Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

besinci bolum 19


Evimizi terk edip Leon Chirino’nun evine doğru yürüyüşe çıktığımızda akşam olmak üzereydi. Sakin bir yürüyüşle, meydana yakın eski sömürge evlerinin yanından geçerken pencerelerden içeri göz attık. Odalar karanlıktı, buna rağmen tespihlerinin tanelerini çekerken dualarını sessizce mırıldanan yaşlı kadınların gölgelerini görebildik. Meydanda bir bankta dinlendik. Etrafımız ağaç gövdelerine dayanmış eski ve ilkel tahta iskemlelerde oturan yaşlı adamlarla sarılıydı. Onlarla birlikte güneşin tepelerin ardında kaybolmasını ve akşam rüzgârının etrafı serinletmesini bekledik.


Leon Chirino kasabanın öte yanında, gecekondularla kaplı bir tepenin eteğinde yaşıyordu. Evi badanasız beton bloklardan oluşmuştu ve geniş avlusu yüksek duvarlarla çevrili idi. Duvardaki küçük tahta kapı, kilitli olmadığı gibi evinin kapısı da kilitli değildi. Seslenmek veya kapıyı çalmak gereğini duymadan içeri girdik ve büyük bir oturma odasını geçerek, bir çalışma atölyesine dönüştürülmüş olan arka avluya yöneldik.


Leon Chirino tek bir ampulün parlak ışığında bir tahta parçasını zımparalıyordu. Ellerini davet ve memnuniyet ifade eden bir hareketle açarak, tezgâhının karşısındaki banka oturmamızı teklif etti. Karışık beyaz saçlarındaki tozları ve üzerindeki tahta kırpıntılarını silkeleyerek “Sanırım hazırlanma zamanı geldi” dedi. Beklentiyle dona Mercedes’e baktım ama o sadece başını sallamakla yetindi. Leon Chirino’ya baktığında gözlerinde gizli bir ışık parlıyordu. Tek söz söylemeden yerinden kalktı ve avlunun kenarında uzanan koridor boyunca ayaklarını sürüyerek evin arka tarafına yöneldi.


Onu izlemek üzereydim ki Leon Chirino beni durdurdu ve ışığı söndürerek “Benimle gelsen iyi olur” dedi, içinde kurumuş çiçek bulunan saksılardan birine doğru nişan alarak dişlerinin arasından tükürdü.


“Dona Mercedes nereye gidiyor?” diye sordum. Sabırsızca omuzlarını silkti ve beni mutfakla oturma odasını ayıran küçük bir girintiye yönlendirdi. Küçük girintinin bir duvarına toprak bir su filtresi, diğer duvarına bir buzdolabı dayalıydı. Buzdolabından bir Pepsi şişesi çıkararak “Bunlardan birini ister misin?” diye sordu ve yanıtımı beklemeden şişeyi açarak “dona Mercedes yeterli sayıda puro olduğundan emin olmak istiyor” diye ekledi. Elinden şişeyi alarak “Bir seans mı olacak?” diye sordum.


Leon Chirino oturma odasının ışığını yaktı. Ardından yola bakan büyük pencereye yöneldi ve tahta bir levhaya uzandı. Levhayı pencerenin pervazına yerleştirmeden önce bir eliyle çenesini sıvazladı ve gözleri şeytani bir ışıltıyla parladı “Elbette ki olacak” dedi.


Pencerenin kenarındaki koltuğa yerleştim ve Pepsi’mi yudumladım. Odada eşyanın bulunmayışı odayı olduğundan daha büyük gösteriyordu. Koltuktan başka içinde kitaplar, fotoğraflar, şişeler, kavanozlar, fincanlar ve bardaklar bulunan bir yüksek büfe ile duvara dayalı birçok tahta iskemle vardı. Leon Chirino anlaşılmaz bir şeyler mırıldanarak ışığı söndürdü, sarı duvarda asılı azizlerin, Kızılderili şeflerin ve koyu tenli esirlerin fotoğraflarının altındaki oyuklarda duran mumları yaktı.


Odanın ortasına iki iskemle yerleştirip “Burada oturmanı istiyorum” diye emretti. “Hangisinde?”


“Hangisinde istersen”


Gülümseyerek kol saatimi çıkardı, cebine koydu ve büfeye giderek küçük bir kavanoz çıkardı. Kavanoz yarıya kadar cıva ile doluydu. Koyu tenli elinde canlı bir canavarın göz bebeğine benziyordu. Kavanozu kucağıma koyarak “Duyduğuma göre yetenekli bir medyummuşsun. Cıva hayaletin senin etrafında dolanmasına yardım edecektir. Onun sana çok yakın olmasını da istemiyoruz. Çünkü senin için tehlikeli olabilir” dedi. Göz kırptı ve boynuma Meryem ana madalyonu asılı olan gümüş bir zincir taktı. “Bu madalyon seni kesin korur” diye güven verdi.


Gözlerini kapadı ve ellerini bitiştirerek bir dua okudu. Bitirir bitirmez seans içinde kimin ruhunun ziyaret edeceğini bilmenin mümkün olmadığını söyledi. Geriye kalan iskemleleri odanın ortasında bir daire şeklinde dizerken “Kavanozu bırakma ve kolyeyi çıkarma” diye ikaz etti. Venezuela’daki ile köle isyanını çıkaran El Negro Miguel’in fotoğrafı altındaki mum hariç, diğer mumları söndürdü. Sonra da kısa bir dua daha mırıldanarak odayı terk etti.


Döndüğünde mum dibine kadar yanmış, tükenmek üzereydi. Gözlerimi kucağımdaki cıva kavanozundan ayırmamamı istedi ve yanıma oturdu. İçeri insanların girdiğini ve iskemlelere oturduklarını duyunca, merakımı yenemeyip birkaç kere onlara göz attım. Loş ışıkta kimsenin yüzünü tanıyamadım. İçeri giren en son kişi Mercedes Peralta oldu. Oyuktan mumu alıp herkese elde sarılmış puroları dağıttı. Benim puroma titrek mum alevini tutarken kulağıma eğilip “Seanstan önce veya sonra kimseyle konuşma. Leon Chirino’nun dışında kimse senin bir medyum olduğunu bilmiyor. Medyumlar savunmasızdırlar” dedi ve karşımdaki iskemleye oturdu.


Gözlerimi kapayıp, dona Mercedes’in avlusunda daha önce defalarca yaptığım gibi, purodan ustaca nefesler çektim. Bu eyleme öylesine bağlandım ki zaman kavramını kaybettim. Dumanlı karanlıktan hafif bir inilti yükseldi. Gözlerimi açtığımda iskemle halkasının ortasında puslu bir kadın görüntüsü belirdi. Kırmızımsı bir ışık tüm bedeni parıldayana kadar sardı. Davranış tarzı, kıyafeti –siyah etek ve bluz- başını bir tarafa aşina olduğum bir şekilde eğişi, onun Mercedes Peralta olduğunu düşündürdü. Buna rağmen onu daha fazla izledikçe daha az emin olabiliyordum.


Daha önce avluda gördüğüm o açıklanamaz görüntülerden biri ile karşı karşıya kalmış olduğumu düşündüm ve cıva kavanozunu elimde tutarak ayağa kalktım. Kadın şeffaf hale dönüşünce yerimde mıhlanmış gibi kaldım. Onun şeffaf oluşunu korkutucu bulmadım: sadece onun içinden öteye bakmanın mümkün olduğunu kabullendim. Kadın hiçbir ikaz vermeden yere karanlık bir yığın halinde çöktü. İçindeki ışık aniden söndürülmüş gibiydi. Onun bir hayal olmadığına, mendilini çıkarıp burnunu silince kesinlikle emin oldum. Bitkin halde iskemleme çöktüm. Solumda oturan Leon Chirino dirseğiyle beni dürttü ve dikkatimi çemberin ortasında tutmam için işaret verdi. Orada, iskemleler çemberinin merkezinde, daha önce şeffaf kadının bulunduğu noktada, tanımadığım yaşlı ve yabancı görünüşlü bir kadın duruyordu.


Büyük mavi gözleri faltaşı gibi açılmış, korkmuş ve şaşkın durumda bana baktı. Başı önce geriye, sonra ileriye doğru sarsıldı ve bu görüntü, anlam vermeme fırsat vermeden yavaşça silinip etrafta dalgalanır gibi oldu. Oda öyle sessizdi ki bir an için herkesin gitmiş olduğunu düşündüm. Sinsice etrafıma baktım. Tek görebildiğim puroların parıltısıydı. Dona Mercedes’in dağıtmış olduğu puroları hâlâ içmeleri mümkün değil diye düşündüm, çünkü benimkisi çoktan bitmişti.


Leon Chirino’ya doğru ilgisini çekmek için eğilirken biri omzuma elini koydu. Onun dokunuşunu tanıyarak “dona Mercedes” diye seslendim. Başım eğik durumda bir şeyler söylemesini bekledim. Ses gelmeyince yukarı baktım, orada kimse yoktu. Odada yapayalnızdım. Herkes odayı terk etmişti. Korkuyla kapıya doğru koşmak isterken Leon Chirino beni durdurdu. “Frida Herzog’un ruhu burada dolanıyor. Bu tepenin dibinde öldü” dedi. Pencereye doğru gitti ve tahta levhaları çıkarıp pencereyi açtı. Odadaki duman hayaletimsi bir görüntü gibi anafor halinde pencereden dışarı çıktı ve gecenin karanlığına karıştı.


Leon Chirino bana baktı ve bir kere daha Frida Herzog’un bu tepenin dibinde öldüğünü tekrarladı. Belki de kimsenin bulunmadığından emin olmak için karanlık köşeleri dikkatle denetleyerek odada dolandı. “Gördüğüm yaşlı kadın Frida Herzog muydu? Sen de onu gördün mü?” diye sordum. Başıyla onayladı ve onun ruhunun etrafta hâlâ dolandığını bir kere daha mırıldandı. Bir düşünceden veya belki kadının korkmuş görüntüsünden kurtulmak istercesine alnını defalarca ovaladı.


Odanın sessizliği rahatsız edici olmuştu. “Dona Mercedes’e gitsem iyi olur” diyerek kapıyı açtım. Leon Chirino ileri fırlayarak kolumu tuttu ve “Dur” dedi. Boynumdaki gümüş kolyeyi başımın üzerinden kaldırdı ve elimdeki cıva kavanozunu aldı. Yavaş ve yorgun bir sesle “Bir seans süresince zamanın akışı durur. Ruhsal zaman ise ne rüyadır ne de gerçek. Buna rağmen uzayda var olan bir zamandır” dedi. Uzun yıllar önce olmuş bir olaya fırlatılmış olduğumu belirtti ve “Geçmişin sürekli bir zamanı yoktur. Bugün, dünle; yıllar önce olmuş olaylarla bitişebilir” diye ekledi. Saatimi koluma taktı ve “En iyisi bu konular hakkında konuşmamaktır. Her ne olduysa müphem ve yanıltıcı olduğundan sözlerle açıklanması doğru olmaz”.


Dona Mercedes’e yetişmek arzumdan dolayı onu yarım ağızla onayladım. Leon Chirino ise beni evinde tutmakta kararlı olduğundan Frida Herzog’un evinin ardındaki tepede öldüğünü defalarca tekrarladı. Sözünü keserek “Dona Mercedes’in şeffaflaştığını gördüm. Sen de gördün mü?” diye sordum. Bu tür bir soruyla karşılaşmayı beklemiyormuş gibi beni süzdü ve ardından gülmeye başladı. Güven dolu bir ifadeyle “Seni efsunlamak istemiştir. O mükemmel bir medyumdur” dedi. Hafif bir gülümsemeyle yorgun gözlerini kapadı. Sanki çok değer verdiği bir hatıranın keyfini çıkarır gibiydi. Ardından kibarca beni kapıdan evin dışına doğru itti ve sessizce kapıyı kapadı.


Leon Chirino’nun kapısının önünde bir süre öylece kalakaldım. Seans süresince zaman kavramını kaybettiğimi biliyordum. Bütün gecenin geçmiş olduğuna ve yağmur sesini duymamış olduğuma bir türlü inanmak istemesem de kaldırımdaki su birikintileri ve sökmekte olan şafak aksini söylüyorlardı.


Uzakta bir papağan öttü. Yukarı baktığımda, yolun karşısında, gecekondu kaplı tepeye doğru giden beton basamakların kenarındaki okaliptüs ağaçlarının altında, Mercedes Peralta bir gölge gibi duruyordu. Ona doğru koştum. Soru soracağımı tahmin ederek parmağıyla dudaklarıma dokundu ve eğilip yerden yeni kırılmış küçük bir dal aldı. Dal gecenin yağmurundan hâlâ ıslaktı. Yüzlerce damlada hapsolmuş okaliptüs kokusu başıma serpildi. “Gitsek iyi olur” dedi ama eve doğru gideceğine tepeye tırmanmaya başladı. Havada küflü karton kokusu vardı. Etrafta kimse yoktu. Gecekondular sanki terk edilmişlerdi. Yolun yarısında basamaklardan sağa sola dallar gibi dağılan birçok patikadan birine saptık ve damı dalgalı teneke ile kaplı, sarı boyalı bir gecekondunun önünde durduk.


Kilitli olmayan kapı doğrudan, yatak odasına benzeyen bir odaya açılıyordu. Odanın ortasında dar ve muntazam örtülmüş bir yatak duruyordu. Taburelerin üzerinde, hayvan şeklindeki saksılarda yetişen, dallı eğrelti otları duruyordu. İçlerinde kanaryalar bulunan bambu kafesler tavandan sarkıyordu. Sarı duvarlardaki dövme demir kancalara pantolonlar, ceketler ve ütülenmiş gömlekler asılmıştı.


Duvar dekorasyonu sandığım parlak şekiller içeren bir perdenin ardından bir adam belirdi. Dükkânından kalem ve defter satın aldığım adamın burada ne yaptığını merak ederek “Efrain Sandoval” diye seslendim. Onu ve hem sözleri hem tavırlarıyla yerli bir Venezuelalı’dan daha Venezuelalı olan Alman doğumlu karısını iyi tanıyordum. İki kızlarıyla birlikte sahibi olduğu meydana yakın kırtasiye, radyo ve TV dükkânının üst katında yaşıyorlardı. Kırk yaşlarında idi fakat ince vücudu ve narin yüzü onu olduğundan çok daha genç gösteriyordu. Uzun ve kıvrık kirpiklerinin çevrelediği çekik gözleri ışıl ışıl parlıyordu.


Gizli bir düşünce onu eğlendiriyormuş intibaını veriyordu. Her zamanki gibi kusursuz giyinmişti ama bu sabah tüm bedeni tütün kokuyordu. Engelleyemediğim kuşkulu bir tonla “Seansta mıydınız?” diye sordum. Bana sessiz olmamı işaret ederek yatağa oturmamızı istedi ve “Hemen dönerim” diyerek perdenin ardında kayboldu. Bir süre sonra içinde yiyeceklerle çatallar, bıçaklar ve tabaklar bulunan bambu bir tepsiyle göründü. Taburelerden birini boşalttı ve bir şef garsonun ateşli kıvraklığıyla bize siyah fasulye, pirinç, kızarmış yabani muz, dilimlenmiş kızarmış et ve kahve ikram etti.


Ruhçuların toplantısı hakkında konuşulması beklentisiyle ve heyecanla birinden diğerine baktım. Dona Mercedes gözlerinde şeytani bir parıltıyla “Misuya meraktan çatlamak üzere,” diye ilan etti ve “senin kasabadaki dükkânının üzerinde o güzel dairen varken neden burada yaşadığını merak ediyor. Ona nedenini açıklamanı istiyorum” diye ekledi. Efrain Sandoval tabağındaki son fasulyeleri yerken, ilgisiz bir tavırla “Öyle mi?” diye sordu. Zaman kazanmak istercesine fasulyeleri yavaş yavaş çiğniyordu. Ayağa kalktı ve pencereyi açtı. Birkaç saniye aydınlanmaya başlayan göğe baktı ve bana doğru döndü. Dikkatle bakarak “benim hakkımda bilgi edinmek için iyi bir nedenin var olduğunu umarım,” diye sordu. Dona Mercedes “Var, üstelik hikâyeni öğrenmek için dükkânına gelip seni taciz ederse, sakın bozulma” diye yanıtladı. Efrain Sandoval kabullenen bir gülümsemeyle iskemlesini çevirip duvara yasladı. Dalgın bakışlarının odada gezinmesine izin verdi, varlığımızdan habersizmiş gibi bir hâli vardı. Bir süre sonra dona Mercedes’e bakmadan “Ona anlatmamda ne gibi bir neden olabilir ki?” diye sordu ve “dünyayı sarsacak bir hikâye değil, oldukça alelade” diye ekledi.


Dona Mercedes “İşte asıl neden bu. Misuya şimdiye kadar her türlü hikâyeyi dinledi. Seninki özel olarak ilgi çekici, çünkü sen oluşması için hiçbir şey yapmadın. Sadece oraya yüksek bir karar merciinin iradesiyle konuldun” dedi. Efrain Sandoval “Yine de Frida Herzog’un hikâyesinin Misuya’ya ne şekilde yararlı olacağını göremiyorum” diye ısrar etti. Mercedes Peralta “Bırak da bununla o ilgilensin” diye sertçe yanıtladı.


Yataktan kalktı ve bana aynı şeyi yapmam için işaret verdi. Efrain Sandoval itiraz etmeye devam edecekmiş gibi göründü ama başıyla onay verdi ve bana dönerek “Bildiğin gibi kasabada büyük bir evim var.” Kollarını iki yana açarak “Buna rağmen, bana ait olan her şeyi, istemeden de olsa vermiş olan, Frida Herzog’un varlığını hissedebildiğim için burada yaşıyorum” dedi. Pencereye yöneldi ve kapamadan önce dona Mercedes’e dönerek “Bana bugün bir arıtma seansı verir misiniz?” diye sordu. Mercedes Peralta “Elbette” diye gülerek yanıtladı. “Misuya’ya aldırma, benim bunu daha önce de yaptığımı gördü”.


Efrain Sandoval bir an sendeler gibi oldu ama zaman kısıtlıymış gibi telaşla ceketini çıkardı ve sırtüstü yatağa uzandı. Mercedes Peralta elbisesinin cebinden küçük bir şişe, bir beyaz mendil, iki mum ve iki puro çıkardı. Onları dikkatle yatağın önüne yere dizdi. Önce bir mum sonra bir puro yaktı ve purodan derin bir nefes çekti. Her nefes verişinde mırıldandığı ilahinin sözleri, ağzından dumanlı bir yumak gibi dökülüyorlardı.


Yarıya kadar parfümlü sıvı ve amonyak karışımı ile yarıya kadar dolu şişe ile mendiline uzandığında yüzüne hınzır bir gülümseme yayılmıştı. Şişeden bolca sıvıyı mendile döktü ve mendili tam bir kare şeklinde katladı. “Nefes al” diye emir verdikten sonra mendili hızlı bir hareketle Efrain Sandoval’ın burnuna tuttu. Efrain Sandoval anlaşılmaz sözler geveleyerek oturmak gayretiyle sağa sola debelendi. Yanaklarından aşağı gözyaşları süzüldü ve dudakları bir şeyler söylemeye uğraştı. Dona Mercedes hiç gayret göstermeden, sadece burnu üzerindeki baskıyı arttırarak onu yerinde tuttu. Mücadeleyi bırakan Efrain Sandoval kollarını göğsünde çaprazlayarak yatakta bitkin vaziyette bekledi.


Dona Mercedes ikinci puroyu yaktı. Yumuşak sesliyle bir dua mırıldanarak Hans Herzog’un ruhunun, Efrain Sandoval’ı korumasını istedi. Puronun son birkaç nefesini çukur hale getirdiği avuçlarına üfledi ve ellerini Efrain Sandoval’ın yüzüne, kollarına ve bacaklarına sürdü.


Tuhaf bir ses işitim ve ürkerek etrafıma baktım. Oda duman doluydu ve yatağın yanında bir gölge veya bir iri dalga dolandığını gördüm. Efrain Sandoval’ın uykusunda yüksek sesli horlaması büyüyü bozdu. Mercedes Peralta oturduğu yerden kalktı. Kendine ait ufak tefek eşyaları ve puro izmaritlerini cebine koydu, ardından gidip pencereyi ardına kadar açtı. Çenesiyle kapıyı işaret ederek benim izlememi istedi. Dışarı çıktığımızda “Onun durumu iyi mi?” diye sordum. Daha önce bu denli kısa bir seansta hiç bulunmamıştım. “Daha bir yıl sorunu olmaz. Her yıl Efrain Sandoval, kendini yenilemek için, bir ruhçular toplantısına katılır” diye beni yatıştırdı.


Eliyle geniş bir çevirme hareketi yaparak “Frida Herzog’un hayaleti buralarda dolanıyor. Efrain, hayaletin kendisine şans getirdiğine inanıyor. Ailesi kasabada yaşarken gecekondusunu elinden çıkarmamış olması bu yüzdendir. Bu inancı doğru olmasa da kimseye zararı olmadığı gibi kendisini de rahatlatıyor.”


“Fakat, Frida Herzog kim? Ayrıca Hans Herzog kim? Onun hayaletinden Efrain’i korumasını açıkça istedin” diye sordum. Dona Mercedes biraz sersemlemiş durumda eliyle ağzımı kapatarak “Sabırlı ol Misuya” dedi. “Efrain sana her şeyi zamanı gelince anlatacak. Tek söyleyebileceğim şey, Efrain için şans çarkını döndüren Frida Herzog olmadı. Onun bunu yapması için hiçbir nedeni yoktu. Bunu yapan aslında bir hayaletti. Hans Herzog’un hayaleti idi” diye ekledi.


Tepeden aşağı yürürken dona Mercedes tüm gücüyle bana yaslandı ve “Hamağıma uzanmayı zor bekliyorum. Yorgunluktan ölüyorum” dedi.


****====****


Birinin kurcalamasından, hatta çalmasından çekinen Efrain, yeni motorunu önce kaldırıma sonra da işvereni olan Frida Herzog’un iki katlı yeni binasının giriş holüne itti. Binanın alt katında yaşayan Finli kadın ve çocukları ona kızgınlıkla baktılar. Giriş holünü kendi oturma alanları olarak kabul ediyorlardı. Efrain özür dilercesine omuzlarını yükseltti ve Frida Herzog’un dairesine çıkan basamakları tırmandı.


Gençliğinden beri Herzog’lar için çalışıyordu ve ona motorunu satın almış olan da Hans Herzog idi. Onunla çalıştığı yıllar öyle hızlı geçmişti ki Efrain yılların geçişini hissetmemişti bile. Hans Herzog’un tavuk çiftliğinde her işe koşan ve genel dağıtımda çalışan biri olsa da, en hoşuna giden şey işvereninin nezaketi ile derin mizah duygusuydu. Efrain çalışmak amacıyla işe gittiğini hiç hissetmemişti: daima kaliteli yaşam hakkında ders almak için işe gitmişti. Yıllar içinde Hans Herzog’un bir işçisi olmaktan çok, bir üvey evladı veya bir çömezi olmuştu.


“Sana teşekkür ederim Efrain” derdi. “Benim yapımdaki insanlar belli bir yaştan sonra tarafsız dinleyicilere, ilgilenen kulaklara gereksinim duyarlar”. Hans Herzog Almanya’dan, harpten önce servet yapmak için değil, mutluluğu aramak için Venezuela’ya göç etmişti. Geç evlenmişti, nedeni de ebeveyn olmanın ahlaki bir zorunluluk olduğuna inanmasıydı. Bu duruma cennete giden gerilimli yollar derdi.


Hans Herzog bir inme geçirdiğinde ona gece gündüz bakan Efrain oldu. Hans Herzog artık konuşamıyordu ama göz işaretleriyle, aynen eskisi gibi, Efrain’le mükemmel anlaşıyordu. Son anlarında Efrain’e bir şeyler söylemek için büyük gayret gösterdi ama başaramadı. Omuzlarını silkti, güldü ve öldü. Şimdi Efrain adamın dul karısı için çalışıyordu. Aynı pozisyonda değildi ve kesinlikle aynı zevki almıyordu. Kadın tavuk çiftliğini satmıştı: bana kocasımı hatırlatıyor derdi, fakat Efrain’i bir memur olarak alıkoydu; nedeni de motoru kullanmayı bilen tek kişinin o olmasıydı.


Frida Herzog’un dairesine ait kapının aralık olduğunu fark edince, Efrain kapıyı çalmadan oturma odasına bitişik olan küçük hole girdi. Bej renkli koltuklarla dolu oturma odası yemek odasından büyük bir piyano ile ayrılmıştı. Noel zamanı, yılda bir kere yakılan büyük şöminenin iki yanında camlı dolaplar içinde kitaplar duruyordu. Şömine rafının üzerinde duran süslü aynada kendini tümüyle görebilmesi için, Efrain bir iki adım geri attı.


Yirmili yaşlarındaydı ama ince yapısı ve sakalsız, çocuksu yüzü onu on altı yaşındaymış gibi gösteriyordu. Büyük bir dikkatle saçını taradı, kravatını sıktı ve göğüs cebinde duran kolonya kokulu mendilini düzeltti. Fakir olmak dağınık olmak için bir neden olamaz, diye düşündü. Omzunun üstünden bakarak ceketinin sırt kısmının düzgün ve kırışıksız olduğundan emin oldu. Islık çalarak odayı boyan boya geçti ve geniş balkona çıktı.


Saksılardaki kauçuk bitkileri, tavana yükselen eğrelti otları ve kuş kafesleri Frida Herzog’u kısmen gizliyorlardı. Şişman ve sağlam yapılı kadın üstü koyu camla kaplı beyaz dövme demirden masasının ardında oturuyordu. Efrain’e selam vermek yerine “Seni saat sekizden beri bekliyorum” dedi. İri burnu üzerine yerleştirdiği kemik çerçeveli gözlüğünün camları, mavi gözlerinin sinirli ve tehditkâr bakışlarını arttırıyorlardı. Efrain coşkuyla “Bu gerçek cennet gibi mekânda ne büyük huzur ve ne hoş bir serinlik yaşanıyor” diye seslendi. Frida Herzog’a bu konuda iltifat etmenin onu her zaman olumlu bir ruh haline soktuğunu biliyordu. “Kanaryaların öğlen vaktinde dahi melekler gibi şarkı söylüyorlar” diye ekledi. Kuş seslerini taklit ederek ceketini çıkardı ve dikkatle bir iskemlenin arkalığına astı.


Frida Herzog onun oturmasını işaret ederek ters bir ifadeyle “Kuşları boş ver. Sana bir maaş ödüyorum ve senin burada zamanında olmanı bekliyorum” dedi. Efrain, önemli bir poz takınarak “Olası müşteriler tarafından alıkonuldum” dedi. Oyalı mendiliyle terlemiş olan üst dudağını ve alnını hafifçe silen Frida Herzog “Hiç sipariş alabildin mi?” diye sordu ve yanıt vermesini beklemeden masada duran ince uzun beyaz kutuları önüne doğru itti. “Şunları kontrol et” diye homurdandı. Efrain, sert tarza aldırmadan ve neşeyle aldığı siparişlerin, yazılı ve imzalı olanlar kadar sağlam olduklarını belirtti.


Efrain saygılı bir tavırla beyaz kutuları açıp koyu mavi kadife üzerinde uzanmış duran gümüş kaplamalı tükenmez kalemlere huşu ile baktı. Bir kalemin üst kısmını çevirerek açtı ve beliren küçük bir mürekkep ıstampasıyla bir mührü dikkatle inceledi. Kalemin üst kısmı ile mührü alıp kutuyu damgaladı. Mührü yerine yerleştirdi ve kalemin tepesini geri vidaladı. Diğer kalemlerle de aynı işlemleri tekrarladı. Böylece müşteri adlarının da doğru yazılmış olduklarını onaylamış oldu.


Frida Herzog kalemi elinden kaparak “Sana kaç kere kalemlerin üzerinde parmak izi olmasın demem gerekir?” diye tersledi. Mendiliyle kalemi parlattı kutusuna yerleştirdi ve “Şimdi paketle” dedi. Efrain ona haşin bir bakış attı ve emrettiği gibi yaptı. Sonuncu kutuyu da sardıktan sonra “Adres etiketlerini de yapıştırmamı istiyor musun?” diye sordu.


“Evet, onu da yap” dedi ve bir metal kutudan üzerlerinde daktilo ile yazılmış adreslerin bulunduğu altı tane etiket verip “Tutkalı eşit olarak sürmeye dikkat et” diye ekledi. Efrain “Ne?” diye sertçe sordu. Frida Herzog’un aksanı normal zamanda dahi anlaşılması zordu. Sinirlendiğinde veya korktuğunda alevlenen aksanı ne dediğini tamamen anlaşılmaz hâle dönüştürüyordu. Frida Herzog her sözün üzerine teker teker basarak “Tutkalı etiketlerin köşelerine kadar eşit miktarda sür,” dedi. Efrain’e dik dik bakarak “Etiketlerin yapışık kalmalarını istiyorum” diye ekledi.


Efrain iki elini başına götürerek “Eğer bakışlar öldürseydi ölmüş olurdum” diyerek kıvranma hareketi yaptı. Frida Herzog “Ne dedin?” diye sordu. Aksanı iyice anlaşılmaz olmuş, sözler ağzında yuvarlanmıştı. Efrain “Dediğini yapmam çok kısa sürecek” dedi. Mavi çizgili ve kolalı gömleğinin yakasını çözdü, kravatını gevşetti ve matara şeklindeki tutkal şişesinden bir miktar tutkalı her etiketin üzerine sıktı. Tutkal şişesinin lastik ucuyla tutkalı eşit olarak etiketlere dağıttı ve her birini tükenmez kalemlerin kutularına dikkatle yapıştırdı.


Frida Herzog’un pembe ve dolgun yüzünde kısa bir onay ifadesi belirdi. “Güzel iş çıkardın, Efrain” dedi. Efrain’in kutuların tam ortalarına yapıştırdığı etiketlerin düzgünlüğü onu her zaman şaşırtmıştı. Kendisi yapsa daha düzgün yapamazdı. İltifatından güç alan Efrain, ona vaat etmiş olduğu kalemi sormaya karar verdi. Bu konuda hiç ümidi kalmamış olsa da, ona her fırsatta hatırlatmaktan geri kalmıyordu. Frida Herzog, vaadini yerine getirmemek için her seferinde yeni bir bahane buluyordu. Tiz ve acil bir sesle “Bana ne zaman bir kalem vereceksin?” diye sordu.


Frida Herzog ona sessizce baktı ve öne eğilerek dirseklerini masaya sertçe koydu. “Bu bölgenin mümessilliğini bana vermesi için imalatçı firmayı ikna etmekte ne büyük zorluklar çektiğimi sana söylemedim mi? Üstelik benim yaşımda, hem de kadın olmak ayrı bir engel teşkil ediyor” dedi. Yaşını hiçbir zaman söylememişti. Bir an durakladı ve yüzünde hafif bir gurur ifadesiyle “Kalemleri satmakta bu kadar başarılı olmam onları etrafa hediye etmemi gerektirmez” dedi. Efrain “Bir kalem seni iflas ettirmez” diye ısrar etti.


Sesi öfkeyle titredi “Kalemin, kalemin. Sen başka şey düşünmez misin?” dedi. Frida Herzog yüzünü Efrain’in yüzüne yaklaştırdı. Arada birkaç santimetre kalmıştı. Gözlerini kırpmadan sabit bakışlarla Efrain’e baktı. Mavi gözlerinde hafif bir delilik belirtisi sezen Efrain, büyülenmiş gibi onu süzdü. Fazla ileri gittiğini hisseden kadın bakışlarını başka yöne çevirdi. Yüz hatları yavaşça yumuşadı. Gönlünü alan bir ifadeyle birlikte binlerce kalem satacaklarından emin olduğunu söyledi. Kalemleri sadece kasabada ve civar köylerde değil, tüm ülkede satacaklardı. Ona iyice yaklaşarak “Sabırlı ol, Efrain. İşler açılınca ikimiz de zengin olacağız” dedi. Koltuğuna geri yaslandı ve eliyle küçük gri kutuyu okşadı. Efrain “Fakat tüm istediğim bir kalem, seni gidi salak yaşlı deli” diye umutsuzca geveledi.


Frida Herzog onu duymadı. Gözlerinde hüzünlü, uzak bakışlarla kuş kafeslerini süzdü. Efrain “Çok fazla çalışıyorum. Sadece kalemlerini dağıtmakla kalmıyorum, ayrıca tüm müşterilerini de ben buldum” dedi. Sözünün kesilmesine aldırmadan “Sen bana bir kalem bile vermiyorsun” diye devam etti. Frida Herzog aksileşerek “Kötü çalışıyorsun demedim. Senin anlaman gereken şey, bir iş yeni kurulduğunda birtakım fedakârlıkların yapılması gerektiğidir” dedi.


Kalkıp balkonda ileri geri yürümeye başladı. Sözlerine devam ederken sesi tizleşiyordu. “Yakında sana sadece bir kalem ve komisyon vermekle kalmayacağım, ayrıca seni ortak da yapacağım”. Karşısında durup “Ben bir iş kadınıyım. Bu ülkede okuma yazması olan her insana kalem satacağız” dedi. Ondan uzaklaşıp balkonun korkuluğuna yaslandı. Koluyla etrafı kapsayan geniş bir çevreleme hareketi yapınca sabahlığının kolu dalgalandı. “Şu tepelere bak, şu gecekondulara bak” diye seslendi. Ona doğru döndüğünde geniş bir gülümseme yüzüne yayılmıştı “Şu tepelerdeki kulübelere bir bak. Ne fırsatlar var. Okuma yazması olmayanlara da kalem satacağız. Bir belge imzalamaları gerektiğinde koca bir X yapacaklarına, imzaları gereken her kâğıda kendi adlarını mühürleyebilecekler”.


Ellerini çocuksu bir mutlulukla çırparak Efrain’in yanına oturdu ve cebinden altın kaplamalı kalemini çıkardı. Altın kaplamalı kalemini havada tutarak “İşte bu, herkesin sorunlarına yanıt veren ideal çözümdür!” dedi. Dikkatle kalemin tepesini çevirerek açtı mührü kaleme taktı ve her bir kutunun arkasına mührü bastı. Gururla, küçük kırmızı harflerle yazılı adını ve adresi okudu. “Bu gecekondularda yaşayan yüzlerce insan var. Onların bu kalemlerden birine sahip olmayı isteyeceklerini seziyorum” dedi ve Efrain’in koluna dokunarak “Bu tepelerde satacağın her kalem için sana bir komisyon ödeyeceğim” diye ekledi. Efrain alay eden bir tavırla “Onlar bu kalemi ödeyemezler” diye hatırlattı.


Frida Herzog havalı bir tavırla “Şimdiye kadar hiç yapmadığım bir şey yapacağım. Kalemleri kredi ile satın almalarına izin vereceğim” dedi. Koluyla süpürerek masada duran küçük kutuları toparladı ve kutularla birlikte kendi altın kalemini de dalgınlıkla Efrain’in aşınmış deri omuz çantasına yerleştirdi. Efrain’e “Şimdi gitsen iyi olur” dedi. Efrain’in yüzüne inanmaz bir ifade yayıldı. Kadının yaptığı hatayı fark edip etmediğini sorgulayan bakışlarla yukarı baktı, sonra da sakince omuz çantasını alıp “Yarın görüşürüz” dedi.


“Bu öğleden sonra teslim edeceğin sadece altı kalem var. Senin saat beşte geri gelmeni bekliyorum. Bu kalemleri parası ödendi. Ödeme yapılması için beklemen gerekmeyecek” diye hatırlattı.


Efrain, “Gün ortası oldu bile. Bu sıcakta gitmemi bekleyemezsin. Üstelik önce yemek yemem lazım. Seyahat masraflarım için de paraya ihtiyacım var” diye itiraz etti. Kadının boş bakışlarının farkına varınca “Motorum için benzin almam gerek” diye açıkladı. Frida Herzog bir miktar ufak para verdi ve gözlüğünün üstünden ona bakarak “Makbuz istemeyi unutma” dedi.


Efrain memnuniyetsizlik ifadesiyle omuzlarını silkti ve dişlerinin arasından “Hasis karı, bu para deponun yarısını bile doldurmaz” diye hırladı. Frida Herzog “Bana ne dedin?” diye çıkıştı. Dilinin ucuna gelen hakaret dolu sözleri geri yuttu ve ufak paraları cebine koyarak “Bu para benzin deposunu doldurmaya yetmez” dedi. Kadının onaylamayan ifadesini hiçe sayarak tarağını çıkardı ve karışık siyah saçlarının üzerinde gezdirdi.


Frida Herzog “Teslim edeceğin yerlerden dördü yürüme mesafesinde” diye uyardı. “Motoru şehir içinde dolaştırmana gerek yok. Bu mesafelere, hatta daha da uzaklara kendim yürüdüm. Eğer bu yaşımda ben yapabilmişsem, aynı şeyi senin gibi genç bir adamın yapmasını da beklerim”.


Efrain hafifçe ıslık çalarak, kravatını düzeltti ve ceketini giydi. Hafif bir el hareketi yaparak geri döndü ve oturma odasına yöneldi. Ağzından ani bir nida sesi kaçarken, şaşkınlık ve hayranlıkla gözleri açıldı. Geniş bir koltukta, çıplak bacaklarını kolçak kısmının üstünden sarkıtmış olarak oturan Frida Herzog’un kızı Antonia duruyordu. Bacaklarını örtmedi ve şefkatli bir ilgi ile ona baktı –aynen kadınların bebeklerine baktıkları gibi- ve ardından kışkırtıcı bir şekilde gülümsedi.


Antonia ufak tefek ve sevimli, yirmili yaşlarında bir kadındı, fakat ümitsiz ve bitkin hali ile bezgin tavrı onu olduğundan çok daha yaşlı gösteriyordu. Çoğunlukla ortalıkta yoktu. Eline geçen her fırsatta erkeklerle uzaklaşışı ve arada bir eve uğrayışı annesini utandırıyordu. Yaşlı kadının böylesine asabi oluşuna şaşmamak gerekir, diye düşündü Efrain. İçinde Antonia’ya karşı ani bir sevgi dalgası kabardı ve onunla oturup konuşmayı arzuladı ama Frida Herzog’un balkondan onları duyacağını bildiğinden, dudaklarını büzerek sessiz bir öpücük yollamakla yetinip kapıdan dışarı çıktı.


Frida Herzog balkonun korkuluklarına dayanarak hareketsiz kaldı. Birkaç kere göz kırptı. Kızgın güneş ve parlak çevre gözlerini yaşartmıştı. Çevredeki tepelerin eteklerinde sıcak hava dalgaları salınıyor, farklı renklerden oluşmuş gecekondu görüntülerini sisli ve titreşen bir kesyapa dönüştürüyordu. Kısa bir süre önce bu tepeler yemyeşildi. Bölgeye gelenler, hemen hemen bir gece içinde, tepeleri teneke mahallesine çevirmişlerdi. Gecekondular bir sabah vakti aniden, güçlü bir yağmurdan sonra ortaya çıkan mantarlar gibi belirmişler, onları yıkmaya da hiç kimse cesaret edememişti.


Bakışları Efrain’in yolda ses çıkararak ilerleyen motoruna takıldı. Kalemlere sahip olmak için aşırı istek göstermiş olan, ecza laboratuarında çalışan iki sekretere önce gitmesini arzuladı. Parlak ve yeni kalemlerini oradaki çalışanlara gösterdikleri vakit, siparişlerin peş peşe geleceğinden emindi. İçten kıkırdayarak geri döndü ve kızının oturduğu salona doğru baktı.


Frida Herzog derin bir iç geçirdi ve hayal kırıklığı duygusuyla başını bir bu yana bir öte yana salladı. Saf ipek kaplı koltuk kolçaklarınaçıplak bacaklarını koymaması gerektiğini kızına bir türlü anlatmamıştı. Güzel kızı için büyük umutları vardı. Antonia birçok zengin erkekle evlenebilirdi. Kızının neden beş parasız, ihtirassız ve onu terk etmiş olan bir satıcı ile evlendiğini anlamakta güçlük çekiyordu. Öğlen yemeği sırasında mı, yoksa akşam yemeği sırasında mı, hatırlayamadığı günün birinde adam sofradan kalkıp gitmiş ve bir daha dönmemişti.


Durumu kabul eden zorlama bir gülümseme ile Frida Herzog oturma odasına girdi. Antonia’nın karşısındaki koltuğa oturarak “Farkındaysan, Efrain her geçen gün daha küstah oluyor. Ona bir kalem versem işi terk edeceğinden çekiniyorum. Tek istediği o kalem” dedi. Antonia boyalı, bakımlı tırnakları ile ilgilenerek ve yukarı bakmadan “Onun yapısını biliyorsun. Demek ki Efrain’in tek isteği bir kalem. Bunda ne kötülük var ki?” diye sordu. Frida Herzog “Bir tane satın alması lazım” diye tersledi. Antonia “Aman anne,” diye azarladı “bu ıvır zıvırlar aşırı pahalılar. Besbelli bir tane alacak gücü yok” dedi. Frida Herzog homurdanarak “Beni güldürme. Ona iyi bir maaş veriyorum. Eğer parasını kıyafet almak için harcamasa satın alabi-” . Antonia annesinin sözünü keserek “Bu kalemler sadece geçici bir merak. Efrain de bunu biliyor. Birkaç ayda, belki de birkaç hafta sonra onları hiç kimse istemeyecek” dedi. Frida Herzog aniden dikilerek “Bana böyle bir şey söylemeyi nasıl cesaret edersin? Bu kalemler hep satacak” diye bağırdı.


Antonia yatıştırıcı bir tonla “Sakin ol anne. Bu dediklerine inanıyor olamazsın. Neden kalemleri bu ücra yerde sattığını sanıyorsun? Onları Caracas’ta artık hiç kimsenin istemediğini fark etmiyor musun?”. Frida Herzog “Bu doğru değil. Bir gün tüm bölgenin mümessilliğini alacağım, belki de tüm ülkenin. Eğer bu kalemlerin imalatçısı ben olsaydım diğer ülkelere açılmaya çalışırdım. Kesinlikle yapardım. Bir imparatorluk kurardım” diye bağırdı.


Antonia güldü ve şöminenin üzerindeki aynaya doğru döndü. Koyu sarı saçlarının arasından erken beyazlaşan saç tutamları belirmekteydi. Ağzının iki yanında kırışıklar vardı. Dünyadan nefret eden sert bakışları olmasaydı, geniş mavi gözleri güzel sayılırlardı. Yıllar değil ama yorgunluk ve ümitsizlik, hem yüzünün hem de bedeninin gençliğini yok etmeye başlamıştı. “Efrain’in senin henüz keşfetmediğin yetenekleri var. Kimse para kazanmanın yollarını onun kadar bilemez. Kalem satarak zengin olacağını düşünmen ciddi değil, ancak şaka olabilir. Neden onu en iyi yaptığı şeyde kullanmayı düşünmüyorsun?”


Frida Herzog’un yüzüne hor gören bir ifade yayıldı. “Onu en iyi yaptığı şeyde kullan! Senin son bir iki aydır ne yaptığını bilmediğimi mi sanıyorsun? Belki biraz sağırım ama aptal değilim”. Antonia’nın ayrılmakta olduğunu görünce aceleyle “Hiçbir zaman kaliten olmadı. Efrain ile dışarılarda gezmek. Kendinden utanmalısın. O koyu renkli bir mulato[1] veya öyle bir şey.” Hırsını almış olan Frida Herzog koltuğunda geriye yaslandı ve gözlerini kapadı. Sözlerini geri almayı arzuladı ama tekrar konuştuğunda kavgacı tarzı devam ediyordu. “Hayatında yapmak istediğin hiçbir şey yok mu?” diye sordu. Antonia yumuşak bir sesle “Efrain ile evlenmek istiyorum” dedi.


Frida Herzog hırsla “Ben öldükten sonra. Seni mirasımdan ederim. Evimden kovarım” diye bağırdı ve bir nefes aldıktan sonra “Ne yapacağımı sana söyleyeyim. Onun motorunu elinden alıp işten atacağım” dedi. Fakat Antonia onu duymadı, çünkü kapıyı ardından çarparak odadan çıkmıştı bile. Frida Herzog kızının geri gelmesini umut ederek çıktığı kapıya bir süre baktı. Gözleri akmayan gözyaşlarıyla doldu. Sakince holün ilerisindeki yatak odasına doğru yürüdü. Böbrek şeklindeki makyaj masasının önüne çöktü. Titreyen parmaklarla gözlüklerini çıkardı ve kendini aynada inceledi. Parmaklarını seyrek ve gri saçlarının arasında gezdirerek saçlarını boyatması gerektiğini düşündü. Koyu gölgelerle çevrili gözleri çukurlaşmıştı. Bir zamanlar porselen beyazlığındaki pürüzsüz teni, acımasız tropik güneşin kaçınılmaz etkisiyle yıpranmıştı. Gözlerine yaşlar doldu ve yumuşakça “Tanrım, benim bu yabancı yerde hastalanıp ölmeme izin verme” dedi.


Dışarıda yumuşak adım sesleri duydu. Antonia’nın onu kapının dışından dinlediğinden emindi. Bunu dert etmeyecek kadar yorgundu. Yatağına uzandı ve bir Mozart sonatını dinlerken keyifli bir yarı-uyku durumuna geçti. Antonia’nın kuyruklu piyanoyu çalmakta olduğu düşüncesi onu derinden mutlu etti. Kızı her zaman çok güzel piyano çalmıştı.


Frida Herzog uyandığında saat dört gibiydi. Bir kısa öğleden sonra uykusunun ardından, her zaman olduğu gibi, tazelenmiş ve morali düzelmiş hissetti. Benekli elbisesini ve ona uyan, kızının Noel için hediye etmiş olduğu ayakkabıları giymeye karar verdi. Alçalmış olan güneş oturma odasını gölgelerle doldurmuştu. İlerde, balkonun ötesinde, uzaktaki tepelerde parlayan gecekondulara baktı. Bu öğleden sonra ışığı, onları olduklarından çok daha yakın gösteriyordu. Mutfağa gitti ve kendine bir tepside kahve, şeker, krema ile haşhaş tohumu içeren tatlılardan hazırladı.


Koltuklardan birine otururken şefkatle “Antonia” diye seslendi. Sert karolu zeminde alışık olduğu ayak seslerini duymayı bekledi, kendine kahve servisi yaptı, tekrar seslendi ama hiç ses yoktu. Kucağına beyaz keten bir peçete serdi ve dışarı çıkmış olmalı diye düşündü.


Altın kol saatine baktığında saat beşe yaklaşıyordu. Efrain her an geri gelebilir diye düşündü. Belki de kendisine doğruyu söylemişti ve gerçekten yeni bir müşteri bulmuştu. Açıkça hiç sözünü etmemiş olsa da Efrain’in ihtirassız olmasına rağmen, insanlarla iyi ilişkiler kurduğunu çok önceden fark etmişti. Ne yazık ki onu göndermek zorunda idi. Onun yerine birini bulması kolay olmayacaktı ama Antonia’nın onunla ilgili planlarını bildiğinden, artık onun etrafta dolanmasına izin veremezdi. Kızının kendisini sadece kızdırmak için böyle konuştuğu düşüncesi aklından geçti. Antonia’nın bu oğlanla evlenebileceğine bir türlü inanamıyordu.


Saat altı gibi Frida Herzog o derece huzursuz durumda idi ki laboratuardaki iki sekretere ve kumaş dükkânının sahibine telefon etti. Kalemler teslim edilmemişti. Donakalmış durumda bir süre telefona baktı ve balkona çıkıp çalışma masasındaki her nesnenin altına baktı. “Kalemimi aldı” diye bir çığlık attı.


Giriş kapısına doğru telaşla yürüdü ve hızla merdivenlerden inip sokağa çıktı. Köşeye doğru koşarken komşuların şaşkın bakışlarını görmediği gibi ne selamlarını ne de dedikodularını duydu. Tepenin eteğine vardığında biraz olsun dinlenmek için durdu. Topuklu ayakkabılar yerine daha rahat olanlarını giymiş olmayı arzu ederek gecekondulara giden geniş toprak yolu tırmanmaya başladı.


Efrain’in evine hiç gitmemişti ama yaklaşık olarak nerede olduğunu biliyordu. Hiçbir yabancının gitmeye cesaret edemediği bu teneke mahallelerinin tehlikeli oldukları hakkında birçok şey duymuştu. Bu tepelerde saklanmayı seçen canileri takip etmekte polis bile isteksiz davranıyordu. Korkmuyordu. Yaşlı bir kadına zarar vermeyi kim isteyebilirdi ki? Tüm binaların kulübe olmadıklarını görünce biraz güvende hissetti. Bazıları beton bloklardan yapılmıştı, hatta birkaç tanesi de iki katlı idi.


Nefes almak ve çarpan kalbini sakinleştirmek için sık sık durdu. İnsanlar ona merakla bakıyorlardı. O geçerken, yalın ayak, yarı çıplak çocuklar oyunlarını durdurup kıkırdayarak güldüler. Tepeye varmadan önce geri dönüp alttaki kasabaya baktı. Hafif bir rüzgâr ateş basmış yüzünü serinletti. Batmakta olan güneşin tatlı ve dağınık ışıkları altında, öğleden sonra sıcaklığını koruyan kasaba hiç bu kadar güzel görünmemişti. Sebepsizce sıra dışı ve beklenmedik bir olayla karşılaşacağı önsezisine kapılarak gözleri aradığı binayı bulmaya çalıştı.


Bir kızın dostane sesi duygularını dağıttı ve “Yardıma ihtiyacınız var mı? Kayıp mı oldunuz?” diye samimiyetle sordu. “Efrain Sandoval’ın evini arıyorum” diye yanıtladı Frida Herzog. Evinin yerini saptamak için o derece kendinden geçmişti ki nerdeyse gece olmakta olduğunun farkına bile varmamıştı. “Efrain nerde yaşıyor, bana söyleyebilir misin?” sorusunu birkaç kere tekrarladı, zira küçük kız tek bir söz anlamadan boş gözlerle onu süzüyordu. Yakına çömelmiş bir yaşlı adam terbiyeli bir ifadeyle “Fazla ileri gittiniz” diye bildirdi. Bir gecekondunun düzensiz çivilenmiş tahtaları arasından süzülen ışığın altında güçlükle seçiliyordu. “Biraz aşağı doğru yürüyün ve soldaki yola sapın. Sarı renkli ev. Görmemeniz mümkün değil çünkü bir kanaryaya benzer” dedi. Aşağı doğru inen kadının dengesiz adımlarını görünce “Eve dönseniz daha iyi olur. Bu saatte birçok sarhoş adam etrafta dolanır ve kavgaya tutuşurlar” diye seslendi.


Kızgın adamların bağırtıları ve yaklaşan telaşlı adımların gürültüsü Frida Herzog’un onu duymasını engelledi. Arkasına dönüp ne olduğunu anlamasına fırsat kalmadan sert bir darbeye maruz kaldı. Altındaki zemin kayar gibi oldu ve derin bir uçuruma düşmeyi engellemekten çok, onu işaretlemeye yarayan bir korkuluğun üzerinden yuvarlandı. Bir anda, alttaki kaya kaplı zeminin kendisini karşılamak üzere yaklaştığını dehşetle gördü. Bazıları yüksek, bazıları yumuşak olan birtakım sesler duydu ve ardından sessizlik ile karanlık içine gömüldü.


****====****


Efrain aniden uyandı. Esrarengiz bir rüya görmüştü. Uykusunda daha önce defalarca yapmış olduğu gibi, Hans Herzog ile yine konuşmuştu. Dostu onun olaylara öncülük etmesini istiyordu ve bir an önce Antonia ile evlenmeye teşvik ediyordu. Birlikte bir dünya turuna çıkmalarını istiyordu. Efrain bu sözlere gülmüştü. Seyahat etmektense, bu uzak yerler hakkındaki hikâyeleri dostundan dinlemeyi tercih edeceğini söylemişti. Hans Herzog itiraz etmiş ve Efrain’e bu yerleri artık kendisinin görme vaktinin geldiğini belirtmişti. Hans Herzog ile ilgili rüyalar görmeye alışık olmasına rağmen, bu rüya özel olarak onun aklını çelmiş, Efrain’in bir türlü dağıtamadığı bir gerçeklik duygusu yaratmıştı.


Efrain işvereni olan dostunun ölmüş olduğunu inatla kabul etmek istemiyordu. Ne de olsa onu her gece rüyasında görüp onunla konuşuyordu. Yatağın yanında duran masanın üzerindeki gaz lambasını yaktı ve bir taburenin üzerine koymuş olduğu bira şişesini açtı. Büyük bir bardağa birayı döktü ve kabaran köpüğü üfleyerek uzun uzun içti. Biranın sıcak oluşuna aldırmıyordu. “Olaylara öncülük etmenin şerefine” diyerek altın kalemi omuz çantasından çıkardı. Kendi kendine memnuniyetle gülerek mührü çevirip çıkardı, mührü kalemin tepe kısmına taktı ve kolunu defalarca damgaladı.


Orijinalin aynısı olan fakat kendi adını içeren bir mührü yapması için bir hafta önce, bir mücevherat dükkânında çalışan bir oymacıyla anlaşmıştı. Şansın kendi lehine olaylara müdahale etmiş olduğundan hiç şüphesi yoktu. Bu şaşırtıcı tesadüfü başka nasıl açıklayabilirdi ki? Kendi adını ve adresini içeren mührü teslim alacağı gün, Frida Herzog, kazayla, kendi altın kalemini dağıtacağı diğer altı adet kalemle birlikte omuz çantasına koymuştu.


Biranın geri kalanını bardağına aktardı ve mutlulukla yudumladı. Belki de Frida Herzog’un bilinçaltı onun kaleme sahip olmasını istemişti. Buna inanmak hoşuna gidiyordu. Kapısından gelen ısrarlı vuruş sesleri düşüncelerini durdurdu. Kapının dışındaki panikli ses “Seni soran yabancı bir hanım, sarhoş biri tarafından düşürüldü”.


Masadaki omuz çantasını kapan Efrain “Frida Herzog” diyerek tepenin dibinde toplanmış olan insanların yanına koştu. Etrafta toplanmış olanları iterek “Olamaz” diye tekrarladı. Frida Herzog yere yayılmıştı. Yanına çömeldi. Gaz lambasının ölgün ışığı kadının yüzüne sarımtrak bir parlaklık yayıyordu. Bir şeyler söylemek istedi ama ağzından hiçbir söz çıkmadı. Tek yapabildiği kadının solgun mavi gözlerine bakmaktı. Frida Herzog’un kırılmış gözlükleri yanında duruyordu ve gözlüksüz gözleri nerdeyse çocuksu bir dikkatle bakıyorlardı. Hafif aralanmış dudaklarının arasından beyaz dişleri görünüyor ve dudaklarının kenarındaki kırışıklık hoşnutsuzluk izlenimi veriyordu. Efrain kadının bir şeyler söylemek istediği hissine kapıldı.


Altı kalem kutusunu omuz çantasından çıkarıp kadının yüzüne yakın tutarak ve güven vermek istercesine “Kalemler bende” dedi. “Onları bugün teslim edemedim, çünkü senin için sipariş formları doldurmakla meşguldüm. Yeni dört tane müşterimiz var” diye yalan söyledi. Frida Herzog’un yüzü daha da asıldı. Dudakları oynadı ve hem onun işten kovulmuş olduğu, hem de Antonia hakkında bir şeyler mırıldandı. Gözleri daha da açıldı, gözbebekleri genişledi ve yaşamı tükendi.


Efrain, topluluğa “Onun için çalışıyorum” dedi. Altın kaplamalı kalemi cebinden çıkararak “Hayat ne tuhaf, daha bu sabah bana bu şahane altın kalemi verdi” diye açıkladı. Dikkatli ve dakik hareketlerle mührü yerinden çıkardı kalemin tepesine taktı ve koluna bastırdı. Yüksek sesle adını ve adresini okudu: “Efrain Sandoval, Kanarya Dükkânı, Curmina; bu kıymetli kalemleri kredi ile satın almanıza yardımcı olabilirim” dedi.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön