesindeki sancıyı, sırtındaki ve bacaklarındaki ağrıları hafifletti. Gülümsedi. Sağlıklı olmanın mutluğunu hisseder gibi oldu. Evet, burada oturup rom içmek eve gidip Altagracia’nın bitmek bilmeyen şikâyetlerini dinlemekten iyidir, diye düşündü. Çabuk sinirlenmezdi ama bugünkü olaylar ona yetmişti.


Yarı kapalı göz kapaklarının ardından pazarın girişine yakın yerde, Benito Santos insanların bir çember halinde toplanmalarını izledi. Kalabalık her cumartesi civar köylerden horoz dövüşünde iddiaya girmek için gelen aynı kalabalıktı. Uyuşuk durumda, karşı ağacın dibine çömelmiş iki adama gözleri ilişti. Horoz dövüşüne pek ilgisi yoktu ama adamların ellerinde tuttukları horozlar dikkatini çekti. Bacaklarını kuvvetlendirmek için horozları yukarı aşağı zıplattılar. Horozları dövüş havasına sokmak için, tüylerini nazik bir hareketle kabartarak, birbirlerine doğru itelediler.


Benito Santos tüylerinin ucu altın sarısı, koyu renkli horozu tutan adama “Bu güzel görünüşlü bir kuş” dedi. “Elbette öyledir. O öğleden sonranın son dövüşüne çıkacak. En iyi kuşlar son dövüşe saklanır” diye hemen ekledi gururla. Horozun tüylerini okşayarak “Onun üzerine iddiaya girmelisin. Bugünün galibi olacak” diye onayladı. Benito Santos kese kâğıdından yeni bir rom şişesi çıkarak “Emin misin?” diye ilgisizce sordu.


Şişeden uzun uzun içti ve kum havuzu etrafında heyecanla çömelmiş insanlara doğru yöneldi. Gözleri iki horozun ölümüne savaştıkları alana kilitlenmiş olan insanlar, ona bakmadan yer açtılar. Kalabalığın gürültüsünü bir an için bastıran bir erkek sesi “Bahisleriniz beyler, bahisleriniz. Son dövüş için, gerçek dövüş için bahisleriniz.”


İnsanlar, sabırsızlıkla, kirli kâğıt paralarını bahis miktarını belirten renkli fişlerle değiştirdiler. Benito Santos altın uçlu tüyleri olan horozun sahibine “Horozunun bugün kazanacağından emin misin?” diye sordu. Horozun yaralı ibiğine öpücükler konduran adam “Elbette kazanacak” diye yanıtladı. Hafta içinde kendisi ile şeker kamışı kesmiş olan bir adam “İddiaya girmekten korkuyor musun, Benito Santos?” diye sordu ve “Bu gece başın derde girmesini istemiyorsan yaşlı karına yiyecek satın al” diye alay ederek ekledi.


Benito Santos bir fiş seçti ve tereddüt etmeden tüm maaşını altın uçlu tüyleri olan horoza yatırdı. Parasını iki misline çıkaracağından emindi. Sadece pirinç ve fasulye değil, ayrıca et ve daha fazla rom satın alabilecekti. Belki de oğluna ilk çift ayakkabısını alacak kadar dahi para kalabilirdi. Horoz sahipleri kuşlarını başlarının üzerine kaldırınca, diğer izleyiciler kadar heyecanlı olan Benito Santos teşvik edici naralar attı. Üzerlerinde zehir bulunmadığını kanıtlamak için horoz sahipleri kuşların öldürücü mahmuzlarını emdiler.


Sahipler horozlara tatlı sözler fısıldadılar ve hakemin işareti üzerine onları kum havuzuna yerleştirdiler. Savaşçılar birbirlerine kızgınlıkla baktılar ama dövüşmeyi reddettiler. Seyirciler bağırıyorlardı. Horozların üzerine hasır bir kafes indirildi. İzleyicilerin saldırı teşvikleriyle horozlar hiddetle titredi ve kabaran tüylerinin altından kızarmış çıplak boyunları belirdi.


Kafes kaldırıldı ve horozlar karşı gaga ve kanat darbelerini savuşturarak kapıştılar. Dövüşleri kısa sürede kanat çırpışı, gaga vuruşu ve mahmuz darbesi içeren ölümcül bir şiddet patlayışına dönüştü. Beyaz horozun tüyleri kendi kanıyla, belki de hasmının kanıyla kırmızıya boyanmıştı. Benito Santos sessizce üzerine para yatırdığı horozun kazanması için dua etti.


Hakemin bir işareti üzerine, gagaları açılmış, zorla nefes alabilen horozlar havuzdan kaldırıldı. Artan bir endişe ile Benito Santos, altın tüylü horoz sahibinin kuşunun yaralarına üfleyişini ve konuşup okşayarak sakinleştirmeye çalışışını izledi. Hakemin işaretiyle kuşlar yeniden kum havuzunun orta yerine bırakıldılar. Beyaz tüylü horoz düzgün bir nişan alarak aniden, rakibinin boynuna mahmuzlarını sapladı. Tüyleri altın uçlu olan horoz ölü olarak yere devrilirken beyaz horozun muzaffer ötüşü seyircilerin sessizliğini bozdu.


Benito Santos önce acıyla gülümsedi, sonra da gözyaşlarını tutabilmek için yüzünü buruşturarak güldü. “En azından rom şişelerim duruyor” diye mırıldandı ve ikinci şişede kalan romu bir yudumda bitirdi. Titreyen parmaklarla çenesini sildi ve kalabalıktan uzaklaşarak tepelere doğru yöneldi. Göz alabildiğine uzanan boş şeker kamışı tarlaları akşam üstü güneşinin altında parıldıyorlardı. Yürürken kaldırdığı yolun sarı kumları kollarına ve ellerine altın tozları gibi yapışıyorlardı.


Yavaş adımlarla dik bir tepeye tırmandı. Nerede bir ağaca rastladıysa yolun karşı tarafına geçip gölgesinde dinlendi. Son rom şişesini açıp uzun bir yudum aldı. Karısını görmek istemiyordu. Onun suçlayıcı gözlerine bakmaya cesareti yoktu. Bakışlarını yolun karşı tarafında, yüksek rütbeli bir generalin çiftliğinin bulunduğu yeşil tepelerin üzerinde, dolaştırdı.


Benito Santos şişeden uzun bir yudum daha içti. Rom onda hafif bir ümit ışığı yakmıştı. Belki de generalin çiftliğinde ona bir iş verebilirlerdi. Yeşil çimenleri keser, atlar için yetiştirilen yoncaları sulayabilirdi. Ne de olsa bir beceri sahibiydi, bir şeker kamışı kesicisiydi, kamış kesmekle yonca kesmek arasında fark yoktur, diye düşündü. Belki de biraz avans isteyebilirdi. Fazla değil, sadece biraz pirinç ile fasulye satın alacak kadar.


Tepeden aşağı koşar adımlarla indi ve generalin çiftliğine giden taşlarla yeni döşenmiş yol boyunca ilerledi. İş bulma ümidi onu o derece heyecanlandırmıştı ki açık duran girişin iki yanında duran askerleri görmedi bile. Onlardan biri yolun kenarında duran bir yazıyı tüfeğiyle işaret ederek “Nereye gittiğini sanıyorsun. Okuman yok mu? Buradan öteye geçilmez. Burası özel bir yoldur” diyerek onu durdurdu.


Koşmaktan soluğu kesilmiş olan Benito Santos’un boğazı her nefes aldığında acıyordu. Askerlere ayrı ayrı baktı. Yazının yanındaki bir kayaya yaslanmış olan, daha yaşlı ve yardımsever görünen askere dönerek “Acil olarak bir işe ihtiyacım var” diye fısıldadı. Asker sessizce başını salladı. Gözleri Benito Santos’un yırtık hasır şapkasından taşan sert siyah saçlarına sabitlenmişti. Benito Santos’un aşınmış ve dizlerine doğru kıvrılmış haki pantolonu ile gömleği terden zayıf bedenine yapışmıştı. Asker samimi bir tonla “Burada hiç iş yok. Ayrıca etrafta sana iş verecek biri de yok” dedi. Benito Santos “Atların orada biri olmalı. Belki yardım ederim. Sadece günde birkaç saat” diye ısrar etti.


Nöbetçiler birbirlerine baktılar, sonra da genç görüneni yaramaz bir sırıtışla ve omuz silkerek “Atlardan sorumlu Alman’ı sor. O sana belki yardım eder” dedi. Bir an Benito Santos onların neden sırıttıklarını merak etti ama minnettarlığı bu konuyu dert etmesini engelledi. Askerlerin fikir değiştirip onu geri çağıracakları korkusuyla, döşeli yokuş yolu süratle kat etti. Generalin evini görününce aniden durdu. Kararsız durumda, iki katlı eve baktı. Sütunlarla desteklenmiş geniş bir balkonu olan beyaz bir binaydı. Seslenmek yerine, yavaşça alt kat pencerelerinden birine dikkatle ilerledi. Pencere açıktı ve rüzgâr tül perdeyi dalgalandırıyordu. İçeriye bir göz atmak istiyordu. Lüks eşyaların Avrupa’dan getirilmiş olduklarını duymuştu.


Arkasından, ağır aksanlı bir ses “Burada ne yapıyorsun?” diye sordu. Şaşıran Benito Santos arkasını dönerken elindeki rom şişesini az daha düşürüyordu. Orta yaşlı, saçları kısa kesilmiş sarışın adama şaşkın gözlerle baktı. Adamın huzursuz gözlerine bakarak, askerlerin görmesini istedikleri Alman olması gerektiğini düşündü. Gözleri gök rengiydiler ve çıkık kaşlarının altından kızgın bakıyorlardı.


Benito Santos “Benim için bir işiniz var mı? Herhangi bir iş” diye sordu. Adam Benito Santos’a yaklaşarak onu tehdit eden bakışlarla dik dik süzdü. Aşağılayıcı soğuk bir sesle “Buraya gelmeye nasıl cesaret ediyorsun, seni sarhoş. Köpekleri üzerine salmadan derhal burayı terket” diye tehdit etti. Benito Santos’un bakışı bulanıklaştı, gözleri seyirdi. Kendini bir dilenci gibi gördü. Bir lütuf istemekten nefret ederdi. Her zaman elinden geldiğince dürüst çalışmıştı. Dili peltekleşti. “Sadece birkaç saat. Ben çalışkan biriyim. Şeker kamışı kesicisiyim. Atlar için yonca kesebilirim” diyerek elindeki çatlakları görebilmesi için elini adama uzattı. Alman “Çık dışarı, sarhoşsun” diye bağırdı.


Benito Santos elindeki palanın ucunu yere sürüyerek yavaş adımlarla yürüdü. Eve varışını kasıtlı olarak geciktirmek istercesine, önündeki yol her zamankinden uzun, bitmez tükenmez görünüyordu. Yanında konuşacak birinin olmasını arzuladı. Böceklerin monoton vızıltısı onu daha da mahzunlaştırdı. Kulübesinin önündeki kurumuş dere yatağını aştı ve öğleden sonra rüzgârının terli yüzünü serinletmesi için bir süre kapının dışında bekledi. Kulübeye girmesi için eğilmesi gerekiyordu. Kulübe penceresizdi, sadece önde ve arkada geceleri kartonla kapatıp sopayla desteklediği iki girişi vardı.


İçeride boğucu bir sıcak vardı. Hamak iplerinin tahtaya sürtünüş sesi ve Altagracia’nın düzensiz nefesi onu sinirlendirdi. Hırstan köpürmekte olduğunu biliyordu. Gözleri yerde uyuyan oğluna yöneldi. Küçük göğsünü ancak örten rengi atmış bir paçavra kıyafet giyiyordu. Oğlunun iki mi üç mü yaşında olduğunu hatırlayamadı. Altagracia Benito’nun elindeki kese kâğıdına bakarak hamağından kalktı. Karşısına geçerek sert ve tiz bir sesle “Yiyecek nerde Benito?” diye sordu. Benito Santos elindeki kesekâğıdını sıkıca tutarak kulübenin köşesindeki yatağa doğru gitti ve “Oraya vardığımda pazar yeri toplanmıştı. Burada hâlâ biraz pirinç ve fasulye kalmış olmalı” diye geveledi.


Altagracia, Benito’nun elindeki kese kâğıdına dalarak “burada senin de bildiğin gibi hiçbir şey yok ama sen sarhoş olmaya vakit bulabildin” dedi. Sarımsı ve buruşuk yüzünü kan basmıştı. Genelde ölgün bakan gözleri kızgınlıkla ve ümitsizlikle parlıyorlardı. Benito Santos kalbinin hızla çarptığını hissetti. Ona bir açıklamada bulunmak zorunda değildi. Hiç kimseye bir açıklama borcu yoktu.


“Sus kadın” diye bağırdı ve rom şişesinden son kalanı bir dikişte bitirdi. “Bütün gece şeker kamışı kesmek için çalıştım. Yorgunum ve şimdi biraz sessizlikle huzur istiyorum. Bana bağıran bir kadına ihtiyacım yok. Oğlanı al ve buradan defol git” diyerek boş şişeyi giriş aralığından dışarı attı.


Benito Santos’un yatağa uzanmasına fırsat bırakmadan Altagracia, onu kolundan yakaladı ve “Parayı bana ver. Yiyeceği kendim alırım. Çocuğun yemesi lazım” dedi cebine dalarak ve yırttı. Şaşkınlıkla ve anlam veremeden baktı, “Para yok. Bugün para almadın mı? Altı günlük ücretini rom şişelerine yatırmadın herhalde” diyerek küfür etti, adamın saçını çekti ve ağrıyan sırtına yumruklar indirdi.


Romdan değil ama hırstan ve ümitsizlikten sarhoş hissetti. Palasını kaldırdığında kadının gözlerinde korkunun belirdiğini gördü. Kadının çığlığı odayı doldurdu ve ardından sessizlik vardı. Yerde uzanmış hareketsiz bedene ve kana bulanmış saçlara baktı. Birden bacağına asılan bir şeyin farkına vardı. Küçük oğlu bacağına öylesine kuvvetle yapışmıştı ki hiç bırakmayacak sandı. Mantıksız bir korkuya kapılan Benito Santos ondan kurtulmak için bacağını salladı fakat çocuk bırakmıyordu. Çocuğun gözleri annesininki gibi koyu ve derindi, üstelik aynı suçlayıcı bakışla doluydu. Oğlanın dik bakışı altında Benito Santos’un şakakları zonklamaya başladı. Kör bir öfkeyle palasını bir kere daha havaya kaldırdı.


Yaşamı boyunca hiç bu kadar acı veren bir yalnızlık hissetmemişti. Zihninin hiç bu kadar açık olduğu da olmamıştı. Bir anda, anlamlı -önemli bir amaç taşıyan- yaşamı geçmişte kalmış, kâbusa dönüşmüş olan yeni bir yaşama adım atmıştı.


Eski haline oranla şuuru hiç bu kadar açık olmamıştı. Kenarda duran bir gaz yağı tenekesine birkaç paçavra batırıp kulübesini ateşe verdi. Koşabildiği kadar uzağa koşup sonunda durdu. Hareketsiz durumda tepenin altındaki boş tarlalara ve uzaktaki dağlara baktı. Sabahları bu dağlar onun için ümit rengindeydiler. Onların ötesinde deniz vardı. Denizi hiç görmemişti. Sadece uçsuz bucaksız olduğunu duymuştu.


Benito Santos dağlar, tepeler ve ağaçlar birer gölgeye dönüşene kadar bekledi. Çocukluk hatıralarına benzeyen gölgeler. Karanlıkta ışıldayan mumların aydınlattığı bir akşam vakti, annesiyle beraber dini bir tören yürüyüşünde olduğunu hissetti. “Kutsal ana, Tanrı’nın anası, bu ölüm anımızda günahkârlar olan bizler için dua et. Amin”.


Sesini rüzgâr, çevredeki binlerce ses ile birlikte ötelere taşındı. Korkuyla ürperdi ve yeniden delicesine bir koşu tutturdu. Nefesi kesilene kadar koştu. Yumuşak toprağa battığını hissetti. Toprak onu yutuyor ve karalığıyla onu sakinleştiriyordu. Benito Santos anlamsız yaşamının sonuna geldiğini anladı. Nihayet ölmüştü.


Bir kadının inleme sesiyle gözlerini açtı, ama etrafındaki yapraklarda gece esintisinin çıkardığı sesti bu. Sonsuza kadar karanlıkta kalmayı ne kadar da arzulamıştı; fakat onun için artık hiçbir şeyin kolay olmayacağını da biliyordu. Kalktı, palasını aldı ve dağlara giden yola doğru yürümeye başladı.


Gökten inen ışık etrafını aydınlattı: hatta ona bir gölge de sundu. Parlak ışık havayı daha latif yaptı ve nefes almayı kolaylaştırdı. Gideceği hiçbir yer yoktu. Hiçbir amacı ve o derin duygusallığı da kalmamıştı. Sadece belli belirsiz bir heyecanı, denizi görebileceğine dair hafif bir ümidi vardı.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön