Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

9 1


Son üç ay boyunca don Juan bekçiye değin söz etmekten titizlikle kaçınmıştı. Bu üç ay içinde kendisini dört kez ziyaret etmiştim. Her gidişimde bana bir yığın ıvır zıvır işler yaptırıyor; işim bitince de artık dönmemi söyleyiveriyordu. 24 Nisan 1969’da ona dördüncü kez gidişimde, yemeğimizi bitirip kil sobanın başında otururken artık dayanamayıp konuyu açtım. Tutumundan hiçbir şey anlayamadığımı; öğrenmeye hazır bir durumda olmama karşın, onun beni sepetleyip durduğunu söyledim. Sanrılandırıcı mantarları kullanmaya karşı olan tiksintimi yenmeye canla başla uğraştığımdan; onun kendi dediği gibi, yitirecek vaktim olmadığından dem vurdum.

Don Juan yakınmalarımı sabırla dinledi.

“Çok zayıfsın sen.” dedi. “Beklemen gerektiği zaman acele ediyorsun; acele edeceğin zaman da bekliyorsun. İşin gücün düşünmek!.. Şimdi de yitirilecek vaktin yok diye tutturmaktasın. Daha geçenlerde artık duman falan tüttürmeyeceğini söylüyordun. Ne darmadağınık bi yaşamın var! Dumancıkla karşılaşabilecek denli derli toplu görmüyorum seni. Senden sorumluyum ben; uyuz bir ahmak gibi ölüvermeni istemiyorum.”

Utanç duymaktaydım.

“Ne yapayım, don Juan! Çok sabırsızım.”

“Bi savaşçı gibi yaşa! Söylemiştim ya, bi savaşçı edimlerinin sorumluluğunu taşır; en önemsiz, en ufak edimlerinin bile... Düşündüklerini eyleme dönüştürüyorsun ki, bu da çok yanlış bi şeydir. Bekçiyle olan başarısızlığın da işte bu yüzden oldu - düşüncelerinden ötürü oldu.”

“Nasıl yani, don Juan, lütfen açıklar mısın?”

“Her şeyi düşünmektesin. Bekçiyi düşünmüştün. O yüzden yenemedin onu.

Önce, bi savaşçı gibi yaşamalısın. Bunu açıklamama gerek yok sanırım.”

Kendimi savunurcasına bir çıkış yapmak istedimse de, don Juan, eliyle susmamı imledi.

“Yaşamın oldukça derli toplu sayılır.” diye sürdürdü. “Bak şu işe ki senin yaşamın Genaro’nun çömezlerinden - Pablito’yla Nestor’unkinden daha derli toplu. Oysa, onlar görüyorlar, sen ise görmüyorsun. Olur şey değil! Senin yaşamın Eligio’nunkinden daha da düzenli. Ne var ki o senden önce görecek. Genaro da ne diyeceğini bilememişti. Sana söylediklerimin hepsini de kılı kılına yerine getirmektesin. Öğretimin birinci aşamasında, velinimetimin bana öğrettiği ve sana aktarmış olduğum her şeyi... Kural doğruydu; bu aşamalar değiştirilemez. Yapılması gereken her şeyi yaptın; gene de göremiyorsun. Ama, Genaro gibi, görenler, senin gördüğünü sanıyorlar. Gel de işin içinden çık! Bi de bakıyorum, öyle kaçıkça bi şey yapmışsın ki, görmekle ilgisi yok. İşte sen böylesin!”

Don Juan’ın sözleri çok üzmüştü beni. Neredeyse ağlayacaktım. Çocukluğumu anlatmaya başladım. Bir kendi kendime acıma duygusu sarmıştı benliğimi. Don Juan kısaca yüzüme baktı ve gözlerini başka yana çevirdi. Delici bir bakışla bakmıştı bana. Beni gözleriyle tutmuş, yakalamış gibiydi. Sanki iki parmağıyla beni hafifçe tutuvermişti. Birden garip bir sarsıntı geçirdim; karın boşluğumda bir karıncalanma, zevkle karışık bir üzüntü duygusu belirivermişti. Karın yöremi ayrımsayabiliyordum. Ipılıktı gövdemin ortası. Ne dediğimi bilmeden mırıldanıp durdum. Sonra kestim konuşmayı.

Don Juan, uzun bir duraksamadan sonra, “Belki de verdiğin sözden ötürüdür.” dedi.

“Efendim?”

“Bi zamanlar verdiğin bi söz, çok eskiden...”

“Ne sözü?”

“Ne bileyim? Sen anlat! Anımsıyorsun, di mi?”

“Hayır.”

“Bi zamanlar çok önemli bi söz vermiştin de... Ola ki,

verdiğin bu söz seni görmekten alıkoymaktadır diye düşünmüştüm.”

“Dediklerinden bir şey anlamıyorum.”

“Verdiğin bi söz işte, canım! Anımsasana!”

“Mademki biliyorsun, sen söyle öyleyse, don Juan.” “Yok ki benim söylememin bi yararı.”

“Kendi kendime verdiğim bir söz mü bu?”

Bir an, çömezliği bırakma kararımı demek isteyebileceği

geçti aklımdan.

Don Juan, “Hayır. Bu çok eskiden olmuş bi şey.” dedi. Don Juan’ın benimle bir oyun oynadığını düşünerek gülmeye başladım. Don Juan’ı kandırıbileceğim düşüncesi, haşarı bir çocuk gibi coşturmuştu beni. Onun da, bu sözüm ona “söz verme” konusunda, benim gibi bir şeycikler bilmediğine emindim. Belki de tutuverir umuduyla bir yalan atmış olduğu kanısındaydım. Onunla dalga geçme düşüncesiyle neşelenivermiştim.

“Dedeme verdiğim bir söz mü acep?”

Don Juan, gözleri ışıl ışıl, “Değil!” dedi. “Ninene verdiğin bi söz de değil.”

“Ninene” sözcüğünü söyleyişi öyle gülünçtü ki, gülüverdim. Don Juan bir tuzak hazırlıyormuş gibi gelmişti bana, ama, sonuna dek sürdürmeye kararlıydım oyununu. Aklıma gelen, kendisine önemli bir söz vermiş olabileceğim herkesi sayıp dökmeye başladım. Hepsine de hayır dedi. Sonra da konuşmayı çocukluğuma getirdi.

Ağırbaşlı bir biçimde, “Çocukluğun nasıldı? Üzüntülü mü geçti?” diye sordu.

Çocukluğumun pek öyle üzüntülü geçmediğini, olsa olsa biraz güçlük çektiğimi anlattım.

Gene bana bakarak, “Herkes böyle düşünür zaten.” dedi. “Ben de küçükken çok mutsuzdum, hep korkardım. Bi Kızılderili çocuk olmak zor iştir; hem de çok zor. Ama o zamanların anısı bir anlam taşımıyor artık benim için. Zor bi yaşamım vardı - hepsi bu. Zaten, görmeyi öğrenmeden önce bırakmıştım yaşamımdaki zorlukları düşünmeyi ben.”

“Ben de düşünmem pek çocukluğumu.” dedim.

“Öyleyse neden o denli duygulanıvermiştin, üzülmüştün? Ne diye ağlamaklı olmuştun?”

“Ne bileyim? Belki de çocukluğumu düşündükçe kendime acırım da, bütün insanlığa acırım da... çaresizlik duygusuna kapılırım, üzülürüm.”

Don Juan gözlerini gene dikmişti; karnımda bir yerde, gene, iki parmakla yumuşakça tutulmuşçasına yabansı bir duyguya kapıldım. Gözlerimi başka yana çevirdim, sonra gene ona baktım. Gözlerini benden uzaklara dikmiş, dalınç içinde bakmaktaydı.

Don Juan, bir an durakladıktan sonra “Çocuk ruhunla vermiş olduğun bi sözdü bu.” dedi.

“Ne söz vermiştim?”

Yanıtlamadı, Gözleri kapalıydı. İstemeksizin gülümsedim. Onun, aslında bir şey bilmediğine emindim, ama, ben başlattığım oyunun o ilk coşkusunu yitirmiş gibiydim.

Don Juan, “Sıska bi çocuktum,” diye sürdürdü, “hep korkar dururdum.”

“Ben de,” dedim.

Anısı ona hâlâ acı veriyormuş gibi yumuşak bir sesle, “En çok aklımda kalan Meksikalı askerlerin anamı öldürdükleri zaman duyduğum korku ve yastır,” dedi. “Yoksul, alçakgönüllü bi kadındı. O zaman ölmüş olması belki de daha iyi oldu. Küçüktüm, beni de birlikte öldürmelerini istiyordum. Ama, askerler yalnızca dövdüler beni. Anamın ölüsüne sarıldığımda, parmaklarımı kamçılayarak beni ayırdılar. Acı falan duyduğum yoktu, ne var ki ellerim tutmuyordu. Sonra sürüklediler beni.”

Susmuştu. Gözleri kapalıydı, dudaklarının belli belirsiz titrediğini seziyordum. Derin bir üzünç içindeydim. Kendi çocukluğuma değin imgeler üşüştü zihnime.

Sırf üzüntümü dağıtsın diye sordum: “Kaç yaşındaydın o zaman, don Juan?”

“Belki de yedi. Büyük Yaqui savaşçılarının olduğu sıralar. Anam yemek pişirirken saldırmıştı Meksikalı askerler. Zavallı kadıncağız! Durup dururken öldürdüler onu. Öyle ölmüş olması fark etmez aslında; ama benim için öyle mi ya? Sorarım hep kendime, nedenini; ne diye öyle öldü diye... Babamı da öldürdüler sanıyordum. Ama öldürmemişler. Yaralamışlar. Sonradan, bizi bi trene kodular-sığır gibi; kapısını kapadılar. Günlerce, öyle hayvanlar gibi, karanlıkta bıraktılar bizi.

“Ama babam yaraları yüzünden ölmüştü o vagonda. Acılar ve ateşler içinde kıvranıp sayıklıyor, boyuna, yaşamam gerektiğini söylüyordu bana. Yaşamının son saniyesine kadar yineleyip durmuştu bunu.

“Ordakiler bana bakıyorlar, beni besliyorlardı. Yaşlı bi kadın elimin kırıklarını sarmıştı. İşte, gördüğün gibi, yaşamaktaydım. Yaşamıma iyidir ya da kötüdür diyemem. Yalnızca, zor oldu diyebilirim. Yaşam zordur, hele bi çocuk için, çok korkunç bi şeydir.”

Çok uzun bir süre konuşmadan durduk. Bir saat kadar geçmiş olacaktı, öyle hiç çıt çıkmadan. Son kerte karmaşık duygular içindeydim. Üzüntülüydüm, ama nedenine parmak basamıyordum. Yerinme duygusu da vardı içimde. Az önce don Juan’la dalga geçmekteydim; gelin görün ki, şimdi o bu anlattıklarıyla durumu yüz seksen derece çevirmişti. Yalın, kısa bir şey anlatmış, ve bende bambaşka duygular uyandırmıştı. Çocukların acı çekmesi her zaman dokunaklı olagelmiştir benim için. Bir an geldi ki, don Juan’a karşı duyduğum yakınlık, kendimden tiksinme duygusuna dönüşüverdi. Sanki dinlediklerim klinik bir vakaydı da, ben de oturmuş not bile tutmuştum! Tam notlarımı parça parça edecektim ki, don Juan dikkatimi çekmek için ayağının ucunu kalçama değdirdi.

Beni bir saldırganlık halesinin sardığını gördüğünü, onu dövmeye mi hazırlanıyorum diye merak ettiğini söyledi. Gülüşüyle güzel bir ara sağlanmıştı o kara duygularıma. Don Juan, saldırganca patlamalar yapma eğiliminde olduğumu, ama gerçekte kaba bir insan olmadığımı, saldırganlığımı çoğunlukla kendime yöneltmekte olduğumu söyledi.

“Dediklerin çok doğru, don Juan,” dedim.

“Tabi doğru olacak,” dedi gülerek.



Çocukluğumu anlatmamı istiyordu. Ben de anlatmaya

başladım. Korkuyla, yalnızlıkla dolu yıllarımdan söz ederek; yaşamımı sürdürmek ve gönülgücümü korumak çabasıyla giriştiğim yoğun savaşımlarım diye nitelendirebileceğim konulara geçtim. “Gönülgücümü korumak çabasıyla” demem epey güldürmüştü onu.

Uzun süre konuştum. İlgiyle dinliyordu beni. Sonra bir an geldi, gözleri gene “tuttu” beni iki parmak gibi. O anda kestim konuşmayı. Bir süre sonra, don Juan, daha burnumun kırılmamış olduğunu, aslında kaba bir insan olmayışımın nedeninin de bu olduğunu söyledi.

“Senin burnun sürtülmemiş henüz,” diye ekledi.

Bu sözü dört beş kez yinelemişti. Ben de bununla ne demek istediğini sormak zorunda kaldım. Don Juan, bir gün gelip yenilgiye uğramanın, yaşamın kaçınılmaz bir koşulu olduğunu söyledi. İnsanlar ya utkun (muzaffer) ya da yenik olurlarmış. Bu iki nitelik, oların “görme”den önceki durumalarını gösterirmiş; oysa, “görme” siler götürürmüş bu utkun ya da yenik - boynu bükük olma kuruntusunu.

Karşı çıkarak, hiçbir konuda ne şimdi ne de eskiden utkun olmadığımı; yaşamımın hepten bir yenilgi olduğunu belirttim.

Don Juan gülerek şapkasını yere attı.

“Eğer,” dedi, “yenilgiyse senin yaşamın çiğne o zaman şapkamı arkadaş!” dedi.

İçtenlikle, bu görüşümü savundum. Don Juan ciddileşmişti. İpince kıstı gözlerini. Yaşamımın yenilgi olduğunu, yenik olma dışında nedenlerden ötürü söylemekte olduğumu belirtti. Sonra da hızla ve hiç beklemedik bir biçimde elleriyle şakaklarımı tutarak başımı kavrayıverdi. Gözlerime bakarken yabanıllaşmıştı bakışları. Ödüm kopmuştu; ağzımı açıp derin bir soluk almışım. Don Juan başımı bırakarak duvara yaslandı. Bana bakmayı sürdürüyordu. Öylesine çabucak yapıvermişti ki bütün bunları, o, gevşeyerek duvara yaslandığı sırada ben hâlâ tamamlayamamıştım soluk almayı. Şaşırmış, sersemlemiştim.

Don Juan, bir süre sonra, “Küçük bi çocuğun ağladığını görmekteyim,” dedi.

Sanki dediklerini anlamamışım gibi, birkaç kez yineledi bu sözlerini. Benim ağlayan küçük bir çocuk olduğumu anışlıyor düşüncesiyle pek aldırmıyordum bu dediklerine.

Don Juan, tüm dikkatimi vermemi istercesine, “Hey! Küçük bi çocuğun ağladığını görüyorum'” diye bağırdı.

O çocuk ben miyim diye sordum. Hayır dedi. Ardından, yaşamımla ilgili bir görüntü müdür yoksa kendi yaşamıyla ilgili bir anı mıdır diye sordum. Yanıt vermedi.

“Küçük bir çocuğun ağladığını görmekteyim. Bak nasıl ağlıyor, ağlıyor...” diyor, başka bir şey söylemiyordu. “Tanıdığım birisi mi bu çocuk?” diye sordum. “Evet.”

“Benim çocuğum mu?”

“Hayır.”

“Şu anda ağlıyor mu?”

“Evet, şimdi ağlıyor,” diye doğruladı.

Don Juan’ın tanıdığım bir çocuğun o anda ağlayan hayalini gördüğünü sanıyordum. Bildiğim çocukların adlarını sayıp dökmeye başladım. Ama o, bu çocukların, verdiğim sözle bir ilintisinin bulunmadığını, oysa ağlamakta olan çocuğun büyük önem taşıdığını belirtti.

Don Juan’ın sözlerini pek tutarlı bulmuyordum. Bir yandan, çocukluğumda birisine bir söz vermiş olduğumu; öte yandan da o anda ağlamakta olan çocuğun, verdiğim söz açısından büyük önem taşıdığını söylüyordu. Konuşmasından pek bir şey anlayamadığımı belirttim. Buna karşın, don Juan sakin sakin, o sırada ağlamakta olan küçük bir çocuk “gördüğünü”, ve bu küçük çocuğun pek incinmiş olduğunu yineleyip duruyordu.

Bu söylediklerini bir düzene sokarak anlamaya çabaladım, ama herhangi bir sonuca varamadım.

“Pes, don Juan!” dedim. “Bırak küçük bir çocuğu, hiç kimseye öyle önemli bir söz falan verdiğimi anımsamıyorum.”

Gene gözlerini kırparak, tam o anda ağlamakta olan çocuğun, benim çocukluğumun çocuğu olduğunu söyledi.

“Yani benim çocukluğumda çocuktu ve şimdi de hâlâ ağlamakta; öyle mi?” diye sordum.

Don Juan, “Şimdi ağlamakta olan bi çocuk.” diye üsteledi.

“Ne dediğinin farkında mısın, don Juan?”

“Elbette.”

“Pek anlamı yok da! Benim çocukluğumda çocuk olan şey, nasıl olur da şimdi de çocuk kalır?”

Don Juan inatla, “O, çocuktur ve şimdi ağlamaktadır.” dedi.

“Açıklasana biraz!”

“Olmaz. Sen bana açıkla.”

Gel de çık işin içinden diye geçirmekteydim. Don Juan,

beni uyuturcasına, “Ağlıyor! Bak, ağlıyor!” diye sürdürüyordu. “Bak nasıl kucakladı şimdi seni! İncinmiş yavrum, incinmiş! Sana bakıyor sana. Senden çok ufak daha o. Koşa koşa gelmiş sana. Ama bak kolu kırık! Dokun da bak koluna! Düğme gibi burnu var küçüğün. Evet! Düğme burunlu bi çocuk...”

Kulaklarımla bir vınlama oldu ve don Juan’ın evinde olduğumu unutuverdim. Düğme burun sözcükleri, beni çocukluğumdaki bir sahnenin içine alıp götürüvermişti. Düğme burunlu bir çocuk tanıyordum! Don Juan, yaşamımın en karanlık en gizli yanlarını gözümün önüne serivermişti. Verdiğim sözün ne olduğunu artık anlamıştım. Don Juan’a ve kullandığı yönteme karşı çoşkulu, üzünçlü, şaşkın duygular içindeydim. Nasıl olup da çocukluk günlerimin o düğme burunlu oğlanını bilebilmişti?! Don Juan’ın uyandırdığı anılar beni öylesine sarmıştı ki, kendimi ta eskilerde, sekiz yaşımda olduğum zamanlarda görüvermiştim. O sıralar, annem gideli iki yıl olmuştu; teyzelerim arasında mekik dokumaktaydım. Bana annelik etme görevini onlar yüklenmişlerdi ve her birinin kalabalık aileleri vardı. Teyzelerim bana ne kadar iyi davransalar da, kendileriyle başa çıkmam gereken yirmi iki “teyzezadem” bulunuyordu. Teyzelerimin çocukları bana acımasızca davranıyorlardı; kimi kez bu durumlar çok kötüleşiyordu. Sürekli olarak düşmanlarla çevrili olduğum duygusunu taşıyordum. İzleyen sıkıntı dolu yıllar boyunca, onlarla amansız pis bir savaşı sürdürdüm. Önünde sonunda, nasıl kıvırdığımı bugün bile bilemiyordum ama, hepsini de alt etmeyi başarabilmiştim. Gerçekten utkun bir duruma geçmiştim. Artık karşımda hiçbir rakip kalmamıştı. Ne var ki, ben farkında olmadan bu savaşı değişik biçimlerde sürdürmüştüm. Bu kez düşmanlarımın yerini, okuldaki çocuklar almıştı.

Gittiğim köy okulunda karma sınıflar vardı. Birinci ve

üçüncü sınıflar, aynı oda içinde dar bir aralıkta ayrılmışlardı. İşte bu sınıfta, küt burunlu bir çocuk vardı; “Düğme-burun” diye alay ederlerdi onunla. Birinci sınıftaydı. Kötü bir niyet taşımadan, gelişigüzel sataşırdım ona. Ama tüm yaptıklarıma karşın o beni sever görünürdü. Nereye gitsem beni izler, başöğretmenimizi deliye döndüren kimi yaramazlıklarımı görse bile, beni ele vermezdi. Ama ben gene de uğraşırdım onunla. Bir gün sınıfımızdaki ayaklı karatahtayı bile bile devirmiştim. Karatahta da onun üstüne düşmüştü. Çocuğun oturduğu sıra, karatahtanın ona olanca ağırlığıyla çarpmasını biraz önleyebilmiştim; ama köprücük kemiği kırılmıştı. Çocuk yere yıkılıvermişti. Yanına gidip kaldırdım. Çocuğun, bana sarılıp yüzüme bakarken, gözlerindeki acıyı ve korkuyu görmüştüm. Onu, öyle kolu sarkmış, acı çeker durumda görmek, dayanılmaz bir utanç ve üzüntü vermişti bana. Teyzelerimin çocuklarına karşı yıllar süren hırçın bir savaş vermiş ve kazanmıştım. Hepsinin hakkından gelmiştim. Ağlayan, düğme burunlu küçücük bir oğlancık utkularımı yıkıp yok edene dek hep esen ve güçlü hissetmiştim kendimi. İşte o anda savaşmayı bıraktım. Ne olursa olsun, hiçbir koşul altında bir daha kazanmamaya yemin ettim. Çocuğun kolunu kesmek zorunda kalacaklarını düşünüyordum. Ve bu küçük oğlancık iyileşirse, artık yaşamım boyunca hiçbir zaman utkun olmayacağıma değ­in bir söz verdim-ant içtim. Tüm utkularımdan, onun uğruna, vazgeçtim. İşte böyle bakmıştım bu olaya o zamanlar.

Don Juan, yaşamımdaki yangılanmış bir yarayı deşmişti. Başım dönüyor, bayılacak gibi oluyordum. Dinmez bir acı burgacı beni içine çekiyor; bunun beni yutuşuna kendimi bırakıyordum. Edimlerim tüm ağırlıklarıyla üstüme çullanmıştı. Adı Joaquin olan o küçük düğme burunlu oğlancağızın anısı içimde öyle bir canlı bir acı yaratmıştı ki, ağladım. Don Juan’a, o yoksul çocuğa, parasızlıktan doktora gidemeyen, kolu yerine oturup düzeltilmeden yaşayan o küçükçük Joaquin’e karşı duyduğum üzüntüyü anlattım. Oysa, ben ona çocuksu utkularımdan başka bir şey vermemiştim. Öyle utanıyordum ki!

Don Juan, buyururcasına, “Üzülme artık, benim toy kargam,” dedi. “Yeterince vermişsin. Utkuların sağlamdı; onları hak etmiştin. Yeterince ödemişsin. Artık o verdiğin sözü değiştirmelisin.”

“Nasıl değiştirebilirim ki? Değiştiriyorum demekle olacak bir iş mi bu?”

“Öylesine bi sözü, sırf, değiştiriyorum demekle elbette değiştiremezsin. Ola ki pek yakında, bunu nasıl değiştireceğini öğrenebilirsin. O zaman, belki de, görmeye bile başlarsın.”

“Ne yapmam gerekir? Bir şeyler söylesene!”

“Sabırla bekleyeceksin-beklediğini bilerek... Ne beklediğini bilmek... Savaşımın yöntemi budur. Söz konusu olan şey sözünü yerine getirmekse, sen de bunun bilincinde olacaksın. Sonra bi gün gelecek, ve beklemen son bulacak; ve artık sözünü tutmak zorunluluğunda kalmayacaksın. O küçük çocuğun yaşamına değin, senin yapabileceğin bi şey yoktur. O edimi, ancak o kendisi silebilir.”

“Ama nasıl yapsın ki bunu?”

“İsteklerini sıfıra indirgemeyi öğrenerek. Bir kıygın olduğunu düşündüğü sürece yaşamı cehennemden farksız olur. Sen de böyle düşündükçe, verdiğin sözü tutmuş sayılırsın. İstemektir, bizi mutsuz kılan. Ama hiçbi şey istememeyi öğrenirsek, elimize geçen en ufak bi şey bile gerçek bi armağana dönüşüverir. Üzülmeyi bırak; güzel bir armağan vermişsin sen Joaquin’e. Yoksul olmak ya da kusurlu olmak, yalnızca bi düşüncedir. Tiksinmek de öyledir; açlık da, acı çekmek de öyledir.”

“İnanasım gelmiyor, don Juan. Açlık ve acı çekmek nasıl olur da, düşünceden ibaret olur?”

“Bunlar şimdi benim için salt düşüncedirler. Benim bildiğim budur. Bunu başarabildim ben. Zaten bu yaşamdaki zorluklara karşı elimizde bunu yapabilme gücünden başka bi silahımız yoktur; bu gücümüz olmadan sırf süprüntüyüz, yelin savurduğu toz toprağız biz.”

“Evet, senin başardığından kuşkum yok, don Juan, ama

benim gibi ya da Joaquincik gibi sıradan kimseler nasıl başarabilir bunu?”

“Yaşamımızdaki zorluklara karşı gelmek her bireyin kendi başına yapacağı bi şeydir. Yüzlerce kez söyledim bunu sana: Yalnızca bi savaşçı sürdürebilir yaşamını. Bi savaşçı beklediğini de bilir ne beklediğini de. Beklerken de hiçbi şey istemez. Bu bekleyiş sırasında küçücük bi şey geçse eline, kocaman bi şey gibi görünür bu. Canı yemek istese, bulur bi yolunu; aç değildir çünkü o. Onu bi şey incitse, bulur bi yolunu acısını kesmenin; acı duymaz çünkü o. Açlık da acı çekmek de, o insanın özünü yitirdiğini gösterir, onun bi savaşçı olmadığını gösterir. İşte o zaman açlığın, acıların etkisiyle ölür gider o kimse.”

Karşı görüşümü savunmak istiyordum; ne var ki, bu karşı çıkışımla, don Juan’ın beni son kerte derinden ve güçlü bir biçimde sarsan o görkemli başarısının mahvedici etkisinden kendimi koruyacak bir engel yaratmaktan başka bir şey yapmış olmayacaktım. Nasil bilmişti bunu? Belki de ona bu düğme burunlu oğlanın öyküsünü olağandışı gerçeklik durumlarından birine dalmış olduğum bir zaman anlatmış olabileceğimi düşündüm. Böyle bir şey anlattığımı anımsamıyordum; ama öyle koşullar altında anamsayamamış bulunmam olasıydı.

“Nasıl bildin o verdiğim sözü, don Juan?”

“Onu gördüm?”

“Mescalito yediğim zaman mı görmüştün; yoksa senin

harmandan çektiğim zaman mı?”

“Şimdi gördüm. Bugün.”

“Her şeyi görmüş müydün?”

“İşte gene başladın. Görmenin nasıl bi şey olduğuna değin laflamanın bi yararı yoktur diye az mı söyledim sana! Bırak artık.”

Artık soru sormayı kestim. Duygusal yönden aklım yatmıştı.

Don Juan, birden, “Ben de bi ant içmiştim bi zamanlar,” dedi.

Sesindeki titrem beni yerimden fırlatmıştı.

“Babama söz vermiştim; onu öldürenleri yok edeceğime ant içmiştim. Yıllarca taşıdım bu andı yüreğimde. Şimdi değişmiş bulunuyor bu söz. Kimseyi yok etmek falan isteğim yok. Meksikalılara diş bilemiyorum. Kimseden tiksindiğim yok. İnsanın bu yaşamda geçtiği yolların hepsi de eşitmiş; bunu anladım. Kıyıcılar da kıygınlar da önünde sonunda birleşirler; ikisi içinde değişmeyen tek şey, yaşamın her ikisi için de çok kısa olduğu bulgulamalarıdır. Bugün ben üzgünsem, anam babam öyle öldürüldüler diye değildir bu. Kızılderili olduklarına üzülüyorum ben. Kızılderili gibi yaşadılar, Kızılderili gibi öldüler. Ne yazık ki, her şeyden önce, insan olduklarını bilemeden öldüler.”



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön