Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

10 erk icin ulasilabilir olmak 1


Perşembe, 17 Ağustos 1961

Arabamdan iner inmez don Juan'a yakınarak kendimi iyi his­setmediğimi söyledim.

Don Juan elimden tutarak sürüklercesine beni evinin önündeki sundurmaya götürerek “Otur, otur,” dedi. Gülümse­yerek sırtımı tıpışlıyordu.

İki hafta önce, 4 Ağustosta, don Juan, daha önce söylemiş olduğum gibi, bana karşı taktik değiştirmiş, kimi peyote mantarlarını yememe izin vermişti. Sanrılanma deneyimimin doruğundayken, peyote töreninin yer aldığı evin köpeğiyle oyna­mıştım. Don Juan benim köpekle etkileşimimi pek özel bir olay, diye yorumlamıştı. Benim o durumda yaşamış olduğum erk anlarında, sıradan işler dünyasının var olmadığını, hiçbir şeye kesin gözüyle bakılamayacağını, o köpeğin de gerçekte bir köpek olmayıp, peyotede içerilen erk ya da kutsal varlık Mescalito’nun yaşama geçmesi olduğunu ileri sürmüştü.

O deneyimimin sonrasındaki etkiler genel bir yorgunluk hissiyle hüzün şeklinde olmuş, ayrıca hiç alışık olmadığım canlı rüyalar, karabasanlar görmeye başlamıştım.

Ben sundurmada oturur oturmaz, don Juan, “Yazı taklavatın nerde ki?” diye sordu.

Not defterlerimi arabada bırakmıştım. Don Juan arabaya giderek çantamı aldı, getirip yanıma bıraktı.

Sonra, yürürken genelde evrak çantamı taşıyıp taşımadığı­mı sordu. Taşıdığımı söyledim.

“Delilik bu,” dedi don Juan. “Ben sana, yürürken asla ellerinle bi şey taşımamanı söylemiştim. Bi sırt çantası edin.”

Güldüm. Defterlerimi bir sırt çantasında taşımak düşüncesi çok komikti. Don Juan’a genellikle takım elbise giydiğimi, pantolon-yelek-ceketli bir giysinin üzerinde sırt çantasıyla do­laşmanın çok sakil kaçacağını anlattım.

“Ceketini sırt çantanın üstüne giy,” dedi don Juan. “İnsanların seni kambur sırtlı sanması, tüm bunları taşıyıp dolaşarak bedeninin anasını ağlatmaktan daha iyidir.”

Sonra da, ısrarla, not defterimi çıkarıp yazmamı istedi. Be­ni rahatlatmak için ölçünmeli bir çaba harcamaktaydı. Ben gene yakınarak kendimi iyi hissetmediğimi, tuhaf bir huzursuz­luk duymakta olduğumu söyledim.

Don Juan gülerek, “öğrenmeye başlıyorsun,” dedi.

Ardından, uzun bir görüşmeye geçtik. Don Juan, Mescalito’nun, köpekle oynamama izin vererek, beni bir “seçilen kişi” olarak imlediğini, bir Kızılderili olmadığım için bu yoranın onu şaşırtmasına karşın, bana kimi gizli bilgileri öğreteceğini söyledi. Bir zamanlar kendisinin de, nasıl bir “bilgi adamı” olunacağını ona öğreten bir “velinimet”inin olduğunu anlattı.

Korkunç bir şeyler olacağını sezdim. Onun seçilen kişisi olduğumun açıklanmasının üzerine bir de onun yöntemlerinde­ ki o şaşmaz yabansılığıyla peyotenin üzerimdeki yıpratıcı etkisi, bende dayanılmaz bir yılgınlık ve kararsızlık durumunu yaratmıştı. Ne var ki, don Juan benim duygularıma aldırmaksızın, sadece, Mescalito’nun benimle oynamış olmasının görkemini düşünmemi öğütledi.

“Başka bi şey düşünme sen,” dedi. “Arkası kendiliğinden gelecektir sana.”

Sonra ayağa kalkıp başımı sevecence tıpışlayarak yumuşak bir sesle dedi ki: “Sana, avcı olmayı nasıl öğretmişsem, na­sıl bir savaşçı olunacağını da öğreteceğim. Ama uyarıyorum, avcılığı öğrenmen seni bi avcı kılmış değil, savaşçılığı öğren­men de seni bi savaşçı kılmaz.”

İçimin sıkıntısı, bedenimdeki ağrılar yoğun acı verecek derecede arttı. Son zamanlarda gördüğüm canlı rüyalardan ve karabasanlardan yakındım. Don Juan bir an düşünür gibi yap­tı, sonra gene oturdu.

“Bunlar çok tekinsiz rüyalar,” dedim.

“Zaten sen tekinsiz rüyalar görürdün hep,” diye yapıştırdı don Juan.

“Vallahi bu gördüklerim, eskiden gördüklerimden bin kat daha tekinsiz.”

“Aldırma sen. Sadece rüya onlar. Sıradan bi insanın rüyaları gibi, erk içermeyen rüyalar. O yüzden ne yararı olur ki on­lara üzülmenin, onlardan söz etmenin?”

“Beni tedirgin ediyorlar, don Juan. Onları durdurmanın bir yolu yok mu?”

“Yok bi yolu. Sabret biraz,” dedi don Juan. “Şimdi senin erk için ulaşılabilir olmanın zamanıdır, o nedenle rüya görmeyle baş ederek başlayacaksın.”

“Rüya görme” sözünü söylerkenki sesinin titremi bana onun bu sözcükleri oldukça farklı bir biçimde kullandığını dü­şündürmüştü. Ben ona sormak istediğim bir soruyu en iyi şe­kilde nasıl dile getireceğimi tasarlarken, don Juan gene konuş­maya başladı.



“Ben rüya görmeden hiç söz etmedim sana, zira şimdiye dek sana sadece avcılığı öğretmekteydim,” dedi. “Erki kendi çıkarına kullanma peşinde değildir bi avcı, o nedenle onun rü­yaları sırf rüya olarak kalır. Ne denli etkileyici olsalar da rüya görme sayılmazlar.”

“Öte yandan bi savaşçı erk peşindedir; erke götüren yollar­dan biri de rüya görmedir. Bi avcı ile bi savaşçı arasındaki fark, bi savaşçının erke yönelmiş olmasında, bi avcının da bu konu­da hiçbi şey bilmemesinde ya da pek az şey bilmesinde yatar.

“Kimin bi savaşçı olabileceğine, kimin yalnızca bi avcı olabileceğine biz karar veremeyiz. Bu karar, insanları güden erkler âlemince verilir. Senin Mescalito’yla oynayışının pek önemli bir yora olmasının nedeni de işte budur. O güçler seni bana doğru yönlendirdiler; seni otobüs terminaline getirdiler, anımsadın mı? Soytarının biri seni bana getirmişti. En âlâ bi yora sana, bi soytarı seni gösteriyor. Ben de sana nasıl bir avcı olunacağını gösterdim. Sonra da öbür kusursuz yora, Mescalito’nun kendisinin seninle oynaması. Anlıyorsun, di mi?”

Onun bu acayip mantığına karşı diyecek bir şey bulamadım. Don Juan’ın sözleri bende ürkünç, bilinmeyen bir şeye, hiç hesapta olmayan, yaşamım boyunca varlığını aklıma haya­ lime getirmemiş olduğum bir şeye doğru çekildiğim kuruntu­suna yol açıyordu.

“Ne yapmam gerektiğini öneriyorsun?” diye sordum.

“Kendini erk için ulaşılabilir kıl; rüyalarınla cebelleş,” di­ye yanıtladı don Juan. “Sende erk olmadığı için onlara rüya di­yorsun sen. Bi savaşçı, erk arayan bi insan olarak, onlara rüya demez, onları gerçek, diye görür.”

“Yani rüyalarının gerçek olduğuna mı inanır?”

“Hiçbi şeyin başka hiçbi şey olduğunu sanmaz o. Senin rüya, dediğin şey, bi savaşçı için gerçektir. Bi savaşçının aptal bi kimse olmadığını unutma. Bi savaşçı, erk avlayan kusursuz bi avcıdır; ne sarhoştur ne de çılgın. Blöf yapmaya, yalan söylemeye, yanlış bir adım atmaya ne zamanı vardır ne de niyeti. Zira yüksek mi yüksektir bunların diyeti. Çok uzun bir süre bo­yunca özenip bezenerek kurduğu düzenli yaşamıdır karşılığın­daki diyet. Aptalca bi yanlışlık yaparak, bi şeyi bi başka bi şey sanarak bütün bunları yele vermez o.

“Rüya görme bi savaşçı için gerçektir; çünkü o, rüyasında ölçünmeli olarak eyleme geçebilir, bi şeyi seçer ya da yadsır, bi sürü şey arasından erke ulaştıracak olan şeyi seçebilir, sonra da onları kendi çıkarına kullanabilir, oysa sıradan bi rüyada ölçün­meli olarak eyleme geçemez.”

“Yani sen o halde, don Juan, rüya görmenin gerçek olduğunu mu söylemek istiyorsun?”

“Elbet gerçektir.”

“Şimdi bizim yapmakta olduğumuz şeyler denli gerçek yani?”

“Şayet karşılaştırma yapmak istiyorsan, belki daha da gerçek olduğunu söyleyim sana. Rüya görmede erk vardır; bi şey­leri değiştirebilirsin; sayısız gizli olayı aydınlatabilirsin; istediğin şeyi denetleyebilirsin.”



Don Juan’ın bu savı bana belli bir düzeyde hep çekici gelmişti. Onun, insanın rüyasında her şeyi yapabileceği fikrinden hoşlanmasını kolayca anlayabiliyordum, ama onu bir türlü ciddiye alamıyordum. Benim için imkânsız bir şeydi bu.

Bir an birbirimize baktık. Anlattıkları delice şeylerdi, ama onun şimdiye dek tanıdığım en sağgörülü insan olduğunu da biliyordum.

Rüyalarını gerçek olarak kabul ettiğine inanamadığımı söyledim ona. Don Juan içinde bulunduğum durumun zorluğu­nu kavramışçasına kıkırdadı, sonra bir şey söylemeksizin aya­ğa kalkıp evine girdi.

Don Juan daha sonra beni evinin arkasına çağırıncaya dek orada uzun süre, uyuşuk, oturdum. Don Juan yaptığı mısır la­pasından bir tas da bana uzattı.

Ben ona insanın uyanık olduğu zamanlara ilişkin bir soru sordum. Onun buna belli bir ad verip vermediğini öğrenmek is­tiyordum. Ama don Juan sorumu anlamadı ya da yanıtlamak is­temedi.

Şimdi yapmakta olduğumuz şeyin rüyaların karşıtı olan gerçeklik olduğunu kastederek, “Sen buna ne diyorsun, yani şimdi yaptığımız şeye?” diye sordum.

Don Juan, “Ben buna yemek yemek diyorum,” diyerek gülmesini tuttu.

“Ben buna gerçeklik diyorum,” dedim. “Çünkü yemek yememiz şu anda yer almakta, yani şu anda cereyan etmekte.”

Don Juan kıkır kıkır gülerek, “Rüya görme de yer alır öyle,” diye yanıt verdi. “Avcılık da, yürümek de, gülmek de öyle yer alır.”

Tartışmak istemedim. Ama, kendi sınırlarımı ne denli zorlasam da onun savını kabul edemiyordum. Çaresizliğim onu keyiflendirmişe benziyordu.

Yemeğimizi bitirir bitirmez, don Juan kayıtsızcasına, bir yürüyüşe çıkacağımızı, ama bunun çölde yaptığımız daha ön­ceki gezintilere benzemeyeceğini söyledi.

“Bu kez farklı olacak,” dedi. “Bundan sonra erk yerlerine gideceğiz; kendini erk için nasıl ulaşılabilir kılacağını öğrene­ceksin.”

Gene telaşlanmıştım. Öyle bir uğraş için hazır olmadığımı belirttim.

Don Juan tok bir sesle, “Haydi canım, korkulacak bi şey yok ki,” dedi, sırtımı sıvazlayarak sevecence güldü. “Senin av­cı tinine seslenegelmekteydim hep. Bu güzelim çölde benimle dolaşmaktan hoşlandığın belli. Cayman için artık çok geç.”

Don Juan çöldeki çalılıklara doğru ilerledi. Eliyle, onu izlememi imledi. Arabama girebilir, oradan gidebilirdim, ama o güzelim çölde gezip tozmak bana büyük zevk veriyordu. Sade­ce don Juan’la birlikte olduğum zamanlar, bu gerçekten şaşır­tıcı, gizemli ve o denli güzel âlemde olmak beni çokça etkili­yordu. Don Juan’ın dediği gibi, bir tutkun olup çıkmıştım.

Don Juan beni doğudaki tepelere doğru götürdü. Uzun bir yürüyüş yapmıştık. Sıcak bir gündü; genellikle bana tedirginlik veren sıcaklığı nedense fark etmiyordum.

Don Juan durup da kimi kayalıkların gölgesinde oturana dek bir vadiden aşağıya uzun süre yürümüştük. Oturur otur­maz, sırt çantamdan birkaç bisküvi çıkardım, ama don Juan on­ları bırakmamı istedi.

Sonra, göze çarpan bir tümseğe oturmam gerektiğini söy­ledi. Dört beş metre ötedeki yüksek, yuvarlak bir kayayı göste­rerek, tepesine tırmanmam için bana yardım etti. Kendisinin de yanımda oturacağını sanmıştım, ama kayanın, bana bir parça kurutulmuş et uzatabileceği bir yerine kadar tırmanmakla ye­tindi. Son derece ciddi bir sesle, bunun bir erk eti olduğunu, çok yavaş çiğnememi, başka hiçbir yiyecekle karıştırmamamı söyledi. Sonra gölgelik yere döndü, sırtını bir kayaya yaslaya­rak oturdu. İyice gevşemişti, belki de uyukluyordu. Ben yeme­mi bitirinceye dek don Juan o konumda kaldı. Sonra oturduğu yerde sırtını dik tutarak başını sağa doğru eğdi. Sanki dikkatle bir şeyi dinlemekteydi. Birkaç kez bana baktıktan sonra birden ayağa kalktı, bir avcı gibi gözleriyle çevreyi taramaya başladı. Ben de, elimde olmaksızın, taş kesildim—sadece gözlerimle onun hareketlerini izledim. Don Juan, bir avın sanki bulunduğumuz yere çıkmasını bekliyormuşçasına, dikkatle kimi kaya­ların arkasına doğru yürüdü. Kuru bir dere yatağının oluşturduğu vadideki, koskoca kumtaşlarıyla çevrili yuvarlak bir kovu­ğun içinde bulunduğumuzu o zaman anladım.



Don Juan ansızın kayaların ardından çıktı—gülerek bana baktı. Kollarını açarak gerindikten ve esnedikten sonra benim bulunduğum kayaya doğru yürüdü. Gergince duruşumu gevşeterek rahatça oturdum.

Fısıldayarak, “Ne oldu?” diye sordum.

Don Juan bağıra bağıra, tasalanacak bir şey olmadığını söyledi. Birden midemde bir kasılma hissettim. Verdiği yanıtın yersizliği tuhafıma gitmişti; belli bir nedeni olmasaydı, kuşku­suz o şekilde bağırarak konuşmazdı.

Ben kayadan aşağıya inmeye başlamıştım, ancak don Juan bağırarak bir süre daha orada kalmamı buyurdu.

“Ne yapıyorsun?” diye sordum. Don Juan yere çökerek, benim bulunduğum yüksek kayanın dibindeki iki kayanın ara­sına gizlendi, çok yüksek bir sesle, çevresine sırf, bir şeyler işittiğini sandığı için bakmış olduğunu söyledi.

Büyücek bir hayvanın sesinimi işittiğini sordum. Don Ju­an elini kulağına koyarak gene yüksek sesle, beni işitemediği­ni, onunla bağırarak konuşmamı söyledi. Bağırmaktan sıkılı­yordum, ama o, bağıra bağıra konuşmamda dayattı. Ben de avazım çıktığınca bağırarak neler olmakta, diye sordum; don Juan da, yeri göğü çınlatarak, gerçekten orda bir şey olmadığını söyledi. Kıçını yırtarcasına, kayanın tepesinden bir şey gö­rüp göremediğimi sordu. Ben de hayır, dedim. O da, güneye doğru uzanan arazide gördüklerimi anlatmamı istedi.

Bir süre bağıra çağıra konuştuk durduk. Sonra, don Juan, aşağıya inmemi imledi. Yanına vardığımda, kulağıma fısıldayarak varlığımızı duyurmak için bağırmamızın gerekli olduğu­nu açıkladı. O yere özgü pınar oyuğunun erkine kendimi ancak bu şekilde ulaşılabilir kılabilirmişim.

Çevreme bakındım ama herhangi bir su kaynağı göreme­dim. Don Juan kaynağın üzerinde durduğumuzu söyledi.

Fısıldayarak, “Burdan su çıkar,” dedi, “erk de burdan çıkar. Buranın tinini dışarıya çekmemiz gerekecek; ola ki peşine takılır senin.”

Tin, dediği şeye ilişkin ayrıntılı bilgi vermesini istedim, ama o, çıt çıkarmamamızda diretti. Tam bir sessizlik içinde kalmamı, fısıltı bile çıkarmamamı ya da varlığımızı bildirecek en küçük bir hareket yapmamamızı öğütledi.

Hiç kımıldamaksızın durmak onun için kolay bir şey olmalıydı; oysa benim için bir işkence oluyordu bu. Bacaklarım uyuştu, sırtım ağrımaya başladı, boynum ve omuzlarım tutul­du. Tüm gövdem duyarsızlaşmıştı. Üşüyordum. Sonunda don Juan ayağa kalktığında tedirginliğim son derece artmıştı. Don Juan zıplayarak ayaklarının üzerinde dikildi ve kalkmama yar­dım etmek için elini bana uzattı.

Bacaklarımı uzatmaya çalışırken, don Juan’ın saatlerce hareketsiz durduktan sonra öyle kolayca zıplayıvermiş olması­na daha da şaşırdım. Bacak kaslarıma tekrar yürüyebilecek es­nekliği kazandırabilmem için epey zaman geçmesi gerekmişti.

Don Juan eve doğru yürümeye başladı. Son derece yavaş ilerlemekteydi. Onu izleyebilmemi sağlamak amacıyla üç adım önümde gideceği bir hız tutturmuştu. Yürürken sağa sola sapıyor, sonra gene yürüdüğümüz patikaya dönerek ona yetişmemi sağlıyordu. Eve vardığımızda nerdeyse akşam olmaktay­dı.



Ben o günkü olaylara ilişkin kimi sorular sormaya çalış­tım. Don Juan konuşmamızın gereksiz olduğunu söyledi. Onunla gene bir erk yerine gitmemize kadar soru sormaktan kaçınmalıymışım.

Bununla ne demek istediğini öğrenmek için yanıp tutuşuyordum. Çekine çekine bir soru sormaya çalıştıysam da, don Juan soğuk bakışlarıyla kararlılığını hatırlamamı sağladı.

Saatlerce sundurmada oturduk. Ben notlarımın üzerinde çalıştım. Don Juan arada bir bana bir parça kurutulmuş et uza­tıyordu; sonunda, yazamayacağım denli karanlık bastı. Yeni gelişmeler üzerinde düşünmeye çabalarken, bir yanım da karşı çıkarak, uykuya daldım.

Cumartesi, 19 Ağustos 1961

Dün sabah don Juan’la kasabaya indik. Arabamı park ettikten sonra bir restorana girip kahvaltımızı ısmarladık. Don Juan ye­mek yeme alışkanlıklarımı toptan değiştirmememi öğütledi.

“Senin bedenin erk etine alışık değil henüz,” dedi. “Kendi yemeklerini yemezsen hastalanırsın.”

Oysa kendisi, maşallah, her şeyi iştahla gövdeye indirmekteydi. Bunu ona şaka yollu söylediğimde, “Benim bedenim her şeyden hoşlanır,” demekle yetindi.

Öğleye doğru yürüyerek su vadisine döndük. “Gürültülü konuşmalarımızla” ve saatlerce süren zorlamalı sessizliğimizle kendimizi gene tine anık kılmaya çalıştık.

O yerden ayrıldığımızda, eve yöneleceğimize, don Juan dağlara doğru yöneldi. Önce kimi hafif eğimli yamaçlara ulaş­tık, ardından birtakım yüksek tepelere tırmandık. Don Juan orada, gölgesiz bir açıklıkta dinleneceğimiz bir yer seçti. Ala­cakaranlığa dek orada beklememiz gerektiğini, gayet doğal bir şekilde davranmamı, istediğim tüm soruları da sorabileceğimi söyledi.

Pek alçak bir sesle, “Tinin pusuda bizi beklediğini bilmek­teyim,” dedi.

“Nerede?”

“İşte şurda, çalılıklarda.”

“Ne türden bir tin bu?”

Don Juan takılırcasına bana bakarak, “Kaç türü var ki?”

diye yapıştırdı.

İkimiz de güldük. Heyecanımı yatıştırmak amacıyla birta­kım sorular sormaya başladım.

Don Juan, “Alacakaranlıkta çıkacaktır,” dedi. “Beklememiz gerek.”

Ses çıkarmadım. Ne soracağımı bilemiyordum. “Durmaksızın konuşmamız gereken bi zaman bu,” dedi

don Juan. “İnsan sesi tinleri çeker. Şuracıkta bi tin pusuya yat­mış. Şimdi biz kendimizi o tine ulaşılabilir kılmaktayız. Onun için habire konuş dur.”

Ahmakça bir boşluk duygusuna kapıldım. Söyleyecek bir şey bulamıyordum. Don Juan gülerek sırtımı tıpışladı.

“Ne çekilmez bi şeysin!” dedi. “Konuştuğun zaman, dilin çözülüverir. Asıl şimdi açılsın dilin, haydi.”

Don Juan dilini çıkarıp hızla sallayarak komik bir hareket yaptı.

“Bundan sonra yalnızca erk yerlerinde konuşacağımız ki­mi şeyler var,” diye sürdürdü. “Seni buraya getirdim, zira bu senin ilk deneyimin. Burası bi erk yeri; burda yalnızca erkten söz edebiliriz.”

“Nedir erk? Hiç de bilmiyorum ki,” dedim.

“Erk, bi savaşçının uğraştığı bi şeydir,” dedi don Juan. “Önceleri inanılmaz, erişilmez bi şeydir; düşünmesi bile insana zor gelir. Şimdi sana da öyle olmakta işte. Sonra erk ciddi bi mesele olur çıkar; bi insanda erk olmayabilir, ya da bi insan onun var olduğunu tam olarak kavramayabilir de. Ama gene de bilir o kimse bi şeyin varlığını, daha önceleri görememiş oldu­ğu bi şeyleri. Ardından, erk, insana gelen önlenemez bi şey ola­rak kendini gösterir. Onun nasıl geldiğini ya da gerçekte ne olduğunu bana sorma, bilemem. Aslında o hiçbi şey değildir, ama gözünün önünde tansıkları sergileyiverir. En son şunu di­yeyim: erk, özdeki bi şeydir, kişinin eylemlerini denetleyen ama kişinin buyruğuna boyun eğen bi şey.”

Kısa bir sessizlik oldu. Don Juan bana, anlayıp anlamadığımı sordu. Anladığımı söylerken kendimi pek gülünç hisset­tim. Yılgınlığımı sezmiş olacak ki, kıkır kıkır güldü.

Bana bir mektup yazdırırcasına, “Ben sana şimdi, burada erke ulaştıran ilk adımı öğreteceğim,” dedi. "Rüya görmeye ge­çiş yöntemini öğreteceğim sana.”

Don Juan bana baktı; ne demek istediğini anlayıp anlama­dığımı gene sordu. Anlamamıştım. Anlattıklarını izlemekte zorluk çekiyordum. Don Juan, “rüya görmeye geçiş”in, bir rü­yadaki genel durum üzerinde— tıpkı çölün herhangi bir yerini, örneğin bir tepeye tırmanmayı ya da bir su vadisinin gölgelik bir yerinde oturmayı seçerken olduğu gibi-—özlü ve geçerli bir denetim kurmak anlamına geldiğini açıkladı.

“Çok basit bi şeyi yaparak başlamalısın,” dedi. “Bu gece rüyalarında ellerine bakmalısın.”

Yüksek sesle güldüm. Sesinde öyle gerçekçi bir titrem vardı ki, sanki bana sıradan bir şeyi yapmamı söylemekteydi.

Şaşınmışçasına, “Ne diye gülüyorsun?” diye sordu. “Rüyalarımda ellerime nasıl bakabilirim ki?”

“Çok basit, gözlerini ellerinin üzerine böyle odakla işte.” Don Juan başını ileriye doğru eğerek, ağzı açık, ellerine

baktı. Onun bu hareketi öyle komikti ki, kendimi tutamayarak güldüm.

“Allah aşkına, bunu yapmamı nasıl beklersin benden?”

“Demin anlattığım gibi,” yapıştırdı don Juan. “Ama canın ne cehenneme bakmak istiyorsa—bak parmaklarına, karnına, ya da pek istiyorsan matrakukana bile bakabilirsin. Ellerine bakmanı söylememin nedeni, benim ellerime kolayca bakabilmemdir. Sakın hafife alma. Rüya görme de görmek ya da öl­mek ya da bu ürkünç, gizemli dünyadaki herhangi başka bi şey denli önemlidir.

“Eğlenceli bi şeymiş gibi düşün onu. Gerçekleştirebilece­ğin bütün o akla hayale sığmaz şeyleri getir aklına. Erk avcısı bi adamın rüya görmesinde sınır filan bulunmaz.”

Biraz daha açıklama yapmasını istedim.

“Açıklamaya ne hacet?” dedi. “Ellerine bak, yeter.” “Herhalde söyleyebileceğin bir şeyler daha vardır,” diye

direttim.



Don Juan gözlerini kısarak başını sallarken kısa bakışlarla

bana bakmaktaydı.

Sonunda, “Her birimiz farklıyız,” dedi. “Senin istediğin açıklama olsa olsa benim bunu öğrendiğim sırada yapmış oldu­ğum şeyler olabilir. Ama biz aynı değiliz ki seninle; şöyle azı­cık bile benzer bi yanımız yok.”

“Bir şeyler anlatsan, belki işime yarayabilir.”

“Ellerine bakmaya başlasan senin için çok daha iyi olacak.”

Don Juan düşüncelerini toparlıyormuş gibi başını bir aşa­ğıya bir yukarıya doğru devindirdi.

Uzun bir sessizlikten sonra, “Rüyalarındaki herhangi bi şeye her baktığında, o şey biçim değiştirir,” dedi. Rüya görme­ye geçişi öğrenmenin püf noktası kuşkusuz bi şeylere sadece bakmak değil, onların görüntüsünü sürekli tutmaktır. Rüya görme, kişinin her şeyi odaklamayı başardığında gerçek olur. O zaman, uyurken yaptığın şeyle uyanıkken yaptığın şey arasında bi fark kalmaz. Ne dediğimi anlıyor musun?”

Söylediği şöyleri anlamama karşın, ileri sürdüğü temel düşünceyi kabul etmek elimden gelmiyordu. Tuttum, uygar bir dünyada gerçekten yer alan şeylerle hayellerinde yer alan şey­leri ayırt edemeyen, onları birbirine karıştıran bir sürü insan bulunduğunu anlattım. Böylesi kimselerin belli ki akıl hastası olduklarını, onun bana kaçık birisi gibi davranmamı her önerişinde tedirginliğimin arttığını belirttim.

Bu upuzun açıklamalarımdan sonra don Juan avuçlarını yanaklarıma dayayarak komik bir hareket yaptı, ve yüksek ses­le inledi.

“Geç şu uygar dünyayı,” dedi. “Ne isterlerse yapsınlar. Se­nin kaçık birisi gibi davranmanı isteyen de kim? Anlatmıştım sana, avladığı erklerle baş edebilmesi için kusursuz olması ge­rekir bi savaşçının; bi savaşçının hayallerle gerçekleri birbirin­den ayırt edemeyeceğini nasıl düşünebiliyorsun?

“Öte yandan, gerçek dünyanın ne olduğunu bilen sen, dostum, şayet senin yaşamın gerçek olanla olmayanı birbirinden ayırt etme yeteneğine bağlı olsaydı, çok geçmeden tökezler, öbür dünyayı boylardın.”

Meramımı tam olarak anlatamadığım belliydi. Her karşı çıkışımda, durumumu savunulamaz bir hale getirmenin daya­nılmaz çaresizliğini dile getirmiş oluyordum.

Don Juan, konuşmasını sürdürerek, “Ben seni hasta, kaçık bi adam haline getirmeye çalışmıyorum,” dedi. “Sen bunu ken­din, benim yardımım olmadan da yapabilirsin. Ne var ki, bizleri güden güçler senle beni bi araya getirdi de, ben de sana se­nin bu ahmakça hallerini değiştirerek, temiz, esenlikli bi avcı yaşamı sürdürmeyi öğretmeye çalışmaktayım. Sonra o güçler seni gene getirerek bana, kusursuz bi savaşçı yaşamını sürdür­meyi öğrenmen gerektiğini bildirdi. Bunu başarabileceğini sanmıyorum. Ama kim bilir? Biz insanlar da bu kavranılamaz dünya denli gizemli varlıklarız, onun için senin neler başarabi­leceğini kim bilebilir ki?”

Don Juan’ın sesinde kederli titremler vardı. Özür dilemek istedim, ama o yeniden konuşmaya başladı.

“İlle de ellerine bakman gerekmez,” dedi. “Demiştim ya, ne istersen onu seç. Ama önceden bi şeyi seç de, rüyalarında onu bul. Ellerine bak, dedim, zira onlar hep hazır durur.

“Ellerin biçim değiştirmeye başladığında, bakışlarını onlardan uzaklaştırıp seçeceğin başka bi şeye yöneltmelisin; son­ra, gene ellerine bakmalısın. Bu yöntemde ustalaşmak uzun za­man alır.”

Kendimi yazmaya öylesine vermişim ki, havanın iyice karardığını farkedemedim. Güneş ufukta çoktan yitip gitmişti. Gökyüzü bulutluydu, karanlık bastırmak üzereydi. Don Juan ayağa kalkarak gözucuyla güneye doğru baktı.

“Haydi gidelim,” dedi. “Su kaynağının tini kendini yeniden gösterene dek güneye doğru yürümeliyiz.”

Yarım saat kadar yürüdüğümüzü sanıyorum. Arazi umul­madık şekilde değişiyordu. Çorak bir bölgeye geldik. Çalılık­ların yakılmış olduğu yuvarlak, geniş bir tepe vardı. Kel bir ka­fayı andırıyordu. O tepeye doğru yürüdük. Ben don Juan’ın, te­penin pek az eğimli yamacından tırmanacağını sanırken, o du­ruverdi, son derece dikkatli bir duruşa geçti. Sanki gövdesi, tü­müyle kasılarak, yoğunlaşmış gibiydi, bir ara titremişti de. Sonra gevşeyiverdi, duruşu yumuşadı. Kasları böylesine gev­şediği halde nasıl dik durabildiğini bir türlü anlayamıyordum.

O sırada esiveren şiddetli bir yelle sarsıldım. Don Juan’ın gövdesi rüzgârın estiği yöne, batıya doğru döndü. Dönmek için kaslarını kullanmıyordu, ya da en azından kaslarını, benim dönerken kullanmış olacağım şekilde kullanmıyordu. Don Juan’ın gövdesi sanki dışarıdan çekiliyor gibiydi. Sanki başka bir kimse onun bedenini yeni bir yöne bakacak şekilde düzenlemekteydi.

Aralıksız ona bakmaktaydım. Don Juan gözucuyla bana baktı. Yüzünde kararlılık, amaçlılık okunuyordu. Tüm varlı­ğıyla dikkat kesilmişti. Hayranlıkla ona bakıyordum. Böylesine yabansı bir konsantrasyonu gerektiren bir durumla hiç kar­şılaşmamıştım.

Don Juan’ın gövdesi, ansızın soğuk duşa girmişçesine, birden bir ürperti geçirdi. Ardından bir daha sarsıldı, sonra bir şey olmamış gibi yürümeye başladı.

Ben de peşinden. Doğu yönündeki çıplak tepelerin yamaç­larını izleyerek tepelik bölgenin ortasına ulaştık; don Juan ora­da durarak yüzünü batıya çevirdi.

Durduğumuz yerde tepe, uzaktan göründüğü kadar yuvar­lak ve pürüzsüz değildi. Doruğa yakın bir yerde bir mağara ya da bir oyuk vardı. Don Juan da öyle yapıyor, diye durmadan te­peye bakıyordum. Gene şiddetli bir yel beni ürpertti. Don Juan güneye doğru dönerek gözleriyle o bölgeyi taradı.

Fısıldayarak, “İşte!” dedi— yerdeki bir nesneyi gösterdi.

Gözlerimi zorlayarak görmeye çalıştım. Yerde, yedi sekiz metre ilerimizde bir şey vardı. Açık kahverenginde, ben baktıkça titreyip duran bir şey. Tüm dikkatimi onun üzerinde yoğun­laştırdım. Yuvarlacık bir şeydi, kıvrılmışa benziyordu; onu kıv­rılmış yatan bir köpeğe benzettim.



“Bu da ne?” diye fısıldadım don Juan’a.

Don Juan da, gözleri o nesneye dikili, fısıldayarak, “Bil­mem ki,” dedi. “Sence neye benziyor?”

Onu bir köpeğe benzettiğimi söyledim.

Sakincesine, “Bu büyücek bi şey, köpek olamaz,” dedi. Birkaç adım yaklaştım, ama don Juan beni nazikçe durdurdu. Bir daha baktım. Uyumakta olan ya da ölmüş bir hayvan­dı, kuşkusuz. Başını görür gibiydim; kulakları kurt kulakları gibi dikti. Artık onun kıvrılmış yatan bir hayvan olduğundan emindim. Belki de kahverengi bir buzağıdır, diye geçirdim. Bu düşüncemi don Juan’a fısıldadım. O, bunun, bir buzağı olama­yacak denli ince, üstelik kulaklarının da sivri olduğunu söyle­di.

Hayvan gene titremeye başladı da onun canlı olduğunu an­ladım. Soluduğunu açıkça görebiliyordum, ama tartımlı bir so­luma değildi bu. Daha çok, düzensiz ürpermeler şeklindeydi. Birden anlamıştım.

Don Juan’a fısıldayarak, “Can çekişiyor,” dedim.

“Evet öyle,” diye fısıldayarak karşılık verdi. “Ama ne tür bi hayvan bu?”

Bunu bilemiyordum. Don Juan çekine çekine bir iki adım ilerledi. Ben de onu izledim. O sırada hava iyice kararmıştı. O nedenle, hayvanı görebilmek için birkaç adım daha yaklaşmamız gerekti.

Don Juan kulağıma fısıldayarak, “Dikkatli ol,” dedi. “Eğer ölmek üzereyse, can havliyle üstümüze saldırabilir.”

Ne olduğunu bilemediğimiz hayvan ölmek üzereydi; solukları düzensizdi, gövdesi ıspazmoza tutulmuştu, ama kıvrık konumunu değiştirmiyordu. Ne var, geçirdiği şiddetli bir sarsın­tı hayvanı yerinden kaldırmıştı. Acı bir çığlık attıktan sonra ayaklarını germeye başlamıştı; pençeleri, ürkütücülüğü bir yana, iğrençtiler de. Hayvan, ayaklarını gerip yerden biraz kalktık­tan sonra, bir yana devrilmiş, yuvarlanarak sırtüstü uzanmıştı.

Korkunç bir hırlama işittim, ardından da don Juan’ın, “Çabuk kaç, kurtar kendini!” diye bağırdığını.

Hemen, dediğini yaptım. Yerleri tırmalaya tırmalaya, ina­nılmaz bir hız ve çeviklikle, tepenin doruğuna doğru koştum. Doruğa ulaşmak üzereydim ki, arkama baktım; don Juan’ın de­min olduğumuz yerde durduğunu gördüm. Eliyle yanına inme­mi imledi. Tepeden aşağıya doğru koşmaya başladım.

Nefesim kesile kesile, “Ne oldu ki?” diye sordum. “Hayvan öldü galiba,” dedi.

Çekinerek hayvana doğru ilerledim. Sırtüstü yere serilmiş­ti. Yaklaştıkça, korkumdan bağırasım geliyordu. Tam olarak ölmediğini anlamıştım. Gövdesi hâlâ titremekteydi. Havaya dik­tiği bacakları habire çırpınıyordu. Son nefesini vermek üzere olduğu belliydi.

Don Juan’ın önüne doğru geçtim. Hayvanın gövdesi yeni­den sarsıldı; başını görebiliyordum. Dehşet içinde, don Juan’a döndüm. Gövdesinden, bunun memeli bir hayvan olduğu anlaşılıyordu; ama bir de gagası vardı— tıpkı bir kuş gibi.

Dehşet içinde, ona bakıyordum. Aklım böyle, bir şeye inanmak istemiyordu. Ne düşüneceğimi bilemiyordum. Zih­nimden geçenleri dile getirmekten bile acizdim. Yaşamım bo­yunca buna benzer bir şeye tanık olmamıştım. İşte, gözlerimin önünde akıl almaz bir şey durmaktaydı. Don Juan’dan, bu ina­nılmaz yaratığa ilişkin bir açıklama yapmasını istedim; ama sözcükler dudaklarımdan gevelenerek döküldüğünden, ne de­diğimi anlayamadı. Bana bakıp duruyordu. Gözüm bir an ona, ardından hayvana doğru kaydı; sonra içimde dünyayı rayına oturtmuşum gibi bir his duydum—o anda hayvanın öldüğünü anladım. Hayvana doğru yürüyerek leşini tutup kaldırdım. Ka­lınca bir ağaç dalıydı, yakılmış bir odun parçası. Rüzgârın sürüklediği kül ve yanık çalılar bu kuru dal parçasına yapışarak ona irice bir hayvan görünümü vermişti. Yanık çalı çırpının on­da yarattığı açık kahverengilik de, dal parçasını çevresindeki yeşillikten ayırmaktaydı.

Ahmaklığıma gülerek don Juan’a, koflaşmış dal parçasının kovuklarından giren rüzgârın onu canlı bir hayvan gibi gös­termiş olduğunu heyecanla anlatmaya koyuldum. Bu muam­mayı bu şekilde çözümlemiş olmamı takdir edeceğini sanıyor­dum, ama o yerinde dönüp tepenin doruğuna doğru yürümeye başladı. Onu izledim. Don Juan sürünerek bir mağarayı andı­ran bir kovuğun içine girdi. Pek derin bir kovuk değildi bu, kumtaşının dibindeki hafif bir girintiydi.

Ben gene dal konusuna dönmüştüm, ama don Juan beni susturdu.

“Matah bi şey yaptığını sanıyorsun,” dedi. “Sen, çok güzel bi erki, o kupkuru dal parçasına yaşam üfleyen bi erki heba et­tin.”

Don Juan, sürdürerek, kendimi olayın akışına bırakmış ve dünyanın var olmayı bırakmasına dek o erki izlemiş olsaymışım, bunun benim için gerçek bir utku olmuş olacağını söyledi. Bana kızgınmış ya da yaptıklarıma içerlemiş gibi görünmüyordu. Art arda yineleyerek, bunun sadece bir başlangıç olduğunu, erkle baş edebilmenin zaman aldığını vurguladı. Omzu­mu tıpışlayarak, daha o gün birkaç saat önce gerçek olanla ol­mayanı bilen kişinin ben olduğum konusunda benimle dalga geçti.

Çok utanmıştım. Her zaman böyle kendimden emin bir şekilde davranma eğilimimden ötürü özür dilemeye başladım.

“Yok bi önemi,” dedi. “O dal parçası gerçek bi hayvandı, erk ona dokunduğu an canlıydı o. Onu canlı tutan şey erk oldu­ğundan, işin püf noktası, rüya görmede olduğu gibi, ona bak­mayı sürdürmekti. Anlıyor musun?”

Başka bir şey soracaktım ki, don Juan beni susturarak hiç kıpırdamadan olduğum yerde kalmamı, bütün gece boyunca hiç uyumamamı, sadece kendisinin bir süre konuşacağını söy­ledi.

Don Juan’ın sesini tanıyan tinin, onun sesiyle uysallaşarak bizi terk edeceğini anlattı. Kişinin kendisini erke ulaşılabilir kılması düşüncesinin çok önemli birtakım yönlerinin bulundu­ğunu belirtti. Erk, insanın ölümüne yol açıverecek kahredici bir güç olduğundan, büyük bir özenle ele alınmalıymış. İnsan kendisini erke dizgeli olarak, ama ihtiyatı elden bırakmaksızın, ulaşılabilir kılmalıymış.

Bu amaçla, kontrollü bir şekilde yüksek sesle konuşarak ya da başka türden gürültülü eylemlerle insan kendisinin varlı­ğını aşikâr kılmalıymış, ardından da uzun süre tam bir sessiz­lik içinde kalmalıymış.

Kontrollü bir şekilde gürültü çıkarmak ve kontrollü bir sessizliğe geçmek, bir avcının niteliklerindenmiş. Don Juan, o canlı canavara bakmayı biraz daha sürdürmüş olmam gerekti­ğini söyledi. Kontrollü bir şekilde, zihnim dağılmaksızın ya da heyecana, korkuya kapılmaksızın, “dünyayı durdurmaya” çalışmış olmam gerekirmiş. Don Juan, paniğe kapılarak doruğa doğru koştuktan sonra benim, “dünyayı durdurmak” için mükemmel bir durumda olduğumu belirtti. Zira o durumda hem korku, hem huşu, hem erk, hem de ölüm hep birlikte varlarmış; öylesi bir durumun yinelenmesi de epey güçmüş.

Don Juan’ın kulağına fısıldadım, “‘Dünyayı durdurmak’la neyi kastediyorsun?”

Don Juan önce yüzüme sert baktı, sonra yanıtlayarak,

bunun erk avcılarının uyguladığı bir yöntem olduğunu, bizim bildiğimiz dünyanın bu yöntemle çökertildiğini söyledi.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön