Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

3 kendini begenmisligin yitirilmesi


Yaşlı Kızılderiliyi bulmamı sağlayan arkadaşıma, don Juan’a yapmış olduğum ilk iki ziyaretimi anlatma fırsatını bulmuş­tum. Arkadaşım, zamanımı boşuna harcadığım kanısındaydı. Ona, neler görüştüğümüzü tüm ayrıntılarıyla aktardım. Ama o, arkadaşım, benim yaşlı ve ahmak bir bunağı gözümde büyüt­tüğüm, onu destansılaştırdığım kanısındaydı.

Böylesi akıl almaz birini destansılaştırmaya hiç de niyetim yoktu doğrusu. Kişiliğime yönelik eleştirileri yüzünden ona karşı beslediğim sevginin giderek azaldığını görerek üzülüyordum. Gene de itiraf etmeliyim ki, eleştirilerinin tümü de yerin­ de, kesin ve her bakımdan doğruydu.

Burada benim ikilemimin düğümlendiği nokta, don Juan’ın benim dünyaya ilişkin bütün önyargılarımı darmadağın etmeyi pekâlâ başarmış olduğunu kabul etmedeki isteksizliğim ile “yaşlı Kızılderilinin kaçığın tekinden başka bir şey olmadı­ğına inanan arkadaşıma katılmadaki isteksizliğimdi.

Bu açmazın üzerinde daha bir çözüme ulaşamadan önce, don Juan’a bir ziyaret daha yapmamın kaçınılmazlığını hissediyordum.

Çarşamba, 28 Aralık 1960

Evine daha henüz varmıştım ki, don Juan hemen beni çöldeki çalılıklarda yürüyüşe çıkardı. Ona getirmiş olduğum yiyecek­lerin bulunduğu pakete bakmamıştı bile. Beni bekliyora benzi­yordu.

Saatlerce yürüdük. Ne bitki topladı ne de bir bitki göster­di. Buna karşın, bana bir “doğru yürüme biçimi” öğretti. Dik­katimi patikanın ve çevremin üzerinde tutabilmem için, yürür­ken el parmaklarımı hafifçe kıvırmam gerektiğini söyledi. Be­nim her zamanki yürüyüşümün kuvvetten düşürücü olduğunu, ayrıca insanın yürürken elleriyle hiçbir şey taşımaması gerek­tiğini anlattı. Şayet bir şey taşımak gerekiyorsa, bunun bir sırt çantasında ya da omuza asılan türden bir file ya da torbada taşınması gerektiğini söyledi. Ona göre, insan ellerini belli bir bi­çimde tutmaya çalışarak büyük güç kazanabilir, bilinçliliğini genişletebilirmiş.

Tartışmayı bir yana bırakıp parmaklarımı anlattığı biçim­de kıvırdım, ve yürümemi sürdürdüm. Gücümde de, bilinçliliğimde de bir değişme olmadı.

Yürüyüşümüz sabahleyin başlamıştı, öğleyin dinlenmek için durduk. Çok terlemiştim, mataramdan su içmek için dav­ranıyordum ki, don Juan yalnızca bir yudum içmemin daha doğru olacağını söyleyerek beni önledi. Bodur, sarımtırak bir çalıdan birkaç yaprak kopararak onları çiğnemeye başladı. Bi­razını da bana vererek bunların çok yararlı olduğunu, yavaş ya­vaş çiğnediğim takdirde susuzluğumun yok olacağını söyledi. Pek öyle olmamıştı, ama bir tedirginlik de yaratmamıştı.

Don Juan düşüncelerimi okumuş olacak ki, genç ve güçlü olduğum için bedenimin birazcık anlayışsız olmasından ötürü hiçbir şey farkedemeyip “doğru yürüme biçimi”nin ya da yap­rakları çiğnemenin yararlarını algılayamamış olduğum açıkla­masını yaptı.

Gülüyordu. Oysa benim içimden gülmek filan gelmiyor­du. Bu durumum onu daha da eğlendirmişe benziyordu. Bedenimin gerçekte anlayışsız değil de bir parça uyuşuk olduğunu söyleyerek az önceki sözlerinde bir düzeltme yaptı.

Tam o anda koskoca bir karga, gaklayarak üzerimizden uç­tu. Ürküvermiştim. Gülmeye başladım. Böyle bir şeye gülünmesi gerekir, diye düşünmüştüm. Ama don Juan, beni hayrete düşürecek bir biçimde, kolumu sıkıca tutarak sarstı, beni sus­turdu. Yüzü son kerte ciddileşmişti.

Neden söz ettiğini biliyormuşum gibi, “Gülünecek bi şey diyil ki bu,” dedi sertçe.

Açıklama istedim ondan. O, kahve ibriğine güldüğüne gö­re, benim kargaya gülmemin onu öfkelendirmiş olmasını anla­yamadığımı söyledim.

“O gördüğün salt bi karga değildi ki!” diye imledi.

“Ama gördüm, bir kargaydı o,” diye direttim.

Don Juan, boğuk bir sesle, “Bi şey görmedin sen, kazka­fa,” dedi.

Ondan böyle bir kabalık beklemiyordum. İnsanları kızdır­maktan hoşlanmadığımı, olaki ordan çekip gitmemin daha iyi olacağını, zaten onun da o gün buluttan nem kaptığını söyle­dim.

Don Juan, sanki ben onu eğlendirmeye çalışan bir soyta­rıymışım gibi gürültülü bir kahkaha kopardı. Tedirginliğim de, sıkılmam da giderek artıyordu.

“Bu ne sertlik böyle,” deyiverdi don Juan. “Kendini amma ciddiye alıyorsun, ha!”

Yapıştırdım ben de: “Sen de aynı şeyi yapmıyor muydun? Bana öfkelendiğin zaman kendini ciddiye almamış mıydın?”

Don Juan bana öfkelenmeyi aklının ucundan bile geçirme­diğini söyledi. Delici bakışlarını gözlerime gene dikmişti.

“O gördüğün, dünyanın bi doğrulaması değildi,” dedi. “Uçan ya da gaklayan kargalarsa, kesinlikle doğrulama sayıl­maz. O karga bi yoraydı!”

“Ne yorası?”

“Kehanet yani, bi haberci.”

“Neyin habercisi?”

Don Juan bilmecemsi bir yanıt verdi: “Seninle ilgili çok önemli bi im.”

Tam o anda rüzgâr kısa bir çalı parçasını ayaklarımın dibi­ne sürekIemişti.

Don Juan, “Bak, bu bi doğrulamaydı!” diye haykırdı bir­den. Işıldayan gözleriyle bana bakıyor ve karnı hoplaya hopla­ya gülüyordu.

Kendi yabansı oyununun kurallarını kendisi yaparak bana hep takıldığını düşünmeye başlamıştım; yani, onun gülmesi serbest, benim gülmemse yasak. Ta burama gelmişti bir kez da­ha, kendisiyle ilgili birikmiş düşüncelerimi kustum ona.

Darılmış ya da kırılmış görünmüyordu hiç. Gülüyordu yal­nızca. Bu gülmesi beni daha da çileden çıkarmıştı. Beni bile bi­le maskaraya çevirmeye çalıştığını düşündüm. Hemen o anda, “bilimsel araştırmalarımı” kesmeye karar verdim.

Ayağa kalkıp, evine dönmemizi istedim, ordan arabama atlayıp Los Angeles’e gideceğimi söyledim.

“Otur yerine!” dedi don Juan buyurcasına. “Yaşlı hanımlar gibi hemen de küsüyorsun. Gidemezsin şu anda, işimiz daha bitmedi ki.”

Ondan tiksiniyor, aşağılık bir adam olduğunu düşünüyor­dum.

Don Juan ahmakça bir Meksika ezgisi söylemeye başladı. O günlerde pek ünlü bir halk türkücüsüne öykündüğü belliydi. Kimi heceleri uzatarak, kimilerini de yutarak ezgiyi gülünçleş­tiriyordu. Öyle komikti ki, dayanamayarak gülmeye başladım.

“Gördün mü,” dedi don Juan, “saçma sapan bi ezgi seni güldürmeye yetiyor. Ama bu biçimde söyleyen o adamla onu dinlemek için onca para ödeyen milyonlarca kişi gülmüyorlar hiç, ciddi bi şey sayıyorlar bu ezgiyi.”

“Ne demek istiyorsun?” diye sordum.

Bu örneği bana, karganın gaklayışını tıpkı söylediği o ez­gi gibi ciddiye almaksızın gülmüş olmamı anıştırmak amacıy­la kasten düzdüğünü düşünmekteydim. Ama bu kez gene şa­şırttı beni. Benim o halk türkücüsü ve onun ezgilerine bayılan, kendini beğenmiş, ve aklı başında hiçbir kimsenin iplemeyece­ği saçmalıkları son kerte ciddiye alan insanlara benzediğimi söyledi.

Sonra, belleğimi tazelercesine, daha önce “bitkilerin öğre­nilmesi” konusunda söylediklerinin tümünü özetledi. Gerçek­ten öğrenmek istediğim taktirde, davranışlarımın büyük bir bö­lümünü yeniden biçimlendirmem gerektiğini özellikle vurgula­dı.

Tepem öyle atmıştı ki, not almak için bile olağanüstü bir çaba harcamam gerekiyordu.

“Kendini fazlaca ciddiye almaktasın,” dedi yavaşça. “Ak­lınca pek önem vermektesin kendine. Bunu değiştirmelisin! Kendine verdiğin o pis önem yüzünden, birazcık sıkışınca he­men kaçıp gitmeyi düşünebiliyorsun. Herhalde karakter sahibi olduğunu sanıyorsun böylece. Ama saçmalıktır bu! Zayıflıktır, kendini beğenmişliktir!”

Karşı çıkmaya çalıştıysam da tınmadı. Yaşamım boyunca, bir türlü sıyrılamadığım o aşırı kendimi beğenmişlik duygum yüzünden hiçbir şeyi sonuçlandıramamış olduğumu belirtti.

Bunları söylerkenki kesinliğini görerek hayrete düştüm. Elbet doğru söylemekteydi; bu da yalnızca öfkelenmeme değil korkmama da yol açıyordu.

Sesinde abartılı ağırbaşlılık titremleri, “Kendini beğenmiş­lik, tıpkı yaşamöyküsü gibi kurtulunması gereken bi başka şey­dir,” dedi don Juan.

Onunla tartışmayı kesinlikle istemiyordum. İçinde bulun­duğumuz durum buna hiç de elverişli değildi; o hazır olana dek eve dönmeyecekti, bense yolu bilmiyordum. Onunla kalmak zorundaydım.

Birden yabansı bir biçimde devindi, çevresindeki havayı koklar gibiydi, başını hafifçe, tartımlı bir biçimde salladı. Olağandışı bir tetiklik durumuna geçmişti. Dönerek, şaşırmışçası­na merakla beni süzdü. Gözlerini, belirli bir şeyi arar gibi be­denim üzerinde bir aşağı bir yukarı gezdirdi; sonra ansızın aya­ğa kalkarak hızla yürümeye başladı. Nerdeyse koşuyordu. Onu izledim. Bir saat kadar çok hızlı adımlarla ilerledi.

Sonunda, kayalık bir tepenin dibinde durdu. Bir çalılığın gölgesinde oturduk. Koşar adım gitmemiz beni iyice yormuş­tu, ama daha dinginleşmiş gibiydim. Bendeki bu değişiklik ba­na pek yabancı gelmişti. İçim içime sığmıyordu, oysa tartışmamızın ardından o koşarcasına yürüyüşümüz başladığında, ona diş bilemekteydim.

“Çok acayip bir şey bu,” dedim, “ama şimdi gerçekten çok keyifliyim.”

Ötelerde bir karganın gakladığım işittim. Don Juan parma­ğını sağ kulağına doğru kaldırarak güldü.

“Bi yoraydı o,” dedi.

Küçük bir kaya parçası tepeden aşağıya, gürültülü sesler çıkararak yuvarlandı ve çalılığa takılıp durdu.

Don Juan yüksek sesle gülerek parmağını sesin geldiği yö­ne doğru uzattı.

“Bu da bi doğrulamaydı,” dedi.

Sonra, don Juan bana, kendimi beğenmişliğim üzerinde konuşmaya hazır olup olmadığımı sordu. Güldüm; az önceki öfkem öyle uzaklarda kalmış gibiydi ki, nasıl olup da ona öyle kızmış olduğumu bir türlü anlayamıyordum.

“Bana neler olduğunu anlayamıyorum,” dedim. “Sana kız­mıştım, şimdiyse niçin kızmış olduğumu bile bilmiyorum.”

“Bizi saran şu dünya gizlerle doludur,” dedi. “Sırlarını ko­layca sunmaz öyle.”

Onun bu bilmecemsi sözleri çok hoşuma gidiyordu. Mey­dan okuyan, giz dolu bir şeyler vardı onlarda. Onların birtakım gizli anlamlarla yüklümü yoksa sırf sıradan saçmalıklarmı ol­duklarını kestiremiyordum.

Don Juan, “Şayet çölün bu yöresine gene gelecek olur­san,” dedi, “bugün durmuş olduğumuz o kayalık tepeden uzak dur. Vebadan kaçar gibi kaç ordan.”

“Niçin? Ne oldu ki?”

“Şimdi anlatmanın sırası değil,” dedi don Juan. “Şimdi se­nin kendini beğenmişliğini yitirmenle ilgileneceğiz. Sen kendi­ni dünyanın en önemli şeyi sandığın sürece, seni saran bu dün­yayı layıkıyla anlayamazsın. At gözlüğü takılmış bi at gibisin sen, kendinden başka hiçbi şey görmüyorsun.”

Don Juan bir an beni inceledi.

Küçük bir bitkiyi göstererek, “Bu küçük arkadaşımla ko­nuşacağım biraz,” dedi.

Bitkinin önünde diz çökerek onu okşamaya, onunla konuş­maya başladı. Önce ne söylediğini anlamamıştım, ama don Ju­an dil değiştirerek bitkiyle İspanyolca konuşmaya geçti. Bir sü­re anlaşılmaz bir şeyler söyledi. Sonra ayağa kalktı.

“Önemli olan şey, bi bitkiye ne söylediğin değildir,” dedi. “Sözcükleri uydurarak söyleyebilirsin; önemli olan şey, bitkiyi beğendiğin duygusudur, ona bi eşitin gibi davranmalıdır.”

Don Juan, bitkileri toplayan bir kimsenin bir bitkiyi her koparışında onları aldığı için özür dilemesi, ileride bir gün ken­di gövdesinin de onları besleyeceğine ilişkin onlara söz vermesi gerektiğini anlattı.”

“Böylece sonuçta bitkiler de biz de başa baş geliyoruz,” de­ di. “Ne biz ne de onlar daha az ya da daha çok önemli değiliz.

“Gelsene, konuş bu küçük bitkiyle az bi,” diye dayattı don Juan. “Artık kendini pek önemsemediğini anlat ona.”

Bitkinin önünde diz çökmesine çöktüm de, bir türlü onun­la konuşmaya başlayamadım. Bi bitkiyle konuşmak çocukça geliyor, durmadan gülüyordum. Kızgın değildim, ama.

Don Juan sırtımı tıpışlayarak, vazgeçmemi ve hiç olmazsa dinginliğimi yitirmemiş olduğumu söyledi.

“Şu tepelere doğru git, orada kendi kendine alıştırma ya­parsın.”

Bitkilerle sessiz olarak, içimden konuşmamın doğru olup olmayacağını sordum.

Don Juan güldü ve eliyle hafifçe başıma vurdu.

“Hayır!” dedi. “Sana yanıt vermelerini istiyorsan, onlarla yüksek sesle ve açık seçik bi biçimde konuşmalısın.”

Onun bu tuhaflıklarına için için gülerek, söylediği yere doğru ilerledim. Hatta bitkilerle konuşmayı bile denedim, ama yaptığım şeyin son kerte gülünç olduğu duygusu daha ağır ba­sarak beni engelliyordu.

Orada yeterli olduğunu düşündüğüm bir süre kaldıktan sonra don Juan’ın bulunduğu yere döndüm. Bitkilerle konuş­madığımı bildiğine kuşku yoktu.

Yüzüme hiç bakmıyordu. Eliyle, yanına oturmamı imledi.

“Dikkatlice bana bak,” dedi. “Küçük arkadaşımla biraz konuşacağım.”

Küçük bitkinin önünde diz çöktü; birkaç dakika boyunca bedenini devindirip kıvırırken konuşmasını ve gülmesini sür­dürdü.

Aklını yitirdiği kanısındaydım.

Diz çökme durumundan ayağa kalkarak, “Bu küçük bitki bana, onu yemenin çok tat verici olduğunu sana söylememi is­tedi,” dedi. “Onlardan bi avuç kadarını yiyen birinin pek sağ­lıklı kalacağını söyledi. Şuracıkta onlardan bi alayını bulabile­ceğimizi de ekledi.”

Don Juan yüz elli metre ötedeki bir bayırı gösterdi.

“Hadi gidip bi bakalım,” dedi.

Onun bu komikliğine güldüm. Bu yöreyi avucunun içi gi­bi bildiğinden, yenilebilen ya da sağaltıcı bitkilerin yerlerini çok iyi bildiğinden ötürü, o bitkileri orada bulabileceğimizden kuşkum yoktu.

Dediği o yere doğru giderken, don Juan bana o bitkilerin hem besleyici, hem de sağaltıcı özelliklere sahip olduğunu, bu yüzden onları dikkatle incelememi söyledi.

Ben de, yarı şaka, bunları ona o küçük bitkinin mi söyle­ diğini sordum. Don Juan duruverdi, hayretle beni incelemeye başladı. Başını iki yana sallamaktaydı.

“Ah!” diye haykırdı gülerek. “Senin şu sivri aklın yok mu, vallahi senin zevzekliğinin nedeni o. Tüm yaşamım boyunca bildiğim bi şeyi niye söylesin ki o küçük bitki?”

Don Juan sonra bana o söz konusu bitkinin çeşitli özellik­lerini ta çocukluğundan beri bildiğini, o küçük bitkinin ona şimdi gittiğimiz yerde daha bir alayının yetiştiğini, ve don Juan’ın bunları bana anlatmasında bir sakınca olmadığını söyle­diğini açıkladı.

Bayıra vardığımızda, koskoca bir küme o bitkilerden gör­düm. İçimden gülmek geldiyse de, don Juan vakit bırakmadı. Ordaki bitkilere teşekkür etmemi istedi. Bunalırcasına bir utan­ma duygusu bastırdığından dudaklarımı bir türlü kımıldatama­dım.

Don Juan sevecence gülümseyerek o bilmecemsi sözlerin­den birini daha yapıştırdı. Söylediği şeyin anlamını çıkarabilmem için daha zaman tanırcasına, o sözü üç dört kez yineledi.

“Bizi saran bu dünya bi gizdir,” diyordu. “Biz insanlar öbür şeylerden daha üstün değiliz ki! Küçük bi bitki bize cö­mertçe davrandığında, ona teşekkür etmemiz gerekir, yoksa bi­zi burdan bi yere bırakmaz, ha!”

Bunları söylerken bana nasıl baktığını görünce tüylerim ürperdi. Hemen bitkilerin üzerine yüksek sesle, “Sağ olasın!” dedim.

Don Juan, kendini tutarcasına, sessizce kesik kesik gülme­ye başladı.

Bir saat kadar daha yürüdükten sonra, don Juan’ın evine dönüşe geçtik. Bir ara epey geride kalmıştım, don Juan ona ye­tişmem için bekledi. Parmaklarımı kıvırıp kıvırmadığıma bakı­yordu. Kıvırmayı unutmuştum. Buyururcasına, onunla yürüdüğüm zamanlar onun hareketlerini gözlemlemem, ona öykün­mem gerektiğini, aksi takdirde hiç ona gelememi söyledi.

Beni azarlarcasına, “Çocuk bekler gibi bekleyip duramam ben seni,” dedi.

Bu sözü bende derin bir utanç ve şaşkınlık duygusu yarat­mıştı. Onun gibi yaşlı bir adam nasıl oluyordu da benden çok daha hızlı yürüyebiliyordu? Ben kendimi atletik ve güçlü biri, diye görüyordum, oysa ona yetişebilmem için o durup beni beklemek zorunda kalmıştı.

Parmaklarımı kıvırdım ve onun o şaşılası arşınlamalarına rahatça adım uydurabildim. Hatta, kimileyin, ellerimin beni ileriye ileriye çektiğini duyumsuyordum.

İçim coşuyordu. Bu Kızılderili yaşlısıyla öyle anlamsızca yürümek bana mutluluk veriyordu. Konuşmayı boşlamıştım. Bana peyote bitkilerini göstermesini istiyordum ondan, boyu­na. Sonunda, don Juan yüzüme baktı, ama hiçbir şey demedi.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön