Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

altinci bolum 22


Yatağımda irkilerek doğruldum. Güçlü bir sarsıntıyla yatağımın ayak ucuna bir şey çöküvermişti. Yerde uyuyan köpek başını kaldırdı, kulaklarını dikti, benim söven mırıltılı sesimden başka bir şey duymayınca başını ön ayaklarının üzerine geri koydu. Bir an için nerede olduğumu kestiremedim fakat dona Mercedes’in yumuşak ve ısrarlı mırıltısını duyunca Curmina’ya bir saat sürüş mesafesindeki küçük kasabada, Leon Chirino’nun kardeşinin evinde olduğumu anımsadım. Mutfakta, benim için hazırladıkları geçici yatakta idim. Leon Chirino’nun kardeşine özel bir seans düzenlemeleri gerektiğinden Leon Chirino ile dona Mercedes’i buraya gece yarısı getirmiştim.


Gözlerimi kapatarak iri yastığa yerleştim ve kendimi şifacının güven veren sesine terk ettim. Sesin beni sarmaladığını hissettim. Uyumak üzereydim ki ikince bir sarsıntı beni uyandırdı. Örtünmüş olduğum küflü yorgan boğazıma dolanmıştı. Onu düzeltmek için hafif doğruldum ve Agustin’in kedisini dizime konmuş görünce çığlığı bastım. Karanlıktan gelen yarı kibar yarı alaycı bir ses “Neden kedimi her gördüğünde çığlık atıyorsun?”


Yatağımın ayak ucunda bacak bacak üstüne atmış oturan Agustin kedisine uzandı. Büyüleyici mavi gözleri yüzümde sabitlenerek “Seni köpeğimden korumak için geldim. Köpekler geceleri uyumazlar. Eğer karanlıkta gözlerini açarsan bir köpeğin seni nasıl bütün gece göz hapsine aldığını görebilirsin. Onlara bu yüzden çoban köpeği denir”. Kendi esprisine kendi güldü. Yanıt vermek için ağzımı açtım ama hiçbir ses çıkmadı. Yerimde doğruldum ama Agustin ile kedisinin görüntüsü karşımda belli belirsiz titreşmeye başladı ve sonunda yok oldu. Belki dışarıdadırlar düşüncesiyle şafak vaktinin gölgeleriyle kaplı bahçeye çıktım. Ortalıkta hiç kimse yoktu. Kol saatime baktım. Dona Mercedes ve Leon Chirino ile buraya geleli sadece iki saat olmuştu. Çok az uyumuş olduğumun farkına vararak yatağıma geri döndüm, yorganı başıma çektim ve uyuyakaldım.


Birtakım insan ve müzik sesleri ile kahve kokusu beni uyandırdı. Gaz sobasının üzerine eğilmiş olan Leon Chirino radyo dinliyor ve taze kahve filtreliyordu. Yanına oturmamı işaret ederek “İyi uyudun mu?” diye sordu. Yeni bir muşambayla örtülü büyük ve kare bir masada ona katıldım. İki fincanı yarıya kadar kahveyle doldurdu ve üzerlerine cömertçe şeker kamışı likörü ekledi. Tüten porselen fincanı bana doğru iterek “Güç versin” dedi. Sarhoş olmaktan korkarak tereddütle birkaç yudum içtim. Fincanların kenarında altın yaldız ve üzerlerinde gül desenleri vardı. Kendi bardağını kahve ve şeker kamışı likörü ile yeniden doldurdu. “Dona Mercedes bana senin duru görü sahibi olduğunu söyledi. Benim kaderimde nelerin olduğunu söyleyebilir misin?” dedim. Bu ani sorumun samimi bir yanıtla karşılanacağını ümit ediyordum. Tevazu ve yaşlı insanların gençlere gösterdikleri hoşgörü ile “Canım benim, ben dona Mercedes’in kadim dostuyum. Onun hayaletleri ve hatıralarıyla yaşıyor ve onun yalnızlığını paylaşıyorum” dedi.


Dişlerinin arasından tükürdü, sigara paketinden iki sigara aldı ve birini kulağının arkasına yerleştirdi. “Agustin’e gitsen iyi olur” diye nasihatte bulundu “Zira işe erken başlar. Sana kasabaya giden yolu göstereyim”. Beni evin dışına çıkarmak isteğine aldırmadan “Aslında soruma cevap vermedin” dedim. Yüzünde şaşkın ve alaycı bir ifade belirdi. “Seni nelerin beklediğini söyleyemem. Duru görücüler olaylar hakkında nedenini anlamadıkları kısa görüntüler görürler ve gerisini uydururlar” dedi.


Kolumdan tutup beni resmen çekerek evin dışına götürdü. “Sana Agustin’in evinin yolunu göstereyim” diye tekrarladı. Tepenin altına doğru kıvrılarak giden bir patikayı işaret ederek “Bu yolu takip edersen kasabaya varırsın. Kime sorsan Agustin’in evini sana gösterir” dedi. “Dona Mercedes ne olacak?” diye sordum. “Akşama gelip seni alacağız” dedi ve bir sır verir gibi eğilerek “Dona Mercedes’le birlikte kardeşimin durumuyla ilgileneceğiz” diye fısıldadı.


Ağaçlardaki kuşların ötüşleri ile koyu renkli yaprakların arasından parıldayan altın kütlelere benzeyen olgun mangoların kokusu havayı dolduruyordu. Üzerinden çok geçilmiş olduğu belli olan patika, bükülerek yokuş aşağı iniyor ve geniş bir toprak yola ulaştığında aydınlık kasabanın öte yanındaki tepeye doğru devam ediyordu. Parlak renklere boyalı evlerinin önündeki beton kaldırımları süpüren kadınlar, geçerken verdiğim selamı yanıtlamak için işlerine ara veriyorlardı. Kadınlardan birine “Şifacı Agustin’in nerde oturduğunu söyleyebilir misin?” diye sordum. Çenesini süpürgesinin tahta sapı üzerinde bitiştirdiği ellerine dayayarak yüksek sesle “Elbette ki söyleyebilirim” dedi ve meraklı komşularının duyacağı şekilde yolun sonundaki yeşil sıva ile kaplı eve yönlendirdi. “Damında büyük anteni olan evdir. Yanılman mümkün değil” diye ekledi. Sesini alçaltarak gizli bir bilgi verir gibi fısıldayarak, Agustin’in uykusuzluktan yılan ısırığına kadar her şeyi tedavi edebileceğini söyledi. Hatta ne kanser ne de cüzzam sorunları onun için zor değildi. Genç hastaları daima iyileşiyorlardı.


Agustin’in kapısına birkaç kere vurdum ama hiç yanıt gelmedi. Sokağın karşı tarafındaki evin penceresinden dışarı sarkan bir genç kız “Doğrudan içeri gir. Agustin seni duyamaz. Kendisi arka tarafta” diye bağırdı. Tavsiyesine uyarak iç avluya açılan ön kapıdan içeri girdim. Avluya açılan üç odaya ayrı ayrı göz attım. İlk iki odada bir hamaktan başka bir şey yoktu. Üçüncü oda bir oturma odasıydı. Takvimler ve dergi fotoğrafları duvarları süslüyordu. Bir sıra düz arkalıklı iskemle ile üzerinde plastik bir örtü bulunan bir koltuk büyük bir televizyona dönüktüler. Geride bir mutfak vardı. Mutfağın da ilerisinde, bir girintiden geçilerek ulaşılan diğer bir oda vardı. Orada, bir masada oturan Agustin’i gördüm.


Ona yaklaşırken bir eliyle başını kaşıyarak ve gülümseyerek ayağa kalktı, diğer eli aşınmış haki pantolonunun derin cebinde idi. Beyaz gömleği yamalı idi ve kollarının yenleri aşınmıştı. İftiharla “Burası benim çalışma odam” dedi. Koluyla bir kavis çizerek “Burada her şey var ve güne başlamak üzereyim. Hastalarım bu yan kapıdan girer. Bu yan kapı ikimize de şans getiriyor.”


Tepelere bakan iki penceresiyle aydınlık ve havalanmış olan oda deterjan kokuyordu. Duvarlar boyasız ve cilasız raflarla kaplıydı. Raflarda düzgün şekilde duran ve her biri etiketlenmiş durumda, kuru otlarla, yapraklarla, ağaç kabukları ve çiçeklerle dolu şişeler, kavanozlar ve kutular vardı. Bu etiketlerde nesnelerin sadece bilinen isimleri değil, ayrıca Latinceleri de yazılmıştı. Masa elle yapılmıştı ve açık pencerelerin yanındaydı. Cilalı yüzeyinin üzerinde kitaplar, şişeler, kaplar, tokmaklar ve iki tane de terazi duruyordu. Basit bir sedir ile bir köşede asılı duran bir metre boyundaki haç ve altındaki üçgen bir çıkıntı üzerinde yanan mum, benim bir eski zaman eczacısının odasına değil de bir şifacının odasına girmiş olduğumu onaylıyorlardı.


Agustin telaşsızca mutfaktan bir iskemle getirdi ve onu çalışırken izlememi söyledi. Biraz önce işaret etmiş olduğu şans getiren kapıyı açtı. Yan odada üç kadın ve dört çocuk vardı. Saatler çabuk geçti. Tedaviye, çocukların anneleri tarafından getirilmiş olan kavanozlardaki çocuk idrarlarını incelemekle başlıyordu. Her çocuk annesinin anlattığı hastalık belirtilerini dinledikten sonra Agustin “Suları okumaya” başlıyordu. Bir teşhise ulaşmadan önce idrarın rengi, kokusu ve çıplak gözle görebildiğini iddia ettiği mikropları -onun ifadesiyle lifçikleri- inceleniyordu.


“Suların okunması” eksiksiz olarak tamamladığında Agustin nezleyi, ateşi, hazımsızlığı, astımı, cilt döküntülerini, alerjileri, kansızlığı, hatta kızamıkla suçiçeğini dahi teşhis edebildiğini iddia ediyordu. Her kadın, Agustin’in uygun ilaçları yazmadan önce İsa’dan yardım istemesini saygı ve sabırla bekliyordu. Agustin karışımlarını kendi hazırlayıp paketlediğinden ve modern eczacılıktan da haberdar olup ona inandığından, karışımlara magnezyum sütü, antibiyotik, aspirin ve vitamin katmaya yatkındı.


Mercedes Peralta gibi belli bir ücret almıyor, her hastanın kendi ödeme gücüne göre bağışta bulunmasına izin veriyordu. Komşu kadınlardan birinin getirdiği ve geç saatte yediğimiz tavuk ile domuz karışımı öğlen yemeğimiz, kucağında küçük bir çocuk taşıyan yaşlı bir adamın mutfaktan içeri girmesiyle aniden sona erdi. Babasının ot kesmeye yarayan palasıyla tarlada oynarken baldırını kesmiş olan çocuk altı veya yedi yaşındaydı. Güvenli ve sakin bir şekilde, Agustin çocuğu çalışma odasındaki sedire taşıdı ve kana bulanmış geçici sargıyı çözdü. Derin kesiği önce biberiye suyu ile sonra da oksijenli su ile yıkadı.


Agustin’in, çocuğun heyecanlı küçük yüzünü sakinleştirici okşayışından mı, yoksa yumuşak sesle söylediği ilahinin etkisinden mi bilinmez, çocuk hipnotize olmuş gibi kısa bir süre içinde uykuya daldı. Ondan sonra Agustin, tedavisinin en önemli kısmına geçti. Kanamayı durdurmak için yaraya şeker kamışı likörüne batırılmış yapraklardan oluşan bir lapa uyguladı. Sonra da yarayı on gün içinde iyileştirip hiç iz bırakmayacak olan bir macun hazırladı. İsa’nın desteğini isteyerek, süte benzeyen bir maddeden birkaç damlayı büyük bir denizkulağı kabuğuna damlattı. Tahta bir havan elini kullanarak, yavaş ve ritmik hareketlerle kabuğu ezip öğütmeye başladı. Yarım saat içinde yarım çay kaşığından az, yeşilimsi ve misk kokulu bir macun elde etmişti.


Yarayı bir kere daha inceledi. Parmaklarıyla yarayı sıkarak kapattı ve macunu dikkatle kesiğin üstüne sürdü. Bir dua mırıldanarak bacağı beyaz bez şeritlerle ustaca sardı. Yüzünde mutlu bir gülümseme ile uyuyan çocuğu babasının kucağına teslim etti ve sargının değişmesi için iki günde bir çocuğu getirmesini söyledi.


Akşamüstü, artık ziyarete kimsenin gelmeyeceğinden emin olan Agustin, beni bahçesinde gezdirdi. Şifa otları, çalışma odasındaki raflarda olduğu gibi, düzgün ve sıralı kare toprak alanlarda büyüyorlardı. Bahçenin ucunda, bir alet kulübesine bitişik, gaz yağıyla çalışan eski bir buzdolabı duruyordu.


Kolumu sıkıca tutarak “Onu açma” diye Agustin bağırdı. “Nasıl açabilirim ki? Asma kilitle kilitlenmiş,” diye itiraz ettim. “İçinde ne gibi sırlar saklıyorsun?”. Alaycı bir tarzda “Benim büyü edevatım. Büyücülük de yaptığımı biliyorsun, değil mi?” dedi ve ciddileşerek “çocukları tedavi etmekte ve yetişkinleri büyülemekte uzmanım” diye ekledi. İnanmaz bir ifadeyle “Gerçekten büyücülük uyguluyor musun?” diye sordum. Agustin “Dar görüşlü olma, Misuya” diye azarladı.


Bir süre düşündü ve önemini vurgulayarak “Şifanın diğer yanı da büyü olduğunu dona Mercedes’in sana söylemiş olması gerekir. Birlikte bulunurlar, çünkü biri olmadan diğeri işe yaramaz” dedi ve buzdolabının tepesine vurarak “çocuklara şifa veriyorum, büyükleri de büyülüyorum” diye tekrarladı. “Her ikisinde de çok iyiyim. Dona Mercedes şifa verdiğim çocukları ilerde bir gün büyüleyeceğimi söylüyor. Şaşırmış yüzüme gülümseyerek “Bunu yapacağımı sanmıyorum ama zaman içinde göreceğiz” dedi.


Açık sözlü ruh halinden yararlanarak, bütün gün aklımda olanı; yarı uyku halindeyken onu görüp onunla konuştuğumu söyledim. Agustin dikkatle dinledi fakat bakışları hiçbir şeyi ele vermedi. “Ne olduğunu tam olarak tanımlayamıyorum. Fakat bir rüya değildi” dedim. Hiçbir yorum yapmak veya açıklamak istemeyişine sinirlenerek bir şeyler söylemesi için teşvik ettim. Gülümseyerek “Senden o kadar hoşlanıyorum ki gerçekten bir medyum olup olmadığını bilmek istedim. Şimdi öyle olduğunu biliyorum” dedi. Daha da sinirlenerek “Sanırım benimle dalga geçiyorsun” dedim.


Agustin’in kaşları şaşkınlık kavislerine dönüşerek “Büyük ayaklara sahip olmak berbat bir şey olmalı” dedi. Ne demek istediğini anlamadım ve terliklerime bakarak “Büyük ayaklar mı? Ayaklarım boyum ile tam bir uyum içinde” diye kekeledim. Bir gülümsemeyi bastırmak ister gibi, parmağını ağzına götürdü ve “Daha küçük olmaları lâzım. Ayakların çok büyük. Bu yüzden sürekli gerçeklikte yaşıyorsun. Bu yüzden her şeyin açıklanmasını istiyorsun” dedi. Sesinde alay ile bana güvence vermekten uzak olan bir tutam anlayış vardı. Gülerek “büyücülük, diğer doğa yasalarından farklı olarak, tekrarlanamayan ve deneysel olarak kanıtlanamayan yasalara bağlıdır. Büyücülük aklı tam da kendini aşmaya veya bir diğer deyişle, kendinin altına inmeye ikna etme yoludur” dedi ve beni şakadan itti. Dengemi kaybettim ve düşmemi önlemek için hızla kolumdan tuttu. “Şimdi ayaklarının çok büyük olduklarını görebiliyor musun?” diye sordu ve güldü. Beni hipnotize etmek isteyip istemediğini merak ettim, çünkü gözlerini kırpmadan bana bakıyordu. Gözleri tarafından tutsak edilmiştim. Büyüdükçe büyüdüler ve etrafımdaki her şeyi bulanık hâle getirdiler. Tek algılayabildiğim sesiydi.


“Bir büyücü yetiştirildiği tarzdan farklı olmayı seçer. Büyücülüğün yaşam boyu uğraş olduğunu kabul etmesi gerekir. Bir büyücünün, büyüsü sayesinde, örümcek ağları gibi şekiller örmesi gerekir. Bu şekiller yukarıdan çağırılan güçlerle örülür ve yine yukarıdaki sırlı bir güce aktarılır. İnsan davranışlarının bir ağ gibi yayılan etki ve sonuçları vardır. Büyücü bu sonuçları kabul ederken, onları yeniden sihirli bir şekilde yorumlar”. Yüzünü benimkine iyice yaklaştırarak sesini bir fısıltı düzeyine indirdi “Büyücünün gerçek üzerindeki hâkimiyeti mutlaktır. Bu hâkimiyet öyle güçlüdür ki, gerçeği, sanatına hizmet edecek şekilde istediği gibi eğip bükebilir. Fakat gerçeğin ne olduğunu hiçbir zaman unutmaz.”


Başka bir söz söylemeden geri dönüp oturma odasına doğru yürüdü. Hızla onun peşinden gittim. Bir koltuğa çöktü ve yatağımda yapmış olduğu şekilde bacak bacak üstüne attı. Bana gülümseyerek yanındaki yeri yokladı. Büyük televizyonu uzaktan kumanda ile açıp “Biraz da gerçek büyücülük izleyelim” dedi. Bir anda oda çevreden gelen çocukların sesleri ile dolduğundan, soru sormama vakit kalmadı. Agustin “Her akşam buraya benimle bir saat kadar TV izlemeye gelirler. Daha sonra, seninle konuşacak vaktimiz olur” diye açıkladı.


Bu ilk karşılaşmamızdan sonra Agustin’in tarafsız bir hayranı oldum. Onun şifacılık konusundaki yeteneklerinden başka, büyüleyici karakterinden etkilenerek neredeyse evindeki boş odalardan birine taşındım. Dona Mercedes’in bana anlatmasını istediği hikâye dâhil olmak üzere, sayısız olayın girift örgüsünden söz etti.


****====****


Hafif bir inilti duyan Agustin irkilerek gözlerini açtı. Görünmez bir iplikten sarkan bir örümcek, dökülen kamış tavandan bir ışık huzmesi boyunca, Agustin’in bir kedi gibi kıvrılıp yatmakta olduğu yere düştü. Örümceğe uzandı, parmaklarıyla onu ezdi ve yedi. Aşınmış kerpiç duvarların çatlaklarından içeri süzülen şafak soğuğunun etkisiyle içini çekerek bacaklarını göğsüne doğru daha da yaklaştırdı. Agustin, bu perişan ve terk edilmiş kulübeye annesi tarafından getirildiğinden beri günlerin mi, yoksa ayların mı geçtiğini hatırlamıyordu. Kulübenin tavanında yarasalar sönmüş ampuller gibi sarkıyor, gündüz ve gece hamam böcekleri kaynıyordu. Bildiği tek şey o günden beri aç olduğu, yakaladığı sümüklüböceklerin, örümceklerin ve çekirgelerin şişkin karnındaki kemirici ağrıyı asla dindirmediğiydi.


Agustin hafif iniltiyi bir kere daha duydu. Odanın diğer ucundaki karanlık köşeden geliyordu. Annesinin döşek üzerinde oturan ve ağzı hafifçe açık durumda çıplak karnını ovalayan hayaletini gördü. Döşek üzerinde bir eşeğe biner gibi oturuyor, is lekeleriyle kaplı duvardaki gölgesi aşağı yukarı hareket ediyordu. Birkaç saat önce annesini bir adamla mücadele ederken görmüştü. Adamın bedeni, üzerinde kıvrılmış ince siyah yılanlara benzeyen bacaklarıyla, nefesini keser durumdaydı. Gece boyu süren sessizlikten önce annesinin delici çığlığını duyunca, adamın mücadeleyi kazandığını ve onu öldürdüğünü anlamıştı.


Artık bir öksüz olduğu düşüncesiyle Agustin’in yorgun gözleri memnuniyetle kapandı. Kurtulmuştu, onu misyona[1] götüreceklerdi. Annesinin odada dolanan hafif iç çekmelerinden, kıkırdama ve mırıltılarından yarı şuurlu durumda tekrar uykuya daldı. Yüksek sesli bir homurtu sabahın sessizliğini dağıttı. Agustin gözlerini açtı ve bir gece önceki adamın şiltede doğrulduğunu görünce çığlığını bastırmak için yumruğunu dudaklarına bastırdı. Agustin adamı tanımıyordu ama onun İpairili olduğundan emindi. Adamı meydanda adamla konuşurken gördüğünü hayal meyal hatırlıyordu. Acaba tepedeki küçük köyde oturan kadın bu adamı Agustin’i geri almak için mi göndermişti? Onu öldürmek için olabilir mi? Olamaz, yarı uyanık durumda berbat bir rüya görüyor olsa gerek.


Adam boğazını temizledi ve yere tükürdü. Sesi odayı doldurdu “Seni bugün götüreceğim. Fakat oğlanı götüremem. Onu neden Protestanlarla bırakmadın? Çocuklara bir yer verdiklerini biliyorsun. Onu almasalar bile beslerler.” Agustin annesinin sert yanıtını duyunca onun bir hayalet olmadığını ve tam uyanık olduğunu anladı. Annesi “Protestanlar hiçbir çocuğu öksüz kalmadıkça almazlar. Onu bu terk edilmiş kulübeye getirmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. Onun ölmesini bekliyorum” dedi.


Adam “Onu alacak bir kadın tanıyorum. Ona ne yapacağını bilir, o bir cadıdır”. Annesi “Şimdi çok geç. Agustin’i keşke doğduğunda bir cadıya verseydim. Bebekliğinden bu yana Ipairili bir cadı onunla ilgilendi. Bebeğe tuhaf karışımlar içiriyor, hastalıklardan ve felaketlerden korumak amacıyla bileğine ve boynuna tılsımlı takılar asıyordu. Çocuğu büyülediğini biliyorum. Başıma gelen bütün belalardan bu cadı sorumludur”.


Annesi bir süre sessiz kaldı. Ardından da, boğuk bir fısıltıyla ve sanki görünmeyen bir düşmanın saldırısına uğramış gibi “Cadılardan dehşetle korkuyorum. Şimdi birine gitsem, çocuğu beslemediğimi anlayacak ve beni öldürecek” dedi.


Annesinin onu kucağında salladığı, öpücüklere boğarak gözlerinin gök parçalarına benzediğini söylediği Ipairi’deki günleri hatırlayan Agustin’in gözlerinden yaşlar aktı. Komşu gecekondularda oturan anneler çocuklarının onunla oynamalarını yasakladıklarında, annesi birden farklı bir insan oldu. Ondan sonra annesi ona ne dokundu ne de öptü. Sonunda onunla konuşmayı tümüyle kesti. Bir öğleden sonra, kucağında ölü bir çocuk taşıyan bir kadın kulübelerine daldı. Agustin’in annesine “Kara bir yüzde mavi gözler. Bu şeytanın işidir. Bu şeytanın ta kendisi. Kem gözüyle bebeğimi öldürdü. Eğer bu oğlandan kurtulmazsan ben kurtulmayı bilirim” diye bağırdı. Aynı gece annesi onunla tepelere kaçtı. Agustin aslında o kadının annesine büyü yaptığından ve annesinin o sebepten dolayı kendisinden nefret ettiğinden emindi.


Adamın yüksek sesi Agustin’in hayallerini bozdu. “Onu cadıya kendin götürmen gerekmeyecek. Bu gece gelip çocuğu almasını ona söyleyebilirim. O zamana kadar gitmiş oluruz. Seni buradan uzaklara, hiçbir cadının bulamayacağı yere götüreceğim” diye vaatte bulundu. Annesi uzun bir süre sessiz kaldı. Sonra da başını geriye atarak histerik bir kahkaha savurdu. Yataktan kalkarken bedenini kirli çarşaf ile sıkıca sardı. Odaya yayılmış olan birkaç sandık ve kırık masayı dolanarak ilerledi. Agustin’in uyku taklidi yaptığı ve kıvrılmış durumda yattığı köşeye doğru çenesini uzatarak “Şuna bak. Sadece altı yaşında ama şimdiden kötü bir ihtiyara benziyor. Saçları dökülmüş durumda. Vücudunu iğrenç şeyler kaplamış. Karnı parazitlerden şişmiş ama bunlara rağmen yaşıyor. Elbisesi yok. Örtüsüz uyuyor ama gene de nezle bile olmuyor” dedi.


Yataktaki adama dönerek “Onun gerçekten şeytan olduğunu görmüyor musun? Şeytan nereye gitsem beni bulur” diye ekledi.


Annesi, dağınık saçlarının altındaki gözlerinden ateşli bakışlar atarak “Kendi göğüslerimle şeytanı emzirmiş olduğum düşüncesi beni korku ve tiksintiyle dolduruyor” dedi. Duvardaki bir boşlukta adamın bir gece önce getirmiş olduğu mısır gevreklerini aldı. Birini adama verdi, diğerini kendi kemirdi ve adamın yanına yatağa oturdu. Monoton bir sesle ve transa girmiş gibi Agustin’in doğduğunda değiştirilmiş olduğunu anlattı. Aniden heyecanlı bir sesle “Hastanedeki hemşirelerden biri bebeğimi şeytanla değiştirdi” dedi. “Herkes benim bir kız çocuğu doğuracağımı biliyordu. Karnım sivri değildi, genişti. Saçlarım dökülmeye başladı. Cildimde kabarıklıklar ve lekeler belirmeye başladı. Bacaklarım şişti. Tüm bunlar kız olacağı belirtileridir. Önceler, değiştirilmiş olduğunu bilmeme rağmen, onu sevmekten kendimi alamadım. O kadar güzel ve akıllıydı ki. Hiç ağlamazdı, daha yürümeden konuştu ve bir melek gibi şarkı söylüyordu. İpairi’deki kadınların Agustin’de kem göz olduğu suçlamalarını kabul etmek istemedim. Hamile kalıp çocuğumu düşürdükten sonra dahi komşuların imalarını ciddiye almadım. Onların sadece cahil olduklarını, hatta daha da kötüsü çocuğumun güzel gözlerini kıskandıklarını düşündüm. Sonuç itibariyle, bir çocuğun kem gözlü olabileceğini kim duymuştu ki?”


Mısır gevreğinin yumuşak beyaz orta kısmını sıyırdı ve geriye kalan kuru ve sert kısmını yere attı. “Fakat kocam bir değirmen kazasında ölünce diğer kadınlara hak vermek zorunda kaldım” dedi ve yüzünü elleriyle örterek “Agustin hiç hasta olmadı. Onu İpairi’de kaderine terk etmeliydim. O takdirde ölümünden vicdan azabı duymazdım” diye sakince ekledi. Adam yumuşak fakat kararlı bir sesle “Sana sözünü ettiğim kadınla gidip konuşayım. Çocuğu alacağından eminim” dedi.


Ayrıntılı bir şekilde bir ilaç laboratuarının deposunda çalıştığını ve patronla arasının çok iyi olduğunu anlattı. Avans isteği konusunda patronunu ikna etmekte hiçbir zorlukla karşılaşmayacağını söyledi ve “O parayla ikimiz birlikte Caracas’a gidebileceğiz” dedi. Ayağa kalktı, giyindi “Beni laboratuarda bekle. Beşte çıkacağım. O zamana kadar her şeyi ayarlamış olurum” dedi.


Agustin yerdeki kuru peksimeti aldı, kararsız adımlarla arkadaki kapısı olmayan açık kısma doğru yürüdü. Kulübeden bir zamanlar bahçe olan açıklığa çıktı. Tercihli yeri olan budaklı ve kurumuş akasya ağacının altına oturdu. Bacaklarını öne doğru uzattı ve çıplak sırtını bir zamanlar bahçeyi çevreleyen, fakat şimdi yıkık durumda olan duvara dayadı. Onu İpairi’den beri izlemiş olan hastalıklı ve cılız kedi sertleşmiş kürkünü baldırına sürttü. Agustin peksimetten küçük bir parçayı ona verdi ve çamur duvarın deliklerinden girip çıkan kertenkelelere doğru itti. Başka bir peksimet artığını vermek istemedi. Kendi sürekli açlığını tatmin edememişti. Gece ile gündüzünü işgal eden ve yemek rüyaları görmesine neden olan bir açlık. Dudaklarında bir iç çekişle uykuya daldı.


Ani bir rüzgârla uyandı. Ölü yapraklar onun etrafında bir daire çizerek dolanıyorlardı. Yapraklar yükseklere çıkıyor ve ardından derin vadiye girdaplar halinde iniyorlardı. Aşağılardaki mırıldayan dereyi duyabiliyordu. Yağmur yağdığında sığ olan dere çağlayan bir nehre dönüşüyor, tepelerdeki köylerden ölü hayvanları ve ağaç kütüklerini sürüklüyordu. Agustin başını yavaşça çevirdi ve çevresindeki sessiz tepeleri gözledi. İnce duman sütunları göğe doğru yükseliyor, hareket eden bulutlara karışıyordu. Protestan yetimhanesi bu kadar yakın olabilir mi, diye kendine sordu. Belki de bu duman kendisini almaktan korkmayan kadının evinden çıkıyordu.


Yanağını küçük kemikli elinin üzerine koydu. Açık ağzının etrafında sinekler dolanıyordu. Kavrulmuş dudaklarını kapattı, bacaklarını açtı ve yere idrarını saldı. Karnı açtı, içindeki acıyı hissederek yeniden uykuya daldı.


Agustin tekrar uyandığında güneş yükselmişti. Yanındaki kedi büyük bir kertenkele yemekteydi. Kediye doğru emekleyerek yaklaştı. Kedi yarı yenmiş sürüngeni patisi altında sıkıca tutarak homurdandı. Agustin kedinin karnına bir darbe vurdu ve kaygan iç organlara uzanarak onları yuttu. Yukarı baktı ve annesinin kulübe girişinden onu izlediğini gördü. Kadın haç çıkararak “Kutsal bakire, insan değil o, çok geçmeden kendini zehirler” diye haykırdı. Yeniden haç çıkardı ve ellerini dua edercesine kavuşturarak “Kutsal baba, onu yolumdan uzaklaştır. Onu doğal bir ölümle ölmesini sağla ki benim vicdanıma yük olmasın” dedi.


İçeri girdi, yatağı kaldırdı ve altından tek entarisini çıkardı. Buruşuk eteği sevgiyle okşadı, bedenine bastırdı, ardından defalarca silkeleyip dikkatle yatağın üzerine serdi. Agustin ilgiyle annesinin ocağı yakışını izledi. Bir şarkı mırıldanan annesi yüksek bir çiviye takılı bir kutu içindeki kahve ile şekeri aldı. Agustin şekerden bir miktar arzuladı. Ayağa kalkmaya gayret etse de midesi bulandığından dirsekleri üstüne yere yığıldı ve çiğnenmemiş kertenkele artıkları kustu. Çökük yanaklarından tuzlu gözyaşları aktı. Birkaç kere öğürdü. Köpük ve safra titreyen dudaklarından döküldü. Ağzını ve çenesini omzunda sildi. Acı dolu bir iniltiyle ayağa kalkmaya çalıştı ama ileri doğru yere yığıldı.


Uçurumun debindeki dereden gelen ses onu yumuşak bir tül gibi sardı. Burun deliklerine kahve kokusu gelince ve annesi ona tatlı kahve yaptığını söyleyince kesin rüya gördüğünden emindi. Kuru dudaklarını buruşturdu. Annesinin, çok iyi tanıdığı, yüksek sesli, ani ve mutlu gülüşünü duyunca gülümsemek istedi. Kırmızı entariyi giyip ecza deposundaki adamla buluşup buluşmayacağını merak etti. Agustin gözlerini açtı, yanında, yerde duran içi kahve dolu küçük bir cezve vardı. Görüntünün kaybolmasından korkarak cezveye uzandı ve dudaklarına götürdü. Ağzının ve dudaklarının yanmasına aldırmadan güçlü ve çok tatlı sıvıyı içti. Zihni açıldı ve mide bulantısı geçti.


Agustin, rüyadaymış gibi uzaktaki eğimli yağmur çizgilerini izledi. Kısa süre içinde, kenarları altın sarısı koyu bulutlar gökte dolanıyorlardı. Bulutlar tepeleri mor gölgelerle örtüyor ve göğü koyu duman rengine dönüştürüyorlardı. Uçurumun dibinden soğuk bir rüzgârla birlikte sağır eden bir gümbürtü yükseldi. Uzak tepelerin yağmur suları derin boğazın içinde aşırı bir güçle akmaya başladılar. Saniyeler sonra büyük ve ağır yağmur damlaları gökten boşandı.


Agustin yerinden kalktı, yüzünü göğe çevirdi ve kollarını açarak onu temizleyen ferahlatıcı serinliği davet etti. Sebebi açıklanamayan bir dürtünün etkisiyle içeri girdi ve yatağın üzerindeki eteği aldı. Titreyen elleriyle eteği sıkıca tutarak uçurumun kenarına gitti ve rüzgârın içine doğru attı. Bir uçurtma gibi uçan etek, derin uçurumun kıyısındaki yapraksız akasya ağacının dalına takıldı.


Annesi “Seni şeytan, seni canavar” diye bağırarak ona doğru koştu. Kolları ileri uzanmıştı ve saçları yüzünde darmadağın savruluyordu. Gürleyen suyun sesinden etkilenmiş, gözleri kinle dolu ve tek söz söylemekten aciz durumda, çocuk ile dalgalanan eteği arasında donakaldı. Sonra da yerdeki yabani otlara ve fırlak köklere tutunarak akasya ağacının sarkan dalına doğru uzandı. Agustin onu derin bir ilgiyle budaklı ağacın ardından izledi. Ayakları şaşmaz bir çeviklikle kaygan ve derin uçurumun kenarında hareket ediyorlardı. Agustin, eteği her ne pahasına olursa olsun alacak diye düşündü. Hem kızgınlık hem de korku ile doldu.


Annesi etekten sadece birkaç santimetre ötedeydi. Kolunu mümkün olduğunca ileri uzattı. Eteğe parmaklarının ucuyla dokundu ve dengesini kaybederek uçuruma yuvarlandı. Kükreyen suların sesine karışan dehşet dolu çığlığını rüzgâr ötelere taşıdı. Agustin uçurumun kenarına yaklaştı, çukur gözleri annesinin bedeninin koyu kahverengi sularda çaresizce fırıldak gibi dönüşünü ve denize doğru sürüklenişini, parlayarak izledi.


Fırtına dindi, rüzgâr kayboldu ve yağmur durdu. Uçurumun dibindeki çalkantılı dere doğal mırıltılı sakinliğine kavuştu. Agustin eve girdi, yatağa uzandı, ince ve kirli örtüyü üzerine çekti. Kedinin ısı arayan kirli ve kırçıl kürkünü bedeninde hissetti. Örtüyü gözlerinin üzerine çekerek derin ve rüyasız bir uykuya daldı.


Uyandığında gece olmuştu. Kapı boşluğundan akasya ağacının dalları arasından ayı görebiliyordu. Kediyi dürterek “Şimdi gidiyoruz” diye mırıldandı. Güçlü hissediyordu. Tepeleri kestirmeden aşmanın kolay olacağına karar verdi. Kendisine yoldaş olacak olan kediyle birlikte, Protestan yetimhanesini veya onu almaktan korkmayan kadının evini bulacaklarına dair belli belirsiz bir güven duymaktaydı.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön