Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

7 ulasilamaz olmak


Perşembe, 29 Haziran 1961

Don Juan, neredeyse bir haftadır her gün yaptığı gibi, av hay­vanlarının davranışlarına ilişkin ince ayrıntılar üzerindeki bil­gisiyle beni gene büyüledi. Önce açıklama yapıyor, ardından “bıldırcınların marifetleri” dediği şeylere karşı geliştirilmiş bir­ takım avcılık taktikleri üzerinde uygulamalara geçiyordu. Anlattığı şeyler beni öylesine çekmişti ki bütün bir günün akıp git­tiğinin farkına bile varmamıştım. Öğleyin yemek yemeyi bile unutmuştum. Don Juan benim bir öğünü atlamış olmamın pek alışılmadık bir şey olduğuna ilişkin şakalar yapıp durdu.

Günün bitiminde, kurma ve çalıştırma düzenini bana da öğrettiği dahiyane bir kapanla beş bıldırcın yakalamıştı.

Don Juan, "ikisi yeter bize" diyerek üçünü serbest bırak­tı.

Sonra da bıldırcınların ateşte nasıl pişirileceğini öğretti. Ben dedemin eskiden yaptığı gibi çalılarla bir ızgara çukuru açmak, taze dal ve yapraklarla döşeyip sonra da toprakla sıva­mak istediysem de, don Juan dalları incitmememiz gerektiğini, zaten bıldırcınlara acı çektirmiş olduğumuzu söyleyerek beni önledi.

Yemek bitince amaçsızca kayalık bir bölgeye doğru yürü­yüşe geçtik. Bir tepenin yamacındaki bir kumtaşına oturduk; ben şaka yollu, pişirme işini bana bırakmış olsaydı, bıldırcınla­rın beşini de pişirmiş olacağımı, üstelik benim yapacağım ızga­ranın onunkinden çok daha lezzetli olacağını söyledim.

“Kuşkusuz öyledir,” dedi don Juan. “Ne ki, o dediklerini yapsaydın, buradan sağ salim çıkmamız mümkün olmazdı.”

“Ne demek istiyorsun?” diye sordum. “Bizi önleyecek bir şey var mı?”

“O dallar, bıldırcın, çevredeki her şey bizi önleyebilirdi.”

“Ne vakit ciddisin, ne vakit değilsin, hiç anlayamıyorum.” dedim.

Don Juan sabırsızlık taklidi yaparak dudaklarını şapırdattı.

“Senin,” dedi, “ciddi konuşmanın ne olduğuna değin acayip bi görüşün var. Benim sık sık gülmem, gülmeyi sevmem­den, ama söylediğim her bi şey, sen anlamasan bile son kerte ciddi. Dünya ne diye senin düşündüğün gibi olmalıymış ille de? Kim vermiş sana öyle düşünme yetkisini?”

“Dünyanın başka türlü olduğunun yok ki kanıtı.” dedim.

Hava kararıyordu. Don Juan’ın evine gitme zamanı geldi mi, diye geçiriyordum, ama onun pek acele ettiği yoktu, ben de halimden memnundum.

Rüzgâr üşütüyordu. Don Juan birden ayağa kalktı, bana tepeye tırmanmamız, orada çalıların seyreldiği bir açıklıkta dur­ mamız gerektiğini anlattı.

"Korkmayasın,” dedi. “Yanında ben varım, seni kötülük­lerden korurum.”

Tasalanarak, “Ne kötülüğü?” diye sordum.

Sinsice sözleriyle beni katıksız sevinçten katıksız korkuya gark etmede onun üstüne yoktu.

“Günün bu saatinde epey yabansılaşır dünya." dedi. “Onu anlatıyorum. Ne görürsen gör, ama sakın korkma.

“Ne göreceğim ki?”

Don Juan, ta uzaklara, güneye doğru bakarak, “Henüz bilmiyorum,” dedi.

Pek tasalı görünmüyordu. Ben de o yöne doğru bakmaya koyuldum.

Don Juan ansızın canlanarak sol eliyle çöldeki çalılıklar arasında koyu bir bölgeyi imledi. Birdenbire görünüveren bir şeyi beklermişçesine, “İşte orada.” dedi.

“Nedir o?” diye sordum.

“İşte orada.” diye yineledi. “Bak! Bak!”

Hiçbir şey göremiyordum. Sadece çalılıklar.

Don Juan, sesi son kerte ivecen, “Şimdi buraya vardı,” de­di. “İşte burada.”

Tam o sırada aniden esen bir yel yüzüme çarparak gözle­rimde yanma yaptı. Gözlerimi o bölgeye çevirdim. Hiç de ola­ğandışı bir şey yoktu.

“Bir şey göremiyorum,” dedim.

Don Juan, “Sadece duyumsadın.” diye yanıt verdi. “Tam şimdi. Gözlerine girerek görmeni engelledi.”

“O da ne demek oluyor?”

“Seni bu tepeye bile bile getirdim.” dedi. Burda pek görü­nürdeyiz, bi şey de bize doğru gelmekte.”

“Ne? Rüzgâr mı?”

Don Juan sertçe, “Sadece rüzgâr değil,” dedi. “Sana rüzgârmış gibi görünebilir, çünkü senin tek bildiğin şey, rüzgâr.”

Gözlerimi zorlayarak çöldeki çalılıklara baktım. Don Juan bir an, sessizce yanımda durdu, sonra yakındaki bir çalılıktan kalınca dallar koparmaya başladı; sekiz dal topladıktan sonra onları demet halinde bağladı. Bana da aynı şeyi yapmamı ve onları kestiğimizden dolayı bitkilerden yüksek sesle özür dile­memi buyurdu.

İki demet dalımız olunca beni yanında dallarla birlikte tepeye koşturup iki iri kaya arasında sırtüstü yatırdı. Akıl almaz bir hızla benim bağladığım demetteki dallarla tüm bedenimi örttü, sonra kendisini de aynı şekilde örtüp yaprakların arasın­ dan fısıldayarak rüzgâr dediğimiz şeyin biz görünmez haldey­ken nasıl çekip gideceğine bakmamı söyledi.

Bir an geldi, şaşırtıcı bir şekilde, rüzgârın esişi gerçekten de don Juan’ın söylediği gibi durdu. Bunlar öyle azar azar ol­ muştu ki, bile bile bekliyor olmasaydım bu değişimin farkına varmayabilirdim. Rüzgâr bir süre yaprakları hışırdatarak yüzü­me doğru esti, ardından çevremizdeki her şey sessizliğe gömüldü.

Fısıldayarak don Juan’a rüzgârın durduğunu söyledim, o da fısıldayarak ses çıkarmamamı ve kımıldamamamı buyurdu, zira benim rüzgâr, dediğim şey aslında rüzgâr değilmiş de ken­ di istenci olan, bizi tanıyabilen bir şeymiş.

Sinirlenerek güldüm.

Don Juan sesini kısarak dikkatimi çevremizdeki sessizliğe çekti, sonra fısıldayarak, ayağa kalkacağını, benim de dalları sol elimle sevecence yana doğru çekip onu izlemem gerektiği­ ni söyledi.

İkimiz aynı anda kalktık. Don Juan bir an güneye, uzakla­ ra doğru baktı, sonra birden batıya doğru döndü.

Güneybatı doğrultusunda bir bölgeyi imleyerek, “Sinsilik bu. Düpedüz şeytanlık,” diye söylendi.

“Bak! Bak!” diye seslendi.

Elimden geldiğince tüm dikkatimle bakmaya başladım. Sözünü ettiği şey her neyse onu görmek istiyordum, ama hiç­ bir şey yoktu ortada. Ya da daha önce görmediğim bir şey göremiyordum, sadece hafif bir yelin salladığı çalılıklar, funda­lıklar dalgalanıyorlardı.

Don Juan, “İşte geldi,” dedi.

Tam o anda havanın yüzüme çarptığını hissettim. Sanki rüzgâr, biz ayağa kalktıktan sonra yeniden esmeye başlamıştı. İnanamıyordum; bunun mantıksal bir açıklaması olaması gere­kiyordu.

Don Juan hafifçe kıkırdayarak, bunun nedenini aramamın zihnimi boşu boşuna yormaktan başka bir işe yaramayacağını söyledi.

“Haydi gene dal toplayalım,” dedi. “Zavallı bitkilere yap­mak istemezdim bunu, ama seni durdurmamız gerek.”

Don Juan daha önce kendimizi örtmüş olduğumuz dalları toplayarak üzerlerine küçük taşlar ve toprak yığdı. Sonra, daha önce yaptığımız hareketleri yineleyerek, her birimiz sekizer yeni dal kopardık. Bu arada rüzgâr aralıksız esmekteydi. Ku­laklarımın çevresindeki saçlarımı karıştırdığım hissedebiliyor­ dum. Beni örttükten sonra, Don Juan gene fısıldayarak en ufak bir ses çıkarmamamı ve kımıldamamamı anımsattı. Dalları ça­bucak üzerime yerleştirdikten sonra kendisi de yatıp üzerini örttü.

Yirmi dakika kadar o durumda kaldık, o süre boyunca ina­nılmaz bir olaya tanık oldum; sürekli ve şiddetli esen rüzgâr değişerek hafif, titrek bir esintiye dönüşmüştü.

Soluğumu tutarak don Juan’ın işaretini bekledim. Bir an geldi, don Juan dalları usulca bir yana itti. Ben de öyle yaptım, sonra birlikte kalktık. Bulunduğumuz tepe çok sessizdi. Çevre­mizdeki çalılıkların yapraklarında belli belirsiz bir titreme seziliyordu sadece. Don Juan’ın gözleri, bakmakta olduğu güne­yimize düşen çalılıktaki bir bölgeye çakılmış gibiydi.

Yüksek sesle ünledi, “İşte,” dedi “gene başlıyor!”

İrkilivermiş, nerdeyse dengemi yitirmiştim. Don Juan yüksek, sevecen bir sesle, bakmamı buyurdu.

“Ne görmemi istiyorsun?” diye sordum çaresizlikle.

Don Juan, yel ya da her neyse, onun çalılıkların epey üze­rindeki bir bulut ya da sarmal bir şeyler olduğunu, fırıldak gibi döne döne bulunduğumuz tepeye doğru yaklaştığını söyledi.

Uzaktaki çalılıklarda bir dalgalanma dikkatimi çekti.

Don Juan kulağıma eğilip, “İşte geliyor,” dedi. “Bak nasıl da arıyor bizi.”

Tam o anda aniden esen gene deminki gibi şiddetli, sürek­li bir rüzgâr, yüzüme çarpıverdi. Ancak bu kez tepkim farklı ol­du. Dehşete kapılmıştım. Don Juan’ın gösterdiği şeyi görme­miştim, ama çalıları yalayan tekinsiz bir dalgalanma görmüş­tüm. Korkuya kapılmak istemediğimden, mantıklı bir açıklama aramaya başladım. Kendi kendime, o bölgede sürekli hava akımları olabileceğini, don Juan’ın da, tüm bu yöreyi avucunun içi gibi bildiğinden, bunun bilincinde olmakla kalmayıp esinti­lerin meydana geldiği zamanları da dakik olarak tahmin edebileceğini söyledim. Demek ki don Juan sadece yere yatıyor, sa­yarak rüzgârın dinmesini bekliyordu; ayağa gene kalkması da rüzgârın yeniden esişini beklemek için olmalıydı.

Don Juan’ın sesi beni düşüncelerimden uzaklaştırdı. Git­me zamanının geldiğini söylüyordu. Ben oyalanıyordum; rüz­gârın iyice dinmesini beklemek istiyordum.

“Don Juan, ben bir şey göremedim,” dedim.

“Ama olağandışı bir şeyler sezdin.”

“Ne görmüş olmam gerektiğini söylesene bana.” “Söylemiştim ya,” dedi don Juan. “Rüzgârın içinde sakla­nan, fırıldak gibi dönen bir sarmal, bi bulut, bi duman ya da bi yüze benzediğini.”

Don Juan bunları söylerken elleriyle de yatay, dikey hare­ketler yapıyordu.

“Belirli bi doğrultuda ilerler,” diye sürdürdü. “Ya yuvarlanıyormuşçasına ya da döne döne ilerler. Bi avcının doğru bi­çimde hareket edebilmesi için, bütün bunları bilmesi gerek.”

Şaka yollu onu taklit etmek istedim, ama kendini anlattığı şeylere öylesine vermişti ki, buna cesaret edemedim. Sonra bir süre bana baktı, ama gözlerimi ondan kaçırdım.

“Dünyanın senin sandığın gibi olduğuna inanmak budala­lıktır,” dedi. “Dünya giz dolu bi yerdir. Özellikle alacakaranlık­ta.”

Don Juan çenesinin bir hareketiyle rüzgârı imledi.

“Bizim peşimizden gelebilir bu,” dedi. “Bizi bitkin düşü­ rebilir, hatta öldürebilir de.”

“Bu rüzgâr mı?”

“Günün bu saatinde, alacakaranlıkta, rüzgâr olmaz. Bu sa­atte yalnız erk olur.”

Tepedeki düzlükte bir saat kadar oturduk. Rüzgâr şiddet­ liydi, sürekli esmekteydi.

Cuma, 30 Haziran 1961

Akşama doğru, yemekten sonra, don Juan’la kapısının önüne gittik. Ben kendi “noktamda” oturdum ve notlarım üzerinde çalışmaya koyuldum. “Rüzgâr” yüzünden bütün gün evden ay­rılamamıştık. Don Juan rüzgârı bile bile tedirgin ettiğimizi, onu hafife almanın doğru olmadığını söyledi. Hatta uyurken bile üzerim dallarla örtülüydü.

Ansızın çıkan bir esinti don Juan’ın inanılmaz bir sıçrayış­la yerinden kalkmasına neden oldu.

“Kahretsin,” dedi. “Seni arıyor rüzgâr.”

“Vazgeç, don Juan,” dedim gülerek. “Bunlara inanmamı bekleme benden.”

Niyetim inatçılık yapmak değildi, ben sadece rüzgârın kendi istenci olduğu ve beni aradığı, ya da tepenin üzerindey­ken bizim yerimizi bulup üstümüze çullanmış olduğu fikrine katılmayı imkânsız bulmaktaydım. Öyle “istençli bir rüzgâr” fikrini bu dünyayı açıklamanın basit bir yolu olduğunu düşündüğümü söyledim.

Don Juan meydan okurcasına, “O halde nedir rüzgâr?” di­ye sordu.

Sabırlı olmaya çalışarak, ona, sıcak ve soğuk hava kütlele­rinin farklı basınçlara neden olduğunu, basıncın da hava kütle­lerinin dikey ve yatay doğrultularda hareket etmelerine yol aç­tığını açıkladım. Meteorolojiye ilişkin temel ayrıntıları izah et­mem epey uzun sürmüştü.

“Yani, bu rüzgâr sırf sıcak ve soğuk havadan mı ibaret?” diye sordu don Juan, zihni karışmışçasına.

Zaferimin tadını çıkararak, dingin, “Ne yazık ki öyle,” de­dim.

Don Juan afallamış gibiydi, ama sonra bana bakarak yırtınırcasına gülmeye koyuldu.

Acı acı gülerek, “Yani senin düşüncelerin son söz olmak­ta, öyle mi?” dedi. “Son sözü söylemiş oluyorsun aklınca, de­ğil mi? Bi avcıya göre senin düşüncelerin saçmalığın dik âlâsı. Basınç ha? İster bi olsun basınç, ister iki, ister on; sen de bu bozkırda yaşamış olsaydın, alacakaranlıkta yelin erke dönüştü­ğünü bilirdin. Şayet, bi avcı olsaydın, sen de bunu bilir, ona gö­re davranırdın.”

“Nasıl davranırmış bir avcı, yani?”

“Alacakaranlığı kullanırdı bi avcı, yeldeki erki kullanırdı.” “Nasıl?”

“Bi avcı, elinden geldiğince, kendisini örterek alacakaran­lık geçene dek, ve erk onun korunmasını mühürleyene dek o erkten saklanmaya çalışırdı.”

Don Juan ellerini, bir şeyi örtercesine devindirdi.

“Onun korunması işte böyle bi...”

Don Juan, en uygun sözcüğü ararcasına bir an duraksadı;

ben atılarak, “Koza,” dedim.

“Hah,” dedi don Juan, “erkin koruması bi koza gibi sarar seni. Bi avcı bozkırda öyle kalır da ne bi puma, ne bi Amerikan çakalı ne de zehirli bi böcek tedirgin edemez onu. Bi dağaslanı gelir, o avcının burnunu koklayıp durur, avcı devinmediği takdirde çeker gider o dağaslanı. İnan ki böyledir bu.

“Ama öte yandan, avcı görülmek isterse, alacakaranlık ba­sarken tepenin üzerinde dikilir ayakta, o zaman erk musallat olur ona, gece boyunca arar onu. O yüzden ya, şayet bi avcı ge­celeyin bi yere gitmek istese ya da uyanık kalması gerektiğin­ de, kendisini rüzgâra açık kılar.

“Büyük avcıların gizi burdadır işte. İstediği anda açık, is­tediği anda kapalı tutmak kendisini.”

Kafam iyice karışmıştı, özetlemesini istedim ne demek is­tediğini. Don Juan son kerte sabırlı, alacakaranlığı da, rüzgârı da kendi çıkarına nasıl kullandığını, bunun kendisini açık ya da kapalı kılmak arasındaki farkı vurgulamada can alıcı önemi ol­duğunu açıkladı.

“Ölçünmeli olarak kendini açık ya da kapalı kılmayı öğ­renmelisin,” dedi. “Şimdi senin yaşamının akışına bak, ister is­temez kendini açık kılmaktasın sen, her zaman.”

Karşı çıktım. Kanımca benim yaşam biçimim giderek da­ha da gizlemekteydi kişiliğimi. Don Juan, ne demek istediğini anlamadığımı, kendimi kapalı kılmanın saklanmak ya da ken­dimi gizlemek anlamına gelmediğini, ulaşılamaz olmak anla­mına geldiğini söyledi. Son kerte sabırlı, sürdürdü konuşmasını, “Ya da şöyle söyleyim: Herkes senin saklandığını biliyorsa, farketmez ki sak­lanmış olman.

“Şu anda senin sorunlarının kökeni işte bu. Sen saklandı­ğın zaman, herkes senin saklandığını biliyor, saklanmadığın zaman da, herkesin seni dürtüklemesine anık kılıyorsun kendi­ni.”

Kendimi baskı altında hissederek apar topar savunuya geçtim.

Don Juan alaycı bir sesle, “Bırak kendini açıklamayı,” de­di. “Gerek yok ki buna. Alığın tekiyiz biz, hepimiz, sen de fark­lı olamazsın. Bi zamanlar ben de, senin gibi, hep açık verir du­rurdum, ta ki, belki ağlamak dışında, yapacak bi şeyin kalma­yana dek. O zaman ben de ağlardım, senin gibi.”

Don Juan bir an beni tartarcasına baktı, yüksek sesle içini çekti.

“Ama ben senden daha gençtim,” diye sürdürdü, “ancak bi gün burama geldi de, değiştim. Diyelim ki bi gün, bi avcı olmaktayken, açık ya da kapalı olmanın gizini öğrendim.”

Ne dediğini anladığımı söyleyemeyeceğimi anlattım ona. Bütün bu açık ya da anık olma sözcüklerinin ne anlama geldi­ğini gerçekten anlayabilmiş değildim. Don Juan, İspanyolcada ki “ponerse al alcance” ve “ponerse en el medio del camino”, yani, kendini ulaşılır kılmak ya da kendini işlek bir yolun orta­ sına çıkarmak deyimlerini kullanmıştı.

Don Juan, “ Kendini uzaklaştırmalısın,” diye açıkladı. “Kendini işlek bi caddenin ortasında bırakmamalısın. Senin tüm varlığın orada, o yüzden saklanmanın bi yararı olmaz; sen kendini saklanmış sanırsın sırf. Bi yolun ortasında olmak de­mek, gelip geçen herkesin senin gelişlerini, gidişlerini görmesi demektir.”

Bu benzetmesi ilginçti, ama karanlıkta kalan yanları da yok değildi.

“Söylediklerin bilmece gibi,” dedim.

Don Juan gözlerini bana dikerek uzun uzun baktı, sonra bir ezgi mırıldanmaya başladı. Sırtımı doğrultup dikkatle din­ledim. Don Juan’ın bir Meksika türküsünü mırıldanmasının be­ni hırpalamaya başlayacağı anlamına geldiğini öğrenmiştim. Don Juan gülümseyerek, “Hey,” dedi ve merakla beni süzdü. “Senin o sarışın dostundan ne haber? Hani bi zamanlar aba­

yı yakmış olduğun kız.”

Ona, aklı karışmış bir ahmak gibi bakmış olmalıyım. Don Juan keyifli keyifli güldü. Ne diyeceğimi bilemiyordum.

Don Juan, “Ondan söz etmiştin bana hani,” dedi beni rahatlatırcasına.

Ama ben ona, bırakın sarışın bir kızdan bahsetmeyi, hiçbir kimseye ilişkin bir şey anlattığımı hatırlamıyordum.

“Ben sana öyle bir şey söylemiş değilim,” dedim.

Don Juan tartışmayı noktalarcasına, “Pekâlâ da söyledin,”

dedi.

Ben karşı çıkmak istedim, ama don Juan o kızı bilmesinin bir önemi olmadığını, önemli olan şeyin onu sevmiş olmam ol­ duğunu söyleyerek beni önledi.

İçimde ona karşı bir ölkenin kabarmakta olduğunu hisset­tim.

Don Juan alaylı bir sesle, “Sakın ha!” diye uyardı. “Artık kendini beğenmişlik duygularından arınmanın zamanı geldi çattı."

“Bi zamanlar bi kadının vardı senin, çok sevdiğin bi kadın, sonra bi gün onu yitiriverdin sen.”

Ben o kadından don Juan’a hiç bahsetmiş miydim, diye düşünmeye başladım. Aramızda öyle bir konuşma geçmediği sonucuna vardım. Ama bahsetmiş de olabilirdim. Arabamla gezdiğimiz zamanlar durmaksızın konuşur, her konudan dem vururduk. Ben o görüştüklerimizin hepsini hatırlayamıyordum, zira araba sürerken not tutamıyordum. Bunları düşünmek biraz yatıştırmıştı beni. Don Juan’a haklı olduğunu söyledim. Yaşa­mımda çok önemli bir yeri olan sarışın bir kadın vardı.

Don Juan, “Niçin birlikte değilsiniz,” diye sordu.

“Çekip gitti.”

“Niçin?”

“Birçok nedeni var.”

“Bi çok nedeni yoktu. Bi tek nedeni vardı. Sen kendini fazlaca ulaşılabilir kılmıştın.”

Ne demek istediğini gerçekten çok merak ediyordum. İşte gene hassas bir yerime dokunmuştu. Bu dokunuşunun bende yarattığı etkinin bilincinde olduğu belliydi, haylazca bir gü­lümsemeyi gizlercesine dudaklarını büzdü.

Kendinden son kerte emin,

“Herkes ikinizi biliyordu,” de­di.

“Hata bende miydi, yani?”

“Hem de nasıl. O çok iyi bi kadındı.”

Onun için bu şekilde tahminler yürütmesinden ve özellik­le, oradaymış da her şeyi görmüş gibi kendinden son derece emin bir şekilde konuşup durmalarından tiksindiğimi içtenlik­le açıkladım.

Don Juan da, inandırıcı bir dürüstlükle, “Ama doğru söy­lüyorum,” dedi. “Her şeyi gördüm ben. Çok iyi bi insandı o.”

Tartışmanın anlamsızlığını biliyordum, ama yaşamımın bu yarasına tuz biber ektiğinden ötürü ona kırgındım. Söz konusu kadının pek öyle övgüye layık biri olmadığını, hatta zayıf ka­rakterli biri olduğunu söyledim.

Don Juan, dingin, “Sen de öylesin,” dedi. “Ama önemli değil bu. Önemli olan, senin onu her yerde aramış olman; bu da onu senin için özel bi kişi kılar, özel bi kişiye ilişkin de gü­zel sözler söylemeli insan.”

Utanmıştım; tüm benliğimi derin bir keder sardı. “Bana ne yapıyorsun sen, don Juan? “ diye sordum. “Beni kederlendir­meyi çok iyi beceriyorsun. Neden?”

Don Juan suçlarcasına, “Kendini duygusallığa kaptırmak­tasın şimdi de,” dedi.

“Peki ama bütün bunların anlamı ne, don Juan?”

“ Ulaşılamaz olmak— işte sorun bu,” diye açıkladı. “Ben o kadının anısını salt, sana rüzgârla gösteremediğim şeyi dolaysızcasına gösterebilmek için bi araç olarak ortaya çıkardım.

“Sen onu, ulaşabilirliğin yüzünden yitirdin; sen hep onun kolayca ulaşabildiği bi konumdaydın, üstelik yaşamın da tek­ düze bi yaşamdı.”

“Değildi!” dedim. “Yanılıyorsun. Benim yaşamım asla tekdüze olmamıştır.”

“Hep öyleydi, şimdi de öyle,” dedi kesin bir dille. “Gerçi alışılmadık bir sıradanlık bu seninkisi ve tekdüze değilmiş iz­lenimini vermekte sana ama inan ki sıradan bi yaşam bu senin­ kisi.”

Suratımı asarak küskünlüğüme dalmak geldi içimden, ama her nedense don Juan’ın gözleri beni tedirgin etti; beni itmek­te, itmekteydi gözleri.

“Bi avcının sanatı ulaşılamaz kılmaktır kendini,” dedi. “O sarışın kızla ilişkinde bu, senin bi avcı olup onu pek seyrek görmen anlamına gelmezdi. Senin yaptığın gibi değil yani. Sen gece gündüz demeden onunla kaldın, sonunda kala kala ortada salt can sıkıntınız kaldı. Di mi doğru bu?”

Yanıt vermedim. Vermek zorunda olmadığımı düşünüyor­dum. Haklıydı don Juan.

“Ulaşılamaz olmak demek, çevrendeki dünyayla temasın­ da tutumlu olmak demektir. Beş bıldırcın birden yemezsin; bi tane yersin. Bi ızgara çukuru yapacağım, diye bitkileri heba et­ mezsin. Pek gerekli olmadıkça kendini rüzgârın gücüne açık bırakmazsın. İnsanları, özellikle sevdiğin kimseleri kullanıp onları kupkuru bırakana dek sıkıp sularını çıkarmazsın.”

İçtenlikle, “Kimseyi kullanmış değilim ben,” dedim.

Ama, don Juan ısrarla, insanları kullandığımı; onlardan usanmış, sıkılmış olduğumu açıkça söyleyebildiğimi yineledi.

Don Juan sürdürerek, “Ulaşılamaz olmak, kendini de baş­kalarını da tüketmekten ölçünmeli olarak kaçınmak demektir,” dedi.

“Bi daha hiç yiyecek bulamayacağını düşünerek midesi­ni tıka basa dolduran, beş bıldırcını birden gövdeye indiren za­vallı bi dilenci gibi aç ve umutsuz değilsin demektir.”

Don Juan”ın en zayıf noktalarımı topa tuttuğu belliydi. Güldüm. Bu onun hoşuna gitti. Hafifçe sırtıma dokundu.

“Bi avcı avını tuzağına hep çekeceğini bildiğinden, tasa­lanmaz. Tasalanmak, ulaşılabilir duruma sokar insanı ister iste­mez. Bi kez kaygılandın mı, umutsuzluktan önüne çıkan şeye yapışırsın; yapıştın mı da, tükenir ya da yapıştığın şeyi tüketir gidersin.”

Don Juan’a, gündelik yaşamımın akışı içinde kendimi ula­şılamaz kılmamın olanaksızlığından söz ettim. Benim görüşüme göre, işlevlerimi sürdürebilmem için, benimle herhangi bir işi olan herkesin erişebileceği bir yerde olmam gerekiyordu.

Don Juan, dingin, “Ulaşılamaz olmanın, saklanmak ya da bi şeyleri gizlemek anlamına gelmediğini söylemiştim zaten,” dedi. “İnsanlarla görüşemeyeceğin anlamına da gelmez. Bi av­cı dünyasını tutumluca, sevecence kullanır. O dünya ister bi nesne, ister bi bitki, bi hayvan ya da bi insan ya da bi erk olsun. Bi avcı, dünyasıyla yakın bi ilişki içindedir, ama o aynı dünya

için ulaşılamazdır aynı zamanda.”

“Bir çelişki bu söylediğin,” dedim. “Şayet dünyasındaysa kişi günbegün, her bir saat, ulaşılamaz olamaz ki!”

Don Juan, sabırlı, “Anlamadım,” dedi. “Dünyasını sıkıp onun biçimini değiştirmediği için ulaşılamaz olur kişi. Hafifçe dokunuverir ona, gereksindiği sürede kalır orada, sonra bi iz falan bırakmadan tez ayrılır oradan.”



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön