Eski SessizBilgi - - - - - Yeni SessizBilgi
Alt Limit:
Kaç tane -->

bolum iki tonal ve nagual


--İnanma Zorunluluğu


Paseo de la Reforma’nın çarşı tarafından yürüyordum. Yorgundum; Mexico City’nin yüksekliği, hiç kuşkusuz buna yol açmaktaydı. Otobüse ya da taksiye binebilirdim ama, nedendir bilinmez, yorgunluğuma karşın yürümek istemiştim. Bir Pazar günü, öğleden sonraydı. Trafik yoğun değildi ama, dizel motorlu otobüs ve kamyonların egzoz dumanları pazaryerinin dar sokaklarını sisli kanyonlara dönüştürmüştü.

Zocalo’ya vardım— Mexico City katedrali, son gördüğümden bu yana daha da yana yatmış gibi göründü bana. Muazzam koridorlarında yürüdüm bir süre. Kafamdan alaycı bir düşünce geçti.

Oradan, Lagunilla çarşısına yöneldim. Belirgin bir amacım yoktu. Hedef belirlemeden, ama sıkı adımlarla, hiçbir şeye özellikle bakmaksızın yürüdüm. Sahaflarla eski madeni paraların satıldığı tezgâhların orada durdum.

“Selam! Selam! Bak, kim varmış burada!” dedi birisi, omzuma hafifçe dokunarak.

Bu ses ve dokunuş beni yerimde zıplattı. Çabucak sağ yanıma döndüm. Ağzım şaşkınlıkla açıldı. Benimle konuşan kişi don Juan’dı.

“Tanrım, don Juan!” diye bağırdım; tepeden tırnağa bir titreme almıştı beni. “Ne yapıyorsun burada?”

“N’apıyorsun burada,” diye bir yankı gibi yanıtladı.

Orta Meksika dağlarında onunla buluşmadan önce, kentte birkaç günlüğüne konaklamakta olduğumu söyledim ona.

“İyi, diyelim ki ben de kente, seni bulmaya indim,” dedi, gülerek.

Birkaç kez omzuma vurdu. Beni görmekten kıvanç duymuş gibiydi. Ellerini kalçalarına koydu, çenesini kaldırdı, görünüşünü beğenip beğenmediğimi sordu. Takım elbise giymiş olduğunu, ancak o an ayrımsayabildim. Böylesi bir uyumsuzluğun etkisiyle çarpılmıştım. Dilim tutulmuştu.

“Tacuchemi nasıl buldun?” diye sordu, ışıltılar içinde.

İspanyolcada takım anlamına gelen “traje” sözcüğü yerine, bir argo terimi olan “tacuche”yi kullanmıştı.

“Bugün takımlarımı giydim,” dedi, açıklaması gerekirmiş gibi, ardından ağzımı göstererek ekledi, “kapa şunu! Kapa!”

Boş boş güldüm. Şaşkınlığımı fark etmişti. Her yanını göreyim diye, kendi çevresinde dönerken bir yandan da kahkahaları art arda koyuveriyordu. Giysisi müthişti. İnce çizgili, açık kahverengi bir takım giymişti; ayağında, gene kahverengi ayakkabılar vardı. Gömleği beyazdı. Ya boyunbağına ne demeli! Çorap giymiş miydi acaba? Yoksa ayakkabıları çıplak ayaklarına mı geçirivermişti?

Don Juan omzuma vurup da geri dönüp baktığım zaman onu haki pantolonu ve gömleği, hasır şapkası, ve sandallarıyla gördüğümü; giysisine dikkat çekince, bunları bir anda düşüncemde ben yarattığımı sanmıştım. İşte bu, şaşkınlığımı son kerte arttırmıştı. Ağzım, bu şaşkınlıktan nasibini en çok alan bölgeydi. İstemim dışında açılmıştı. Don Juan, sanki kapanmasına yardım etmek istermiş gibi hafifçe çeneme dokundu.

“Kesinlikle ikinci bi çene geliştirme yolundasın,” diyerek kıs kıs gülmeye başladı.

Başında şapka taşımadığını, kısa, beyaz saçlarını sağ yandan ayırmış olduğunu gördüm. Yaşlı bir Meksikalı beyefendi, kusursuzca giyinmiş bir kentli gibiydi.

Kendisini orada bulmamın çok sinir bozucu olduğunu, oturmam gerektiğini söyledim. Çok anlayışlıydı, yakınlarda bir parkta oturmamızı önerdi.

Tam bir suskunluk içinde birkaç blok yürüyüp Plaza Garibaldi’ye geldik; burası müzisyenlerin hizmet sundukları, bir tür müzisyen iş bulma bürosu gibiydi.

Don Juan’la, izleyicilerin ve turistlerin arasına karışıp parkın çevresinde yürüdük. Bir süre sonra durdu, sırtını bir duvara dayayıp pantolonunun paçalarını hafifçe yukarı çekti; ayağında kısa, kahverengi çoraplar vardı. Ondan, bu esrarengiz giysinin anlamını sordum. O gün, öyle giyinmesi gerektiği, bunun nedenini ileride öğreneceğim yolunda yalın ve belirsiz bir yanıt verdi.

Don Juan’ı takım elbise içinde bulmak öylesine alışılmadık bir şeydi ki, heyecanım neredeyse denetlenemez bir kerteye ulaşmıştı. Onu aylardır görmemiştim, dünyada en çok istediğim şey onunla konuşmaktı, ama ortam uygun değildi, üstelik her nedense dikkatim dağılmıştı. Don Juan kaygımı hissetmiş olmalıydı; birkaç blok ötedeki La Alameda adlı daha sakin bir parka gitmemizi önerdi.

Parkta pek fazla insan yoktu, boş bir sıra bulmakta güçlük çekmedik. Oturduk. Sinirim, rahatsız edici bir duygunun gelip beni bulmasına yol açmıştı. Don Juan’a bakmayı göze alamadım.

Uzun, sinir bozucu bir sessizlik oldu; sonra ona bakmadan, içimdeki sesin sonunda beni, kendisini aramaya yönelttiğini, evinde yaşamış olduğum sersemletici olayların yaşamımı derinden etkilemiş olduğunu, bütün bunları ona anlatmam gerektiğini söyledim.

Elini sabırsızca sallayıp, geçmişte kalan olaylardan söz etmenin ilkelerine ters düştüğünü söyledi.

“Şu anda önemli tek şey, benim önerilerimi yerine getirmiş olmandır,” dedi. Günlük yaşamı bi meydan okuma nedeni olarak kabul etmişsin. Yeterince kişisel erk toplayabildiğinin kanıtı ise, beni, hiç zorluk çekmeden, bulman gereken noktada bulabilmelidir.”

“Buna inanabilmeyi isterdim,” dedim.

“Seni bekliyordum, sonra, birden, ortaya çıktın,” dedi. “Ben bunu bilirim; bi savaşçının da bilmesi gereken budur.”

“Seni buldum, tamam. Şimdi ne olacak?” diye sordum.

“Öncelikle,” dedi, “aklının açmazlarını tartışmayacağız; bu deneyimler bi başka zamana, bi başka duruma ait. Bunlar, deyim yerindeyse, sonsuz bi merdivenin bir iki basamağıdır, yalnızca. Bunları irdelemek, şu anda olup bitenlerin önemini azaltmaktan başka bi işe yaramaz. Bi savaşçı böyle bi şeyi göze alamaz!”

Önüne geçilmez bir yerinme arzusuna kapılmıştım. Başıma gelenlerden ötürü gücenmiş değildim. Tüm istediğim, biraz içtenlik, biraz da avuntuydu. Don Juan, konumumu anlamış gibiydi; sanki benim düşüncelerimi dile getirirmişçesine konuştu.

“Kişi, bilgi yolunda yalnızca bi savaşçı olarak ayakta kalabilir,” dedi. “Savaşçı hiçbi şeyden yerinmez, hiçbi şeye üzülmez. Yaşamı, bi meydan okumadır, meydan okuma iyi ya da kötü olamaz. Meydan okuma, meydan okumadır.”

Sesinde sert, acımasız bir titrem vardı, ama gülüşü sıcaktı, dostçaydı.

“Şimdi burada olduğuna göre, tüm yapacağımız bi yora beklemek.”

“Ne tür bir yora?” diye sordum.

“Erkinin kendi ayağı üzerinde durup duramayacağını bilmemiz gerekiyor,” dedi. “Geçen sefer sefilce tükenmişti; kişisel yaşamındaki olaylar bu kez, yüzeysel de olsa, büyücülerin açıklamasıyla baş edebilmen için gerekenleri sağlamış gibi görünüyor.”

“Bana bundan söz etmen, bu kez mümkün olacak mı?” diye sordum.

“Kişisel erkine bağlı bu," dedi. “Savaşçıların tüm yapma ve yap-mama durumlarında tek geçerli olan şey kişisel erktir.

“Bu takımı senin için giydim,” dedi gizemli bir sesle. "Bu giysi benim meydan okumamdır. Görüyor musun, bununla ne denli yakışıklıyım? Bak ne kadar güzel! Efendim?”

Don Juan, bu giysiyle olağanüstü yakışıklı görünüyordu. Yapabildiğim tek karşılaştırma, ağır İngiliz flanelinden bir takım giyen büyük babamı düşünmek oldu. Onu o takımla hiç doğal bulmazdım. Don Juan ise tam tersine, oldukça rahattı.

“Ne dersin, bu elbiseyle doğal görünüyor muyum?” diye sordu don Juan.

Ne diyeceğimi bilemedim. Ne var, görünüşüne, davranışlarına baktığımda, o takımla gayet doğal göründüğü sonucuna vardım.

“Takım elbise giymek benim için bi meydan okumadır,” dedi. “Senin için pançoyla sandal giyerek meydan okumak ne denli zorsa, benim için de işte o denli zor bi meydan okuma bu. Sen bunu bi meydan okuma olarak alma gereğini duymamışsındır hiç. Ama benim için biraz farklı. Çünkü ben Kızılderiliyim.”

Birbirimize baktık. Kaşlarını kaldırarak sessiz bir soru tümcesiyle, yorumumu beklermiş gibi baktı.

“Sıradan bi insanla bi savaşçı arasındaki en temel ayrım, savaşçının her şeyi bi meydan okuma olarak görmesidir,” diye sürdürdü konuşmasını, “sıradan insan ise her şeyi uğur ya da uğursuzluk, kutsanmışlık ya da lanet olarak ele alır. Bugün burada olman, savaşçının yolunda olumlu adımlar attığını gösterir.”

Görüntüsü, sinirlerimin bozulmasına neden olmuştu. Yerimden kalkıp yürümeye çabaladım ama beni yeniden oturttu.

“İşimiz bitene dek dırdır etmeden oturacaksın şurada!” dedi, buyruk verircesine. “Bi yora bekliyoruz; o olmadan kaldığımız yerden devam edemeyiz, çünkü beni bulmuş olman yeterli değil, tıpkı o gün çölde Genaro’yu bulmuş olmanın yetmediği gibi. Erkin, bi kanıt yaratıncaya dek kendisini toparlamalı!”

"Ne istediğini anlayamıyorum,” dedim.

"Parkın çevresinde dolanan bi şey gördüm,’’dedi.

"Dost muydu?” diye sordum.

"Hayır, değildi. Demek ki, burada oturup erkinin ne tür bi yora oluşturduğunu beklememiz gerek.”

Sonra benden, don Genaro’nun ve kendisinin vermiş olduğu öğütleri günlük yaşamıma ve kişilerle ilişkilerime nasıl yansıtmış olduğumu ayrıntılı biçimde anlatmamı istedi. Kişisel işlerimin özel olmadığını, çünkü don Genaro’nun ve kendisinin desteklediği büyücülük işlerini de içerdiği savıyla içimi rahatlattı. Bu büyücülük işleri nedeniyle, hayatımın rezil olduğunu şaka yollu söyleyip, günlük yaşamımda karşılaştığım zorlukları sayıp döktüm.

Uzun süre konuştum. Don Juan, yaptığım kimi irdelemelere gözlerinden yaşlar boşanıncaya dek güldü. Kalçalarına vurup durdu, yüzlerce kez tanık olduğum bu devinim, bir takımın pantolonu üzerinden yapılınca çok yersiz kaçıyordu. İçim korkuyla dolmuştu. Bunu dile getirmeden edemedim.

"Bu takım, yaptığın her şeyden çok daha fazla korkutuyor beni,” dedim.

“Alışırsın,” dedi. “Savaşçı dediğin esnek olmalı, ister akıl dünyası olsun ister istenç, çevresindeki dünyayla uyum içinde değişmeyi bilmeli.

“Bu değişimin en tehlikeli yanı, savaşçının çevresindeki dünyanın ne biri ne de öbürü olduğunu bulguladığı anlardır. Böyle önemli anlarda başarmak için yapılacak tek şeyin, savaşçının inandığı gibi hareket etmesi olduğunu öğrendim, ben. Başka bi deyişle, savaşçı inanmadan inanır; onun sırrı budur. Tabii, savaşçı, ‘inanıyorum’ deyip sonra da olayları akışına bırakamaz. Çok kolay olurdu bu. Yalnızca inanmak, durumu gözlemekten, incelemekten alı koyar adamı. İnanma durumunda olan bi savaşçı bunu, bi seçim gibi, en içrek tercihinin ifadesi gibi ele alır. Bi savaşçı inanmaz, inanması gerekir.”

Yazımı yazarken o da birkaç saniye bana baktı. Sessiz kaldım. Farkı anladığımı söyleyemezdim; ne var, tartışmak ya da soru sormak gelmiyordu içimden. Söylediklerini düşünmek istedim. Ama aklım hiç yerinde değildi. Çevreme bakınmaya başladım. Ardımızdaki caddede otomobil ve otobüslerden oluşan uzun bir araç dizisi, hiç durmadan klaksonlarını çalıyordu. Parkın köşesinde, yirmi metre kadar ileride, açık gri üniformalı üç polisin de dahil olduğu yedi kişilik bir grup, oturduğumuz sırayla aynı çizgide, çimlerin üstünde hareketsiz yatan bir adamın başında kümelenmişti. Ya sarhoştu, ya da ciddi biçimde hastaydı.

Don Juan’a göz attım. O da adama bakıyordu.

Ona, bana henüz anlatmış olduklarını, bazı nedenlerden ötürü, kafamda tam berraklaştıramamış olduğumu söyledim.

“Artık soru sormak istemiyorum,” dedim. “Ama bir yandan da açıklamanı istemezsem, anlayamam. Soru sormamak benim için çok olağandışı.”

“Lütfen, hemen olağanlaş,” dedi, yapay bir ciddiyetle.

İnanmakla, inanmak zorunda olmak arasındaki farkı anlayamadığımı söyledim. Benim için ikisi de birdi. Açıklanışlarının farklı olduğunu öne sürmekse, kılı kırk yarmaktan başka bir şey değildi.

“Bana, kız arkadaşınla kedileri hakkında anlatmış olduğun öyküyü anımsar mısın?” diye sordu kayıtsızca.

Göğe baktı, sırtını sıraya yasladı, bacaklarını birleştirdi. Ellerini başının ardına koyup tüm kaslarını gevşetti. Kemiklerini, her zamanki gibi, gürültülü şekilde kütürdetti.


Ona, bir çamaşırhanede, çamaşır makinesinin içinde neredeyse ölmek üzere olan iki yavru kedi bulan bir arkadaşımın daha önce anlatmış olduğum öyküsünden söz ediyordu. Yavruları çok iyi beslemiş, onlara bakmış ve yaşamalarını sağlamıştı. O iki yavru, biri kara, biri kızıl, iki azman kediye dönüşmüştü.

Arkadaşım iki yıl sonra evini satmıştı. Ne kedileri yanında götürebiliyor ne de onlara başka bir yuva bulabiliyordu. O koşullar altında yapabileceği tek şey kedileri bir hayvan hastanesine götürüp ilaçla uyutmaktı.

Ona yardım ettim. Kediler daha önce arabaya hiç binmemişlerdi; hayvanları dinginleştirmeye çabalamıştı. Kızı ısırıp tırmaladılar; özellikle de Max adlı kızıl kedi. Sonunda, hayvan hastanesine geldiğimizde önce kara kediyi tuttu. Onu kollarına aldı, tek söz etmeden arabadan çıktı. Kedi onunla oynuyordu; hastanenin cam kapısını itip içeri girerken, hayvan patileriyle hafifçe ona vuruyordu.

Max’a bir göz attım; arka koltukta oturuyordu. Kafamın devinimi onu korkutmuş olmalıydı ki birden sürücü koltuğunun altına dalıverdi. Koltuğu arkaya kaydırdım. Elimi ısırır ya da tırmalar korkusuyla, hayvanı tutmak istemedim. Kedi arabanın tabanında bir sinir çöküntüsü geçiriyordu, çok kaygılanmış gibiydi, nefesi hızlanmıştı. Bana baktı; gözlerimiz çakıştı. Bunaltıcı bir duygu sarmıştı beni. Bir şey beni eline geçirmişti; bir tür korku, umarsızlık, belki de olayın bir parçası olmanın verdiği bir sıkıntı.

Max’a, bunun arkadaşımın kararı olduğunu, benim yalnızca ona yardım ettiğimi açıklamak gereğini duydum. Kedi sözlerimi anlıyormuşçasına bana bakmayı sürdürdü.

Arkadaşımın gelip gelmediğini anlamak için bakındım. Cam kapıya doğru yaklaştığını görebiliyordum. Danışmadaki memurla konuşmaya başladı. Bedenimi yabansı bir sarsıntı kaplamıştı. Birden arabamın kapısını açtım.

“Kaç, Max, kaç!” diye bağırdım kediye.

Arabadan dışarı fırladı. Türünün gerçek bir örneği gibi bedenini yere yapıştırarak karşı kaldırıma geçti. Sokağın öte yanı boştu, arabalar park etmemişti. Max’ın sokak boyunca koştuğunu görebiliyordum. Büyük bir caddenin köşesine ulaştı, açık bir yağmur ızgarasından kanalizasyona dalıverdi.

Arkadaşım geri geldi. Ona Max’ın gittiğini söyledim. Arabaya binerek tek söz etmeden kullanmaya başladı.

Bunu izleyen aylarda, bu olay benim için bir simge olmuştu. Arabadan atlamadan önce bana son bir kez bakarken, Max’ın gözlerinde tekinsiz bir parıltı görmüştüm ya da öyle sanmıştım. O an, iğdiş edilmiş, aşırı kilolu yararsız hayvanın bir kediye dönüştüğüne inanmıştım.

Don Juan’a Max’ın yol boyunca koşup ızgaradan içeri daldığı sırada '‘kedi ruhunun” kusursuz olduğuna, belki de, yaşamının başka hiçbir aşamasında “kediliğinin” bu kerte ortaya çıkamayacak olduğuna kanaat getirdiğimi söylemiştim. Bu olay bende unutulmaz bir izlenim bırakmıştı.

Öyküyü tüm dostlarıma anlattım; öylesine çok anlattım ki kediyle aramda çok zevkli bir özdeşleşme oluştu.

Kendimi Max’a benzetiyordum; aşırı düşkün, pek çok konuda evcilleşmiş biri... Gene de, öyle bir an gelir ki insanın ruhu tüm varlığına hâkim oluverir, diye düşünmekten alamıyordum kendimi. Tıpkı, Max’ın “kediliğinin” o yararsız, şişmiş bedenini ele geçirmesi gibi.

Don Juan öyküyü beğenmiş, kimi içten yorumlarda bulunmuştu. İnsan ruhunun bir anda akıverip denetimi ele geçirmesinin çok zor olmadığını, ne var ki, bunu sürdürmenin ise savaşçılara has bir edim olduğunu söylemişti.


“Ne olmuş kedilerin öyküsüne?” diye sordum.

“Sen de, Max gibi, şansını denediğine inandığını söylediydin bana,” dedi.

“Evet, inanıyorum.”

“Sana, bi savaşçı olarak buna inanıp sonra da işi oluruna bırakamazsın demek istemiştim. Max’ın durumunda, inanmak zorunda olma, onun kaçışının yararsız bir deneme olduğunu kabul etmen anlamına gelir. Kanalizasyona atladığı an ölmüş olabilirdi. Boğulmuş, açlıktan ölmüş ya da sıçanlar tarafından yenilmiş olabilirdi. Bi savaşçı tüm bu olasılıkları göz önünde bulundurur, sonra en içrek tercihine uygun olarak inanmayı seçer.

“Bi savaşçı olarak, Max’ın başardığına, yalnızca kaçmadığına bunun yanı sıra erkini de sürdürebildiğine inanmak zorundasın. Buna inanmak zor undasın. Bu inanç yoksa, senin de hiç bi şeyin yoktur diyelim.”

Ayrım çok belirgindi, artık. Max’ın, yaşam boyu sürdürdüğü kedilikten uzak hayatını bildiğim için, başaracağına inanmayı yeğlediğimi anımsadım, birden.

“İnsan çok kolay inanır,” diye sürdürdü konuşmasını don Juan. ‘ "İnanmak zorunda olmak ise başka bi şey. Bu olayda, erk sana şahane bi ders vermiş, ama sen yalnızca bi bölümünü kullanma yolunu seçmişsin. Ne var, inanmak zorundaysan tüm olayı kullanmalısın.”

“Ne söylemek istediğini anladım,” dedim.

Usum son kerte duru bir konumdaydı, getirdiği her kavramı zorlamadan kavradığımı düşündüm.

“Kusura bakma ama hâlâ anlamış değilsin,” dedi, neredeyse fısıldayarak.

Bana baktı. Bir süre karşılık verdim bu bakışa.

“Peki ya öbür kediye ne oldu?” diye sordu.

“Ha? Öbür kedi mi?” diye, istemeden yineledim.

Onu unutmuştum. Benim simgem Max’ti. Öbür kedinin benim için bir önemi yoktu.

“Ama var!” diye bağırdı don Juan, düşüncemi dile getirdiğimde. “inanmak zorunda olmak demek, öbür kediyi de hesaba katmak demektir. Kendisini kötü yazgıya götüren kişinin ellerini yalayarak oynaşan kediyi... Bu hayvan, inanarak, kedice yargılarıyla dolu olarak ölüme giden kediydi.

“Max gibi olduğunu sanıyorsun, ama öbür kediyi unutuyorsun. Adını bile bilmiyorsun, inanmak zorunda olmak, her şeyi göz önünde bulundurmak demektir. Max’a benzediğine karar vermeden önce öbür kediye benziyor olabildiğini de göz önünde bulundurmalısın; kıçını kurtarmak için kaçıp talihini denemek yerine, mutlu olarak, yargılarınla dolu biçimde kötü yazgına yürüyor da olabilirsin.”

İnsanı merakta bırakan bir hüzün vardı sözlerinde, ya da bu hüzün belki de bana aitti. Öbür kediye benziyor olabileceğim düşüncesi hiç geçmemişti kafamdan. Son kerte rahatsızlık verici bir düşünceydi bu.

Hafif bir gürültü ve kimi seslerin homurtulu tınısıyla zihinsel tartışmalarımdan kopuverdim. Polisler yerde yatan adamın çevresindeki insanları dağıtıyorlardı. Birisi adamın kalasının altına dertop edilmiş bir ceket yerleştirdi. Adam, sokağa paralel biçimde yatıyordu. Yüzü doğuya dönüktü. Oturduğum yerden, gözlerinin açık olduğunu neredeyse görebiliyordum.

Don Juan iç geçirdi.

“Ne müthiş bi öğleden sonra,” dedi, göğe bakarak.

“Mexico City’i sevmiyorum,” dedim.



“Neden?”

“Kirli havadan nefret ederim.”

Benimle aynı düşüncedeymişçesine kafasını tartımla salladı.

“Seninle, çölde ya da dağlarda olmayı yeğlerdim,” dedim.

“Senin yerinde ben olsaydım, bunu asla söylemezdim,” dedi.

“Yanlış bir şey söylemek istemedim, don Juan,”

“ikimiz de biliyoruz bunu. Ne demek istediğin önemli değil, o da başka. Bi savaşçı ya da herhangi bi adam başka bi yerde olmayı pek istemeyebilir; çünkü savaşçı meydan okuyarak yaşar, sıradan adam ise, ölümünün kendisini nerede bulacağını bilmez.

“Şu, çimenlerin üzerinde yatan adama bi bak. Nesi var dersin?”

“Ya sarhoş ya da hasta,” dedim.

“Ölüyor!” dedi don Juan, son kerte inanmışlık içinde, “Buraya ilk oturduğumuzda, ölümünü, adamın çevresinde dolanırken gördüydüm. Sana, kalkma dememin nedeni bu; isterse dolu yağsın, bu iş bitmeden kalkamazsın oradan. Beklediğimiz yora buydu. Akşama yaklaşıyoruz. Güneş şu anda batmak üzere. Bu senin erk saatin. Bak! Şu adamın görüntüsü yalnızca bizim için.”

Oturduğumuz yerden, adamı hiçbir engel olmadan görebiliyorduk. Kimi meraklı yayalar adamın öte tarafında bir yarım çember oluşturmuşlardı.

Çimenlerin üzerinde yatan adamın görüntüsü bana gittikçe rahatsız edici gelmeye başlamıştı. İnce ve esmerdi, henüz gençti. Kıvırcık, siyah saçları vardı. Gömleğinin düğmeleri açıktı, göğsü çıplaktı. Dirsekleri delik, “V” yaka bir süveterle eprimiş, gri bir pantolon giymişti. Rengi belirsiz ayakkabılarının bağları çözülmüştü. Nefes alıp almadığını anlayamıyordum. Gerçekten, don Juan’ın dediği gibi, ölüyor mu, diye merak ettim. Yoksa don Juan buradan bir hisse çıkarmak amacıyla olayı mı kullanıyordu? Onunla yaşadıklarım nedeniyle, her şeyi, o gizli planına uydurmasını bildiğine emindim artık.

Uzun bir sessizliğin ardından ona döndüm. Gözleri kapalıydı, açmadan konuşmaya başladı.

“O adam, şu an ölmek üzere,” dedi. “İnanmıyorsun aslında, di mi?”

Gözlerini açıp bir an bana baktı. Bakışı beni yerime mıhlayacak denli deliciydi.

“Hayır, inanmıyorum,” dedim.

Her şeyin gereğinden kolay geliştiğini gerçekten hissetmiştim. Gelip parkın tam burasında oturmuştuk, sanki her şey sahneye konulmuş gibi, gözümüzün önünde bir de adam ölüyordu.

“Dünya, kendi kendini ayarlamasını bilir,” dedi, kuşkularımı dinledikten sonra. “Bu bi tezgâh değil. Bu bi yora, erkin edimidir bu.

“Akıl destekli dünya, tüm bunları, daha önemli işlere koştuğumuz yolun üzerinde, geçerken bi an izlediğimiz bi olaya dönüştürür. Bunun hakkında söyleyebileceğimiz tek şey, çimenler üzerinde yatan, belki de sarhoş bi adam olduğudur.”

“istenç destekli dünya ise bunu, görebilmemizi sağlayan bi erk edimine dönüştürür. Adamın çevresinde dönen, kancalarını diplere, gittikçe diplere ışıldayan telciklere saplayan ölümü görebiliriz. Işıldayan telciklerin gerginliklerini yitirdiklerini, birer birer yok olduklarını görebiliriz.

“Biz ışıldayan varlıkların önünde iki olasılık vardır. Sen, bu ikisinin arasında bi yerde, her şeyi hâlâ akıl başlığı altına toplamaya çabalayıp duruyorsun. Erkinin sana bi yora getirdiğini hâlâ nasıl göz ardı edersin? Seni beklediğim yerde beni bulduktan sonra—düşün, yalnızca yürüyerek geldin; ne düşündün, ne plan yaptın ne de bilerek aklını kullandın—geldik bu parka oturduk; oturup bi yora beklerken bu adamı gördük. Her birimiz, onu kendimizce ayrımsadık; sen, akılla, ben, istençle.

“Bu ölen adam, erkin tüm savaşçılara daima sunmuş olduğu, b i santimetre küp boyundaki talihtir. Savaşçı esnekleşip bunu kıvırmasını bilir. Ben bunu kıvırdım, peki ya sen?”

Yanıt veremedim. İçimde açılan çok derin bir yarığın bilincine vardım birden, bir an, sözünü ettiği o iki dünyayı bir biçimde algılayabildim.

“Ne müthiş bi yoradır bu,” diye sürdürdü. “Hepsi de senin için! Erk sana, ölümün, inanmak zorunda olmanın vazgeçilmez bi parçası olduğunu gösteriyor. Ölüm bilinci yoksa her şey sıradanlaşır. Çünkü ölüm pusuda bekler, dünya ise anlaşılmaz bi gizemdir. Erk gösterdi sana, bunu. Ben yalnızca yoranın ayrıntılarının altını yönergeyi senin için belirginleştirmek amacıyla çizdim. Ama, ayrıntıları bi araya getirirken, bugün sana söylediğim her şeye inanmak zorunda olduğumu da gösterdim, çünkü bunlar ruhumun seçimidir.”

Bir an göz göze bakıştık.

“Bana okuduğun bi şiiri anımsadım şimdi,” dedi gözlerini yana çevirerek. “Paris’te ölmeye ahdetmiş bi adamla ilgiliydi. Nasıldı o?”

Bu, Cesar Vallejo’nun “Ak Taşın Üstündeki Kara Taş” adlı şiiriydi. Şiirin ilk iki kıtasını don Juan’a, arzusu üzerine, sayısız kez okumuştum.


Paris’te öleceğim yağmur yağarken,

şimdiden anımsadığım bir günde.

Paris’te öleceğim— kaçmıyorum da—

belki bugün gibi bir Güz Perşembesinde.

Bir Perşembe olacak, çünkü bugün,

bu dizelerin dizildiği Perşembe

kemiklerim hissediyor dönüşü,

tüm geçtiğim yol boyunca, bu gün olduğunca

görmedim kendimi, böylesine tek başına.


Şiir, onulmaz bir hüzne boğmuştu beni.

Don Juan, ölmek üzere olan adamın, Mexico City’nin sokaklarını, ölüm yeri olarak seçmesine yetecek kertede erki olduğuna inanmak zorunda olduğunu fısıldadı.

“Yeniden, iki kedinin öyküsüne döndük, işte,” dedi, “Max’in, kendisini pusuda bekleyenin ne olduğunun bilincine vardığına, tıpkı şurada yatan adam gibi, en azından onu bekleyen son için uygun bi yer seçecek denli erke sahip olduğuna inanmak zorundayız. Ama, bi de öteki var, tıpkı ölümleri kendilerini çevrelerken tek başlarına olan, bilinçsiz, çirkin bi odanın tavanına ve duvarlarına bakınan sıradan adamlar gibi.

“Şu anda ise her zaman yaşamış olduğu yerde ölüyor, sokaklarda. O üç polis, onun onur kıtasıdır. Sönüp giderken, gözleri sokağın öte yanındaki dükkânların ışığını son bi kez yakalayacak, arabaları, ağaçları çevrede dolanan insanları, kulakları son kez trafiğin ve gelip geçen insanların sesiyle dolacak.

“Gördüğün gibi, ölümümüzün hep orada hazır olduğunun farkındalığı yoksa ne erk kalır ne de giz.”

Uzun süre adama baktım. Devinimsizdi. Belki de ölmüştü. Ama, inançsızlığımın önemi yoktu, artık. Don Juan haklıydı. Dünya’nın gizemine, açıklanamazlığına inanmak zorunda olmak, bir savaşçının en içrek seçiminin dışavurumuydu. Bu eksikse, başka hiçbir şey de olamazdı.



--Tonal Adası


Don Juan’la, ertesi gün öğleye doğru aynı parkta buluştuk. Gene kahverengi takımını giymişti. Bir sıraya oturduk; ceketini çıkardı, dikkatlice ama müthiş kayıtsızlık havalarında katlayıp sıranın üzerine bıraktı. Bu, son kerte zoraki, ama tümüyle de doğal bir kayıtsızlıktı. Kendimi ona bakarken yakaladım. Yaşadığım çelişkinin bilincinde gibiydi, gülümsedi. Boyunbağını sıktı. Uzun kollu, bej rengi bir gömlek giymişti. Çok yakışmıştı.

“Yine takım elbisemi giydim, çünkü sana çok önemli bi şey söylemek istiyorum,” dedi, omzumu tıpışlayarak. “Dün büyük bi başarı gösterdin. Şimdi, bi karara varmanın tam zamanı.”

Bir süre sustu. Bir açıklama yapmaya hazırlanıyor gibiydi. Karnımda yabansı bir duygu hissettim. Önce, bana büyücülerin açıklamasını söyleyeceğini sandım. Birkaç kez kalkıp düşündüklerini dile getirmek çok zormuşçasına önümde ileri geri yürüdü.

“Hadi karşıki lokantaya gidip bi şeyler yiyelim,” dedi sonunda.

Ceketini düzeltti, giymeden önce, tümüyle astarlanmış olduğunu gösterdi bana.

“Ismarlama yapılmıştır,” diyerek güldü— sanki bununla gurur duyarmış, sanki çok önemliymiş gibi.

“Dikkatini çekmezsem, bunu ayrımsamazdın, bunun bilincinde olman da çok önemli, Yalnızca bilinçli olman gerektiğini düşündüğünde öyle oluyorsun; bi savaşçının konumu h‘er an her şeyin farkında olmayı gerektirir.

“Takım elbisem de tüm bu taklavat da çok önemli, çünkü yaşamdaki konumumu simgeliyor. Ya da, bütünselliğimin iki bölümünden birinin konumunu. Bu tartışma daha önce askıda kalmıştı. Şimdi, bunun tam zamanı olduğunu hissediyorum. Gerektiği gibi yapılmalı, yoksa bi anlamı kalmaz. Giysimin sana bi ipucu vermesini istemiştim. Verdi, sanının. Şimdi konuşma zamanı, çünkü bu konu konuşulmadan anlaşılmaz.”

“Konu ne, don Juan?”

“Özün bütünselliği,” dedi.

Birden ayağa kalkarak sokağın karşısındaki büyük otelin lokantasına yöneldi. Pek de dostça davranmayan bir kadın garson, salonun dibinde bir köşede yer gösterdi bize. Seçkin yerler camlara yakındı.

Don Juan’a, bu kadının, bana, Arizona’da bir lokantada yemek yemeye gittiğimizde listeyi vermeden önce, yeterli paramız var mı diye soran bir başka kadını anımsattığını söyledim.

“Bu kadıncağıza da kızamam,” dedi, kadına acırmış gibi. “Bunun da, öbürü gibi MeksikalIlardan ödü kopuyor.”

Sessizce güldü. Yan masalardan birkaç kişi dönüp bize baktı.

Don Juan, kadının, bilmeden ister istemez bize en iyi masayı, rahatça konuşabileceğimiz, benim de istediğim gibi yazabileceğim bir masayı vermiş olduğunu söyledi.

Tam yazı tahtamı cebimden çıkarmış, masaya koymuştum ki garson birden tepemizde bitiverdi. Onun da, kötü günündeymiş gibi bir hali vardı. Meydan okuyan bir havayla başımızda dikildi.

Don Juan, kendine görkemli bir yemek ısmarlamaya koyuldu. Menüyü ezbere biliyormuş gibi, bakmadan ısmarlamıştı. Ben ne istediğime karar vermemiştim. Garson beklenmedik bir anda çıkagelmişti, menüyü okuyacak fırsatı bulamamıştım. Sonunda, ben de aynı şeyleri istediğimi söyledim.

Don Juan kulağıma fısıldadı, “Bahse girerim, ısmarladığım şey onlarda yoktur.”

Kollarını, bacaklarını gerdi, bana da rahatlamamı, zira yemeği hazırlamalarının sonsuza dek süreceğini söyledi.

“Çok keskin bi yol ayrımındasın şimdi,” dedi. “Belki de en sonuncusu bu, üstelik anlaşılması en zor bölümü. Bugün kimi anlatacaklarım ola ki sana hiç berrak gelmeyecek. Berrak gelmeleri de gerekmiyor zaten. Yani sıkılma, ya da cesaretini yitirme. Büyücülerin dünyasına ayak bastığımızda hepimiz sersem yaratıklarızdır; bu dünyaya girmekle sersemlikten kurtulacağız diye bi şey de yoktur. Kimimiz sonuna dek sersem kalırız.”

Aptalların arasına kendisini de katmasını beğenmiştim. Bunu salt incelikten yapmıyordu. Daha çok, öğreticilikti amacı.

“Söylediklerime bi anlam veremezsen, sarsılmanın gereği yok,” diye sürdürdü. “Seni bilirim ben, bayılıncaya kadar anlamaya çalışırsın şimdi. Yapma! Söylemek üzere olduğum şeyi yalnızca yön gösterme amacıyla dile getireceğim.”

Bir ürkü duygusuna kapıldım birden. Don Juan’ın uyarıları, beni sonsuz varsayımlara sürüklemişti. Beni daha önce de bu biçimde uyarmıştı da, ne zaman böyle yapsa, uyardığı her neyse, iç karartıcı bir konuya dönüşü verirdi.

“Ne zaman böyle konuşsan, sonunda hep sinirlerim gerilir,” dedim.

“Bilirim,” dedi, dingince. “Tetikte olasın diye bilerek yapıyorum. Tüm dikkatin, bölünmez dikkatin gerek bana.”

Sustu ve bana baktı. İstemeden, sinirli sinirli güldüm. Durumu olabildiğince dramatikleştirmek amacıyla elinden geleni ardına koymayacağını çok iyi bilirdim.

“Tüm bunları, üzerinde bi etki yaratmak için söylemiyorum,” dedi, düşüncelerimi okumuş gibi. “Yalnızca, son ayarlarını yapasın diye zaman bırakıyorum sana.”

O sırada garson, ısmarladıklarımızın kendilerinde bulunmadığını bildirmek için yanımıza geldi. Don Juan yüksek sesle gülerek tortillayla fasulye ısmarladı. Garson utançla kıkırdadı, bunları da sunamayacaklarını söyleyerek, biftek ya da piliç önerdi. Çorbada karar kıldık.

Konuşmadan, yemeğimizi yedik. Çorbayı beğenmediğim için bitiremedim. Don Juan ise ne varsa silip süpürmüştü.

“Takımımı giydim,” dedi, durup dururken, “çünkü sana bi şey söyleyeceğim. Gerçi sen bunu önceden biliyorsun ama, etkili olması için, açık seçik ortaya konması gerek. Şu ana dek bekledim, çünkü Genaro, senin, yalnızca bilgi yolunun üstesinden gelmeye istekli olmanı değil, bizzat çabalarının da seni bilgiye götürecek denli kusursuz olması gerektiğini hissediyordu. Bunu becerdin. Şimdi büyücülerin açıklamasını söyleyeceğim sana.”

Yeniden sustu, yanaklarını okşadı, dişlerini duyumsamak istermişçesine dilini ağzının içinde dolaştırdı.

“Sana tonaldan ve nagualdan söz edeceğim,” dedi içime işleyen bir bakış atarken.

Bu iki terimi tanıştığımızdan bu yana ilk kez kullanmıştı. Orta Meksika kültürüyle ilgili insanbilim yazını dolayısıyla bunları işitmişliğim vardı. “Tonal”ın bir tür koruyucu ruh, genellikle bir hayvan; bir çocuğun doğumla birlikte edindiği, ve yaşam boyunca sıkı bağlarla bağlandığı bir hayvan olduğu düşünülürdü. “Nagual” ise büyücülerin, kendilerini dönüştürdükleri kabul edilen hayvana ya da bu dönüşümü sağlayan büyücüye verilen isimdir.

“Bu benim temalım,” dedi don Juan, eliyle göğsünü göstererek.

“Takımın mı?”

“Yo, şahsım.”

Göğsüne, kaburgalarına, uyluklarının yan tarafına vurdu.

“Bunların hepsi benim tonalım”

Her insanın, doğumuyla birlikte işlev görmeye başlayan iki yanı, iki ayrı varlığı, karşılıklı iki parçası olduğunu açıkladı; birinin adı “tonal” ötekininkiyse “nagual”dı.

İnsanbilimcilerin bu iki kavram hakkında bildiklerini ona anlattım. Sözümü kesmeden sonuna kadar dinledi.

“Evet, bunlar hakkında bildiğini sandığın her şey tam bi saçmalık,” dedi. “Bunu, sana tonal ve nagual hakkında anlatacaklarımı hiç duymamış olmana bağlıyorum. Bunlarla ilgili herhangi bi bilgin olmadığını aptallar bile anlar, çünkü bilebilmen için büyücü olman gerek, ama büyücü değilsin. Ya da, bi büyücüyle konuşmuş olman gerek, ama konuşmadın. O halde, bildiğin her şeyi unut, çünkü kullanılamaz bunlar.”

“Yalnızca bir yorumdu,” dedim.

Gülünç bir devinimle kaşlarını kaldırdı.

“Bozuk o yorumlar,” dedi. “Bu kez, dikkatini bölmeden beni dinlemeni istiyorum; seni tonal ve nagııal ile tanıştıracağım. Büyücüler bu bilgiyle özel, benzersiz bi biçimde ilgilenirler. Tonal ve nagualın, bilgi adamlarının âleminde çok önemli bi yeri vardır. Senin konumunda ise, bu, sana öğrettiğim her şeyin üstünü örten kapaktır. Bunları dile getirebilmek için şu ana dek bekledim. Ya!”

“Tonal, insanı koruyan bi hayvan değil. Bunun yerine, hayvanmış gibi tanıtılan bi koruyucudur, diyebiliriz. Ama önemli bi nokta değil bu.”

Bana gülümseyerek göz kırptı.

“Senin sözcüklerinle konuşacağım şimdi,” dedi. “Tonal, toplumsal kişidir.”

Güldü, sanırım benim şaşkınlığımaydı gülmesi.

“Tam anlamıyla tonal, bi koruyucudur, çoğunlukla bekçiye dönüşen bi koruyucu.”

Defterimi düşürdüm. Söylediklerine dikkat etmeye çalışıyordum. Sinirli devinimlerime öykünüp güldü.

“Tonal, dünyanın örgütleyicisidir,” diye sürdürdü. “Onun, görkemli amacını tanımlamak için dünyanın karmaşasını düzene sokma uğraşını sırtlanmış olduğunu söyleyebiliriz, belki de. Büyücülerin de bildiği gibi, insan olarak bilip yaptığımız her şeyin, tonalın yapıtı olduğunu kavrayabilmek o denli zor değil.

“Örneğin, şu anki söyleşimize anlam vermeye çabalayan şey senin tonal indir; o olmadan birtakım yabancı sesler duyar, aptalca ağız devinimleri izler, söylediklerimden bi halt anlamazdın.

“Tonal, değer biçilemez bi şeyi, gerçek varlığımızı esirgeyen bi koruyucudur, diyebiliriz. Yalnız bu da ona, edimlerinde kıskanç ve kurnaz olma niteliğini verir. Edimlerinin yaşamamızın en önemli bölümlerini oluşturması nedeniyle, tonalın, koruyucu olmaktan çıkıp bi bekçiye dönüşebilme olasılığı, öyle anlaşılmaz bi şey değil.”

Durdu, sonra anlayıp anlamadığımı sordu. Hiç düşünmeden, olurlarmış gibi başımı salladım, o da buna kuşkuyla güldü.

“Bi koruyucu açık fikirlidir, anlayışlıdır,” diye açıkladı.

“Bi bekçiyse, zorbadır, dar kafalıdır, buyurgandır. Yani, hepimizde bulunan tonal, açık fikirli bi koruyucu olabileceği yerde buyurgan bi bekçiye dönüşüyor.”

Açıklamasının akışını kesinlikle izleyemiyordum. Söylediği her sözcüğü işitmeme ve yazmama karşın, içsel söyleşim nedeniyle tıkanmış gibiydim.

“Seni izlemek oldukça zor,” dedim.

“Kendinle konuşmaya dalmamış olsaydın, böyle bi derdin kalmazdı,” diye kestirip attı.

Bu sözleri, uzun bir açıklama getirmeme neden oldu. Sonunda kendime hâkim oldum, ve kendimi savunma inadım nedeniyle özür diledim.

Gülümseyerek, tavrımın aslında onu sıkmadığını belirtir görünen bir devinimde bulundu.

“Tonal, bizi biz yapan her şeydir,” diye sürdürdü. “İstedini söyle! Adlandırabildiğimiz her şey tonaldır. Tonal da kendi edimlerinin bi bütünü olduğu için, her şey ister istemez onun alanına girer.”

Ona, “tonal”, toplumsal kişidir, dediğini anımsattım; bu terimi ben toplumsallaşma süreci sonundaki insan kavramını betimlemek amacıyla kullanmıştım. Eğer “tonal” bu sürecin ürünüyse, onun her şey anlamına gelemeyeceğini, çünkü çevremizdeki dünyanın, toplumsallaşmanın ürünü olmadığını vurguladım.

Don Juan ise, savımın, ona göre, bir temele dayanmadığını, önceleri çevremizde bir dünya olmadığını, yalnızca görmesini öğrendiğimiz, olduğu gibi kabul ettiğimiz bir dünya betimlemesi olduğunu vurguladığını anımsattı.

“Bildiğimiz her şeydir, tonal ” dedi. “Tonalın bu denli ezici bi egemenliğe sahip olması için kendi içinde yeterli bi neden bu, sanırım.”

Bir an için sustu. Kesinlikle soru ya da yorum bekler gibiydi. Ama benim ne soracak sorum ne de yapacağım bir yorum vardı. Gene de, kendimi soru sormaya zorunlu hissedip, uygun bir soru hazırlamaya çabaladım. Başaramadım. Söyleşiyi açarken getirdiği uyarıların belki de bendeki soruşturma isteğini engellemek amacıyla yapıldığını hissettim. Alışılmadık biçimde sersemlemiştim. Ne yoğunlaşabiliyor, ne de düşüncelerimi bir düzene sokabiliyordum. Düşünmekten âciz olduğumu en küçük bir kuşkuya yer vermeyecek biçimde anlamıştım. Ve sanki, böyle bir olasılık varmış gibi bunu düşünmeden biliyordum.

Don Juan’a bir göz attım. Bedenimin orta kısmına bakıyordu. Gözlerini kaldırdığı an zihnimin berraklığı geri geldi.

“Bildiğimiz her şeydir, tonal” diye yavaşça yineledi, “ve bu, kişiler olarak yalnızca bizleri değil, dünyamızdaki her şeyi de içerir. Göze görünen her şey tonaldır da denebilir.

“Onu, doğumla birlikte büyütmeye başlarız. İçimize havayı ilk çektiğimiz o an, tonal için de erkle nefes almaya başlamış oluruz. Yani, bi insanın tonalı, doğumuna yakından bağlıdır demek, uygun düşer.

“Bu noktayı unutmamalısın. Tüm bunların anlaşılması açısından çok önemli bu. Tona! doğumla başlar, ölümle biter.”

Tüm bu aşamaları bir araya getirmek istedim. Söyleşinin can alıcı noktalarını yinelemesini istemek amacıyla ağzımı açmıştım ki, şaşkınlıkla sözcüklerimi seslendiremediğimi gördüm. Çok ilginç bir yetersizlik örneği yaşıyordum; sözlerim bana ağır geliyordu, bu duyguyu denetim altına alamıyordum.

Konuşamadığımı imlemek amacıyla don Juan’a baktım. Gözlerini mide bölgeme dikmişti.

Gözlerini kaldırıp kendimi nasıl hissettiğimi sordu. Sözler, ipim çekilmiş gibi, ağzımdan dökülmeye başladı. Yabansı bir konuşamama ya da düşünememe duygusu yaşamış olduğumu, gene de, aynı anda düşüncelerimin çok berrak olduğunu söyledim.

“Düşüncelerin çok mu berraktı,” diye sordu.

Neden sonra, bu berraklığın düşüncelerime değil de dünyayı algılamama özgü olduğunu ayrımsadım.

“Bana bir şey mi yapıyorsun, don Juan?” diye sordum.

“Yorumlarının gerekli olmadığına inandırmaya çalışıyorum seni,” deyip güldü.

“Soru sormamı istemiyorsun anlamına mı geliyor bu?”

“Hayır, hayır. Ne istersen sor, ama dikkatini dağıtma.”

Konunun enginliğinin beni dağıttığını itiraf etmeliydim.

“Tonal her şeydir, anlatımıyla ne söylemek istediğini gene de anlamış değilim don Juan,” dedim, bir anlık suskunluğun ardından.

“Tonaldır, dünyayı yapan.”

"Tonal, dünyanın yaratıcısı mı?”

Don Juan, tırmalarcasına şakaklarını kaşıdı.

"Tonalın dünyayı oluşturması sözün gelişi. Hiçbi şeyi yaratamaz ya da değiştiremez, ama gene de oluşturur dünyayı; yargılamak, değer biçmek, tanıklık etmektir işlevi, çünkü. Tonal, dünyayı yapar, diyorum, zira tona/, kurallarını uyum içinde değerlendirir ve tanıklık eder. Tonal çok ilginçtir, hiçbi şey yaratmayan bi yaratıcıdır. Başka bi deyişle, tonal, dünyayı anlaması için gereken kuralları koyar. Yani, deyim yerindeyse, dünyayı yaratır.”

Parmaklarıyla, iskemlesinin kenarında belirli bir tartım tutturarak tanınmış bir havayı mırıldanmaya başladı. Gözleri parlıyordu; sanki kıvılcımlar çıkıyordu. Başını sallayarak kıkırdadı.

“Beni pek izleyemiyorsun,” dedi, gülerek.

“İzliyorum, canım. Sorun yok,” dedim ama sesim inandırıcı değildi.

“Tonal, bi adadır,” diye açıkladı. “Bunu tanımlamanın en iyi yolu, tonalın bi ada olduğunu söylemek.”

Elini masanın üstünde gezdirdi.

“Tonal, bu masanın üstü gibidir diyelim. Bi ada. Bu adanın üstünde de her şeyimiz var. Bu ada da aslında dünya.

“Her birimizin bi tonalı var, bi de her ana özgü ortak bi tonal var. Buna da zamanın tonalı diyebiliriz.”

Lokantadaki masa kümelerini gösterdi.

“Bak! Her masanın biçimi aynı. Kimi eşyalar hepsinin üzerinde bulunmakta. Gene de kişisel açıdan farklılar; kimi masaların üstü daha kalabalık; değişik yemekler var üstlerinde, değişik tabaklar, değişik bi hava, bununla birlikte, bu lokantadaki masaların oldukça benzeştiğini söyleyebiliriz. Aynı durum tonal için de geçerli. Nasıl bu lokantanın masaları benzeşiyorsa, bizleri de benzeştiren zamanların tonalıdır. Ayrı ayrı her masa hiç kuşkusuz kişisel bi durumdur, tıpkı her birimizin kişisel tonalı gibi. Akılda tutulması gereken en önemli nokta şu: kendimizle ve dünyayla ilgili bildiğimiz her şey tonal adası üzerinde yer alır. Anlıyor musun?”

“Kendimizle ve dünyayla ilgili olduğunu bildiğimiz her şey tonalsa, nagual nedir, peki?”

“Nagual, bizim hiç ilgilenmediğimiz parçamızdır.”

“Anlayamadım?”

“Nagual, bizim betimleyemediğimiz bölümümüzdür— isim yok, söz yok, duygu yok, bilgi yok.”

“Burada bir çelişki var don Juan! Fikrimce, hissedilemez, betimlenemez ya da adlandırılamaz ise, var olamaz demektir.”

“Çelişki senin fikrinde var. Seni uyarmıştım, anlamaya çabalarken kendini nakavt etme.”

“Nagual, zihindir diyebilir misin?”

“Hayır. Zihin masanın üzerindeki bi nesnedir. Zihin tonalın bi parçasıdır. Zihin acılı sostur diyelim.”

Bir sos şişesi alıp önüme bıraktı.

“Nagual, tin midir?”

“Hayır. Tin de masanın üstünde. Küllük de tin olsun.”

“İnsan düşüncesi midir, peki?”

“Hayır. Düşünceler de masanın üstünde. Düşünceler çatal bıçak takımı gibidir.”

Bir çatal alıp, sos şişesiyle küllüğün yanına koydu.

“İlahiyat mı? Cennet mi?”

“Onlar da değil. Bu dediklerin her neyse, o da masanın üzerinde; peçeteler örneğin.”

Sözünün ettiği şeyi betimleyebilmek amacıyla, olası her yolu denemeye giriştim; saf bilinç, insan ruhu, yaşam gücü, ölümsüzlük, yaşam ilkesi. Sözünü ettiğim her şey için, masanın üstünden bir nesneyi her şey önümde toplanıncaya dek benim tarafıma koydu.

Don Juan son kerte eğleniyormuş gibiydi. Kıkırdıyor, dile getirdiğim her yeni olasılığın ardından ellerini ovuşturuyordu.

“Nagual, Ulu Varlık, Kadir-i Mutlak, ya da Tanrı mı?” diye sordum.

“Hayır, Tanrı da masanın üstünde. Masa örtüsü de Tanrı’dır diyelim.”

Örtüyü kaldırıp, içindeki tüm nesnelerle birlikte çıkın yaparmış gibi gülünç bir öykünmede bulundu.

“Ama, sen Tanrı yok mu demek istiyorsun?”

“Hayır. Ben bunu demedim. Tüm söylemek istediğim, nagualın Tanrı olmadığıdır, çünkü Tanrı kişisel temalımızın ve zamanların tonalının bi nesnesidir. Tonal ise, daha önce de söylediğim gibi, dünyayı oluşturduğunu sandığımız her şeydir, tabii, Tanrı da dahil buna. Tanrının zamanımızın temalının bi parçası olmaktan başka bi önemi yoktur.”

“Don Juan, benim anlayışıma göre Tanrı her şeydir. Aynı şeyden söz etmiyor muyuz?”

“Hayır. Tanrı, düşünebildiğin her şeydir yalnızca. Doğru konuşmak gerekirse, o da masanın üstündeki başka bi nesne. Tanrı’ya her istediğinde tanık olamazsın, onun hakkında konuşabilirsin yalnızca. Öte yandan, nagual, savaşçının hizmetindedir. Tanık olunabilir, ama hakkında konuşulamaz.”

“Nagual, söylediğim hiçbir şeyin kapsamına girmiyorsa,” dedim, “Belki bana yerini söyleyebilirsin. Nerede bu?”

Don Juan, eliyle her tarafı süpürürmüş gibi yapıp, masanın sınırları ötesindeki bölgeyi gösterdi. Elini, tersiyle masanın ötesindeki imgesel bir yüzeyi temizliyormuşçasına devindirdi.

“Nagual, orda,” dedi. “Orda, adayı çevreliyor. Nagual, erkin olduğu yerdir.

“Daha doğduğumuz anda aslında iki parça olduğumuzu hissederiz. Doğum anında ve sonraki kısa sürede tümüyle nagualızdır. Sonra da, işlev görebilmek amacıyla, sahip olduğumuz parçanın bi karşı parçası olması gerektiğini hissederiz. Aranan, tonaldır; bu da, ta başından bizde bi eksiklik hissi yaratır. Sonra, tonal gelişmeye başlar ve bize işlev sağladığı için öylesine önem kazanır ki, nagualın parıltısı körelir; onu tümüyle kaplar. Artık tümüyle t o nal olduğumuz anda ise doğum anından başlayarak bize eşlik eden, ve bizi bütünleyen bi başka parça olduğunu sürekli anımsatan o eski yetersizlik duygusunun arttığını seyretmekten başka bi şey yapamayız.

“Tümüyle tonal olduğumuz andan başlayarak, eşler oluşturmaya koyuluruz. İki yanımız olduğunu hep duyumsarız ama bunu tonalın nesneleriyle dile getiririz. Bi yanımızın ruh, diğerinin beden olduğunu söyleriz. Zihin ve madde. Ya da, iyi ve kötü. Tanrı ve Şeytan. Aslında adanın üzerindeki şeyleri eşleştirdiğimizin ayırdına varamayız; bu, çayla kahveyi, ekmekle tortilla’yı, hardalla acılı sosu eşleştirmeye çok benzer. Diyorum sana, bizler tekinsiz hayvanlarız. Aklımız başımızdan gitmiştir; ama hâlâ, çılgınlar gibi, anlamlı şeyler yaptığımıza inanırız.”

Don Juan ayağa kalkıp bir konferansçı gibi konuşmaya başladı benimle. İşaret parmağını bana doğrultarak başını titretti.

“İnsan iyi ile kötü arasında değil, artı kavramı ile eksi kavramı arasında gidip gelir,” dedi, sesinde komik bir belagat titreşimiyle; bir eliyle tuzluğu diğeriyle biberliği kavramıştı. “Gerçek devinim artı ile eksi arasındadır.”

Tuzluğu ve biberliği bırakıp, bir çatalla bir bıçak kaptı.

“Yanlış diyorsun! Devinim yoktur,” diye sürdürdü, kendini yanıtlarmışçasına, “İnsan yalnızca zihindir.”

Sos şişesini tutup kaldırdı. Sonra, yerine bıraktı.

“Senin de gördüğün gibi,” dedi, yavaşça, “kırmızıbiber sosuyla zihnin yerlerini kolaylıkla değiştirip, sonra da, “İnsan yalnızca kırmızıbiber sosudur!” diyebiliriz, bu da bizim eskisinden daha kaçık olduğumuz anlamına gelmez.”

“Doğru soruyu soramadım, galiba,” dedim. “Adanın ötesindeki yerin neresi olduğunu anlamak amacıyla doğru soruyu sorabilseydim eğer, daha iyi bir anlayış yakalayabilirdik belki?”

“Bunu yanıtlamanın yok bi yolu. Bunu, hiçlik diye yanıtlasaydım bile, nagualı, o saat tonalın bi parçası durumuna sokmuş olurdum. İnsan adanın ötesinde bulur nagualı, tüm diyebileceğim bu.”

“Peki, ona nagual dediğin an, tonalın bir parçası konumuna getirmiş olmuyor musun?”

“Hayır. Böyle bir şey olduğunun bilincine varasın diye söyledim adını onun.”

“Peki! Ama nagualın bilincine varmak onu tonalın bir parçası konumuna getiren adımı atmak olmuyor mu?”

“Yazık, anlamıyorsun. Tonal ve nagualı gerçek bi çift olarak dile getirmiştim. Tüm yaptığım buydu.”

Bir zamanlar ona, anlam konusundaki ısrarcılığımın nedenini açıklamaya çalışırken, çocukların, anlamın üstesinden gelinceye dek “anne” ile “baba” arasındaki farkı anlayamadıklarını, bunu belki de yalnızca “babanın” pantolon, “annenin” ise etek giydiği ya da saç biçimi gibi farklar yoluyla kavrayabildikleri fikrini tartışmış olduğumu anımsattı.

“İki parçamızı betimleyebilmek için, bizler de kesinlikle aynı şeyi yaparız,” dedi. “Bi başka yanımız daha olduğunu duyumsarız. Ama ne zaman bu öbür yanımızı saptamak istesek, tonal, sopasını gösterir. Kıskanç, sıradan bi yöneticidir o. Kurnazca yanıltır bizi, gerçek çiftin öteki tekinden, nagualdan geldiğine inandığı en ufak imgeyi bile ezip geçmeye zorlar bizi.”



--Tonalın Günü


Lokantadan ayrıldıktan sonra, don Juan’a beni konunun zorluğu hakkında uyarmakla doğru yapmış olduğunu, zihinsel yetersizliğimin, kavramları ve açıklamaları kavramakta âciz kaldığını söyledim. Otele gidip yazdıklarımı okursam konuyla ilgili anlayışımda belki de bir ilerleme olabileceğini belirttim. Beni düze çıkarmaya çalıştı; endişelerimin nedeninin sözcükler olduğunu söyledi. O konuşurken bir titreme geçirdim, o an bende, “benden” öte bir şey daha olduğunu sezinledim.

Don Juan’a, kimi anlatılamaz duygular içinde olduğumu belirttim. Görünüşte, ilgilenmişe benziyordu. Daha önce de aynı duyguları yaşadığımı, bunların bilinçliliğimin akışındaki anlık duraksamalara, kesintilere benzediğini söyledim. Önce, bedenimde bir sarsıntı başlıyordu, bunu, bir şeye asılı kalmışlık duygusu izliyordu.

Gezine gezine kentin alışveriş yörelerine doğru yöneldik. Don Juan, söz konusu duraksamaları ayrıntılarıyla anlatmamı istedi. Bunları, unutkanlık anları, dalgınlık ya da ne yaptığımı izlememe türünden getirdiğim yakıştırmalar ötesinde açıklayabilmekte oldukça zorluk çektim.

Tepki göstermeden, sabırla karşı çıktı bana. Sorgulayıcı kişiliğimin, yetkin belleğimin, eylemlerimdeki dikkatliliğimin altını çizdim. Bu belirgin duraksamaların, öncelikle, ya içsel söyleşimi durdurmamın ya da kendimle çok yoğun konuştuğum anların hemen ardından oluştuğu yolunda bir izlenimim vardı. Tanıdığım, bildiğim her türlü bölgenin dışında bir yerden çıkıyorlardı, ortaya.

Don Juan sırtımı tıpışladı. Belirgin bir mutluluk içinde güldü.

“Gerçek bağlantılar kurmaya başladın sonunda,” dedi.

Ondan, bu örtülü anlatımını açmasını istemiştim ki birdenbire söyleşiyi kesip kendisini, bir kilisenin yanı başındaki küçük bir parka gitmek amacıyla izlememi imledi.

“Bu, pazar yerindeki gezintimizin sonu,” diyerek bir sıraya oturdu. “Tam, insanları izleyebilecek bi noktadayız burada. Kimileri yolda yürüyor, kimileriyse kiliseye gidiyor. Her şeyi görebiliriz buradan.”

İşlek, dükkânlarla dolu sokağı ve kilisenin merdivenlerinin başına ulaşan sapağı gören oturduğumuz sıra, kiliseyle sokağın tam ortasında yer alıyordu.

“Bu, benim çok sevdiğim bi sıra,” dedi, ahşabı okşayarak. Bana göz kırpıp dişlerini göstere göstere sırıttı. “Sever beni. Bundan dolayı kimse oturmaz üstüne. Zaten, geleceğimi de biliyordu.”

“Ne? Sıra, geleceğini biliyor muydu?”

“Hayır! Sıra değil. Nagualım.”

“Nagual, bilinçliliğe mi sahip? Olayların ayırdında mı?”

“Tabii. O her şeyin ayırdında. Anlattıklarınla ilgilenmemin nedeni de bu zaten. Duraksama ya da duygu dediğin, nagualın ta kendisidir. Bunun hakkında konuşabilmek için tonal adasından alıntılar yapmak gerek, ama açıklama yapma değil de, etkilerini anlatma yoluna gitmeliyiz.”

O belirgin hisler konusunda bir şeyler söylemek istedim ama, beni susturdu.

“Yeter. Bugün, nagualın değil, temalın günü,” dedi. “Takını elbisemi giydim ben, çünkü bugün tümüyle temalım.”

Bana baktı. Konunun, o ana dek bana anlattıklarının en zoru olduğunu söylemek üzereydim; söyleyeceklerimi kabul etmiş gibiydi.

“Doğru, zordu,” diye sürdürdü. “Biliyorum. Ne var ki, bunun, nihai bi kapak, sana tüm öğrettiklerimin son aşaması olduğunu düşünürsek, tanıştığımız günden bu yana söz ettiğim her şeyi kapsadığını söylemek pek anlaşılmaz gelmese gerek.”

Uzun süre sessiz kaldık. Açıklamasını özetlemesi için beklemem gerektiğini düşünmüştüm, ama birden yeğin bir korkuya kapılarak, “Nagual ve tonal bizim içimizde mi?” diye sormak gereğini duydum.

Delici bir bakış fırlattı.

“Çok zor soru,” dedi. “Sen olsaydın içimizdedir, derdin; bense değildir derdim, ama ikimiz de haklı çıkmazdık. Senin zamanının tonalı, duygu ve düşüncelerinle ilgili her şeyin, içinde yer aldığını savunmanı ister senden. Büyücülerin temalıysa, buna karşı gelmek amacıyla, her şey dışarıdandır, der. Kim haklı? Hiç kimse. İçte, dışta, aslında pek önemli de değil.”

Bir noktaya parmak basmak istedim. “Tonal” ve “nagual”dan söz ederken, hep üçüncü bir bölüm varmış gibi gelmişti bana. “Tonal”ın, “bizi” edimlerde bulunmaya “zorladığından” söz etmişti. Zorlanan varlık derken neye gönderme yapmış olduğunu sordum.

Beni doğrudan yanıtlamadı.

“Tüm bunları açıklamak, o kerte kolay değil öyle,” dedi. “Tonalın denetimi ne denli zekice olursa olsun, işin özü şu ki, nagual her zaman yüzeye çıkar. Ne var, bu hep kendiliğinden bi çıkıştır. Tonalın en büyük başarısı, nagualın bu tür belirtilerini, bu ortaya çıkış ne denli belirgin olursa olsun, onu anlaşılamaz kılacak şekilde bastırmaktır.

“Kimin için anlaşılamaz?”

Kafasını yukarı aşağı sallayarak kıkırdamaya başladı. Yanıt vermesi için bastırdım.

“Tonal için,” dedi. “Yalnızca ondan söz ediyorum. Konuya doğrudan gelinceye dek çevresinde dolanabilirdim ve eminim, bu da seni pek sıkmazdı. Söylemedi deme, anlatacağım konuyu anlamanın zorluğu hakkında uyarmıştım seni. Neden bu safsataya daldım; zira benim tonalım, kendisinden söz edildiğinin bilincinde. Başka deyişle, tonalım, senin tonalınca anlaşılmasını istediğim bilginin ne olduğunu anlamak amacıyla kendisini kullanıyor. Şöyle de diyebiliriz, tonal, kendisi hakkında konuşmanın ne denli yorucu olduğunu çok iyi bildiği için, belirli bi denge yaratmak amacıyla, “ben” ve “kendim” gibi terimler ortaya çıkarmıştır; bu terimler sayesinde başka tonallarla, ya da kendisiyle, kendi hakkında konuşabilir.

“Şimdi, tonal, bizi bi şey yapmaya zorlar demişsem, bu, üçüncü bi taraf var anlamına gelmez. Tonal, kendi yargılarını izlemeye zorlar, kendini.

“Ne var, kimi durumlarda ya da kimi özel konumlarda, tonalın içinde bi şey, bizim fazladan bi şeylerimizin daha olduğunun bilincine varır. Derinlerden gelen bi ses gibidir bu; nagualın sesi. Anlıyor musun, özümüzün bütünselliği, tonalın bütün bütün ortadan kaldıramayacağı doğal bi durumdur, özellikle de savaşçının yaşamında, bütünselliğin belirginleştiği anlar vardır. Bu anlarda, kişi, gerçekte ne olduğumuz konusunda ipuçları bulur.

“Şu senin sarsıntılar ilgimi çekti, bunlar nagualın ortaya çıktığının resmidir çünkü. Böylesi anlarda, tonal, özün bütünselliğinin farkına varır. Bu, bi sarsıntıyla ortaya çıkar hep, çünkü bu farkındalık dinginliği bozar. Ben, buna ölmek üzere olan varlığın bütünselliği diyorum. O da şuradan geliyor; ölüm anında, gerçek çiftin öteki üyesi, yani nagual tümüyle işlerlik kazanır; böylece baldırlarımızda ve uyluklarımızda, sırtımız, omuzlarımız ve boynumuzda toplanan farkındalık, anılar ve algılar genişlemeye ve ayrışmaya başlar. Kopan bi gerdanlığın taneleri gibi, yaşam gücünün birleştiriciliğinden yoksun olarak yerlere dağılır.”

Bana baktı. Gözleri dingindi. Kendimi rahat, biraz da aptallaşmış hissettim.

“Özümüzün bütünselliği çok çapaçul bi iştir,” dedi. “Yaşamın yüklediği en zorlu işlerin üstesinden gelmek için bile bunun çok küçük bi parçası yeterlidir. Kaldı ki, ölürken özümüzün tüm bütünselliğiyle ölürüz. Bi büyücü, 'Özümüzün bütünselliği içinde ölüyorsak eğer, neden bu bütünlükle birlikte yaşamayalım?’ sorusunu sorar.”

Başıyla yoldan geçen insanları imledi.

“Tümüyle tonal, hepsi,” dedi. “Aralarından birkaçını ayırayım, tonalın bunlara bi değer biçsin, böylece kendisine de değer biçmiş olsun.”

Dikkatini kiliseden çıkan iki yaşlı kadına yöneltti. Bir an kireçtaşından basamakların başında durdular, ardından, gayet sakınımlı, her basamakta dinlenerek, aşağı inmeye başladılar.

“Şu iki kadını çok dikkatli izle,” dedi. “Ama onları kişiler ya da bizimle ortak şeylere sahip olan yüzler gibi görme; onları tonallar olarak gör.”

İki kadın basamakların dibine ulaştılar. Yerdeki kaba çakıllar sanki misketmiş de, onlar da her an dengelerini yitirebilirlermiş gibi ilerliyorlardı. Kol kola, birbirilerinin bedenlerini kendi ağırlıklarıyla destekleyerek yürüdüler.

“Şunlara bak!” dedi don Juan, alçak bir sesle. Bu kadınlar, insanın arayıp bulacağı en sefil tonal örneğidir.

Kadınların ince kemikli ama şişman olduklarını ayrımsadım. Ellili yaşlarının başlarında olmalıydılar. Yüzlerinde acı dolu bir ifade vardı, sanki kilisenin basamaklarını inmek onların gücünü aşan bir şeymiş gibi.

Önümüzdeydiler, bir an duraksar gibi oldular, sonra durdular. Çakıl yola ulaşmalarına bir basamak kalmıştı.

Don Juan ani bir devinimle ayağa kalkıp, “Amman basamağa dikkat sayın bayanlar!” diye bağırdı.

Kadınlar onun bu ani çıkışından ötürü kafaları karışmışçasına ona baktılar.

“Anacığım daha geçen gün aynı yerde kaburga kemiğini kırdı,” diyerek kadınlara yardım etmeye koştu.

Onların içten teşekkürlerini kabul etti, eğer bir gün dengelerini yitirip de yere düşerlerse, cankurtaran gelinceye kadar düştükleri yerden kımıldamamalarını öğütledi. Sesinde içten, inandırıcı bir titrem vardı. Kadınlar istavroz çıkardılar.

Don Juan yeniden yerine oturdu. Gözleri parlıyordu. Yavaşça konuştu.

“Bu kadınlar o kadar yaşlı değil, bedenleri de o denli zayıf değil ama gene de yıpranmışlar. Her şeyleri—giysileri, kokuları, tavırları—kasvetli. Neden böyle sence?”

“Belki de böyle doğmuşlardır,” dedim.

“Kimse böyle doğmaz. Biz, kendimizi bu duruma sokarız. Bu kadınların tonalı hem zayıf hem de ezik.

“Bugün, tonalın günü olacak demiştim; bu, yalnızca onunla ilgilenmek istiyorum demek. Takım elbisemi belirli bi nedenle giydim de, demiştim. Bununla, bi savaşçının, temalına çok özel biçimde davrandığını göstermek istedim. Takımımın ısmarlama olduğunu belirtmiş, bugün onların üstüme kusursuzca oturduğunu söylemiştim. Sana göstermek istediğim şey kibrim değil; savaşçı ruhumu, savaşçı temellimi göstermek istiyorum.

“O iki kadın, bugünkü ilk tonal görünümünü verdiler sana. Tonalına dikkat etmezsen, yaşam o kadınlara davrandığı kadar acımasız olabilir sana da. Bense kendimi bunun karşısına koyuyorum. Bunu gerektiği gibi anlarsan, bu noktayı vurgulamanın da bi gereği kalmaz.”

Birden bir kuşku duygusuna kapılarak neyi anlamam gerektiğini açıkça belirtmesini istedim ondan.

Umarsızca bir dile getiriş olmalıydı bu. Kahkahayla güldü.

“Şu pembe gömlekli, yeşil pantolonlu gence bak,” diye fısıldadı don Juan, hemen önümüzde duran zayıf, oldukça esmer, keskin çizgilere sahip genç adamı göstererek. Yoluna mı gitsin yoksa kiliseye mi girsin, bilmezmiş gibiydi. Elini iki kez kilise yönüne kaldırdı, kendisiyle konuşuyormuşçasına, oraya doğru yürümeye hazırlandı. Sonra yüzünde boş bir ifadeyle bana doğru baktı.

“Şu giyiniş biçimine bak!” dedi don Juan, fısıltıyla. "Şu ayakkabılara bak.”

Gencin giysileri hem eprimişti hem de buruşuk. Ayakkabılarıysa paramparçaydı.

“Belki çok yoksul,” dedim.

“Bütün söyleyeceğin bu mu?” diye sordu.

Genç adamın kılıksızlığını açıklayabilecek bir dizi neden sıraladım; sağlıksızlık, talihsizlik, dış görünüşüne önem vermeme, üşengeçlik ya da cezaevinden yeni çıkmış olma durumu.

Don Juan anlamsız varsayımlarda bulunmakta olduğumu, adamın yenilmez güçlerin tutsağı olduğunu söyleyerek bir şeyleri haklı çıkarmakla ilgilenmediğini söyledi.

“Belki de kendini serseri gibi göstermek isteyen bir sarhoştur,” dedim, şaka yollu.

Genç adam dağınık bir yürüyüşle sokak boyunca ilerledi.

“Serseri gibi görünmeye çalışmıyor o; serserinin teki zaten,” dedi don Juan. “Bak şuna, ne kadar zayıf. Bacakları, kolları incecik. Zorlukla yürüyor. Kimse, öykünmez böyle bi görünüşe. Yolunda gitmeyen bi şeyler var onda, ama bu yaşam koşullarıyla ilgili değil aslında. Bu adamı tonal olarak görmen konusunda ısrar ediyorum.”

“Bir insanı tonal olarak görmek ne işe yarar?”

“Ahlak açısından yargılamayı kesmeye ya da rüzgârın insafına kalmış bi yaprak gibi görünmesi nedeniyle onu affetmeye yarar. Başka deyişle, bi insanı, umutsuz ya da umarsız diye düşünmeden görebilmeye yarar.

“Neden söz ettiğimi çok iyi biliyorsun. Bi insanı yargılamadan ya da affetmeden de değerlendirebilirsin.”

“Çok içiyor,” dedim.

İstem dışı bir çıkarsamaydı bu. Nedenini bilmeden söylemiştim. Bir an, bu sözleri arkamda duran birisinin dile getirdiği hissine bile kapılmıştım. Son çıkarsamanın da varsayımlarımdan biri olduğunu açıklamaya koyuldum.

“Yok, bu sefer öyle değil,” dedi don Juan. “Sesinin titreminde, daha önce duymadığım bi kesinlik vardı. Kaldı ki. ‘belki de sarhoşun tekidir’ bile demedin.”

Nedenini belirleyemediğim bir sıkıntıya düşmüştüm. Don Juan güldü.

“Adamın içini gördün,” dedi. “Görmeydi bu. Görme böyledir işte. Çıkarsamalar kesindir—insan bunun nasıl olduğunu anlamaz.

“Adamın tonalının çarpıldığını bilirsin, ama bunu nasıl bildiğini bilemezsin.”

Benim de, bir biçimde aynı duyguyu paylaştığımı itiraf etmeliydim.

“Haklısın,” dedi don Juan. “Genç olması gerçekten önemli değil. O da, en az o iki kadın kadar yıpranmış. Gençlik tonalın yıpratmasına karşı çekilebilecek bir set değil.

“O adamın bu konuma gelmesine yol açabilecek bi dolu neden saydım. Bana göre yalnızca bi neden var, o da tonalı. İçiyor diye tonalı zayıf düşmüş değil, aksine, tonalı zayıf olduğu için içiyor. Bu zayıflık onu neyse o olmaya itiyor. Ama bu hepimizin başına gelir, şu ya da bu biçimde.”

“Buna neden tonalıdır, derken, adamın davranışını da doğrulamış olmuyor musun, aynı anda?”

“Sana, daha önce hiç duymadığın cinsten bi açıklama yapıyorum. Bu doğrulama ya da mahkûm etme değil. Bu genç adamın tonalı zayıf ve ezik. Ne var, türünün tek örneği de değil, Hemen hepimiz, üç aşağı beş yukarı aynı kefedeyiz.”

O sırada, oldukça yapılı bir adam önümüzden geçip kiliseye yöneldi. Koyu gri bir takım elbise giymişti, elinde bir evrak çantası vardı. Yakasının düğmesi iliklenmemiş, boyunbağı yana kaymıştı. Hiç durmadan terliyordu. Terlemeyi iyice belirgin kılan açık bir tene sahipti.

“İzle onu!” diye buyurdu don Juan.

Adam küçük fakat sıkı adımlarla yürüyordu. Yürürken yalpalanıyordu. Kiliseye girmedi; çevresinden dolanıp gözden yitti.

“İnsanın bedenine bu denli kötü bakmasının hiçbi gereği yok,” dedi don Juan, küçümseyen bir tavırla. “Ama işin acı veren tarafı da şu ki hepimiz çok iyi biliriz tonalımızı zayıflatmanın yollarını. İşte buna düşkünlük göstermek diyorum, ben.”

Elini defterimin üstüne koyup yazmayı sürdürmemi engelledi. Not almayı sürdürdükçe yoğunlaşmada yetersiz kaldığımı söyledi. Dinginleşmemi, içsel söyleşimi kesmemi, izlemiş olduğum kişinin içinde yitip gitmemi önerdi.

“İçinde yitip gitme” ile ne demek istediğini sordum. Bunu açıklamanın bir yolu olmadığını, bedenin, başka bedenleri izleme konumuna geçtiğinde duyumsadığı ya da yaptığı bir şey olduğunu belirtti. Ardından, geçmişte, bu sürece “görme” adını vermiş olduğunu; bunun içeride gerçek bir sessizlikten, dışarıda da özden gelen bir şeyin uzantısından oluştuğunu, ve öbür bedenle ya da bilinçlilik alanındaki herhangi bir şeyle buluşup onun içinde yitip gittiğini söyleyerek konuya açıklık getirdi.

Bu aşamada yeniden defterime dönmeyi istedim, ama beni durdurup önümüzdeki kalabalığın kimi insanlarını ayırmaya başladı.

Değişik cinsiyet ve yaşlarda düzinelerce kişiden oluşan geniş insan yelpazesini imledi. Bana değişik düşkünlük biçimlerini tanıtmak için zayıf tonala sahip insanları seçtiğini söyledi. Bana gösterdiği ve üzerinde tartıştığımız kişilerin tümünü anımsayamayacaktım. Eğer not alabilseydim, en azından, onun bu düşkünlük tanıtım düzenlemesinin ilginç taraflarını kısaca belirleyebilmiş olacağım konusunda yakındım. Bunları bir daha yinelemek istemezse, ya da kendisi de unutursa ne olacaktı?

Güldü ve anımsamayacağını, zira bir büyücünün yaşamında, yaratma konusunda sorumlu olan tek şeyin “nagual” olduğunu söyledi.

Göğe bakarak geç olmaya başladığını, o andan başlayarak yön değiştireceğimizi; zayıf “tonallar” aramak yerine “gerçek tonal”ın ortaya çıkmasını bekleyeceğimizi söyledi. Aslında yalnızca büyücülerin “gerçek tonal”ı olduğunu, sıradan insanların en fazla, “doğru tonal”a sahip olabileceklerini ekledi.

Birkaç dakika süren bir bekleyişin ardından kalçasını tokatlayıp kıkırdamaya başladı.

"Şu gelene bak," dedi, çenesinin bir devinimiyle sokağı imleyerek. "Sanki ısmarlama yapmışlar."

Üç Kızılderili adamın yaklaştığını gördüm. Yünlü, kısa, kahverengi pançoları, baldırlarının ortasına kadar inen beyaz pantolonları, kirli, önü açık sandalları uzun kollu beyaz gömlekleri, eski hasır şapkaları vardı. Hepsinin de sırtında birer torba asılıydı.

Don Juan ayağa kalkıp yanlarına gitti. Onlarla konuştu. Şaşırmış gibiydiler; çevresini alıverdiler. Ona gülümsediler. Benimle ilgili bir şeyler söylüyor olmalıydı; üçü de dönüp bana gülümsediler. Uç dört metre kadar uzağımdaydılar; dikkatli dinlememe karşın ne konuştuklarını işitemedim.

Don Juan cebinden para çıkarıp ellerine tutuşturdu. Bundan hoşlanmış gibiydiler. Ayaklarını devindiriyorlardı. Çok hoşlanmıştım onlardan. Çocuk gibiydiler. Hepsinin de dişleri küçük, yüz hatları yumuşaktı. Görünüşe göre en yaşlısının favorileri vardı. Gözlerinde de yorgun ama dostça bakışlar. Şapkasını çıkarıp sıranın yakınına geldi. Öbürleri de onu izledi. Üçü de aynı anda beni selamladı. Don Juan onlara biraz para vermemi söyledi. Bana teşekkür ettiler, sonra incelik gereği geçen sessiz bir süresinin ardından allahaısmarladık deyip yanımızdan ayrıldılar. Don Juan yeniden yerine oturup onların kalabalığa karışmalarını izledi.

Don Juan’a onları anlayamadığım bir nedenden ötürü pek sevmiş olduğumu söyledim.

“Pek de anlaşılmaz değil,” dedi. “Tonallarının doğru olduğunu anlamış olmalısın. Doğru, ama günümüze uygun değil.



“Çocuklar gibi olduklarını hissetmişsindir. Öyleler. Zor olan da bu işte. Onları senden daha iyi anlarım ben, bu nedenle küçük bi üzüntü hissetmekten alıkoyamadım kendimi. Kızılderililer köpekler gibidir; hiçbi şeyleri yoktur. Ama bu da onların yazgısı gereği. Üzülmemeliyim. Benim üzüntüm de bana göre bi düşkünlük işte.”

“Nereli bunlar don Juan?”

“Sierralar’dan geliyorlar. Buraya, kısmetlerinin peşine düşmeye gelmişler. Tüccar olmak istiyorlar. Kardeş bunlar. Onlara benim de Sierralar’dan geldiğimi, tüccar olduğumu, senin de benim ortağım olduğunu söyledim. Bi andaçtı onlara verdiğimiz para. Bi savaşçı böyle anmalıklar dağıtmalıdır, hep. Hiç kuşkusuz o paraya gereksinimleri vardı ama anmalıklar gereksinme nedeniyle dağıtılmamalıdır. Histir, burada aradığımız. Şahsen ben çok duygulandım.

“Kızılderililer yenik düşmüşlerdir, günümüzde. Düşüşleri İspanyolların, gelişiyle başladı, bugün de torunlarının egemenliği altında her şeylerini yitirdiler. Kızılderililerin tonallarını bile yitirdiklerini söylemek abartı olmaz bence.”

“Bunu mecazen mi söylemektesin, don Juan?”

“Hayır. Bi olgu bu. Tonal çok çabuk yaralanır. Kötü bakımı kaldıramaz. Beyaz adam, ayağını bu topraklara bastığından bu yana, hem Kızılderili tonalını, hem de her Kızılderili’nin kişisel tonalını belirli bi dizge içinde yok etmeyi becerdi. İnsan, zavallı, sıradan Kızılderili açısından, beyaz adamın egemenliğinin cehenneme dönüştüğünü kolaylıkla görebilir. Kaderin cilvesine bak ki, bi başka tür Kızılderili için büyük bi mutluluktu.”

“Kimden söz ediyorsun? Hangi tür Kızılderili’ymiş bu?”

“Büyücü. Fetih, büyücü için yaşam boyu süren bi meydan okumaya dönüştü. Yalnızca büyücüler yok edilememeyi başarabildi. Bununla da kalmayıp, fethi kendilerine uyarlamayı, kendi yararlarına kullanmayı bildiler.”

“Don Juan, bu nasıl mümkün olabildi?” diye sordum. İspanyolların, altına bakılmadık taş parçası bile bırakmadıkları kanısındaydım.

“Kendi tonallarının sınırı içinde bakılmadık taş bırakmadılar diyelim, istersen. Ne var, Kızılderili’nin yaşamında, beyaz adamın anlayamadığı şeyler vardı; bu şeylerin ayırdına bile varılamadı. Büyücüleri, belki kısmetleri, belki de bilgileri kurlardı. O zamanın tonalı ve her bi Kızılderili’nin tonalı yok edildikten sonra büyücüler kendilerini, el değmemiş kalan tek şeye, naguala tutunmuş buldular. Başka deyişle, tonalları, naguallarına sığındı. Yenilmiş bi halkın azap verici koşulları olmadan da gerçekleşemezdi bu. Günümüzün bilgi adamları o günkü koşulların ürünüdür, içinde tek başlarında kalmış olmaları nedeniyle de nagualı çok iyi tanırlar. Beyaz adam o alanda hiç at oynatmamıştır. Aslında varlığını bile bilmez.”

Bu noktada bir tartışma yapma gereği duydum. Avrupa düşünce dizgesinde, onun “nagual” dediği şeyin tanındığını içtenlikle anlattım. Aşkın Benlik ya da, tüm düşünce, algı ve hislerimizde yer akın gözlenmeyen gözlemci kavramını getirdim. Don Juan’a, bireyin aşkın benlik yoluyla kendini bir öz olarak algılayabileceğini ya da sezgiliyebileceğini, çünkü bunun, kendi bilinçliliği içinde yargılama, gerçeği açığa çıkarma yetisi olan tek şey olduğunu açıkladım.

Don Juan hiçbir telaş belirtisi göstermedi. Güldü.

“Gerçeği açığa çıkarma,” dedi, bana öykünerek. “Tonal bu, tonal!”

Buna olsa olsa, kişinin geçip giden bilinç akışında ya da deneyiminde yer alan Görgül Benlik denebileceğini, Aşkın Benlik’ in bu akışın öte yanında bulunduğunu savundum.

"Oradan bakıyordur, her halde,” dedi, alay edercesine.

"Doğru! Kendine bakar,” dedim.

"Bi şeyler anlatıyorsun,” dedi. “Ama, hiçbi şey söylemiyorsun. Nagual, ne deneyimdir, ne sezgidir ne de bilinçlilik. Bu terimler, ya da söyleyeceğin başka ne varsa, tonal adasının üzerindeki nesnelerdir. Öte yandan, nagual yalnızca etkidir. Tonal, doğumla başlar, ölümle son bulur, ama nagual hiç bitmez. Nagual, erkin olduğu yerdir, demiştim; ondan yalnızca bu biçimde söz edebiliriz. Nagual, etkisel nedenlerinden ötürü, belki de en iyi biçimde erk yoluyla anlaşılabilir. Örneğin bu sabah kendini aptal gibi hissettin ve konuşamadığın sırada, aslında seni yumuşatıyordum ben; nagualım seninle uğraşıyordu.”

“Peki, bu nasıl mümkün oluyor, don Juan?”

“İnanmayacaksın ama kimse bilmez bunun nasıl olduğunu. Bana, senin parçalanmamış dikkatin gerekiyordu, sonra da nagualım seninle uğraşmaya başladı, tüm bildiğim bu. O kadarını biliyorum, zira etkisini görüyorum, ama işleyiş zamazingosu nasıldır, bilemem.”

Bir süre konuşmadı. Yeniden aynı konuya dönmek istedim. Soru sormayı denedim, susturdu beni.

“Nagual, yaratmak için vardır, diyebilirsin,” dedi sonunda ve içime işleyen bir bakışla baktı. “Nagual, yaratabilen biricik parçamız, bizim.”

Sessizce bana baktı. Beni, açıklamalarında daha ilerilere gitmesini arzuladığım bir alana doğru çekmekte olduğunu hissettim. “Tonal”ın hiçbir şey yaratmadığını, yalnızca tanıklık ederek değerlendirdiğini söylemişti. Görkemli yapılar ve makineler yapıyorduk, bu olguyu nasıl gerçekleştirebildiğimiz konusunda açıklama istedim.

“Yaratıcılık bu değil,” dedi. “Bu yalnızca kalıplandırma. Ellerimizle her şeyi kalıba dökebiliriz, ister kişisel biçimde olsun, isterse de başka tonallarla uyum içinde. Bi tona! Grubu her şeye biçim verir; nasıl demiştin, görkemli yapılara bile.”

“Peki, bu yaratıcılık nedir o halde don Juan?”

Gözlerini şaşı bakar duruma getirerek bana baktı. Sessizce kıkırdadı, sağ elini başının üzerine kaldırarak, keskin bir devinimle bir kapı tokmağını döndürürmüşçesine bileğini çevirdi.

“Yaratıcılık bu, işte,” diyerek avucunu çukurlaştırdığı elini gözlerimin düzeyine indirdi.

“Gözlerimi elinin üzerinde odaklayabilmek için çok uzun bir süre geçmesi gerekti. Saydam bir zarın tüm bedenimi kaplayıp beni sabit bir konuma getirdiğini, bakışımı eline yöneltebilmek için bunu koparmam gerektiğini hissettim.

Yüzümden ter boşanıncaya dek çabaladım. Sonunda bir patlama duydum ya da hissettim—ellerimle kafam özgürce devinebildi.

Sağ avucunda, o ana dek gördüğüm kemirgenlerin en ilginci duruyordu. Çırpı kuyruklu bir sincaba benziyordu. Ne var, kuyruğu daha çok bir oklu kirpinin kuyruğunu andırıyordu. Sert dikenleri vardı.

“Dokun!” dedi don Juan, sesi yumuşacıktı.

Elimde olmadan, bu buyuruya uydum ve parmaklarımı hayvanın yumuşak sırtında gezdirdim. Don Juan, elini gözlerime daha da yaklaştırdı, birden beni sinirsel kasılmalara sokan bir şeyin varlığını duyumsadım. Sincabın gözlükleri ve kocaman dişleri vardı.

“Japon’a benziyor,” deyip, sinirden kahkahalar atmaya başladım.

Kemirgen, don Juan’ın avucunun içinde büyümeye başladı. Gözlerimdeki yaşlar henüz kurumamışken, kemirgen öylesine büyüdü ki gözden kayboldu. Tam anlamıyla görüntü çerçevemin dışına çıkmıştı. Daha ben attığım kahkahanın sonuna gelmeden, her şey olup bitmişti. Yeniden baktığımda, ya da gözlerimi silip yeniden odakladığımda, don Juan’ı görüyordum. Sıranın üstünde oturmuştu, bense ne zaman kalktığımı anımsamamama karşın ayakta, önünde duruyordum.

Sinirliliğim bir an için dayanılmaz bir hal aldı. Don Juan dingince ayağa kalkıp, beni yerime oturttu, çenemi sol kolunun pazısı ile önkolu arasında sıkıştırdı, sonra sağ elinin parmak boğumlarıyla tam kafamın tepesine vurdu. Bu, bende elektrik akımının sarsıntısı gibi bir etki yarattı. Bir anda dinginleşmiştim.

Sormak istediğim çok şey vardı. Ama sözcüklerim, tüm bu düşüncelerin arasından çıkacak bir yol bulamıyorlardı. Birden, ses tellerimin denetimini yitirmiş olduğumun ayırdına vardım. Ne var, konuşmaya çabalamaktan vazgeçip sıranın arkalığına dayandım. Don Juan, güçlü bir sesle kendime çekidüzen vermemi ve düşkünlük göstermekten sakınmamı söyledi. Biraz sersemlemiştim. Egemen bir sesle notlarımı yazmamı buyurdu, sıranın altına düşen defterimle kalemimi alıp bana verdi.

Bir şey söylemek için aşırı çaba sarf etmiştim ki bir zarın yeniden her yanımı kaplamakta olduğunu açıkça hissettim. Don Juan güledursun, ben de zar yeniden patlayıncaya dek uflayıp puflayarak homurdanıp durdum.

Hemen yazı yazmaya başladım. Don Juan, bana yazdırırmış gibi tane tane konuştu.

“Bi savaşçının edimlerinden biri de hiçbi şeyin, kendisini etki altına almasına izin vermemektir,” dedi. “Böylece, şeytanın kendisini görse, bunu başkalarına kesinlikle söylemez. Savaşçının denetimi kusursuz olmalıdır.”

Yazmayı bitirmemi bekledi, ardından gülerek sordu, “Yazdın mı bunların hepsini?”

Bir lokantaya gidip yemek yememizi önerdim. Açlıktan ölüyordum. “Gerçek tonal” ortaya çıkıncaya dek beklememiz gerektiğini söyledi. Ciddi bir sesle, eğer “gerçek tonal” aynı gün ortaya çıkmazsa, görününceye dek o sırada oturup beklememiz gerekeceğini söyledi.

“Gerçek tonal nedir?” diye sordum.

“Tam anlamıyla doğru, dengeli ve uyumlu bi tonal. Bugün bi tane bulmalısın, ya da başka deyişle, erkinin bize bi tane getirmesi gerekir.”

“İyi de, öbür tonalların arasından nasıl ayırabilirim, bunu?”

“Kafanı takma buna. Ben sana gösteririm.”

“Neye benzer bu, don Juan?”

“Söylemesi zor, Biraz da sana bağlı. Bu senin gösterin, kurallarını da sen koyacaksın.”

“Nasıl?”

“Bilemem. Senin erkin, nagualın becerecek bunu.

“Kabaca altını çizmek gerekirse, her tonalın iki yanı vardır. Biri dış taraftır; adanın üstü, yüzeyi. Bu, eylemde bulunmaya yönelik sert ve pürüzlü yandır. Öteki kısım ise karar ve yargılamadır, ya da iç tonal. Daha yumuşak, daha duyarlı ve daha karmaşık.

“Gerçek tonal, her iki düzeyin yetkin bi uyum ve denge içinde olduğu tonal d ir.”

Don Juan konuşmayı bıraktı. Hava oldukça kararmıştı, not alırken zorlanıyordum. Gerinmemi ve dinginleşmemi istedi. Yorucu ama bi o kadar da yararlı bir gün geçirdiğimizi, “gerçek tonal”ın ortaya çıkacağından emin olduğunu söyledi.

Düzinelerle insan geçti önümüzden. On on beş dakika boyunca dingin bir sessizlik içinde oturduk. Sonra, don Juan birden ayağa fırladı.

“Vay canına, başardın! Kim geliyor, bak. Bi kız!”

Başıyla, parkı geçip, sıramıza doğru yaklaşmakta olan genç bir kadını imledi. Don Juan, genç kadının “gerçek tonal” olduğunu, şayet yanımızda duraklayıp ikimizden biriyle konuşursa bunun olağanüstü bir yora olacağını ve ne isterse yapmamız gerekeceğini söyledi.

Genç kadının hatlarını açıklıkla ayrımsayamıyordum, hâlbuki yeterince ışık vardı, henüz. Bir metre kadar yakınımıza dek geldi ama bize bakmadan geçip gitti. Don Juan, fısıltıyla, kalkıp onunla konuşmamı buyurdu.

Arkasından koşup yön sorma bahanesiyle konuşmaya başladım. Ona çok yakındım. Gençti, yirmi dört, yirmi beş yaşlarında olmalıydı. Orta boylu, çok çekici ve iyi giyimliydi. Gözleri parlak ve barışçıl bakıyordu. Konuşurken bana gülümsedi. İnsanı çeken bir yanı vardı. Üç Kızılderili’yi sevdiğim kadar sevdim onu da.

Geri dönüp yerime oturdum.

“Savaşçı mı o?” diye sordum.

“Pek değil,” dedi don Juan, Erkin, bi savaşçı getirebilecek kerte keskinleşmedi daha. Ama çok doğru bi tonalı vardı. Gerçek tonala dönüşebilecek bi tonal. Savaşçılar da bu soydan gelir, işte.”

Anlattıkları ilgimi çekmişti. Kadınlar da savaşçı olabilirler mi diye sordum. Sorum onu afallatmış gibi baktı.

“Elbet olabilirler,” dedi, “hatta bilgi yolunda erkeklerden daha da donanımlıdırlar. Ama erkekler bi parça daha esnektir, onlara oranla. Gene de, sonuç olarak kadınlar biraz daha avantajlıdır, dersem yanlış olmaz.”

Kadınların, onun bilgisi bağlamındaki yerlerini hiç konuşmamış olmamızın kafamı karıştırdığını söyledim.

“Sen bi erkeksin. Seninle konuşurken eril cins sözcükleri kullanıyorum, hepsi bu. Gerisi aynı.”

Ona daha çok soru sormak istedim, ama elinin bir devinimiyle konuyu kapattığını imledi. Yukarıya doğru baktı. Gökyüzü neredeyse kapkaraydı. Bulut kümeleri de çok karanlık görünüyorlardı. Gene de bulutların hafifçe portakal rengine çaldığı yerler de yok değildi.

“Günbatımı senin en iyi zamanındır,” dedi. “Bu genç kadının tam bu zamanda ortaya çıkması bi yoradır. O sırada tonal dan söz ediyorduk. Demek k, tonalınla ilgili bi yora bu.”

“Yoranın açıklaması nedir, don Juan?”

“Düzenlemelerini tamamlaman için pek az zamanın kaldığıdır. Kurduğun düzenlemelerin tutarlı olması gerekiyor, çünkü yenilerini yapacak zaman yok. Düzenlemeler ya şimdiden işlemeye başlar ya da bunlar düzenleme müzenleme değildir.

“Evine döndüğünde tüm savunma hatlarını denetlemeni öneririm. Berkitilmişler mi, iyice bak. İhtiyacın olacak.”

“Bana ne olacak, don Juan?”

“Yıllar önce, erkin peşine düştün. Acele etmeden, sinirlenmeden tüm kalbinle öğrenmek için ne gerekiyorsa yerine getirdin. Şimdi günün batınıma, kıyısına geldin artık.”

“Ne demek, bu?”

“Gerçek tonal için, tonal adası üstündeki her şey bi meydan okumadır. Başka deyişle, bu dünyadaki her şey savaşçı için bi meydan okumadır. En büyük meydan okuması, erkin peşine düşmesidir, tabii. Ama erk, nagualdan gelir, bi savaşçının da, kendini günün bitiminde bulması demek, nagualın saati, savaşçının erk saati yaklaşıyor demektir.”

“Tüm bunların anlamını henüz kavrayabilmiş değilim, don Juan. Yakında ölüyor muyum, yani?”

“Eğer yeterince salaksan,” dedi kısa kesercesine. “Daha yumuşak terimlerle söylersek, donuna doldurmaya hazır ol. Erkin peşine düştüydün. Bu istekte geri dönüş olmaz. Yazgına kavuştun, demiyorum. Çünkü yazgı mazgı yok. Söylenebilecek tek şey var, erkine kavuşmak üzeresin. Yora çok açıktı. Saçmalıkla geçirilemeyecek kerte az zamanın kalmış bulunuyor. Çok ince bi nokta bu. Şunu diyebilirim ki en iyi yanımız her zaman köşeye sıkıştığımızda, kılıç kafamızın üstündeyken ortaya çıkar. Başka türlü de olsun istemezdim ben, şahsen.”



--Tonalı Küçültmek


Çarşamba sabahı, saat dokuz kırk beş civarında otelden çıktım. Don Juan’la kararlaştırdığımız buluşma yerine ulaşmak için on beş dakikam vardı; yavaş yürüdüm. Beş ya da altı blok uzakta Paseo de la Reforma’nın köşelerinden birinde bir havayolu bürosunu buluşma noktası olarak seçmişti.

Bir dostumla birlikte yaptığım kahvaltımı yeni bitirmiştim. Benimle birlikte yürümek istedi, ama ben bir kızla buluşacağımı öne sürdüm. Bilerek, büronun bulunduğu yerin ters yönünde yürüdüm. Kendisini don Juan’la konuşturmamı sürekli isteyip duran bu dostumun, onunla buluşacağımı anlayıp beni izleyebileceğinden kuşkulanmıştım. Arkama döndüğümde onu görmekten korkuyordum.

Don Juan’ın, yolun karşı tarafındaki bir gazete tezgâhının önünde durduğunu gördüm. Karşıya geçmeye başladım, ama geniş bulvarı tehlikesizce geçebilmek amacıyla orta kaldırımda durup bekledim. Başımı amaçsızca çevirdiğimde, dostumun ardımdaki köşede durduğunu gördüm. Kendini denetlemekten yoksun olduğunu söylemek istermişçesine elini sallayıp utanarak güldü. Beni yakalamasına olanak tanımadan yolun karşısına fırladım.

Don Juan, başıma gelenleri anlamış gibiydi. Ona yaklaştığımda, omzumun üzerinden, belli etmeden bakarak, “Geliyor,” dedi. “Alt sokağa geçsek iyi olur.”

Bizim durduğumuz yere göre, Paseo de la Reforma’yı çaprazına kesen sokağı gösterdi. Hemen oraya yöneldim. O sokağa hiç girmemiştim, ama iki gün önce havayolu bürosuna gitmiştim. Kendine özgü konumunu görmüştüm. İşyeri, iki sokağın oluşturduğu keskin köşede yer alıyordu. İki sokağa da açılan birer kapısı vardı. Bu iki kapının arası üç üç buçuk metre kadar vardı. İki kapının arasındaki açıklık sayesinde bir sokaktan ötekine geçilebilirdi. Bu geçiş yolunun bir yanında masalar, öte yanındaysa veznesiyle, memurlarıyla dairesel bir tezgâh yeniliyordu. Oraya gittiğim gün büroda insan kaynıyordu.

Acele ettim, hatta koşmak istedim ama don Juan yavaş yürüyordu. İşyerinin çapraz sokaktaki kapısına vardığımızda, arkama bakmaya gerek kalmadan, dostumun bulvarı geçmek için koştuğunu ve bulunduğumuz sokağa girmek üzere olduğunu biliyordum. Bir çözüm umarcasına don Juan’a baktım. Omuzlarını kaldırdı. Çok sıkılmıştım, dostumun burnuna bir yumruk indirmekten başka bir şey düşünemiyordum. Tam o anda nefesimi bırakmış ya da iç geçirmiş olmalıydım. Çünkü bir sonra hissettiğim şey, don Juan’ın beni, kendi çevremde dönerek büronun kapısından içeri dalmama yol açan o inanılmaz itişi nedeniyle koyuverdiğim hava oldu. Bu müthiş darbe nedeniyle, neredeyse uçarak büroya girdim. Don Juan beni öylesine hazırlıksız yakalamıştı ki, bedenim en küçük bir direnç bile gösterememişti; korkum, onun bu deviminin sarsıntısıyla birleşmişti. Yüzümü koruma düşüncesi, kollarımı ister istemez öne doğru uzatmama neden olmuştu. Büronun ortasında sendeleyip dururken orta çapta bir baş dönmesi geçirdim. Dengemi neredeyse yitirmek üzereydim, düşmemek için inanılmaz bir çaba harcamam gerekmişti. Birkaç kez fırıldak gibi döndüm; devinimlerimin hızı nedeniyle görüntüm bulanıklaşmış gibiydi. İşlerine bakan bir müşteri kalabalığını belirsizce ayrımsamıştım. Çok rahatsız olmuştum. Herkesin, tüm bunlar olurken bana baktığını biliyordum. Aptal yerine konulmak ise rahatsızlıktan da öteydi. Zihnimden bir dizi düşünce yıldırım hızıyla akmıştı. Yüz üstü düşeceğimden emindim. Ya da bir müşteriye belki de ihtiyar bir bayana çarpıp onu yaralayacaktım. Daha da beteri, karşı taraftaki cam kapı kapanacak ve ben de cam kapıya bindirecektim.

Kafam böylesine karışıkken, Paseo de la Reforma tarafındaki kapıya ulaştım. Açıktı, hemen dışarı fırladım. O an tek düşüncem, soğukkanlılığımı yitirmeden sağa dönüp hiçbir şey olmamışçasına, bulvardan pazar yerine doğru yürümekti. Don Juan’ın bana ulaşacağından emindim ve ola ki, dostum çapraz sokakta yürümeyi sürdürmekteydi.

Gözlerimi açtım ya da daha ziyade, onları önümdeki alana odakladım. Neler olduğunu anlayıncaya dek uzun bir sersemlik anı yaşadım. Olmam gereken yerde, Paseo de la Reforma’da değil, iki kilometre uzağındaki Lagunilla çarşısındaydım.

Bunun ayırdına vardığım an öylesine yoğun bir şaşkınlık geçirdim ki, yapabildiğim tek şey aptalca çevreme bakınmak oldu.

Kendimi yönlendirmek amacıyla çevreme bakındım. Aslında, Mexico City’ ye ilk geldiğim gün don Juan’a rastladığım yere çok yakın olduğumu anladım. Belki de aynı noktaydı. Madeni paraların satıldığı sergi iki metre kadar uzağımdaydı. Kendime gelmek için inanılmaz bir çaba harcadım. Bir sanrı yaşamakta olduğum çok belirgindi. Başka türlü olması mümkün değildi. Çıktığım dükkâna girmek için çabucak geri döndüm, ikinci el kitap ve dergi satan sergilerden başka hiçbir şey göremedim. Don Juan sağ yanımda duruyordu. Yüzünde bir gülücük vardı.

Başımın içinde bir basınç vardı; genzime gazoz kaçmış gibi bir his. Bir şey söylemeye çalıştım. Herhangi bir şey. Ürkütücü bir öfke yükseliyordu içimden. Gözlerimden yanaklarıma yaş boşandığını hissettim. Don Juan, denetlenemez korkulara yenik düştüğümde hep yapmış olduğu gibi ayıplamadı bu kez beni. Onun yerine yavaşça kafamı tıpışladı.

“Hadi, hadi bakiyim Carlos, hadi küçüğüm,” dedi. “Aklını başına topla, emi.”

Yüzümü ellerinin arasında tuttu bir süre.

“Konuşmaya çabalama,” dedi.

Yüzümü bırakıp, çevremizde olup bitenleri gösterdi.

“Konuşmak için değil bu,” dedi. “Yalnızca izlemek için. İzle! Her şeyi izle!”

Gerçekten ağlıyordum. Ağlamaya karşı verdiğim tepki çok yabansıydı gene de. Hiç nedensiz dökülüyordu gözyaşlarını. O an kendimi deli gibi hissetmemin de bir önemi yoktu.

Çevreye bakındım. Tam sağımda kısa kollu, pembe bir gömlekle koyu gri bir pantolon giymiş, orta yaşlı bir adam vardı. Bir Amerikalıyı andırıyordu. Tombul bir kadın, belli ki eşi, adamın koluna girmişti. Adam elinde kimi bozuk paraları tutuyor, on üç on dört yaşlarında, tezgâh sahibinin oğlu olduğunu sandığım bir çocuk da adama bakıyordu. Çocuk adamın yaptığı her devinimi izliyordu. Sonunda adam paraları yerine bıraktı; çocuk da bir anda dinginleşti.

“Her şeyi izle!” dedi don Juan, yeniden.

İzlenecek, olağandışı hiçbir şey yoktu. İnsanlar gelip geçiyor, her yöne gidiyorlardı. Çevreme bakındım. Dergi tezgâhı işlettiğini sandığım bir adam beni gözlüyordu. Uykuya dalmak üzereymiş gibi, sürekli gözlerini kırpıştırdı. Yorgun ya da hasta gibiydi, keyifsiz görünüyordu.

İzlenecek bir şey olmadığını, en azından gerçekten önemli bir şey olmadığını hissettim. Önümdeki sahneye bir göz attım. Dikkatimi herhangi bir şey üzerinde yoğunlaştırmamın olanaksız olduğunu bulguladım. Don Juan yürüyerek etrafımda bir çember çizdi. Bendeki bir şeyi değerlendirir gibi davranıyordu. Başını salladı, dudaklarını büzdü.

“Gel, gel,” dedi, beni yavaşça kolumdan tutarak.

Yürümeye başladığımız an bedenimin çok hafiflemiş olduğunu ayrımsadım. Aslında, ayaklarımın altında sünger varmış gibiydi. Sanki kalın bir kauçuk tabakasıyla kaplıydı, ya da yay takılmıştı.

Don Juan bu durumun bilincinde olmalıydı; kaçmamı önlemek istercesine, sıkıca tuttu beni; bir balon gibi uçup gitmemden korkuyormuş gibi beni yere doğru bastırdı.

Yürüyünce daha iyi oldum. Sinirliliğim, yerini hoş bir rahatlık duygusuna bıraktı.

Don Juan yeniden her şeyi izlemem konusunda diretti. Seyretmek istediğim hiçbir şeyin olmadığını, çarşıdaki insanların yaptıklarının beni ilgilendirmediğini, gerçek bir şey parmaklarımın arasından kayıp giderken, para ve eski kitap satın alan bir adamın şapşalca hareketlerini, aptalca bir görev duygusu içinde izlemeye hiç mi hiç niyetim olmadığını söyledim ona.

“Nedir o gerçek bir şey?” diye sordu.

Yürümeyi kesip, hiddetle ona önemli olan şeyin, bana ne yapıp da büroyla bulunduğum yer arasındaki uzaklığı birkaç saniyede aşmış gibi hissetmeme neden olduğunu söyledim.

O anda beni bir titreme aldı, hastalanacağımı anladım. Don Juan, ellerimi karnımın üstüne yerleştirdi.

Çevresini göstererek, güvenli bir sesle, en önemli şeyin gördüğümüz günlük etkinlikler olduğunu söyledi.

Beni sıkıyordu. Bedenimin kendi çevresinde dönüp duruyormuş gibi olduğunu hissettim. Derin bir nefes aldım.

“Ne yaptın, don Juan?” diye sordum, zorlama bir kayıtsızlıkla.

Güven verici bir sesle, bunu ne zaman istersem anlatmaya hazır olduğunu, ama çevremizde olup bitenleri seyretmenin o an için en çok önem taşıdığını, zira bunların bir kez daha yinelenmeyeceğini söyledi. Buna bir itirazım yoktu. Tanığı olduğum sahne tüm bütünlüğü içinde bir daha asla yinelenmeyecekti. Buna benzer etkinlikleri her zaman seyredebilirim, düşüncesindeydim. Öte yandan, hangi biçimle olursa olsun uzaklardan buraya taşınmış olmam düşüncesinin paha biçilmez bir önemi vardı.

Bu düşüncemi dile getirdiğimde, don Juan, söylediğim şey sanki ona acı veriyormuş gibi başını salladı.

Konuşmadan yürüdük bir süre. Bedenim ateş içinde yanıyordu. Ellerimin tersinin ve tabanlarımın çok sıcak olduğunu ayrımsadım. Bu alışılmadık ateş burun deliklerime ve göz kapaklanma da yerleşmiş gibiydi.

“Ne yaptın, don Juan?” diye sordum, yakınırcasına.

Yanıtlamadı ama göğsümü tıpışlayıp güldü. İnsanların kırılgan yaratıklar olduklarını, düşkünlük göstererek iyice kırılganlaştıklarını söyledi. Çok ciddi bir sesle, yok olmak üzere olduğumu düşünmememi, kendimi sınırlarımın sonuna dek zorlayıp, dikkatimi dış dünyaya vermemi söyledi.

Çok yavaş adımlarla, yürümeyi sürdürdük. Zihnim çok meşguldü. Hiçbir şeye dikkat edemiyordum. Don Juan durdu, konuşmakla konuşmamak arasında gidip gelir gibiydi. Bir şey söylemek için ağzını açtı, sonra fikrini değiştirir gibi oldu, gene yürümeyi sürdürdük.

“Buraya geldin; sana olan bu işte,” dedi birden dönüp bana bakarak.

“Peki, nasıl oldu?”

Bilmediğini, tek bildiği şeyin, yeri benim seçmiş olduğumu söyledi.

Açmazımız yürüdükçe artıyordu. Aşamaları öğrenmek istedimse de en önemli şeyin yer seçimi olduğunda ve burayı neden seçmiş olduğumu bilmediğime göre konuşacak bir şey kalmadığında diretti. Gereksiz bir düşkünlük olarak gördüğü, her şeyi mantık çerçevesinde görme takıntımı öfkelenmeden eleştirdi. Açıklama peşine düşmeden, yalnızca edimde bulunmanın daha yalın ve etkileyici olduğunu, deneyimlerim hakkında konuşarak ve düşünerek, bunları ziyan ettiğimi söyledi.

Bir süre sonra, bu yeri terk etmemiz gerektiğini, çünkü burasını bozduğumu, bunun da benim için çok zararlı olabileceğini söyledi.

Pazar yerini bırakıp Alameda Parkı’na yürüdük. Çok yorulmuştum. Bir sıraya çökercesine oturdum. Sonra aklıma, saate bakmak geldi. Saat 10.20’ydi. Dikkatimi yoğunlaştırmak için büyük bir çaba harcadım. Don Juan’la buluştuğumuzda saatin tam olarak kaç olduğunu anımsamıyordum. On civarında olması gerektiğini hesapladım. Çarşıdan parka yürümemiz on dakika sürmemişti bile. Bu hesapla, geriye on dakika kadar bir süre kalıyordu.

Don Juan’a hesaplamalarımdan söz ettim. Güldü. Gülüşünden, hakkımda düşündüklerini gizlediğini anlamıştım, yüzündeki ifadede de bu düşünceme karşı gelen bir şey göremedim. “Benim deva bulmaz bir salak olduğumu düşünüyorsun, değil mi, don Juan?”

“Hah!” diye imleyerek yerinden fırladı.

Tepkisi öyle beklenmedik bir anda geldi ki, aynı anda ben de yerimden fırladım.

“Hislerimin neler olduğunu düşünüyorsun tam olarak, söyle bana,” dedi, duygularımı paylaşırcasına.

Hislerini biliyordum, sanırım. Onları ben hissediyormuş gibiydim. Ama bunları dile getirmeye çalışınca, konuşamadığımı gördüm. Konuşabilmek için olağanüstü çaba harcamam gerekiyordu.

Don Juan, onu “görmek” için henüz yeterince erkim olmadığını söyledi. Ama hiç kuşkusuz, neler olduğuna ilişkin açıklamalar bulmak amacıyla “görmeyi” becerebiliyormuşum.

“Çekinme,” dedi. “Tam olarak ne görmektesin, söyle bana.”

Birden, çok yabansı bir düşünce belirdi, uyumadan önce zihnime doluşan düşüncelere çok benziyordu. Düşünceden de ileri bir şeydi; bunu betimleyebilmek için, bütün, tam bir görüntüydü demek yerinde olurdu. İçinde bir dolu kişinin yer aldığı bir tablo gördüm. Tam önümdeki kişi, bir pencere pervazına dayanmış bir adamdı. Çevrenin ötesindeki alan belirgin değildi. Ama adam ve çerçeve açık seçik belli oluyordu. Bana bakıyordu; başı hafifçe sola dönüktü; bana göz ucuyla bakıyordu. Gözlerini, beni odakta tutmak amacıyla oynattığını görebiliyordum. Sağ dirseğiyle pencereye yaslanmıştı. Elini yumruk biçimine getirmişti, kasları sıkılıydı.

Tabloda, adamın solunda bir başka görüntü vardı. Uçan bir aslandı bu. Ama başı ve yelesi aslan olan bu hayvanın bedeninin alt kısımları beyaz kıvırcık tüylü bir Fransız kanişine aitti.

Dikkatimi bu yaratığın üzerine odaklamışken, adam dudaklarıyla çok canlı bir ses çıkardı, başını ve gövdesini pencerenin dışına çıkarttı, tüm bedeni, bir şey onu itiyormuş gibi dışarı uğradı. Bir süre, parmaklarının ucundan çerçeveye asılı kaldı, orada sarkaç gibi sallandı. Sonra, kendini aşağı bıraktı.

Tüm bedenimle aynı düşüş duygusunu yaşadım. Kurşun gibi bir düşme değildi bu, önce yavaş bir iniş, sonra da hızı kesilmiş biçimde, havadan süzülme. Adamın ağırlığı yoktu. Bir an asılı kaldı, sonra denetlenemeyen bir güç, tablodaki bir çatlaktan onu emmiş gibi, birden görüntüden çıktı. Bir saniye sonra, bana pencereden göz ucuyla bakıyordu. Sağ koluyla pencerenin eşiğine dayanmıştı. Yalnız, bu kez, öbür eliyle bana güle güle dercesine el sallıyordu.

Don Juan, “görmemin” aşırı derecede ayrıntılı olduğu yorumunda bulundu.

“Bundan daha iyisini becerebilirsin,” dedi. “Bana, ne olduğunu açıklamak istiyorsun. İyi, o halde ben de bunu yapman için görmeni kullanmanı istiyorum. Gördün, ama bi dolu anlamsız şey gördün. Bu tür bilgi bi savaşçı için gereksizdir. Neyin ne olduğunu ortaya çıkarmak çok zaman alır. Görme, dolaysız olmalıdır, çünkü bi savaşçının ne gördüğünü çözümlemeye zamanı yoktur. Görme, görmedir, tüm bu saçmalığı delip geçer, ve sana ulaşır.”

Gördüklerimin gerçekten “görme” değil de bir sanrı olabileceğini düşünüp düşünmediğini sordum. Ayrıntıların girildiği nedeniyle bunun “görme” olduğunu anlamış olduğunu, ama bunun o anın bağlamına uygun düşmediğini söyledi.

“Gördüklerimin hiçbir şey açıklamadığını mı düşünüyorsun?” diye sordum.

“Tabii ki açıklıyor. Ama senin yerinde olsam bunu çözümlemekle zaman yitirmezdim. Görme, en başlarda adamın kalasını karıştırır, çok çabuk yitip gidebilirsin. Savaşçı güçlendikçe, görmesi de olması gerektiği gibi olur, yani dolaysız bilgi.”

Don Juan konuşurken, o bilinen duygu boşluklarından birine düşmüştüm gene, ayrıca, daha önce bildiğim bir şeyi, bulanıklaştığı için gözümden kaçan bir şeyi açığa çıkarmak üzere olduğumun ayırdına da vardım. Büyük bir uğraş vermeye başlamıştım. Açığa çıkarmak istediğim bilgiye ulaşmaya çabaladıkça, onun daha da dibe battığını hissediyordum.

"Şu senin görmen çok... çok düşseldi,” dedi don Juan. Sesinin tınısıyla sarsıldım.”

"Bi savaşçı önce soru sorar, ve görme yoluyla bi yanıt alır; ne var, bu yanıt, yalın bi yanıttır, Fransız finosu uçurmaya dek varmaz hiçbi zaman.”

Bu betimlemesi karşısında gülmeye başladık. Yarı şakalaşırcasına, ona aşırı sert olduğunu, bu sabah başıma gelenleri yaşayan herkesin bir parça anlayışa gereksinme duyabileceğini söyledim.

"Kolay bi çıkış olurdu,” dedi. “Düşkünlüğün yoludur bu. Her şeyin senin başına geldiği düşüncesiyle dağılmaktasın. Bi savaşçı gibi yaşamıyorsun.”

Savaşçının yolu dediği şeyin birden çok yüzü olduğunu, bunların tümünün gereklerini yerine getirmenin olanaksızlığını, üstelik bunun anlamının yalnızca yeni örneklerle karşılaştığımda açığa çıkacağını düşündüğümü söyledim ona.

"Bi savaşçının uyması gereken başlıca kurallardan biri de,” dedi, “kararlarını, sonradan olacakların kendisini habersiz yakalayıp erkini azaltmasına olanak tanımayacak biçimde almasıdır.

“Savaşçı olmak, alçakgönüllü ve uyanık olmak demektir. Bugün gözünün önündeki sahneyi seyretmekle yükümlüydün, tüm olanların nasıl gerçekleştiğine hayıflanmakla değil. Dikkatini yanlış yöne odakladın. Sana anlayışlı davranmak isteseydim, bu ilk kez başına geldiği için hazırlıksızdın diyebilirdim. Ama buna izin yok. Çünkü buraya bi savaşçı gibi geldin, ölmeye hazır olarak! İşte bu nedenle, bugün olanlar, henüz kıçın açıkken yakalamamalıydı seni.”

Korku ve şaşkınlık düşkünlüğü gösterdiğimi itiraf ettim.

"Şöyle desek daha doğru olur; bu kez bana geldiğinde unutmaman gereken başlıca kural, ölmeye hazır olmandı,” dedi. “Eğer ölmeye hazır olarak gelebilseydin, ne şaşkınlık yaşardın ne de bi şeylere takılıp kalırdın. Hiçbi şey beklemediğin için de her şey yerli yerine oturmuş olurdu.”

“Söylemesi kolay, don Juan. Bense dinleyen taraftayım. Tüm bunları yaşaması gereken benim.”

“Tüm bunları yaşaman gerekmez. Sen bunların tümüsün zaten. Büyücülüğün kötü dünyasıyla gücünü birleştirme konusunda verdiğin karar tüm bu oyalayıcı karışıklık hislerini yakıp kül etmeye yetineli, tüm bunların senin dünyan olduğu hissini sana vermeliydi.”

Sıkıntılı ve üzüntülüydüm. Don Juan’ın edimlerinin, ne denli hazırlıklı olsam da, onunla her buluştuğumda bana yarı akıllı, dırdırcı bir insan gibi davranmaktan başka çıkar yol bırakmadığı düşüncesi beni paramparça elti. Gazaba geldim ve artık yazı yazmak istemedim. O an, notlarımı yırtıp her şeyi çöp bidonuna atmak geldi içimden. Eğer don Juan gülerek elimi tutup beni caydırmasaydı, yapacaktım da.

Alaycı bir tavırla, “tonal”ımın gene kaçırmak üzere olduğunu söyledi. Çeşmeye gidip enseme ve kulaklarıma su çırpmamı öğütledi.

Su iyi gelmişti. Uzunca bir süre konuşmadık.

“Yaz, yaz,” dedi sonunda don Juan, dostça bir titremle. “Defterin, bugüne dek becerebildiğin tek büyü desek yalan olmaz. Yırtmak, kendini ölüme hazır etmenin bi başka yolu. Sayısız huysuzluklarından biri olurdu bu, ya da şimşek gibi çakan bi huysuzluk, ama kesinlikle bi değişiklik olmazdı, ha! Savaşçı dediğin, tonal adasını terk etmez, bilakis kullanır.”

Hızlı bir devinimle çevremi göstererek defterime dokundu.

“Senin dünyan bu. Reddedemezsin. Kendine kızıp, kırılmak gerekmez. Tüm bunlar, kişinin tonalının bi iç savaşa giriştiğini gösterir; kişinin, tonalıyla savaşmasıysa düşünebileceğin en anlamsız didişmedir bence. İşin başında, ağlamamayı, hayıflanmamayı öğretmiştim sana. Şimdi senin içinde bi savaş yok artık, olmaması gerek, çünkü savaşçının yolu uyumdur -kararla eylem arasındaki uyum öncelikle, ikinci olarak da tonalla nagual arasındaki uyum.

"'Seni tanıdığımdan bu yana hem tonalınla hem de nagualınla konuştum. Yönergeler böyle verilir.

"Başlangıçta, tonalla konuşmak gerekir. Denetimi bırakması gereken, tonaldır. Ama bunu kıvanç içinde yapmasını sağlamak gerekir. Senin tonalın örneğin, kimi denetimleri fazla savaşmaksızın bıraktı, neden, çünkü öylece kalırsa, özünün bütünselliğinin şimdiye kadar ölmüş olacağını anladı. Başka deyişle, tonal, kendisini sıkıntıya boğan, kendine önem verme, düşkünlük gösterme gibi tutumlardan vazgeçmesini bilir. Ama asıl bela da burada yatar; tam kıvançla vazgeçeceği anda yapışıverir bu saçmalıklara. Sana düşen görev, tonalı özgür ve akışkan olacağına inandırabilmektir. Bi büyücünün her şeyden önce buna gereksinmesi vardır: sağlam ve özgür bi tonala. Sağlamlaştıkça, sağa sola yapışması azalır. Bunu başarmanın en kolay yolu, tonalı küçültmektir. Bu sabah da aynı şey oldu, tonalın küçültme fırsatını yakaladım. Bi an için düşünemiyordun, acelen vardı ve zihnin bomboştu, işte onu seni itmek için kullandım.

“Tonal, kimi zaman küçülür, özellikle de sıkıldığında. Aslında, tonalın özelliklerinden biri de utangaçlıktır. Bu utangaçlık, öyle gerçek bir sorun oluşturmaz. Ama tonalın hazırlıksız yakalandığı kimi anlar vardır, bunun neden olduğu utangaçlık da onu ister istemez küçültür.



“Bu sabah bir santimetre küplük şansımı kullandım. Büronun açık kapısını ayrımsayıp seni içeri itiverdim. İtme, tonal küçültme tekniklerinden biridir ve tam anında yapılmalıdır; bunun için de itecek olan kişinin görmeyi bilmesi gerekir, tabii.

"Kişi itildiğinde ve böylece tonalı küçüldüğünde, nagualı, devinime geçmişse eğer, bu devinim ne denli küçük olursa olsun denetimi ele alır ve inanılmaz işler başarır. İşte, nagualın, bu sabah her şeyi ele aldı ve sonuçta sen de kendini çarşıda buldun.”

Bir süre sessiz kaldı. Soru sormamı bekliyor gibiydi. Birbirimize bakıp durduk.

"Nasıl oluyor, gerçekten bilmiyorum,” dedi, düşüncelerimi okumuş gibi. "Tüm bildiğim, nagualın akla hayale gelmeyecek işlerin üstesinden gelebildiği.

“Bu sabah izlemeni istedim senden. Gözünün önündeki sahne, her ne olursa olsun, paha biçilmez bi değer taşıyordu senin için. Ama öğüdümü dinlemek yerine, kendine acıma ve kafanın karışması gibi lüks düşkünlükler gösterip, izlemekten vazgeçtin.

“Bi ara, tümüyle nagual olmuştun da konuşamıyordun. İşte o an izleme zamanıydı. Sonra, temalın, yavaşça denetimi yeniden ele aldı; ben de seni temalınla nagualın arasında ölümcül bi savaşa itmek yerine buraya getirdim.”

“Peki, sahnede ne vardı, don Juan. Bu kerte önemli olan şey neydi?”

“Bilemem. Yaşayan ben değilim.”

“Ne demek istiyorsun?”

“Senin deneyiminde bu, benim değil.”

“Ama sen de oradaydın, öyle değil mi?”

“Hayır. Sen tek başınaydın. Sana, her şeyi izle dedim, çünkü sahne senin sahnendi.”

“Ama sen yanımdaydın, don Juan, değil mi?”

“Hayır. Neyse, konuşmanın gereği yok. Söyleyeceğim hiçbi şeyin anlamı olmayacak, çünkü o sırada nagualın zamanındaydık. Nagualın işleri beden yoluyla anlaşılır, akılla değil.”

“Benimle birlikte değildiysen, sen olduğunu gördüğüm kişi ya da şey kimdi peki, don Juan?”

“Bendim, ama orda değildim.”

“Neredeydin o halde?”

“Şenle birlikteydim, ama orda değildim. Senin çevrendeydim, ama nagualının seni götürdüğü o belirgin yerde değildim, diyelim.”

“Yani, çarşıda olduğumuzu bilmiyordun mu demek istiyorsun?”

“Hayır, bilmiyordum. Yalnızca peşini bırakmamaya çabaladım, seni yitirmemek amacıyla.”

“Ama bu tümüyle korkunç, don Juan.”

“Nagualın zamanındaydık, orda korku verici hiçbi şey yoktur. Bundan daha fazlasını başarma yetimiz var bizim. Bu biz ışıldayan varlıkların doğasında var. Tek hatamız, bu yorucu ama uygun adada kalma konusunda diretmektir. Tonal ise kötü adamı oynar, ama bu böyle olmamalıdır.”

Anımsayabildiklerimi anlatmaya koyuldum. Göğün durumunu sordu; günışığı, bulut ya da güneş var mıymış, gürültü duymuş muydun, olağandışı kişi ya da olayların görüntüsünü yakalayabilmiş miydim? Kavga eden var mıydı, bilmek istedi. Ya da insanlar bağırıyor muydu; eğer öyleyse ne diyorlardı?

Sorularının hiçbirini yanıtlayamadım. Yaşadıklarımı, belirgin yüzeysel değeriyle, birkaç saniye boyunca içinden “geçip gittiğim,” doğruluğu belgelenmiş bir önerme biçiminde kabul etmiştim; don Juan’ın bilgisi sayesinde de, tüm nesnel gerçekliğimle çarşıya iniş yapmayı başarabilmiştim—-işte gerçek buydu.

Tepkilerim, böylesi bir önermenin doğrudan sonucu olabilmişti ancak. Yöntemleri, çömezlere açıklanan bilgileri, “neyin nasıl yapılacağını” bilmek istemiştim. İşte bu nedenle, sıradan bir olayın sıradan oldu-bittileri olduklarına inandığım şeylerini gözlemeye özen göstermemiştim.

“Çarşıdakiler beni gördüler mi dersin?” diye sordum.

Don Juan yanıtlamadı. Bir kahkaha patlatıp yumruğuyla hafifçe vurdu bana.

İnsanlarla bedensel ilişki kurup kurmadığımı anımsamaya çalıştım ama belleğim bana ihanet etti.

“Havayolları bürosundakiler, içeri daldığımda ne gördüler?”

“Bi kapıdan diğerine, sendeleyerek geçen bi adam görmüş olmalılar.”

“Peki, havaya karışıp ortadan yok olduğumu gördüler mi?”

“Bu sorduğun, nagualın üstesinden gelmesi gereken bi şeydi. Neler oldu bilemem. Sana diyebileceğim tek şey, telciklerden örülü, ışıldayan varlıklar olduğumuzdur. Kütlesi olan bedenli varlıklar olduğumuz düşüncesiyse doğrudan, tonala özgü bi düşüncedir. Tonal küçülünce ise olağanüstü işler çıkabilir ortaya. Tabii, tonal açısından olağanüstü işler.

“Nagual için, senin bugün başına gelenleri başarmak çocuk oyuncağı kalır. Özellikle de çok daha zorlu işlerin üstesinden gelmiş olan senin nagualın için. Aslına bakarsan çok daha tekinsiz bi şeye de girişmişti. Ne olduğunu hissedebiliyor musun?”

Kafama bir anda milyarlarca soru ve duygu üşüştü. Her yanımı kaplamış olan dinginlik duygusu, şiddetli bir rüzgâr nedeniyle uçup gitmişti sanki. Bedenim, karanlık bir çukurun kenarında olduğumu hissedebiliyordu. Gizemli ama somut bir bilgi parçasıyla savaştım bir süre. Bir şey kendisini bana göstermek isterken benim inatçı bir parçam bunu örtmek istiyor gibiydi. Bu tepişme beni aşama aşama, bedenimi hissedemeyinceye dek aptallaştırdı. Ağzım açık, gözlerim yarı kapalıydı. Yüzümün gittikçe sertleşerek, sonunda, kurumuş bir cesedin sararmış derisinin kafatasına yapıştığı gibi yapışacağını göreceğim hissine kapıldım.

Bunun ardından bir sarsıntı yaşadım. Don Juan, elinde boş bir su kovasıyla önümde duruyordu. Beni ıslatmıştı. Öksürdüm, yüzümdeki suyu sildim, ardından, sırtımda buz gibi bir başka dalganın yayıldığını hissettim. Oturduğum yerden fırlayıp kalktım. Don Juan sırtıma da su dökmüştü.

Bana bakıp gülen bir grup çocuk vardı. Don Juan bana gülümsedi. Birlikte otelime gitmemizi, üstümü değiştirmemin iyi olacağını söyledi. Beni parktan çıkardı. Taksi beklerken, bir süre kaldırım taşlarının kenarında durduk.


Saatler sonra, yemeğimizi yiyip, dinlenmemizin ardından, don Juan’la ben, kilisenin yanındaki parkın en sevdiğimiz sırasının üstünde oturuyorduk. Dolaylı yoldan, o gün göstermiş olduğum yabansı tepki konusuna döndük. Don Juan çok dikkatliydi. Beni, doğrudan suçlamadı.

“Böyle şeylerin olduğu bilinir,” dedi. “Nagual, yüzeye çıkmayı öğrenir öğrenmez, hiçbi denetim olmadan açığa çıkıp tonalda büyük zararlara yol açabilir. Ama senin durumun özel. Düşkünlük göstermeyi öylesine abarttın ki, ölebilirsin ve bunu kafana takmayabilirdin, ya da daha da kötüsü ölmekte olduğunu bile anlayamayabilirdin.”

Ona, tepkimin, bana, “nagual”ımın yaptıklarını hissediyor muyum, diye sorduğu anda başladığını söyledim. Ne demek istediğini anladığımı düşünmüş, ama bunun ne olduğunu tanımlamaya kalkar kalkmaz duru biçimde düşünemediğimin ayırdına varmıştım. Baş dönmesi gibi, hiçbir şeyin gerçekten önemi yokmuş gibi kayıtsızlık duygusuna kapılmıştım. Sonra, bu duygu büyüleyici bir yoğunlaşmaya dönüşmüştü. Sanki yavaşça dışarı doğru emiliyordum. Dikkatimi çeken ya da tuzağa düşüren şey ise meşum bir bilginin bana açıklanmak üzere olduğuna ilişkin açık seçik bir duygu ile hiçbir şeyin bunu bölmesine izin vermemesi isteğimdi.

“Sana açıklanacak şey ölümündü,” dedi don Juan. “Düşkünlük göstermenin tehlikesi bu, işte. Çok abartan bi kişiliğin olması nedeniyle senin için özellikle geçerli. Tonalın düşkünlük göstermeye öylesine alışmış ki, özünün bütünselliğini tehlikeye atıyor. Korkunç bi var olma biçimi bu, be!”

“Ne yapabilirim?”

“Biri, ötekini destekleyinceye dek tonalın akılla, nagualınsa eylemlerle güvence altına alınmalı. Sana dediydim, tonal, egemendir ama çabucak da yaralanabilir. Naguala gelince, hiç ya da nerdeyse hiçbi edimde bulunmaz. Ama bi de eyleme geçerse, tonalı öyle bi korkutur ki...

“Bu sabah, tonalın çok korktu da kendiliğinden büzüştü, böylece nagual işi ele aldı.

“Yaramaz bi köpeği yerine göndermek istermiş gibi, nagualını sarsabilmek amacıyla parktaki fotoğrafçılardan birinden bi kova su ödünç aldım. Her ne olursa olsun, tonal korunmalı. Egemenliği elinden alabilirsin, ama uzakları gören bi danışman olarak yanında tutmalısın onu.

“Tonala yöneltilen ciddi bi tehdit ölümle sonuçlanır daima. Tonal ölürse, insan da ölür. Tonal, zayıflığı nedeniyle kolayca yok edilebilir. Savaşçının sanatlarından biri de, nagualı, tonala destek verecek biçimde ortaya çıkarmasıdır. Sanat sözcüğünü kullanıyorum, çünkü büyücüler nagualı ortaya çıkarmanın yalnız tonalı desteklemekle mümkün olabileceğini çok iyi bilir. Anlıyor musun? İşte, bu desteğe kişisel erk adı verilir.”

Don Juan ayağa kalktı, gerindi, arkaya doğru yaylandı. Ben de kalkmaya niyetlendim, ne var, don Juan beni yumuşakça yerime oturttu.

“Alacakaranlığa dek bu sıranın üstünde oturman gerek, ahbap,” dedi. “Benim gitmem gerekiyor şimdi. Genaro dağlarda bekler beni. Üç gün içinde evine gel, orda buluşuruz, emi?”

“Genaro’nun evinde ne yapacağız?” diye sordum.

“Yeterince erkinin olmasına bağlı,” dedi, “Genaro sana nagualı gösterebilir.”

O aşamada dile getirmem bir şey daha vardı. Takım elbisesinin, yaşamının bir parçası mı, yoksa beni şaşırtmak için uygulanmış bir yöntem mi olduğunu bilmem gerekiyordu. Edimlerinin hiçbiri, bu giysiyi giymesi kadar yıkıntıya uğratmamıştı beni. Durumun kendi içinde ürküntü verici olması bir yana, don Juan’ın kendisi de pek heybetli olmuştu. Bacaklarına gençlere özgü bir çeviklik gelmiş. Ayakkabı giymekle denge noktası değişmişti sanki, alıştığımdan daha uzun ve emin adımlar atıyordu.

“Bu takımı giyer misin hep?” diye sordum.

“Evet,” diye yanıtladı, çekici bir gülüşle. "Daha başkaları da var. Ama daha da çok korkmayasın diye, değişik bi takım giymek istemedim bugün.”

Ne düşüneceğimi bilemedim. Yolun sonuna vardığımı hissettim. Eğer don Juan takımı giyip bu kerte heybetli görünüyorsa, her şey mümkündü, demek ki.

Kafamı karıştırdığından memnum olmuş gibi gülüyordu.

"Hisse senetlerim var benim,” dedi gizemli ama içten bir sesle, ardından yürüyüp gitti.


Ertesi Perşembe sabahı, bir dostumdan benimle don Juan’ın beni itmiş olduğu havayolu bürosunun karşısından Lagunilla çarşısına dek yürümesini istedim.

Bizi oraya ulaştıracak en kestirme yolu seçtik. Tümünü yürümek otuz beş dakikamızı aldı. Çarşıya ulaştığımızda yönümü bulmaya çalıştım. Başaramadım. Durduğumuz geniş caddenin köşesindeki giysi dükkânına yöneldim.

Elindeki fırçayla bir şapkayı dikkatle temizleyen genç bir kadına, “Affedersiniz,” dedim. "Madeni para ve sahaf tezgâhları nerede acaba?”

“Bizde yok,” dedi sinirli bir sesle.

“Ama, bu çarşıda bir yerlerde, dün gördüm daha.”

“Şaka mı bu?” deyip tezgâhın ardına geçti.

Peşinden seğirtip, seyyar tezgâhların nerede olduğunu söylemesi için yalvardım ona.

“Dün görmüş olamazsınız,” dedi. “O tezgâhlar yalnızca Pazar günleri, şu duvarın orada açılır. Haftanın diğer günlerinde göremezsiniz onları burada.”

“Demek yalnızca Pazar günleri,” dedim, kendimi bilmeden.

"Evet. Yalnızca Pazarları, kural bu. Öbür günler trafiğin akışını önleyebiliyorlar.”

Arabayla dolu geniş caddeyi gösterdi.



--Nagualın Zamanında


Don Genaro’nun evinin önündeki yokuşu koşarak çıktığımda, don Juan’la don Genaro’yu evin önündeki süpürülmüş alanda otururken buldum. Bana gülümsediler. Gülüşlerinde öylesine bir sıcaklık ve saflık vardı ki bedenim o an kaygıyla kasılıverdi. Koşuyorken yürüyüş konumuna geçtim. Onlara selam verdim.

“Nasılsın?” diye sordu don Genaro, aşırı sevecenlik dolu bir sesle, ardından hep birden gülüşmeye başladık.

“Çok iyi görünüyor,” diye araya girdi don Juan, ben yanıtlamadan önce.

“Bunu görüyorum,” dedi don Genaro. “Şu çifte çeneye bak bir! Hele gerdandaki şu yağ tabakalarına bak!”

Don Juan kahkahaları koyuverirken midesini tuttu.

“Yüzün yuvarlaklaşmış,” diye sürdürdü don Genaro. “Neler yapıyordun? Tıkınıyor muydun?”

Don Juan ona, yaşamımın henüz çok yememi gerektirdiği konusunda şaka yollu bir güvence verdi. Çok dostane biçimde yaşamımla dalga geçtiler. Don Juan, aralarına oturmamı istedi. Güneş daha o sırada batıdaki koca sıradağların ardına girmişti.

“Nerde senin şu ünlü defter?” diye sordu don Genaro, defterimi cebimden çıkardığımda da, “Yaşasın!” diye bağırıp onu elimden aldı.

Beni öylesine özenle izlemişti ki tüm tavırlarımı ezbere biliyordu. Defteri iki eliyle tutup ne yapacağını bilmezmiş gibi, sinirli sinirli oynadı durdu. İki kez fırlatıp atma aşamasına gelerek, kendini zor tutarmış gibi yaptı. Sonra da, dizlerinin arasına sıkıştırıp, benim yaptığım gibi, ateşli bir biçimde yazmama öykündü.

Don Juan’ın gülmekten tıkanmasına ramak kalmıştı.

“Ben gittikten sonra ne yaptın?” diye sordu.

Don Genaro sırtüstü düşüp, ağzıyla yere çarpan bir kafanın o tok sesini çıkardı. Göz ucuyla bana bakıp sırıttı.

“Gitmem gerekiyordu,” dedim. “Hafta içi günlerde seyyar tezgâhların kurulmadığını öğrendim, hem.”

İkisi de gülmeye başladı. Sonra, don Juan soru sormamın yeni hiçbir şey ortaya çıkarmayacağını söyledi.

“Ne oldu gerçekten, don Juan?” diye sordum.

“İnan bana, bilmiyorum,” diye kestirip atlı. “Bu konularda eşitiz seninle. Benim sana göre tek avantajım naguala nasıl gidileceğini biliyor, seninse bilmiyor olmalıdır. Bunun dışında senden daha fazla bi şey bilmiyorum.”

“Gerçekten o çarşıya gittim mi ben, don Juan?” diye sordum.

“Tabii. Sana nagualın, savaşçının hizmetinde olduğunu söylemiştim. Öyle dimi, Genaro?”

“Doğru!” diye bağırdı don Genaro patlayan bir sesle ve bir sıçrayışta ayağa kalktı. Sanki kendisini yere uzanır konumda, dimdik ayağa kaldırmak için sesiyle yeri itmişti.

Don Juan, gülmekten yerlerde kıvranıyordu. Kayıtsız bir havaya bürünmüş olan don Genaro gülünç bir biçimde yere kadar eğilip bize veda etti.

“Genaro seni yarın sabah görecek,” dedi don Juan. “Şimdi, tam bi sessizlik içinde oturmalısın şurada.”

Başka tek bir sözcük etmedik. Saatler süren sessizliğin ardından uyuyakalmıştım.


Saatime baktım. Neredeyse, sabahın altısını gösteriyordu. Don Juan, doğu ufkundaki yoğun bulut kümelerini izleyerek yağmurlu bir gün olacağı kanısına vardı. Don Genaro ise havayı koklayıp günün sıcak ve rüzgârsız geçeceğini ekledi.

“Ne kadar uzağa gidiyoruz?” diye sordum.

“Şuradaki okaliptüs ağaçlarının oraya,” diye yanıtladı don Genaro, bir bir buçuk kilometre ötedeki ağaç kümesi olduğunu sandığım şeyi göstererek.

Ağaçlara ulaştığımızda, bunun bir küme olmadığını ayrımsadım; okaliptüsler, değişik bitkilerin ekildiği tarlaların sınırlarını belirlemek amacıyla düz sıralar halinde ekilmişti. Bir mısır tarlasının kenarından ve boyları otuz metreye varan ağaçların yanında yürüyüp boş bir alana geldik. Ekinin yeni biçilmiş olduğunu düşündüm. Yalnızca kimi saplar ve yapraklar kalmıştı. Birkaç yaprak toplamak için eğildiysem de don Genaro beni durdurdu. Kolumu büyük bir güçle tuttu. Acıdan kıvranırken koluma yalnızca parmaklarıyla değmiş olduğunu ayrımsadım.

Kesinlikle, ne yaptığının ve benim neler yaşadığımın bilincindeydi. Parmaklarını kolumdan hızla çekti, sonra yeniden yavaşça aynı yere koydu. Aynı devinimi bir kez daha yineledi; ben ürkünce de çocuklar gibi eğlenip gülmeye koyuldu. Sonra, profilini bana doğru çevirdi. O gaga burnuyla bir kuşu andırıyordu; yabansı uzun beyaz dişleri olan bir kuşu.

Don Juan yumuşacık bir sesle hiçbir şeye dokunmamamı söyledi. Burada ne tür bir ekin ekildiğini bilip bilmediğini sordum. Tam söylemek üzereydi ki don Genaro araya girip burasının bir toprak kurdu tarlası olduğunu söyledi.

Don Juan kahkaha atmadan, doğrudan yüzüme baktı. Don Genaro’nun anlamsız yanıtı bir şakayı andırıyordu. Kahkahayı başlatacak bir kıvılcım bekledim, ama yalnızca bana bakmakla yetindiler.

“Kocaman solucanlarla dolu bir tarla,” dedi don Genaro. “Evet, burada yetişen şey, hayatta görebileceğin en lezzetli solucanlar.” Don Juan’a döndü. Bir süre birbirlerine baktılar.

“Öyle değil mi?” diye sordu.

“Kesinlikle doğru,” dedi don Juan, sonra bana dönüp alçak sesle ekledi, “Mühür bugün Genaro’da; neyin ne olduğunu ancak o söyleyebilir, onun için ne derse yap.”

Denetimin don Genaro’da olması düşüncesi korkudan soğuk terler dökmeme yetti. Bunu söylemek için don Juan’a döndüm; ama daha düşüncemi dile getirmeye zaman bulamadan, don Genaro uzun ve müthiş bir çığlık kopardı; öylesine yüksek ve korkutucu bir haykırıştı ki, ensem kabardı, saçlarım rüzgârla dağılmış gibi oldu. Bir an için kesin bir parçalanma duygusu yaşadım. Don Juan inanılmaz bir hız ve denetimle beni döndürmeseydi yerimde yapışmış gibi kalacak, imkânsız bir olaya tanıklık edemeyecektim. Don Genaro, hemen elli metre uzaklıktaki bir okaliptüs ağacının gövdesi üzerinde yerden otuz metre kadar yukarıda yatay olarak duruyordu. Bu yetmezmiş gibi, bacakları bir metre kadar aralanmış biçimde, ağaçla bir dik açı oluşturuyordu. Sanki ayakkabılarında kancalar vardı da yerçekimine böyle karşı geliyordu. Kollarını göğsünün üzerinde kavuşturmuştu, sırtı bana dönüktü.

Ona baktım. Korkuyla gözlerimi kapatmak ya da görüntüyü yitirmek istemiyordum. Çabucak bir değerlendirme yapıp, eğer onu görme alanımın içinde tutmayı sürdürürsem, neler olup bittiğini anlamama yardımcı olacak bir ipucu, bir devinim, ya da herhangi bir şey yakalayabilirim diye düşündüm.

Don Juan’ın kafası sağ kulağımın dibinde bitiverdi; fısıldayarak, olanları açıklamaya çabalamanın gereksiz ve aptalca olduğunu söylediğini işittim. Onun, “Göbeğini aşağı it, aşağı!” diye yinelediğini de duydum.

Bu, bana yıllar önce büyük tehlike, korku ya da gerginlik anlarında kullanmam için öğrettiği bir yöntemdi. Diyafram aşağıya doğru itildiği sırada ağızdan dört kez keskince nefes alınıyor, bunu, burundan yapılan nefes alma ve verme devinimleri izliyordu. Ağızdan alınan ilk nefeslerin bedenin orta bölümünde oluşan sarsıntılar biçiminde hissedilmesi ve sıkıca kenetlenmiş ellerle karın deliği kapatılarak, orta bölümün güçlendirilmesi ve diyafram aşağıdayken sekiz kez alınan derin nefesler ile ilk alınan nefeslerin denetimine yardımcı olunması gerektiğini açıklamıştı. Nefes vermeler ise iki kez ağızdan iki kez de burundan, kişinin tercihine göre yavaş ya da hızlı biçimde yapılıyordu.

Düşünmeden, don Juan’ın dediklerini yerine getirdim. Ne var, don Genaro’ya bakmayı bir an için bile bırakmadım. Nefes alıp vermeyi sürdürdükçe bedenim dinginleşti, don Juan’ın da bacaklarımı büktüğünün bilincine vardım. Görünüşe bakılırsa, beni çevremde döndürdüğü sırada, sağ ayağım topraktaki bir yarığa sıkışmış, bacağım rahatsızlık verecek biçimde, burkulmuştu. Beni düzelttiği sırada, don Genaro’yu o biçimde, bir ağacın üstünde görmenin, beni çevremde olup bitene duyarsız kıldığını ayrımsadım.

Don Juan kulağıma, don Genaro’ya bakmamamı fısıldadı. Onun, “Kırp gözlerini, kırp!” dediğini duydum.

Bir an için isteksizlik hissettim. Don Juan yeniden buyurdu. Tüm olayın, bir seyirci olarak, bir biçimde benimle ilintili olduğuna, don Genaro’nun, yaptıklarının tek tanığı olan benim bakmayı kestiğim takdirde onun yere düşeceğine, ya da tüm sahnenin ortadan yok olacağına inanmıştım.

Acı verici derecede uzun bir sürenin ardından, don Genaro topukları üzerinde kırk beş derece sağa dönüp ağaç gövdesinin üzerinde yürümeye başladı. Bedeni titriyordu. Önce küçük bir adım attı, sonra bir İkincisini derken, toplam sekiz adım attığını gördüm. Bir dalın çevresini bile dolaşmıştı. Sonra, kolları hâlâ göğsünde kavuşmuş, sırtı bana dönük olarak ağacın gövdesine oturdu. Bacakları, sandalyeye oturmuş da, sanki yerçekimi onu etkilemiyormuş gibi sallanıyordu. Sonra, oturduğu yerin üzerinde, aşağı doğru, ilerlermiş gibi devindi. Bedenine paralel duran bir dala yaklaştı, sol kolu ve başıyla, birkaç saniye boyunca buna dayandı; dayanak aramaktan çok, tiyatrovari bir etki yaratmak ister gibiydi. Sonra oturduğu yer üzerinde devinerek santim santim gövdeden dala geçti, konumunu değiştirip, sıradan bir insanın yapacağı gibi dala oturdu.

Don Juan kıkırdadı. Ağzımda berbat bir tat vardı. Sağ arka yanımda duran don Juan’a dönmek istedim, ama don Genaro’nun edimlerinden tekini bile kaçırmayı göze alamadım.

Don Genaro bir süre ayaklarını salladı, sonra yavaşça eksenleri çevresinde döndürdü ve sonunda yeniden, yukarı, gövdenin üzerine doğru kayıverdi.

Don Juan, kafamı iki eliyle yavaşça tutarak, o ana dek ağaca dik duran görüş açım ağaçla koşut olana dek boynumu sola çevirdi. Bu açıdan bakıldığında, don Genaro yerçekimine meydan okuyormuş gibi durmuyordu. Yalnızca bir ağacın gövdesi üstünde oturmaktaydı. Gözlerimi kısmayıp, bakmayı sürdürünce art alanın bulanıklaştığını ve derinlik kazandığını ayrımsadım. Bunun yanı sıra, don Genaro’nun bedeninin berraklığı daha da yoğunlaşmış, biçimi, çevrede başka hiçbir şey yokmuş gibi belirginleşip öne çıkmıştı.

Don Genaro çabucak dala kaymıştı gene. Bir trapezin üzerinde oturuyormuş gibi ayaklarını sallıyordu. Çarpıtılmış bir perspektiften bakıldığında her iki konuma da özellikle de ağaç gövdesinin üzerine oturması, yapılabilirmiş gibi geliyordu insana.

Don Juan, başımı, omzuma değinceye dek sağa çevirdi. Don Genaro’nun dal üstündeki durumu çok doğal gibi görünüyordu. Ama, yeniden ağacın gövdesine yönelince, gerekli görsel ayarlamaları yapamadım, onu kafası toprak yönünde, baş aşağı durur gibi gördüm.

Don Genaro birçok kez öne ve arkaya doğru devinirken, don Juan, onun her kımıldanışında, başımın yönünü değiştirdi. Yaptıkları ayarlamalar sonucunda perspektif duygumu tümüyle yitirdim, bu duygu yitince de don Genaro’nun devinimleri o denli ürkütücü gelmemeye başladı.

Don Genaro uzun bir süre dalda kaldı. Don Juan boynumu düzelterek, don Genaro’nun inmek üzere olduğunu fısıldadı. Buyurgan bir sesle fısıldadığını işittim, “Aşağı bastır, aşağı!”

Don Genaro’nun bedeni bir tür gerilimle mıhlanmış gibi dururken, ben hızlı hızlı nefes veriyordum; sonra, bedeni şevke geldi, yumuşadı, geriye doğru savrularak bir süre dizlerinden asılı kaldı. Bacakları, biçimlerini yitirmiş de asılı kalamıyorlarmış gibiydi; birden yere doğru düşmeye başladı.

Düşüşün başladığı an, ben de sonsuz bir uzayda düşüyormuşum hissine kapıldım. Tüm bedenimle, acı verici olduğu kadar zevkli bir ıstırap yaşadım; öylesine yoğun ve uzun bir ıstıraptı ki bu, sonunda bacaklarım bedenimin ağırlığını taşıyamaz oldu da, yumuşak toprağa düşüverdim. Düşüşümü yavaşlatabilmek için, kollarımı zorlukla oynatabildim. Öylesine sık ve yoğun nefes alıyordum ki, yerdeki tozlar burnuma doldu, burun deliklerimi kaşındırdı. Kalkmayı denedim, ama kaslarım sanki tüm güçlerini yitirmişlerdi.

Don Genaro’yla don Juan gelip yanı başımda durdular. Seslerini, çok uzaktan geliyormuş gibi duyuyordum, ama beni çektiklerini hissedebildim. Birer kolumdan ve bacağımdan tutup, beni kaldırmış, kısa bir süre taşımış olmalıydılar. Aşağı doğru sarkık başımla boynumun rahatsızlık verici konumunun kesinlikle bilincindeydim. Gözlerim açıktı. Altımdan geçip giden toprağı, ekin saplarını görebiliyordum. Sonunda bir titreme nöbetine yakalandım. Sular ağzıma burnuma girerek beni öksürttü. Kollarım, bacaklarım deliler gibi deviniyordu. Yüzmeye başladım, ama su yeterince derin değildi; birden kendimi, beni atmış oldukları sığ çayın içinde ayakta dururken buldum.

Don Juan’la don Genaro, aralarında aptalca gülüşüp durdular. Don Juan paçalarını sıvayıp yanıma geldi. Gözlerime baktı, henüz işimin bitmediğini söyleyip beni yavaşça suya itti. Bedenim hiçbir direnç göstermedi. Yeniden ıslanmak istemiyordum, ama bu arzumu kaslarıma iletebilmenin bir yolu yoktu, geriye yuvarlandım. Soğukluk daha da yoğunlaşmıştı. Hızla, düştüğüm yerden fırladım, ama yanlışlıkla karşı kıyıya geçtim. Don Juan’la don Genaro yanlış yöne giden bir sürüyü toplarmış gibi bağırıp, ıslık çalıp önümdeki çalılara taş attılar. Çayı yeniden geçip kıyıya ulaştım, yanlarındaki bir kayanın üstüne oturdum. Don Genaro’nun giysilerimi geri verdiği an çıplak olduğumu ayrımsadım. Giysilerimi ne zaman, nasıl çıkardığımı anımsayamıyordum. Üstümden sular damlıyordu, hemen giyinmek istemedim. Don Juan, don Genaro’ya dönüp, patlayan bir sesle, “Tanrı aşkına, şu adama bi havlu ver!” dedi. Olayın saçmalığını kavramak birkaç saniyemi aldı.

Çok iyiydim. Öylesine mutluydum ki canım konuşmak istemiyordu. Ne var, aşırı zindeliğimi gösterirsem beni yeniden suya atacaklarından emindim.

Don Genaro beni izledi. Delici bir bakışla bana bakan gözlerinde vahşi bir hayvanın yabansılığı vardı.

Don Juan, durup dururken, “İyisin,” dedi. “Denetimine kavuştun, ama okaliptüs ağaçlarının orda bi orospu çocuğu gibi düşkünlük gösterdin.”

Katıla katıla gülmek istedim. Don Juan, o sözleri öylesine gülünç bir biçimde söylemişti ki denetimime kavuşmak için aşırı derecede çabalamam gerekti. Sonra içimde bir yerden bir komut aldım. Bedenimin ortasından gelen bir kaşıntı, elbiselerimi çıkarıp gene suya girmeme neden oldu. Beş dakika kadar kaldım suda. Dışarı çıktığımda sakinimi ele almış, yeniden kendim olmuştum.

“Güzel gösteri,” dedi don Juan, omzumu tıpışlayarak.

Beni yeniden okaliptüs ağaçlarına götürdüler. Yürüdüğümüz sırada don Juan, “tonal”ımın tehlikeli biçimde zedelenebilme olasılığının bulunduğunu, don Genaro’nun edimlerindeki uyumsuzluğun bunda payı olabileceğini açıkladı. Bunu sürdürmekten önce vazgeçerek don Genaro’nun evine dönmeye karar verdiklerini, ama kendimi yeniden suya atmam gerektiğini biliyor olmamın her şeyi değiştirdiğini söyledi. Ne var, ağaçların orada ne yapacağımızla ilgili tek söz etmedi.

Tarlanın ortasında, daha önce durduğumuz noktada durduk. Don Juan sağımda, don Genaro ise solumdaydı. Kasları gerili, tetik bir konumda öylece kaldılar. Bu gerginliği on dakika kadar sürdürdüler. Gözlerim ikisi arasında gidip geliyordu. Don Juan’ın, ne yapılacağı konusunda ipucu vereceğini düşündüm. Haklıydım. Bir an için bedenini dinginleştirip toprakları tekmeledi. Bana bakmadan, “Gitsek daha iyi olacak, galiba,” dediğini duydum. Don Genaro’nun, “nagual”la ilgili bir gösteri daha yapmaya niyetlendiği, ama sonra bunu yapmama kararı aldığı düşüncesi bir anda şimşek gibi geçiverdi kafamdan. Gerginliğimin geçtiğini hissettim. Son bir işaret için bir an daha bekledim. O sırada don Genaro da dinginleşmişti. Sonra ikisi birden birer adım öne çıktılar. Artık, orada işimizin bittiğini anladım. Ama don Genaro o müthiş çığlığını yeniden savurdu.

Deliler gibi nefes alıp vermeye başladım. Çevreme baktım. Don Genaro gözden yitmişti. Don Juan önümde duruyordu. Kahkahalar içinde kıvranıyordu. Bana döndü.

“Kusura bakma,” dedi, fısıltıyla. “Başka yolu yoktu.”

Don Genaro’ya ne olduğuna ilişkin sorular sormak istedim, ama diyaframımı aşağı itmeyi sürdürmeyip de nefes alıp vermeyi kesersem öleceğimi anladım. Don Juan, çenesiyle ardımda bir yeri imledi. Ayaklarımı kımıldatmadan, başımı sel omzuma doğru döndürmeye başladım. Ama daha neyi imlemiş olduğunu göremeden, don Juan yerinden fırlayıp beni durdurdu. Sıçrayışındaki güçle beni yakalayışındaki hız yüzünden dengemi yitirdim. Sırtüstü düşerken tepkisel olarak don Juan’a tutundum, ama onu da kendimle birlikte yere düşürdüm. Ama yukarı baktığımda gördüklerim görme duyumla dokunma duyum arasında tam bir uyumsuzluğun ortaya çıkmasına neden oldu. Don Juan’ı, ayakta bana gülerken gördüm, oysa bedenim beni neredeyse toprağa mıhlamak üzere olan bir başka bedenin ağırlığını ve baskısını kesinkes hissediyordu.

Don Juan ellerini uzatıp kalkmama yardım etti. Bedensel duyumum ise iki ayrı bedeni birden tutup çekmekle olduğu biçimindeydi. Olanları biliyormuş gibi gülümseyerek, insanın “nagual”la karşı karşıya iken asla soluna dönmemesi gerekliğini belirtti. “Nagual”ın ölümcül olduğunu, sakıncaları zaten olduklarından daha da tehlikeli bir duruma getirmenin hiç gerekmediğini söyledi. Sonra beni yavaşça döndürüp kocaman bir okaliptüs ağacıyla karşı karşıya bıraktı. Bu, o yöredeki en yaslı ağaç olmalıydı. Gövdesi herhangi bir başka ağacın en az iki katı büyüklükteydi. Gözleriyle ağacın tepesini imledi. Don Genaro bir dala tünemişti. Yüzü bana dönüktü. Gözleri, ışığı yansıtan iki kocaman ayna gibi görünüyordu. Bakmak istemedim ama don Juan gözlerimi kımıldatmamam konusunda diretti. Güçli bir fısıltıyla gözlerimi kısmamı, korku ya da düşkünlük göstermeye fırsat yaratmamamı buyurdu.

Gözlerimi kırpa kırpa baktığımda, don Genaro’nun gözlerinin eskisi kadar ürkütücü olmadığını ayrımsadım. Gözlerimi açıp baktığımdaysa gene o delirtici parıltıyı görebiliyordum.

Uzun süre, dalın üstüne tünedi. Sonra, bedenini kesinlikle kımıldatmadan, aynı çömelmiş konumu koruyarak aşağıya atlayıp bulunduğum yerden birkaç metre uzakta yere kondu. Atlayışının tümüne tanık olmuştum, gözlerimin yakalamama izin verdiğinin ötesinde başka şeyler de sezinlemiştim. Don Genaro gerçekten atlamamıştı. Bir şey onu arkasından itmişti de, bir parabol çizerek kaymasını sağlamıştı. Tünediği dal otuz metre kadar yüksekteydi; ağaç ise kırk beş metre uzağımdaydı; bedeninin, konduğu yere ulaşabilmesi için bir eğri çizmesi gerekirdi. Ama, bu uzaklığı aşmak için kullandığı güç, don Genaro’nun kaslarının ürünü değildi; bedeni bulunduğu daldan yere doğru "götürülmüştü”. Ayakkabılarının altıyla sırtını, bedeni parabolü çizerken bir an görebilmiştim. Sonra, ağırlığıyla kuru toprak topaklarını ezerek, hatta bir miktar toz kaldırarak, ama yavaşça, yere kondu.

Don Juan arkamda kıkırdadı. Don Genaro hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalkıp gömleğimin kolundan çekerek, orasını terk etmek üzere olduğumuzu bildirdi.

Don Genaro’nun evine dönüş yolunda, hiç kimse tek bir söz bile etmedi. Dingindim, aklım başımdaydı. Don Juan beni birkaç kez durdurup gözlerimi, içlerine bakarak inceledi. Tatmin olmuş gibiydi. Gelir gelmez, don Genaro evin arkasına geçti. Saat henüz sabahın erken saatlerini gösteriyordu. Don Juan kapının önüne oturarak bana da yer gösterdi. Yorulmuştum. Uzanır uzanmaz şimşek gibi uykuya daldım.


Don Juan’ın beni sarsmasıyla uyandım. Zamanı öğrenmek istedim. Saatim kayıptı. Don Juan gömlek cebinden çıkardığı saatimi bana verdi. Öğleden sonra 1.00’i gösteriyordu. Yukarı baktım, ve gözlerimiz buluştu.

"Hayır. Açıklama yok,” dedi yüzünü benden uzaklaştırırken. “Naguala yalnızca tanık olursun.”

Evin çevresinde don Genaro’ya bakındım; yoktu. Ön tarafa döndüm. Don Juan yemem için bir şeyler hazırlamıştı. Son lokmayı da bitirdikten sonra konuşmaya başladık.

“İnsan nagualla ilgileniyorsa eğer, asla doğrudan bakmamalıdır,” dedi. “Sense, bu sabah ona gözlerini dikmiş öyle bakıyordun; işte o yüzden takatin kesildi. Naguala sıradan bi işmiş gibi bakacaksın, tek çıkar yol bu. Gözlerinin takılıp kalmasını önlemek için onları kırpıştırarak bakacaksın. Gözlerimiz, tonalın gözleridir, ya da şöyle desem daha iyi, tonaldır gözlerimizi eğiten; üstelik malına sahip çıkmakta da üstüne yoktur. Rahatsızlık duymanın nedenlerinden biri bu işte, tonalın, senin gözlerini salıvermiyor. Salıverdiği gün, nagual büyük bir savaşım kazanacaktır. Sana musallat olan takınak, ya da daha kötüsü herkesin takınağı, dünyayı tonalın kurallarına göre düzenlemek; böylece, nagualla her karşı karşıya kalışımızda, gözlerimizi inatçı ve uyuşmaz kılmak amacıyla yolumuzdan çıkarız. Ben, tonalının bu ikilemi anlayan tarafına hitap edip aklını çelmeye çalışırken sen de gözlerini özgür bırakmak için çaba göstermelisin. Önemli olan şey, tonalı, aynı pencerelerin önünden başka dünyaların da geçtiğine inandırmak. Nagual sana gösterdi bunu, bu sabah. Gözlerini özgür bırak! Bırak ki gerçek pencerelere dönüşsünler. Gözler sıkıntı krallığına da açılabilir, o sonsuzluğa da.”

Don Juan sol eliyle, tüm çevremizdekileri gösteren bir çember çizdi. Gülüşü hem ürkütücüydü hem de dostça.

“Nasıl yapabilirim, bunu?” diye sordum.

“Çok basit bi iştir, derim ben. Basittir derim, zira çok uzun süredir yapıyorum. Tüm yapman gereken, niyetini bi gümrük binası gibi düzenlemek. Tonalın dünyasındayken kusursuz bi tonal olmalısın; mantıksızlığın ne yeri ne de zamanıdır. Ama nagualın dünyasındaysan da gene kusursuz olmalısın; mantığın ne yeri ne zamanıdır. Niyet, bi savaşçı için aradaki kapıdır. Ne taraftaysa, kapı öteki yan için kapanır.

“Nagualdayken yapılması gerekenlerden biri de, göz hattını ara sıra kaydırmaktır, böylece nagualın büyüsünü bozmuş olursun. Gözlerin konumunu değiştirmek, nagualın getirdiği yükü azaltmıştır hep. Bu sabah aşırı derecede incinebilirdin, o yüzden başının konumunu değiştirdim. Böylesine bir gereksinme karşısında gözlerini kaydırmayı becerebilmelisin. Ne var, bu kaydırma acıyı dindirmek amacıyla yapılmalı, tonalın buyruklarını yerine getirmenin bi başka biçimi olarak değil. Bu yöntemi, tonalının mantığını bunun ardına saklamak için kullanmaya çabalayacağına bahse girerim, böylece, tonalını yok olmaktan kurtardığına da inandırırsın kendini. Senin mantık akışını bilirim ben, kimse, tonalın mantıklılığının yok olmasını istemez, diye düşünürsün sen. Ama unutma, bu hastalıklı bi korkudur.

“Genaro’nun her devinimini, kendini tüketmeden izle demekten başka söyleyecek şeyim kalmadı. Şu an, tonalının asılsız şeylerle tıkanıp tıkanmadığını anlamaya çalışmaktasın. Adanın üstünde, eğer çok fazla gereksiz nesne bulunuyorsa, nagualla karşılaşmalarını pek uzunca sürdüremezsin.”

“Ne olabilir ki bana?”

“Ölebilirsin. Hiç kimse, önceden uzun uzun kendini hazırlamadan nagualla yapılan bi karşılaşmayı sürdürebilme yetisine sahip değildir. Genelde, nagualla karşılaşan sıradan bi insanın şoku öylesine büyük olur ki, bi bakmışsın ölüvermiş. Savaşçının çalışmalarının hedefi, tonalını cezp etmek ya da büyülemek değil, saçmalamasını önlemek olmalıdır. Oldukça zor bi uğraş. Savaşçı dediğin, nagualla yüzleşmeden önce, kusursuz olmayı ve içini kesinlikle boş tutabilmeyi öğrenmelidir.

“Sen, örneğin, hesap yapmayı durdurmalısın. Bu sabah yaptığın şey çok saçmaydı. Bi de buna açıklama diyorsun. Bense, tonalın, her şeyi denetim altında tutmaya ilişkin sıkıcı ve soluksuz inadı, diyorum. Bu denetim ne zaman başarısızlığa uğrasa, tonalın geçirdiği şaşkınlık, insanı ölüme karşı savunmasız bırakır. Ne ahmaklık ama! Denetimi elden bırakmaktansa ölmeyi yeğlemek. İşin ürkünç yanı, bu durumu değiştirebilecek pek bi şey gelmez elimizden.”



“Sen nasıl değiştirdin, don Juan?”

“Tonal adası süpürülmeli ve temiz tutulmalı. Bu bi savaşçının tek seçeneğidir. Temiz bi ada direnmez, zira direnç gösterecek bi şey yoktur.”

Evin çevresinde dolanıp, büyükçe düz bi kayanın üstüne oturdu. Bulunduğumuz yerden derin bir yarık görülüyordu. Yanma oturmamı imledi.

“Söylesene don Juan, bugün başka neler yapacağız?” diye sordum.

“Hiçbi şey yapmayacağız. Yani, olaylara tanıklık etmekten başka bi şey yapmayacağız. Senin velinimetin Genaro’dur.”

Canla başla not tutmaya çabaladığım bir sırada söylediklerini yanlış duyduğumu sandım. “Velinimet” terimini, çömezliğimin başlarında ilk kez kullanan don Juan’ın kendisiydi. Velinimetimin o olduğunu düşünmüştüm hep.

Don Juan konuşmayı kesmiş, bana bakıyordu. Çabucak bir değerlendirme yapıp, don Juan’ın, don Genaro’nun o günkü edimlerin yıldız oyuncusu olacağı gibi bir şey kastettiği kanısına vardım. Don Juan, düşüncelerimi okumuş gibi kıkırdadı.

“Genaro senin velinimetin,” diye yineledi.

“Ama benim velinimetim şensin; yoksa değil misin?” diye sordum, sesimde çılgın bir titremle.

“Ben, tonal adanı temizlemene yardım eden kişiyim,” dedi. “Genaro’nun iki çömezi vardı. Pablito’yla Nestor. O da onların adalarını temizlemelerine yardım ediyor; ama, onlara nagualı ben göstereceğim. Velinimetleri ben olacağım. Genaro onların öğretmeni, yalnızca. Bizim konular söz konusu olduğunda ya konuşursun ya da edimlerde bulunursun; insan aynı kişiyle ikisini birden gerçekleştiremez. Biri tonal adasını ele alır, diğeri de nagualı. Benim, senin çömezliğindeki görevim, tonalımla uğraşmaktı”.

Don Juan konuşurken öyle bir korkuya kapıldım ki kusmama az kalmıştı. Beni don Genaro’yla yalnız bırakacak sanısına kapıldım; bu, hakkımda yapılabilecek en ürküntü verici, en kötü plandı.

Korkularımı dile getirince, don Juan da ben de gülüştük.

“Aynı şey Pablito’ya da oluyor,” dedi. “Gözü bana takıldığı an kötülüyor. Geçen gün, Genaro’nun etrafta olmadığı bi sırada eve girdiydi. Tek başımaydım orada, sombreromu kapının yakınına bi yere bırakmıştım. Pablito bunu gördü; tonalı öylesine korktu ki, nerdeyse donuna sıçıyordu.”

Pablito’nun hislerini çok iyi anlayabiliyor, ona katılıyordum. Olayı tümüyle ele aldığımda, don Juan’ın gerçekten korkutucu olduğunu itiraf etmeliydim. Ne var, onunla birlikteyken kendimi rahat hissetmeyi öğrenmiştim. Uzun süreli birlikteliğimizin getirdiği bir tanışıklık duygusu doğmuştu onunla aramda.

"Seni, Genaro’yla tek başına bırakmam,” dedi, hâlâ gülerek. "Ben, senin tonalınm bakımını üstlenen kişiyim. Bu olmazsa ölürsün.”

"Her çömezin hem öğretmeni, hem de velinimeti var mı?” diye sordum, kafamın karışıklığını biraz giderebilmek amacıyla.

"Yok, her çömezin olmaz. Yalnızca bazılarının...”

"Neden, bazılarının hem öğretmeni hem de velinimeti var?”

"Sıradan insan hazır olunca, erk, ona bi öğretmen bulur, böylece çömezliğe geçer.”

"Sıradan bir insanı hazır kılıp, erkin, ona bir öğretmen bulmasını sağlayan nedir?”

"Bilmem. Kimse de bilemez. Bizler insanız yalnızca. Kimilerimiz görmeyi ve nagualı kullanmayı öğrenen insanlarız, ama yaşamımız süresince elde ettiğimiz hiçbi şey bize, erkin tasarımlarını anlamamızda yardımcı olmaz. Yani her çömezin bi hocası vardır. Erk, karar verir buna.”

Ona, kendisinin de hem öğretmeni hem de velinimeti oldu mu, diye sordum. On üç yıldır ilk kez onlar hakkında özgürce konuşabildi. Hem öğretmeninin hem de velinimetinin orta Meksikalı olduklarını söyledi. Don Juan hakkındaki bilgileri insanbilimsel araştırmalarım açısından her zaman değerli bulmuş olmama karşın, nedense açıklamalarının bu aşamasında, bunun bir önemi kalmamıştı benim için.

Don Juan bana bir göz attı. Bunun ilgi dolu bir bakış olduğunu düşündüm. Birden konuyu değiştirip, o sabah yaşadıklarımı, ayrıntılarıyla anlatmamı istedi, benden.

"Ani bi korku, tonalı küçültüverir,” dedi, don Genaro çığlığı bastırınca neler hissetmiş olduğuma ilişkin betimlememe açıklama getirmek amacıyla. “Buradaki sorun, tonalı tek başına küçültmeye bırakmamaktı. Bi savaşçının, tonalın ne zaman küçüleceğini, ne zaman durdurulması gerektiğini bilmesi gerekir. İnce bi konudur bu. Savaşçı, tonalı küçültebilmek için çılgınca bi çabaya girmeyi bilmeli. Zamanı geldiğinde bu çabayı tersine döndürüp, tonalı durdurmayı da bilmeli.”

“Ama böyle yaptığında, eskiden her neyse o konuma dönmüş olmaz mı? diye sordum.

“Hayır. Tonal küçüldükten sonra savaşçı, kapıyı öte taraftan kapatır. Tonalına meydan okunmadığı ve gözleri yalnızca tonalın dünyasına ayarlı olduğu sürece, savaşçı duvarın güvenlikli tarafındadır. Kendi toprağındadır ve tüm kuralları bilir. Ama tonalı küçüldüğünde rüzgârlı tarafa geçmiş olur, işte bu açıklık, anında sıkıca kapatılmalıdır. Yoksa savrulur gider. Bunu, laf olsun diye söylemiyorum. Tonalın gözlerinin kapısı ardında kuduruk bi rüzgâr vardır. Gerçek bi rüzgâr. Mecaz falan değil, ha! Adamın yaşamını uçurup götüren bi rüzgâr. Aslında, bu dünya üzerindeki tüm canlıları götüren rüzgârdır bu. Yıllar önce tanıştırdım sana bu rüzgârı da şaka gibi gelmişti o zaman sana, bu.”

Beni dağlara götürüp de rüzgârın kimi özelliklerini açıkladığı bir zamanı anımsatıyordu. Ne var, hiçbir zaman şaka gibi gelmemişti bana, bu.

“Bunu ciddi biçimde ele almış olman da önemli değil,” dedi, karşı çıkmalarımı dinledikten sonra. “Tonal, genelde, tehdit altında kaldığında, kendini savunma zorundadır; böylelikle, tonalın, savunmasını başarmak için ne tür davrandığı gerçekten önemli değil. Mühim olan tek şey, bi savaşçının tonalının, öbür seçeneklerden de haberli olması gerektiğidir. Bu bağlamda, bi öğretmenin önem verdiği tek şey, bu olasılıkların toplam ağırlığıdır. Tonalın küçülmesine yardımcı olan, bu yeni olasılıkların ağırlığıdır, işte. Gene bu aynı ağırlık, tonalın gerektiğinden fazla küçülmesini durdurmaya da yardım eder.”

Sabah başımdan geçenleri anlatmayı sürdürmemi imledi; ben don Genaro’nun, ağacın gövdesiyle dal arasında gidip geldiği bölüme vardığımda beni durdurdu.

“Nagual inanılmaz şeyler yapabilir,” dedi. “Mümkün olamayacağı sanılan şeyler, tonalın düşünemeyeceği şeyler. Ama uygulayanın, neyin nasıl gerçekleştiği yönünde hiçbi şey bilmemesi, bu işin olağanüstü yanıdır. Başka bir deyişle, Genaro bu işleri nasıl yaptığını bilmez; yalnızca yaptığını bilir. Savaşçının gizi, naguala nasıl ulaşılacağını bilmektir. Bi kez ulaşmaya görsün, neler olacağını sen benden daha iyi tahmin edersin, artık.”

“İyi de, insan bu işleri yaparken neler hisseder?”

“İnsan bi şeyler yapıyormuş gibi hisseder.”

“Yani, don Genaro’ya, bir ağacın gövdesi üzerinde yukarıya doğru ilerliyormuş gibi mi gelmiştir?”

Don Juan bir an bana baktı, sonra yüzünü öte yana döndürdü.

“Hayır,” dedi güçlü bir fısıltıyla. “Senin demek istediğin anlamda değil.”

Başka bir şey söylemedi. Nefesimi tutmuş, açıklama bekliyordum. Sonunda, sormadan edemedim, “Peki, ne hissetmiştir?”

“Söyleyemem, kişisel bi konu olduğu için değil, ha, ama bunu betimleyecek bi yol bilmiyorum.”

“Hadi,” diye dalına bastım. “İnsanın sözlerle açıklayamayacağı hiçbir şey olamaz. Ben, doğrudan açıklanamasa bile, araştırılabileceğine, dolaylı anlatılabileceğine inanırım.”

Don Juan güldü. Dostça, sevecen bir gülüştü bu. Gene de hafif bir alay ve yaramazlık da okunmuyor değildi gülüşünde.

“Konuyu değiştirsem iyi olacak,” dedi. “Bu sabah nagualın sana nişan almış olduğunu söylemek yeterli bence. Genaro’nun yaptığı, her neyse, kendisiyle senin bi karışımındı. Onun nagualı, senin temalınla yumuşatıldı.

Konuyu deşmeyi sürdürüp, ona sordum, “Pablito’ya nagualı gösterirken neler hissediyorsun?”

"Bunu açıklayamam," dedi, sesinde yumuşak bir titremle. "İstemediğim için değil, yapamayacağım için. Tonalım orda durur çünkü."

Onu daha fazla sıkıştırmak istemedim. Bir süre sessiz kaldık, sonra yeniden konuşmaya başladı.

“Bi savaşçı, istencini ayarlamayı öğrendi diyelim, ister bi noktaya yönlendirmek için, ister herhangi bi şey üzerinde yoğunlaşmak için. Bu istenç, bedenin orta bölümünden çıkan tek bi ışıklı telcik gibidir, aklına gelebilecek herhangi bi yere yönlendirebileceği bi telcik. Naguala giden yoldur işte bu telcik. Başka bi anlatımla, savaşçı, naguala bu telcik yoluyla batar.

“İçine battıktan sonra, nagualın tanımı kişisel bi yorumdur artık. Savaşçı neşeli bi kişiyse, nagual da neşelidir. Savaşçı somurtkanın tekiyse, nagual da somurtkandır. Savaşçı kötü herifin biriyse, nagual da kötüdür.

“Genaro, beni hep kırıp geçirmiştir, çünkü yaşayan en nefis yaratıklardan biridir. Gene neler yapacağını önceden bilemezsin, hiç. İşte bu da büyücülüğün özüdür, bana göre. Genaro öylesine akışkan bi savaşçı ki, istencinin, en küçük bi odaklanmasıyla, nagualına inanılmaz edimler yaptırabilir.”

“Peki, sen don Genaro’nun ağaçta yaptıklarını izledin mi?” diye sordum.

“Hayır. Bilmiyorum çünkü nagualın ağacın tepesinde olduğunu gördüm. Gösterinin gerisi yalnızca senin içindi.”

“Yani, don Juan, sen şimdi, beni ittiğin ve kendimi çarşıda bulduğumda olduğu gibi, benimle birlikte değildin mi demek istiyorsun?”

“İşte onun gibi bi şey. İnsan, nagualla yüz yüze geldiğinde daima tek başına olmalıdır. Ben yalnızca, tonalını korumak amacıyla çevrede dolanıyordum. Görevim bu.”

Don Juan, “tonal”ımın, don Genaro ağaçtan atladığı sırada, patlayıp parçalanmasına ramak kalmış olduğunu söyledi. Bunun nedeni, “nagual”da var olan herhangi bir tehlike niteliği değil, “tonal”ımın şaşkınlık konusunda aşırı düşkünlük göstermesiymiş. Savaşçının öğreniminin amaçlarından birinin de, savaşçı hiçbir şeyi kabul etmeden, her şeyi kabul edecek denli akışkanlaşana dek “tonal”ın şaşkınlığını kesmek olduğunu söyledi.

Don Genaro’nun ağaca zıplaması ile aşağı atlamasını anlattığımda, don Juan, savaşçının çığlığının, büyücülüğün önemli konularından biri olduğunu, don Genaro’nun da çığlığına odaklanabildiğim, bunu bir araç olarak kullandığını söyledi.

“Haklısın," dedi, “Genaro kısmen çığlığıyla kısmen de ağaç tarafından çekildi. Bu, gerçek bi görmeydi, senin açından. Bu, nagualını gerçek bi resmiydi. Genaro’nun istenci çığlığa odaklanmıştı, sonra kişisel dokunuşuyla, ağacın nagualı çekmesini sağladı. Hatlar hem Genaro’dan ağaca hem de ağaçtan Genaro’ya ulaştı.

“Genaro aşağı atladığında görmen gerekense şuydu: Genaro senin önünde bi noktaya yoğunlaşıyordu, ağaç, onu o noktaya itti. Ama bu bi itiş gibi algılandı yalnızca; aslında ağaç tarafından bırakılmıştı, bu. Ağaç nagualı bıraktı, nagual da Genaro’nun, t anal dünyasında odaklandığı noktaya geldi.

“Genaro ağaçtan ikinci kez atladığında, tonalın o denli şaşkın değildi; fazla düşkünlük göstermemiştin, böylece ilkinde olduğu denli tüketmedin kendini.”

Öğleden sonra saat dört sularında, don Juan söyleyişimizi kesti.

“Okaliptüs ağaçlarının oraya dönüyoruz,” dedi. “Nagual, bizi bekliyor orada.”

“Başkalarınca görülmek tehlikesine düşmüyor muyuz,” diye sordum.

“Hayır. Nagual her şeyi ayarlar,” dedi.



--Nagualın Fısıldaması


Okaliptüs ağaçlarına yaklaştığımızda, don Genaro’yu bir ağaç çotuğu üstünde otururken gördüm. Gülerek el salladı. Yanına gittik.

Ağaçları kargalar kaplamıştı. Bir şeyden ürkmüş gibi gaklıyorlardı. Don Genaro, kargalar dinginleşinceye dek devinimsiz ve sessiz kalmamız gerektiğini söyledi.

Don Juan sırtını bir ağaca vererek benim de aynı şeyi, bir metre solundaki bir ağaca dayanarak yapmamı imledi. İkimiz de, üç dört metre önümüzde duran don Genaro’ya bakıyorduk.

Don Juan, gözlerinin belirsiz kımıldanışlarıyla ayaklarımı düzeltmem gerektiğini gösterdi. Ayakları yarı açık biçimde, ağacın gövdesine yalnızca omuz başları ve kafasının en arkasıyla değerek, dimdik duruyordu. Kollarım iki yanma yapıştırmıştı.

Bir saat kadar öylece durduk. İkisini de, özellikle don Juan’ı yakından izliyordum. Bir an geldi, bedeninin aynı noktalarıyla ağaca dokunmayı sürdürerek, yavaşça aşağı kayıp yere oturdu. Kollarını, yukarıda kalan dizlerinin üstüne koydu. Ben de, devinimlerinin tıpkılarını yaptım. Bacaklarım aşırı yorulmuştu, bu konum değişikliği beni rahatlattı.

Kargalar, tek bir ses duyulmayıncaya dek, gaklamalarını aşama aşama azalttılar. Bu sessizlik, kargaların gaklamasından daha da sinir bozucuydu.

Don Juan sessizce konuştu, benimle. Alacakaranlığın, benim en güzel zamanım olduğunu söyledi. Göğe baktı, saat altıyı geçmiş olmalıydı. Bulutlu bir gündü, güneşin konumunu belirleyemiyordum. Kazların, ya da ola ki hindilerin uzaktan gelen bağırtılarını duyuyordum. Ama okaliptüs ağaçlarının olduğu yerde tek bir gürültü duyulmuyordu. Uzun süredir ne kuşlar ötüyor, ne de büyücek böcekler çıtırdıyordu.

Görebildiğim kadarıyla don Juan’la don Genaro’nun bedenleri mükemmel bir devimsizlik içindeydi. Yalnızca dinlenmek amacıyla, bir an için ağırlık merkezlerini değiştirmişlerdi.

Don Juan’la benim oturmak amacıyla yere doğru kaymamızdan sonra don Genaro, apansız bir devinimde bulundu. Ayağını kaldırıp çotuğun üstüne koydu. Sonra, onu sol profilden görebileceğim biçimde kırk beş derece kadar döndü. Bir ipucu yakalamak amacıyla don Juan’a baktım. Çenesini uzattı; bu, don Genaro’ya bakmayı sürdürmemi anlatan bir buyruktu. Dev bir kaygı her yanımı ele geçirmeye başladı. Kendime söz geçirmekten acizimdir. Bağırsaklarımı tutamamaktan korkuyordum. Pablito’nun, don Juan’ın sombrerosunu gördüğünde neler hissettiğini kesinlikle anlıyordum. Yaşadığım bağırsak gevşekliği nedeniyle en yakın çalılığa koşmak zorunda kaldım. Ulumaya dönüşen kahkahalarını işittim.

Yanlarına dönmeyi gözüm yemedi. Duraksadım bir süre; büyünün, benim ani çıkışımla bozulmamış olması gerekliğini düşündüm. Gene de uzun süre kalamazdım, orada; don Juan’la don Genaro bulunduğum yere geldiler. Beni aralarına aldılar, hepimiz başka bir tarlaya doğru yollandık. Tam arkasında durduğumuzda, burasının sabahki tarla olduğunu gördüm.

Don Juan benimle konuştu. Akışkan ve sessiz olmam gerektiğini, içsel söyleşimi durdurmamı söyledi. Dikkatle dinledim. Tüm yoğunluğumu don Juan’a verdiğimin kesinkes bilincinde olan don Genaro bunu, sabahleyin yaptıklarını yeniden yapmak için kullandı; o çıldırtan çığlığını koyuverdi. Beni habersiz, ama hazırlıklı yakalamıştı. Nefes alıp vermeyle, dengemi neredeyse aynı anda gene ele almıştım. Geçirdiğim sarsıntı korkunçtu, ne var etkisi uzun soluklu olmadı, gene de don Genaro’nun devinimlerini gözlerimle izlemeyi başardım. Bir ağacın alçak bir dalına zıpladığını gördüm. Yaptıklarını yirmi beş otuz metre uzaktan izlediğim sırada gözlerimle ilgili ilginç bir bozukluk yaşadım. Kaslarının eylemiyle zıplamamıştı da, kısmen o müthiş çığlığıyla kendini iterek, kısmen de ağaçtan gelen belirsiz hatlar tarafından çekilerek havada kaymıştı. Ağaç, telleriyle çekip almıştı sanki onu.

Don Genaro, alçaktaki dalın üstünde bir an kaldı. Sol profilini gene benden yana döndürmüştü. Bir dizi yabansı devinimi uygulamaya girişti. Başını salladı, bedenini titretti. Başını birçok kez dizlerinin arasına sıkıştırdı. Kımıldanıp, titredikçe, gözlerimi üzerinde odaklamak zorlaşıyordu. Çözünüyormuş hissi veriyordu. Umarsızca göz kırparak başımı don Juan’ın bana öğretmiş olduğu gibi sağa sola çevirip bakış hattımı kaydırdım. Sol perspektiften baktığımda, don Genaro’nun gövdesini daha önce hiç görmediğim bir biçimde gördüm. Sanki kılık değiştirmişti. Üstünde kürklü bir takım vardı; saçı Siyam kedisi rengindeydi; açık kahverengi ve bunun yanı sıra sırtta ve bacaklarda koyu çikolata rengi. Takımın bir de uzun kürklü bir kuyruğu vardı. Don Genaro’nun elbisesi onu bir dala oturmuş kürklü, uzun bacaklı kahverengi bir timsaha benzetmişti. Başını ya da yüz hatlarını göremiyordum. Başımı doğal bir konuma getirdim. Don Genaro’nun, sözünü ettiğim görüntüsü değişmedi.

Don Genaro’nun kolları titredi. Dalın üzerinde ayağa kalktı, öne eğilir gibi yaparak yere atladı. Dal beş altı metre kadar yüksekteydi. Atlayışı, giysili, sıradan bir adamın yere değmek üzere olduğunu gördüğüm sırada giysinin kalın kuyruğunun titreyerek onu sessiz bir tepkili motor gibi havalandırdığını ayrımsadım. Ağaçların üstüne gitti, sonra yere doğru kaydı—handıysa. Bu devinimi art arda yineledi. Kimi zaman dallara tutunuyor, ağacın çevresinde dönüyor ya da bir yılan balığı gibi dallar arasında kıvrıla kıvrıla gidiyordu. Ardından, ikimizin arasından geçip çevremizde çemberler çiziyor, ya da karnıyla ağaçların tepe uçlarına değip ellerini çırpıyordu.

Don Genaro’nun oyunları içimi korkuyla doldurdu. Gözlerimle onu izledim, onun bir yerden ötekine kayarken kimi parlak telleri makara ipi gibi kullandığını gördüm. Sonra, yeniden güneydeki ağaçların tepesine çıktı; onların ardında gözden kayboldu. Ortaya çıkacağı yeri belirlemeye çalıştımsa da bir daha görünmedi.

Sonra, perspektif değiştirmeden yerde yatıyor olduğumun ayırdına vardım. Tüm olanlar boyunca, don Genaro’yu ayakta izlediğim düşüncesindeydim.

Don Juan oturmama yardımcı oldu. Sonra, Don Genaro’nun kayıtsız bir havayla çevremizde dolaştığını gördüm. Utangaç utangaç gülümseyerek uçuşunu beğenip beğenmediğimi sordu. Bir şey söylemeyi denedim ama konuşamıyordum.

Birbirlerine yabansı biçimde baktılar, ardından don Genaro yeniden çömelme konumuna girdi. Uzanarak sol kulağıma bir şeyler fısıldamaya başladı. “Hadi gel, benimle uç,” dediğini duydum, sonunda. Bunu beş ya da altı kez yineledi.

Don Juan da yanıma gelip sağ kulağıma fısıldamaya başladı, “Konuşma. Yalnızca Genaro’yu izle!”

Don Genaro beni de çömelik duruma sokup yeniden fısıldamaya başladı. Açık seçik bir durulukla işitiyordum sesini. Dediklerini belki on kez yineledi. “Naguala güven. Nagual seni alıp götürür,” dedi.

Sonra, don Juan da sağ kulağıma bir şeyler fısıldamaya başladı. “Duygularını değiştir,” dedi.

İkisinin de aynı anda konuştuklarını duyuyordum, ama onları teker teker de duyabiliyordum. Don Genaro’nun her söylediğinin, genel bağlamda ağaçlar arasında kaymakla bir ilintisi vardı. Onlarca kez yinelediği tümceler sonunda belleğime kazındı. Öte yandan, don Juan’ın sözleri belirli buyruklarla ilgiliydi, o da bunları sayısız kez yinelemişti. Bu çifte fısıldamanın inanılmaz bir etkisi vardı. Her birisinin çıkardığı seslerin tınıları sanki beni ikiye ayırmıştı. Sonunda, iki kulağım arasındaki uçurum öylesine açıldı ki, tüm birlik duygumu yitirdim. Kuşkusuz, ben olan bir şey vardı; ama bedenim yokmuş gibi hissediyordum. İnsanı saran bir sis, duyguları olan koyu sarı bir pus gibiydi.

Don Juan beni uçuş için biçime sokacağını söyledi. Bundan sonra, sözlerin, tuta kıvıra, “duygularımı” biçime sokan penselere dönüştüklerini hissettim.

Don Genaro’nun sözleriyse onu izlememe davet eder gibiydi. İstediğimi, ama yapamayacağımı hissettim. Bölünme öylesine büyüktü ki, hiçbir şey yapamaz olmuştum. Sonra, her ikisinin de aynı cümlecikleri sonsuz kez yinelemeye başladıklarını duydum; “Şu mükemmel, uçan biçime bak,” “Zıpla, zıpla”, “Ayakların, ağaçların tepesine ulaşacak”, “Okaliptüs ağaçlarına bak, yeşil noktalar gibi”, “Solucanlar ışıktır” gibi şeyler.

İçimdeki bir şey bir anda durmuş olmalıydı; belki de benimle konuşulmasının farkındalığı. Don Genaro’nun benimle birlikte olduğunu sezinlediysem de sezgimin bakış açısından bakıldığında yalnızca kocaman, olağanüstü ışıklardan oluşan bir kütle ayrımsayabiliyordum. Kimi zaman parıltıları söndü, kimi zamansa ışıklar arttı. Devinim de yaşamaktaydım. Beni hiç durmadan çeken bir vakuma da benziyordu, bunun etkisi. Ne zaman devinimlerim azalıp, bilinçliliğimi ışıklara odaklasam, vakum beni yeniden çekmeye başlıyordu.

Bir an geldi, itilip çekilmeler arasında yeğin bir karmaşa yaşadım. Çevremdeki dünya, her ne idiyse, vakum etkisiyle birlikte aynı anda bir geliyor bir gidiyordu. İki ayrı dünya görebiliyordum; biri yaklaşırken, öteki uzaklaşıyordu. Bunu tek, sıradan bir dünya olarak algılamıyordum. Gene de, çok uzun süredir gizlenmiş bir şeye de benzemiyordu. Daha çok, birleştirici sonucu olmayan iki farkındalığa sahipmişim gibiydi.

Bunun ardından, sezgilerim zayıfladı. Kesinliklerini yitirmişe benziyorlardı ya da öylesine çoğalmışlardı ki, bunları sınıflandıramıyorum. Daha sonra gelen anlaşılabilir sezgiler boruya benzer bir biçimin uçlarında oluşan bir dizi tınıydı. Boru bendim, tınılar ise benimle yeniden her bir kulağıma da konuşmaya başlamış olan don Juan’la don Genaro’ydu. Onlar konuştukça, boru, tınıları anlayabildiğim bir dalga boyuna dek kısaldı. Bir başka deyişle, don Juan’la don Genaro’nun sesleri olağan sezgi anlamına girdi; tınılar önce anlaşılabilir gürültüleri andırıyordu; sonra bağırılarak söylenen sözcüklere, sonundaysa kulağımın dibindeki fısıltılara dönüştüler.

Bunun ardından, tanıdık dünyanın nesnelerinin ayırdına vardım. Görünüşe bakılırsa, yüzükoyun uzanmıştım. Toprak parçaları, küçük taşlar, kuru yapraklar görüyordum. Sonunda okaliptüs ağaçlı tarlanın ayırdına vardım.

Don Juan’la don Genaro yanımda, ayakta duruyorlardı. Gün henüz kararmamıştı. Kendime gelmek amacıyla suya girmem gerektiğini hissettim. Çaya doğru yürüdüm, giysilerimi çıkardım, algısal dengemi sağlayıncaya dek suyun içinde kaldım.


Don Genaro, evine geldiğimizde, bizden hemen ayrıldı. Gideceğini belirtmek istermiş gibi, omzumu tıpışladı. Bir refleksle zıpladım. Dokunuşunun gene acı vereceğini düşünmüştüm; ama şaşkınlıkla, bunun dostça bir dokunuş olduğunu gördüm.

Don Juan’la don Genaro, kaba bir şakaya gülen iki çocuk gibi gülüştüler.

“Bu denli ödleklik etme,” dedi don Genaro. “Nagual, hep peşinden koşacak değil ya!”

Aşırı tepkimi kınarmış gibi, dudaklarını büzüştürdü, bir yoldaşlık ve içtenlik havası içinde kollarını bana uzattı. Ona sarıldım. En sıcak, dostça hareketlerle sırtımı tıpışladı.

“Nagualla yalnızca belirli anlarda ilgilenmelisin,” dedi." Geriye kalan zamanlarda sen ve ben, bu dünyanın tüm öbür insanları gibiyiz.”

Don Juan’a dönerek ona gülümsedi.

“Öyle değil mi, Juancho?” diye sordu, Juan’ın gülünç bir türevi olan Juancho sözcüğünü vurgulayarak.

“Öyledir, öyledir, Gerancho,” diye yanıtladı don Juan, Gerancho sözcüğünü uydurarak.

Kahkahaları patlattılar.

“Bak seni uyarıyorum,” dedi, don Juan, “bi adamın nagual mı, yoksa sıradan bi insan mı olduğunu anlayabilmek için zorlu bi gözlem geliştirmen gerek, nagualla doğrudan ilişkiye girersen ölebilirsin ha!”

Don Juan, don Genaro’ya dönerek ışıldayan bir gülüşle sordu, “öyle mi, Gerancho?”

“Öyle, kesinlikle öyle Juancho,” dedi; yeniden gülüştüler.

Çocuksu neşelerini paylaşamıyordum. Gün içinde yaşadıklarım oldukça yorucuydu, ayrıca çok heyecanlıydım. Her yanımı kendime acıma duygusu kapladı. Bana her ne yaptılarsa, bunun dönüşü olmadığını, bunun bana zarar verici olduğunu yinelemeye başladığım sırada ağlamak üzereydim. Düşüncelerimi okuduğundan kuşku duymadığım don Juan, duyduklarına inanamıyormuş gibi başını salladı. Kıkırdadı. İçsel söyleyişimi kesmek için çabaladım, kendime acıma duygusu da yok oldu.

“Genaro çok sıcak bi insan,” dedi don Juan, don Genaro ayrıldıktan sonra. “Böylesine incelikli bi velinimetin olması erkin işlerinden biridir.”

Ne diyeceğimi bilemedim. Don Genaro’nun benim velini metim olduğu düşüncesi beni sonsuz derecede şaşırtmıştı. Don Juan’dan bu konuda daha fazla bilgi vermesini istedim. Konuş maya yatkın bir tavrı yoktu. Göğe ve evin yan tarafındaki kimi ağaçların koyu gölgelerinin tepelerine baktı. Neredeyse kapının önüne dikilmiş kalın, bodur bir ağaca yaslanarak oturdu, benim de sol yanına oturmamı istedi.

Oturdum. Koluna dokununcaya dek kendine çekti beni. Gecenin o saatinin, özellikle o gün olanlardan sonra, benim için tehlikeli olduğunu söyledi. Çok dingin bir sesle bir dizi yönerge verdi bana; onun uygun gördüğü ana dek oturduğumuz yerden kımıldamayacaktık; uzun suskunluklara dalmadan, belirli bir dengeyle konuşmayı sürdürecektik, “nagual”la karşılaşırsam nefes almaya başlayıp gözlerimi kırpıştıracaktım.

"Nagual buralarda mı?” diye sordum.

‘Tabii,” diyerek kıkırdamaya başladı.

Neredeyse don Juan’a abanmıştım. O konuşmaya başladı, hemen her tür sorumu yanıtladı. Sanki karanlıkta yazabilirmişim gibi defterimle kalemimi bile verdi. Olabildiğince doğal, dingin olmamı istiyordu, “tonal”ımı pekiştirmek için not tutmamdan daha iyi bir yol yoktu. Tüm bunları zorlayıcı bir biçimde uygulattı; not tutmanın benim seçimim olduğunu, bu durumda bunu koyu karanlıkta bile yapmam gerektiğini söyledi. Not tutmayı bir savaşçı edimine dönüştürebileceğimi, böylece karanlığın bir engel oluşturmayacağını söylerken, sesinde bir meydan okuma tınısı seziliyordu.

Söyleşimizin kimi bölümleriyle ilgili notlar çiziktirebildiğime göre beni, bir biçimde buna inandırmıştı belli ki. Ana konumuz, don Genaro’nun benim velinimetimin olmasıydı. Don Juan beni, don Genaro’yla ilk karşılaştığımda meydana gelen ve gerçek bir yora işlevi gören o olağanüstü olayı anımsamaya zorladı. Buna benzer bir şey gelmedi aklıma. O gün yaşadıklarımı yeniden anlatmaya başladım. Anımsayabildiğim kadarıyla, sıkıntı vermeyen, sıradan bir buluşmaydı, 1968’in ilkbaharında gerçekleşmişti. Don Juan beni durdurdu.

“Anımsayamayacak denli sarsaklaştığına göre,” dedi, “boş verelim gitsin. Savaşçı dediğin, erkin söylediklerini izlemeli. Gerektiğinde anımsarsın.”

Don Juan, insanın bir velinimeti olmasının zor gerçekleştiğini söyledi. Örnek olarak, öteki çömezi Eligio’yu gösterdi. Yıllardır kendisiyle birlikte olan Eligio, henüz bir velinimete kavuşamamıştı. Eligio bulabilecek mi, diye sordum; erkin edimlerini önceden bilmenin mümkün olmadığını söyledi. Yıllar önce, kuzey Meksika çöllerinde bir grup genç görmüş olduğumuzu anımsattı. Henüz bir velinimet bulamamış olduklarını “gördüğünü”, o anın genel koşullarıyla havasının onlara yardımcı olup “nagual”ı onlara gösterme fırsatı verdiğini anımsattı. Dört gencin ateşin başında oturduğu, don Juan’ın da herkesin gözüne ayrı bir giysiyle gözüktüğü, benim bir gösteri olarak algıladığım şeyi yaptığı geceden söz ediyordu.

“O çocuklar çok şey biliyordu,” dedi. “Aralarındaki tek çaylak şendin.”

“Peki, sonra ne oldu onlara?” diye sordum.

“Bazıları bir velinimet bulabildi,” diye yanıtladı.

Don Juan, erk bölgesini teslim etmenin, bir velinimetin görevi olduğunu, çömezine de en azından bir öğretmen kadar el vermesi gerektiğini söyledi.

Konuşmaya kısa bir ara verdiğimiz sırada, evin ardından gelen yabansı bir gıcırtı duydum. Don Juan, kapıp koy vermemi önledi; neredeyse bir tepkiyle ayağa kalkmak üzereydim. Gürültü duyulmadan önce söyleşi çok doğal bir yön almaya başlamıştı, benim için. Ama konuşmanın kesildiği bir sessizlik anında o gürültü ortaya çıkmıştı. O anda, söyleşimizin olağanüstü bir şey olduğu kesinlik kazandı. Don Juan’ın ve benim sözlerimin bir çit oluşturduğu, çevrede sinsi sinsi dolanan gıcırtının onu kırıp içeri girmek için fırsat kolladığı kanısına kapılmıştım.

Don Juan, sıkı durmamı ve dikkatimi çevreye yöneltmememi buyurdu. Gıcırtılı gürültü, bana sert ve kuru toprağı tırmalayan bir sincabı anımsatmıştı. Bu düşünceyi oluşturduğum anda, don Juan’ın bana göstermiş olduğu kemirgeni anımsadım. Uyumak üzereymiş gibiydim, düşüncelerim görüntülere ve rüyalara dönüşüyordu.

Nefes alma çalışmasına başlayıp ellerimle karnımı tuttum. Don Juan konuşmaya başladı, ama onu dinlemiyordum. Dikkatim, kuru yapraklar üzerinde sürünen yılanımsı bir şeyin yumuşak hışırtısına takılmıştı. Ürktüm, bedensel değişiklikler yaşadım, bir yılanın bana sarıldığı sanısına kapıldım. Ayaklarımı, istemeden don Juan’ın bacaklarının altına sokup deliler gibi nefes alıp vermeye, gözlerimi kırpıştırmaya başladım.

Gürültü öylesine yakından geliyordu ki, kaynağı yarım metre ötedeydi, sanki. Don Juan dingin bir biçimde, kendimi “nagual”a karşı savunmanın tek yolunun değişmeden kalmak olduğunu söyledi. Bacaklarımı bitiştirmemi, dikkatimi gürültüye odaklamamı buyurdu. Buyurgan bir sesle yazmamı ya da soru sormamı, kendimi bırakmamamı istedi benden.

İnanılmaz çabalarımın ardından, gürültüyü çıkaranın don Genaro mu olduğunu sordum. Bunun “nagual” olduğunu, ikisini birbirine karıştırmamam gerektiğini söyledi; Genaro, “tonal”ın adıymış. Sonra başka bir şey söyledi, ama anlayamadım. Evin etrafında dolanan bir şey vardı ve ben dikkatimi yoğunlaştıramıyordum. Olağanüstü bir çaba göstermemi buyurdu don Juan. Bir an, kendimi değersiz hissettiğim konusunda saçmalarken buldum. Bir korku sarsıntısı geçirdim, ama bir anda olabildiğince sağduyulu bir hale geçiverdim. Don Juan artık çevremizi dinleyebileceğimizi söyledi. Hiçbir ses gelmiyordu.

“Nagual gitti,” diyen don Juan; ayağa kalkarak içeri girdi.

Don Genaro’nun gaz lambasını yaktı, yiyecek bir şeyler hazırladı. Sessizce yedik. “Nagual”ın geri gelip gelmeyeceğini sordum.

“Hayır,” dedi ciddi bir tavırla. “Yalnızca deniyordu seni. Gecenin bu saatinde, alacakaranlığın hemen ardından daima bi şeylerle ilgilenmelisin. Ne olursa. Yalnızca kısa bi süre için, bi saat belki ama senin en ölümcül saatin bu.

“Bu gece, nagual seni kıstırmayı denedi, ama sen bu saldırıyı savuşturacak kerte güçlüydün. Bi keresinde boyun eğmiştin de bedenine su dökmem gerekmişti. Bu kez iyi becerdin.”

“Saldırı” sözcüğünün, olayı tehlikeli bir boyuta getirdiğini belirttim.

“Tehlikeli mi?” diye sordu. “Bu, olayı ortaya koymanın en acayip biçimi bence. Seni korkutmaya çalışmıyorum, ben. Nagualın eylemleri ölümcüldür. Sana daha önce de söyledim bunu. Ayrıca seni yaralamaya çalışan Genaro değil; tersine, sana verdiği önem tam anlamıyla kusursuz, ama nagualın saldırılarına karşı koyacak erkin yoksa, benim yardımıma, Genaro’nun özenine bakmaksızın ölüp gidiverirsin.”

Yemeğimizi bitirdikten sonra, don Juan yanıma oturup, omzumun üstünden notlarıma baktı. O gün başıma gelenleri yerli yerine oturtabilmemin ola ki yıllar alacağı yorumunda bulundum. Anlamayı umut bile edemeyeceğim sezgilerle dolup taşmıştım.

“Anlayamazsan, çok iyi durumdasın sayılır,” dedi. Eğer anlarsan boka battığının resmidir. Bu bi büyücünün bakış açısı, elbet. Sıradan bi adamın bakış açısına göreyse anlamayı başaramazsan batarsın. Sıradan bi adam, senin parçalara ayrıldığını ya da parçalara ayrılmaya başladığını düşünür.”

Sözcük seçimine güldüm. Parçalanma kavramını önüme attığının ayırdındaydım; bunu daha önce, korkularımla bağlantılı olarak ona ben söylemiştim. Bu kez, başıma neler geleceğiyle ilgili sorular sormayacağım konusunda güvence verdim.

“Konuşma yasağı koymadım hiçbi zaman,” dedi. “Açıklama çabasına girmediğin sürece, gücün tükenene dek konuşabiliriz, nagual hakkında. Eğer anımsamayı becerirsen, nagualın yalnızca tanıklık etmek için olduğunu söylediydim. Yani neyi nasıl izlediğimiz konusunda konuşabiliriz. Sense hep bunların nasıl mümkün olabildiğine çekmek istersin konuyu, iğrenç bi şey bu. Nagualı, tonalla açıklamak istersin, aptallık bu. Özellikle de artık bilgisizliğin ardına saklanamayacağın göz önünde bulundurulursa. Konuşma bizim için bi anlam taşıyor belki, ama bu belirli sınırlar içinde kalmak zorunda olduğumuz içindir; bu sınırlar naguala uygulanamaz.”

Konuya bir açıklık getirmeye çalıştım. Her şeyi mantıksal açıdan açıklamayı istemem bir yana, açıklama gereksinimimin yaşadığım algıların ve kaotik uyarışların saldırısından fırsat bulup bir düzen oluşturma gereğinden kaynaklandığını belirttim.



Don Juan’ın yorumu, kabul etmediğim bir noktayı savunuyor olduğumdu.

“Düşkünlük gösterdiğini öyle iyi biliyorsun ki,” dedi. “Düzen kurmak, yetkin tonal anlamına gelir, yetkin tonal olmak ise tonal adasının üstünde olup biten her şeyin bilincinde olmak anlamına gelir. Ama sen öyle değilsin. Düzen kurma düşüncenin içinde gerçek yok, yani. Bunu yalnızca tartışmayı kazanmak için kullanıyorsun."

Ne diyeceğimi bilemedim. Don Juan, “tonal” adasının temizlenmesi için olağanüstü çaba gerektiğini söyleyerek, bir biçimde gönlümü aldı. Sonra da, “nagual”la ikinci karşılaşmamda sezgilediklerimin tümünü anlatmamı istedi benden. Bitirdiğimde, kürklü timsah biçiminde algıladığım şeyin, don Genaro’nun mizah duygusunun bir uzantısı olduğunu söyledi.

“Hâlâ bu kerte üzgün olman çok yazık,” dedi. “Hep şaşkınlığa saplanıp kalıyorsun, böylece Genaro’nun gerçek sanatını ıskalayıp duruyorsun.”

“O görüntünün ayırdında miydin, don Juan?”

“Hayır, gösteri bir kişilikti.”

“Ne gördün?”

“Bugün tüm görebildiğim nagualın ağaçların arasında kayması, çevremizde dolanıp durmasıydı. Görebilen herkes buna tanık olabilirdi.”

“Peki, ya görmeyenler?”

“Hiçbir şeye tanık olamazlardı; olsa olsa vahşi bi rüzgârın etkisiyle sallanıp duran ağaçlar görürlerdi, belki. Nagualın, anlaşılmaz dışavurumlarını, bildiğimiz şeyler gibi yorumlarız hep. Bugünkü durumda nagual yaprakları sallayan bi esinti, yabansı bi ışık ya da kocaman bi ateşböceği olarak yorumlanabilirdi. Görmeyi bilmeyen bi insan, hele acelesi varsa, bi şeyler gördüğünü ama anımsayamadığını bile söyleyebilir. Doğal bu. Adam kendisine göre mantıklıdır. Zira onun gözleri olağandışı bi şey bulunmadığını sanacaktır; tonalın gözleri olduklarından dolayı tonalın dünyasıyla sınırlı kalacaktır— ve o dünyada insanı sarsan bi yenilik, gözlerin anlayamayacağı ve tonalın açıklayamayacağı hiçbi şey olmayacaktır.

Kulaklarıma fısıldamalarının getirdiği beklenmedik algıları sordum.

“Olayın en güzel yanıydı bu, gerisi pek önemli değil; ama o, günün incisiydi. Kurallar, velinimetle öğretmenin bu son ayarı yapmalarını gerektirir. Tüm edimlerin en zorunu. Hem velinimetin, hem de öğretmenin bi insanı ikiye ayırmaya yeltenebilmeleri için kusursuz birer savaşçı olmaları gerekir. Bunu bilemezsin, çünkü henüz algılamanın ötesinde—ama, erk gene çok iyi davrandı sana. Genaro bulup bulabileceğin en kusuruz savaşçıdır.”

“İnsanı ayırmak neden çok önemli bir iş?”

“Tehlikelidir de ondan. Bi böcek gibi ölebilirdin. Ya da, daha beteri seni bi araya getiremezdik; böylece o duygu yaylasında kalırdın.”

“Bunun, bana da yapılması neden gerekliydi, don Juan?”

“Nagualın, çömezin kulağına fısıldayıp onu ikiye ayırması gereken bi zaman vardı.”

“Ne demek bu, don Juan?”

“İnsanın, sıradan bi tonal olabilmesi için birliğe gereksinimi vardır. Tüm özünün tonal adasının üstünde yer alması gerekir. Bu birlik olmazsa insan çıldırır; ne var, bi büyücünün bu birliği, özünü tehlikeye atmadan bölmesi gerekir. Büyücünün hedefi yaşamaktır, böylece gereksiz tehlikelere atılmaz. Bu nedenle ta ki bi an gelip de, deyim yerindeyse oradan sıvışıncaya dek, yıllarca süpürür adasını. İnsanı ikiye bölmek, bu kaçışın kapısıdır.

“Yaşadığın şeylerin en tehlikelisi olan bu bölme çok yalın ve kolay oldu. Nagual, ustaca kılavuzluk etti sana. İnan bana; yalnızca kusursuz bi savaşçı başarabilir bunu. Senin adına çok sevindim.”

Don Juan elini omzuma koyduğunda karşı konulmaz bi ağlama isteği yaşadım.

"Seni bir daha göremeyeceğim ana mı geldim?" diye sordum.

Gülerek başını salladı.

"Gene bi orospu çocuğu gibi düşkünlük gösteriyorsun," dedi. Hepimiz yaparız ya bunu, neyse. Başka başka biçimlerde olur, hepsi bu. Bazen ben de düşkünlük gösteririm. Ben, seni şımartıp güçsüzleştirdiğimi düşünürüm. Genaro, Pablito'ya verebileceği her şeyi verir, insan bundan başka ne isteyebilir ki? Elinden gelenin en iyisini kusursuzca yapan birini kim eleştirebilir ki?"

Bir süre konuşmadı. Sessizlik içinde oturmak sinirime dokunmuştu.

"Bir vakumla çekilmiş gibi hissettiğimde bana neler oluyordu, söyleyebilir misin?” diye sordum.

"Süzülüyordun," dedi, kayıtsız bir titremle.

"Havada mı?"

"Hayır. Nagual için toprak, hava ya da su yoktur. Bunu sen kendin de anlayabilirsin. O gayya kuyusunda iki kez bulundun, üstelik nagualın kapısındaydın yalnızca. Seni çevreleyen şeyi tanımadığını söylemiştin. Nagual, nagualın zamanında süzülür, uçar ya da her ne yapıyorsa onu yapar; bunun, tonalın zamanıyla hiçbi ilgisi yoktur. Bu iki şey uyuşmaz."

Don Juan konuşurken bedenimde bir ürperme hissettim. Çenem düştü, ağzım istemeden açıldı. Kulaklarımın tıpası açılır gibi oldu ve çok duyulabilir bir titreşim ya da tınlama işittim. Don Juan'a bu duyumları aktardığım sırada konuşurken, bir başkasının sesini duyuyormuş gibi olduğumu ayrımsadım. Söyleyeceğimi, söylemeden önce duyuyordum; bölünmez, tam bir duyguydu bu.

Sol kulağım, olağanüstü duyguların kaynağıydı. Sağ kulağımdan daha güçlü ve duyarlıydı. Daha önce olmayan bir şeyler vardı. Don Juan'a bakmak amacıyla sağıma döndüğümde, bu kulağımda bir dizi berrak duyusal sezgi oluştu. Fiziksel bir uzam, erimi içindeki her şeyi tam bir hassaslıkla duyduğum bir diziydi.

“Nagualın fısıldaması verdi sana bunu,” dedi don Juan, duyusal deneyimimi betimlediğimde. “Kimi zaman gelecek, sonra da kaybolacak. Bundan sonra olabilecek herhangi sıra dışı bi duyumdan korkma. Ama her şeyin ötesinde, sakın ola ki bu duyumlar konusunda düşkünlük göstermeyesin, onları takınak haline getirmeyesin. Başaracağını biliyorum. Senin bölünme zamanın doğru bi zamandı. Bunları hep erk ayarladı. Şimdi her şey sana bağlı, artık. Yeterince güçlüysen eğer, bölünmenin getirdiği şoku sürdürmeyi başarırsın. Başaramazsan yazık sana. Kurumaya başlarsın, kilo kaybedersin, benzin solar, boş boş bakarsın, konuşmazsın, pek hoş birisi olmazsın.”

“Belki de, bunu bana yıllar önce söyleseydin,” dedim, “yani senin ve don Genaro’nun yaptıklarınızı; o zaman yeterince...”

Elini kaldırıp sözümü kesti.

“Ne boş bi lakırdı bu,” dedi. “Bi zamanlar bana, eğer bu inatçılığın ve mantıksal açıklama gereksinimin olmasaydı, şimdiye dek çoktan büyücü olabileceğini söylemiştin? Senin açından, büyücü olabilmek, yoluna dikilen bu inatçılığın ve açıklama gereksiniminin üstesinden gelmek demektir, anla bunu. Dahası, bu kusurlar götürecek seni erke. Yaşamın farklı olsaydı erkle dolup taşar mıydın sanıyorsun sen?

“Genaro da ben de, senin gibi belirli sınırlar içinde edimlerde bulunabildik ancak. Bu sınırları erk koyar—savaşçı da, ne desek, bi erk mahkûmudur; tek bi özgür seçim hakkı olan bi mahkûm: kusursuz bi savaşçı gibi davranmayla bi aptal gibi davranma arasındaki seçim. Son tahlilde, savaşçı için erkin mahkûmu değil, kölesi de diyebiliriz; çünkü bu seçim artık bi seçim olmaktan çıkar, onun için. Genaro’nun kusursuzca davranmaktan başka bi şey gelmez elinden. Bi aptal gibi davranmak içini boşaltır, yıkımına neden olur.

“Genaro’dan korkuyorsun, çünkü tonalım küçültmek için korkutma yolunu kullanıyor. Bedenin biliyor bunu, aklın bilmese de. Böylece, bedenin Genaro’yu her gördüğünde kaçıp saklanmak istiyor.”

Ben de, don Genaro’nun beni bilerek mi korkutmak istediğini merak etmiş olduğumu söyledim. “Nagual”ın önceden bilinemeyen yabansı şeyler yaptığı karşılığını verdi. Örneğin, sabahleyin, soluma dönüp don Genaro’nun ağaçta ne yaptığına bakmak istediğim an beni önlediğinde aramızda neler geçtiğini anlattı. “Nagual”ının ne yaptığının, her ne kadar bunu zamanından önce anlamanın imkânı yoksa da, farkına varmış olduğunu söyledi. Kısacası, sola dönmem, “tonal”ımın bilerek attığı, intihara sürükleyen bir adımmış. Bu devinim, “nagual”ının dikkatini çekmiş, bu nedenle onun bir parçası tepeme düşmüş.

İstemeden, şaşkınlığımı gösteren bir devinimde bulundum.

“Aklın, sana ölümsüz olduğunu söylüyor, gene,” dedi.

“Ne demek bu, don Juan?”

“Ölümsüz bi varlığın, şaşkınlık, korku ve kuşku duymak için önünde dünyanın zamanı vardır. Öte yandan, bi savaşçı tonalın buyruğuyla oluşturulmuş anlamlara boyun eğmez, zira özünün bütünselliğinin bu dünyada geçirecek pek az zamanı olduğunu bilir.”

Önemli bir noktaya parmak basmak istedim. Korkularım kuşkularım ve şaşkınlığım bilinçli bir düzeyde yer almıyordu; ben onları denetlemek amacıyla ne denli çaba gösterirsem göstereyim, don Juan’la ve don Genaro’yla bir araya geldiğim an da kendimi umarsız hissediyordum.

“Bi savaşçı umarsız olmaz,” dedi. “Ne de korkulu, şaşkın ve kuşkulu; hangi koşulda olursa olsun. Savaşçının yalnızca kusursuzluğa ayıracak zamanı vardır; tüm diğerleri erkini emer, kusursuzluksa onu erkle doldurur.”

“Yine döndük dolaştık, şu eski soruya geldik, don Juan. Kusursuzluk nedir?’’

“Evet. Gene şu eski soru, gene şu eski yanıt: kusursuzluk, neyle uğraşırsan uğraş, en iyisini yapmaktır.”

“Ama don Juan benim de anlatmaya çalıştığım bu, her an en iyisini yaptığımı sanıyorum, ama görülüyor ki öyle değilmiş."

“Göstermeye çalıştığın kadar karmaşık değil bu iş. Bu kusursuzluk dalgasının anahtarı, zamanın olması ya da olmaması duyumudur. Kendini ölümsüz gibi görür öyle de davranırsan o işte kusursuzluk arama, ana kuraldır bu; öyle zamanlarda dön, sağına soluna bak—zamanın varmış gibi hissetmenin bi aptallık olduğunu anla. Ölümsüz insan yok bu dünyada.”



--Algının Kanatları


Don Juan’la tüm günümüzü dağlarda geçirdik. Gün ağarırken yola çıktık. Don Juan beni, dört değişik erk yerine götürdü; her birinde, yıllar önce benim için bir yaşam durumu diye betimlediği o özel görevin üstesinden gelmeme yardımcı olacak belirgin yönergeler verdi. Akşamüstüne doğru geri döndük. Yemeğimizi yedikten sonra don Juan evden ayrıldı. Benim, lamba için gazyağı getirecek olan Pablito’yu beklemem ve onunla konuşmam gerektiğini söylemişti.

Notlarıma öylesine gömülmüştüm ki, Pablito yanıma varıncaya dek, geldiğini anlamamıştım. Pablito'nun yorumu, "erk tırısı"na çalıştığı, bu nedenle, "görme" yetim olmadıkça, onun gelişini işitemeyeceğim yolundaydı.

Pablito’yu her zaman beğenmiştim. İyi dost olmamıza karşın, geçmişte onunla tek başına kalma fırsatını yeterince yakalayamamıştım. Pablito’nun çekici kişiliği çok çarpıcıydı. Adı Pablo’ydu, ne var, “Pablito” deyimi ona daha uygun düşüyordu. İnce kemikliydi ama sırım gibiydi. O da, don Juan gibi, oldukça kaslı bir yapıya sahipti, bedeninde bir gram yağ yoktu, güçlüydü. Yirmili yaşlarının sonuna yaklaşmıştı ama on sekizinde gösteriyordu. Esmer, orta boyluydu. Kahverengi gözleri duru ve parlaktı. Don Genaro gibi, onun da dostça gülüşünde bir çocuğun haylazlığı çıkıyordu ortaya, kimi zaman.

Ona, don Genaro’nun öteki çömezi olan arkadaşım Nestor’u sordum. Geçmişte, onları hep birlikte görmüştüm, aralarında daima mükemmel bir ilişki olduğu hissini vermişlerdi bana; ne var ki, bedensel görüntü ve kişilik açılarından birbirlerinin tam tersiydiler. Pablito ne kadar neşeli ve içtense, Nestor da o kadar kasvetli ve çekingendi. Ayrıca, daha uzun, daha kilolu, daha esmer ve çok daha yaşlıydı

Pablito, Nestor’un sonunda don Genaro’yla olan çalışmasının üstesinden geldiğini ve onu son gördüğümden bu yana tümüyle değişik bir insan olup çıktığını söyledi. Nestor’un çalışması ya da kişilik değişimiyle ilgili fazla bir şey söylemekten kaçınıp, konuyu birden değiştiriverdi.

“İşittiğime göre nagual seni fena kıstırmış, ha?” dedi.

Bunu bildiğine çok şaşırdım ve nasıl öğrendiğini sordum.

“Genaro bana her şeyi anlatır,” dedi.

Don Genaro’dan söz ederken, benim yaptığım gibi, saygı biçimini kullanmadığını ayrımsadım. Ona içtenlikle, Genaro diyordu, yalnızca. Don Genaro’yu kardeşi gibi gördüğünü, bir aradayken, ailedenmiş gibi rahat olduklarını söyledi. Don Genaro’yu çok sevdiğini açıkça itiraf etti. Yalınlığından, dürüstlüğünden çok etkilenmiştim. Onunla konuşurken, don Juan’la benim davranışlarımızın ne denli birbirine yakın oldukları kafama dank ettiyse de bizim ilişkimiz, don Genaro’yla Pablito’nun ilişkisiyle karşılaştırınca resmi ve kasıntılı görünüyordu.

Pablito’ya, don Juan’dan korkmasının nedenini sordum. Gözleri yerinden fırladı. Don Juan’ı yalnızca düşünmek bile ona ürkü veriyormuş gibiydi. Yanıt vermedi. Beni gizlice değerlendiriyormuş gibi bir havası vardı.

“Sen ondan korkuyor musun?” diye sordu.

Ben don Genaro’dan korktuğumu söyledim, o da duymayı beklediği en son şey buymuşçasına gülmeye başladı. Don Juan'la don Genaro arasındaki farkın, gündüzle gece arasındaki fark gibi olduğunu söyledi. Don Genaro gündüzmüş, don Juan’sa geceymiş—ona dünyanın en ürkütücü varlığı gibi geliyormuş. Don Juan’a duyduğu korkuyu betimlemek, Pablito’yu, bir çömez olarak, kendi konumu hakkında yorum yapmaya yöneltti.

“Düşünebileceğim en sefil durumdayım,” dedi. “Beni evde görsen, sıradan bir adama oranla çok şey bildiğimi anlardın, ama beni bir de nagualla birlikte gör; o zaman da pek fazla bir şey bilmediğimi anlarsın.”

Konuyu çabucak değiştirerek not tutmamla dalga geçmeye başladı. Don Genaro’nun, kişiliğimdeki garipliklere karşın beni çok beğendiğini, benden duyduğu hoşnutluğu onun “protegido”su olduğumu söyleyerek gösterdiğini ekledi.

Bu terimi ilk kez duyuyordum. Don Juan’ın birlikteliğimizin başında getirdiği bir başka terime uygun düşüyordu. Bana, onun “escogido”su, seçilen kişisi olduğumu söylemişti. “Protegido” sözcüğü ise korunan kişi anlamına geliyordu.

Pablito’dan, “nagual”la buluşmalarını anlatmasını istedim. O da, ilk karşılaşmasını anlattı. Bir keresinde, don Juan’ın ona bir sepet vermiş, onun da bunu iyi dileklerle verilen bir armağan olarak kabul etmiş olduğunu söyledi. Onu bir kancayla kapının üstüne asmış, bir kullanım alanı bulamadığı için sepeti unutup gitmişti. Pablito, sepetin bir erk armağanı olduğuna, bu nedenle onu özel bir amaçla kullanması gerektiğine inandığını anlattı.

Akşamın erken bir vaktinde, Pablito bunun onun ölümcül saati olduğunu da ekledi, ceketini almak için odaya girmiş. Evde tek başınaymış da, bir dostu görmeye gitmek için hazırlanmaktaymış. Oda karanlıkmış. Ceketini aldıktan sonra tam kapıya yaklaştığı bir sırada sepet yere düşüp ayağının dibine dek yuvarlanmış. Pablito, yere düşenin sepet olduğunu görünce kendi korkusuna kendisinin gülmüş olduğunu söyledi. Onu yerden almak için eğildiğinde, unutamayacağı bir sarsıntı geçirmiş. Sepet, ulaşamayacağı bir noktaya fırlayıp, birisi onun üstünden bastırıyor, onu büküyormuşçasına sallanıp çatırdamaya başlamış. Pablito, mutfaktan, odadaki her şeyi ayırt edecek kadar ışık gelmekte olduğunu da ekledi. Sonra, yapmaması gerektiğini bile bile, bir süre sepete bakmış. Sepet birden, hırıltı biçiminde solumaya başlamış. Pablito anlatmasını sürdürerek, sepetin nefes alıp verdiğini hem duymuş hem de görmüş olduğunu söyledi—sepet canlıymış, odada Pablito’yu kovalamaya başlamış, odadan çıkışını engellemiş. Sonra, sepetin şiştiğini, sazların teker teker açılıp, kuru bir horozibiği bitkisi gibi üstüne gelen dev bir topa dönüştüğünü söyledi. Sırtüstü yere düşmüş, top ayaklarına dolaşmaya başlamış. Pablito, o sırada aklının uçup gittiğini, çılgınlar gibi bağırdığını anlattı. Top onu yakalamış ve bacaklarından yukarı doğru çıkmaya başlamış. Ondan kurtulmaya çalıştığı sırada, topun, don Juan’ın, açık ağzıyla onu yutmaya hazırlanan yüzü olduğunu görmüş; yaşadığı dehşetten ötürü bir anda kendinden geçmiş.

Pablito çok içten ve açık bir biçimde, kendisinin de evdeki öbür kişilerin de “nagual”la karşılaşmalarıyla ilgili başlarından geçen, bir yığın öykü anlattı. Saatlerce konuştuk. Benimle hemen hemen aynı kuşkuları duymaktaydı o da, ama kendisini büyücüler dünyasının bilgilerine bırakmada bana oranla çok daha duyarlı davranıyordu.

Bir ara ayağa kalktı, don Juan’ın geldiğini hissettiğini, onun için orada kalmak istemediğini söyledi. İnanılmaz bir hızla uçup gitti. Sanki bir şey çekip almıştı onu odadan. Güle güle demeyi bile bitirememiştim.

Az sonra don Juan’la don Genaro geldi. Gülüşüyorlardı.

“Pablito, şeytan çarpmışçasına yola doğru koşuyordu,” dedi don Juan. “Neden acaba?”

“Her halde Carlitocuğu, parmaklarını eritip bitirircesine çalışırken görünce korkmuştur,” dedi don Genaro, yazılarımla dalga geçerek.

Sonra bana yaklaştı.

“Dinleyin! Bir fikrim var,” dedi, neredeyse fısıldayarak. “Mademki yazmayı bu kadar seviyorsun, o halde neden kalem yerine parmağınla yazmayı öğrenmeyesin? Ne müthiş, dimi?”

Don Juan’la don Genaro yanıma oturdular, insanın parmağıyla yazmasıyla ilgili çeşitli fikirler öne sürerek eğlendiler. Don Juan çok ciddi bir sesle yabansı bir yorumda bulundu.

“Parmağıyla yazmayı kolayca öğrenir, kuşkusuz, ama yazdıklarını okuyabilir mi, bakalım?”

Don Genaro, gülmekten iki büklüm olmasına aldırmadan yanıtı yapıştırdı, “Okur o, okur.” Sonra, siyasi bir karışıklıktan yararlanarak önemli bir mevkii kazanmayı başaran taşralı bir ahmak hakkında, oldukça sıkıcı bir öykü anlatmaya başladı. Don Genaro’nun anlattıklarına bakılırsa, öykünün kahramanı, bakan, vali, hatta başkan olarak atanmıştı, zira o furya içinde, halka ne yapacağını söylemeye fırsat bulamamıştı. Adam, bu atamanın da verdiği cesaretle kendisini pek önemli görmeye başlamıştı.

Don Genaro susup, aşırı derecede rol kesen kötü bir oyuncu havalarında bana baktı. Bana sırıttı, kaşlarını indire kaldıra göz kırptı. Olayın kahramanlarının, halk toplantılarında çok başarılı olduğunu, konuşmaların üstesinden kolaylıkla geldiğini, ama konumu gereği konuşmalarını okuması gerektiğini, ne var ki adamın okuma yazma bilmediğini anlattı. Adam, insanları kandırmak için aklını kullanıyordu. Üstüne bir şeyler çiziktirişmiş bir sayfayı, yapacağı konuşmanın metniymiş gibi her yere taşımaya başlamıştı. Böylece etkililiği de tüm öbür iyi nitelikleri de öteki ahmaklar arasında su götürmez biçimde kabul ediliyordu. Ama bir gün okuma yazma bilen bir yabancı çıkmış ortaya da, kahramanımızın, konuşmasını okurken kâğıdı baş aşağı tuttuğunu ayrımsamış. Yabancı gülmeye başlamış, saptadığı bu yalanı herkese göstermiş.

Don Genaro yeniden susup, benden yana bakarak sordu, “Kahramanımızın apışıp kaldığını mı sanıyorsunuz? Ne gezer. Dingince herkesin yüzüne bakıp şöyle demiş: ‘Baş aşağı mı? Okumasını bilirsen eğer kâğıdın yönünün ne önemi kalır? Marifet, tersten okuyabilmektir, zaten!’ Bütün ahmaklar da onunla paylaşmışlar bu fikri.”

İkisi de, patlayarak kahkahaları koyuverdiler. Don Genaro yavaşça sırtımı tıpışladı. Sanki öykünün kahramanı bendim. Her yanımı bir sıkıntı sardı, sinirli sinirli sırıtmaya başladım. Öykünün belki de saklı bir anlamı vardı, diye düşündüm, ama sormayı gözüm yemedi.

Don Juan daha da yakınıma geldi. Öne doğru eğilip sağ kulağıma doğru fısıldamaya başladı, “Gülünç mü sandın?” Don Genaro da bana doğru eğilip sol kulağıma fısıldadı, “Ne dedi?” İster istemez, istençsiz bir sentez oluşturarak, aynı anda iki soruya birden yanıtlamaya kalkıştım.

“Evet. Gülünç oluğunu sorduğunu sanıyorum,” dedim.

Kuşkusuz, çevirdikleri manevranın ayırdındaydılar; gözlerinden yaş boşanırcasına güldüler. Don Genaro, her zamanki gibi don Juan’a oranla daha çok abartılıydı; sırtüstü yuvarlanıp, bir iki metre geriledi. Sonra, karın üstü uzanıp, kollarını, bacaklarını uzattı, bir eksenin çevresinde dönüyormuşçasına fırıldak gibi çevirdi kendini. Bana yaklaşıncaya dek döndü, sonunda ayağı, ayağıma değdi. Bir anda ayağa kalkıp utangaç utungaç güldü. Don Juan kalçalarını tutuyordu. Tam bir gülme krizine yakalanmıştı, midesini acıtacak biçimde güldüğü belliydi.

Bir süre sonra ikisi birden yanıma gelip kulaklarıma fısıldamaya başladılar. Söylediklerini sırayla ezberlemeye çalıştım ama yararsız olduğunu anladığım bu çabalamayı bırakmak zorunda kaldım. Çok fazla gelmişti bana bunlar.

İkiye ayrılmış olduğum duygusu yerleşene dek fısıldamayı sürdürdüler. Geçen günküne benzer bir sise dönüştüm; her şeyi doğrudan hisseden sarı bir pusa. Başka bir deyişle, her şeyi “bilebiliyordum”. Söz konusu olan, düşünceler değildi; yalnızca kesin emin olma durumları vardı. Yumuşak, süngerimsi, canlı, benim dışımda ama gene de benim bir parçam olan bir duyguyla ilişki kurduğumda bunun bir ağaç olduğunu “bilmiştim”. Onun ağaç olduğunu kokusundan hissetmiştim. Anımsayabildiğim, belirgin bir ağaç gibi kokmuyordu gerçi ama içimde bir şey, bu özel kokunun ağaç “esansı” olduğunu “biliyordu”. Bunu ne önceden biliyordum, ne de mantığımı kullanarak bulgulamıştım. Yalnızca, orada benimle ilişki kuran bir şeyden, ne katı ne de sulu, benim tanımlayamadığım, ama beni çevreleyen bir şeyden çıkan dostça, sarmalayıcı, sıcak bir koku nedeniyle bunun bir ağaç olduğunu “biliyordum”. Bu biçimde “bilmeyle” onun özünü tıpışladığımı hissettim. Beni kendinden uzaklaştırmamış, tersine, onunla birlikte erimeye davet etmişti. Her yanımı kapladı, ya da ben onun her yanını kapladım. Aramızda, ne çok özel ne de rahatsızlık verici bir bağ vardı.

Kesin durulukta algıladığım ikinci duyum, bir sevinç, bir merak dalgasıydı. Her yanım titreşti. Bir dolu elektrik yükü bedenime giriyordu sanki. Acı verici değildi bunlar. Hoşlanmıştım bunlardan, ama sınıflandıramadığım, belirsiz biçimleri vardı. Gene de, ilişki kurduğum şeyin, toprak olduğunu bilmiştim. Bir yanımla bunun toprak olduğunu kesinlikle anlamıştım. Ama bu dolaysız algılamalarımın sonsuzluğunu idrak etmeye çalıştığım anda, onları ayırt etme yetisini hepten yitirdim.

Sonra birden kendim oldum yeniden. Düşünüyordum. Öylesine hızlı bir geçişti ki bu, uyandığımı sandım. Gene de, hissediş biçimimden, tam anlamıyla kendim olamadığımı anladım. Gözlerimi tümüyle açmadan önce, eksik bir şeyler olduğunu biliyordum. Çevreme bakındım. Hâlâ bir rüyanın ya da o türden bir görünün içindeydim. Ne var, düşünce süreçlerim yalnızca yetkin değil, aynı zamanda kesin bir berraklık içindeydi. Çabucak bir değerlendirme yaptım. Don Juan’la don Genaro bu rüyamsı durumu belirli bir nedenle oluşturmuşlardı hiç kuşkusuz. Tam bu nedeni anlamanın kıyısına yaklaşmıştım ki, dışımdan gelen bir şey, dikkat etmeye zorladı beni. Kendimi yönlendirmek uzun zamanımı aldı. Sırtüstü uzanmıştım, üstüne uzandığım şey görülesi bir zemindi. İnceledikçe, şaşkınlığım, merakım iyice arttı. Anlayamadığım bir maddeden yapılmış düzensiz dilimler ilgi çekici ama yalın biçimde yerleştirilmişti. Bir arada duruyorlardı ama yere ya da birbirlerine bitiştirilmemişlerdi. Elastik bir yapıları vardı; parmağımı sokunca ayrıldılar, çekince yeniden birleştiler.

Ayağa kalkmayı denedim ama, en olağandışı duyusal çarpıklıklardan birine kapıldım. Bedenimi denetleyemiyordum; aslında, bedenim bana ait değilmiş gibiydi. Devimsizdi; hiçbir bölümüyle bağlantım yoktu, ayağa kalkmayı denediğimde kollarımı kımıldatamadım, kalçalarımla kendimi itmeye çalışarak karın üstü yalpalanmaya başladım. Bu yalpalanma, nerdeyse yeniden karın üstü dönmeme neden oluyordu. Gerilmiş kollarım ve bacaklarımla bu dönüşü engelleyip, sırtüstü konuma geldim. Bu konumdayken hayatta görebileceğim en çarpık ayaklarla iki yabansı bacağın görüntüsünü yakaladım. Bu benim bedenimdi! Bir zıbına sarılmış olmalıydım. Aklıma, sakat ya da yatalak bir benle ilgili bir sahne izlemekte olduğum düşüncesi geldi. Sırtüstü yuvarlanıp bacaklarıma bakmayı denedim, ama bedenimi sallamaktan başka bir şey yapamıyordum. Doğrudan sarı bir göğe bakıyordum, koyu limon sarısı bir göğe. Bu göğün daha koyu yarıkları ya da kanalları, asılı kalmış su damlalarına benzeyen, sayısız tümsekleri vardı. Bu inanılmaz gök, üzerimde sersemletici bir etki yaratmıştı. Tümseklerin bulul olup olmadıklarını belirleyemiyordum. Başımı iki yana çevirdikçe gölgeli, değişik sarı tonları içeren bölgeler olduğunu da bulguladım.

Birden, başka bir şey çekti dikkatimi; sarı göğün tam tepesinde, başımın üstünde bir güneş gördüm; doğrudan bakabildiğim için pek yakıcı olmadığı kanısına vardığım, beyazımsı hoş bir ışık yayan bir güneş.

Tüm bu yabansı görüntüleri seyretmeye zaman bulamadan şiddetle sarsıldığımı hissettim. Keskin bir ses bir kıkırdama duydum; bunun hemen ardından çarpıcı bir görüntüyle karşı karşıya kaldım; çıplak ayaklı dev bir dişiydi bu. Yuvarlak, kocaman bir yüzü vardı. Siyah saçları bir oğlan çocuğu gibi kesilmişti. Kollarıyla bacakları bir devinki gibiydi. Beni bir oyuncak bebek gibi yerden kapıp, kaldırarak omzuna oturttu. Bedenim asılı kaldı. O güçlü sırtını görüyordum. Omuzlarından ve sırtından aşağı doğru ince tüyler vardı. O inanılmaz ağırlığı altında döşemenin ezildiğini duyuyor, ayağının bastığı yerlerdeki izleri görüyordum.

Beni binaya benzer bir yapının önünde karın üstü yere bıraktı. Derinlik algılamamda tuhaf bir şeyler olduğunu hissettim. Binanın boyutlarına bakarak kestiremiyordum. Kimi anlar, gülünç derecesinde küçük duruyordu, ama algılamamı düzelttiğime inandığım bir andan sonra baktığımda, devasa boyutlarının ayırdına varabildim.

Dev kız yeri gıcırdatarak yanıma oturdu. O kocaman dizine dokunuyordum. Şeker ya da çilek gibi kokuyordu. Benimle konuştuğunda dediği her şeyi anladım; yapıyı göstererek orada yaşayacağımı söyledi.

Kendimi birden burada bulmanın şokunu atlattıktan sonra, çevreyi inceleme isteğimin arttığını gördüm. Binanın, işlevsiz dört sütunu vardı; hiçbir şey taşımıyorlardı, binanın tepesine dek uzanıyorlardı. Biçimleri, yalınlığın ta kendisiydi, sarı göğe ulaştıklarını sandığım dümdüz, dört uzantı. Bir estetik vecit haline girmiştim.

Dev kız, beni yapının içine sırtüstü kaydırdı. Çatı siyah ve düzdü, güneşin ışıklarını geçirerek çok ilginç şekiller oluşmasını sağlayan bakışımlı delikler vardı, üstünde. O güzelim güneşin yaydığı ışığın deliklerden geçip ilginç zemin üzerinde ürettiği hoş oyunları zevkle izliyordum. Yapı dört köşeliydi, göze batan güzelliği dışında her şeyi anlaşılmaz geliyordu.

Sevinçli halim öylesine yoğunlaşmıştı ki, ağlamak ya da sonsuza dek orda kalmak istedim. Ama bir güç ya da gerilim ya da tanımlanamaz bir şey beni çekmeye başladı. Birden, kendimi sırtüstü uzanmış olarak yapının dışında buldum. Dev kız oradaydı, ama onunla birlikte bir başka varlık, büyüklüğüyle güneşi bile örten bir kadın daha vardı. Onunla karşılaştırıldığında, dev kız küçük bir kız gibi kalıyordu. Büyük kadın kızgındı; yapıyı, sütunlarından birini tuttuğu gibi kaldırdı, baş aşağı getirip yere bıraktı. Bir iskemleydi bu!

Bunun ayırdına varmam, bende yeni bir şeyler başlattı; kimi ürküntü verici algılamaları tetiklemiş oldu. Birbirinden ayrı, ama pek de kısa sürmeyen bir dizi görüntüye kapılıverdim. Art arda gelen patlamalarla o şahane zemin, hasır bir yaygı; sarı göğün pütürlü yüzeyi olan bir tavan; güneşin bir elektrik ampulü; beni o denli alıp götüren yapının da küçük bir kızın ters çevirip oyun evine dönüştürdüğü bir iskemle olduğunu gördüm ya da ayırt ettim.

Mimari yapıda, devasa boyutlu bir başka nesneye ilişkin son bir görünüm daha oldu. Öylece duruyordu bu şey. Ucu yukarı dönük bir salyangoz kabuğunu andırıyordu. Yüzeyleri yabansı, mor bir maddeden yapılmış kimi içbükey ya da dışbükey plakalardan oluşuyordu; her plakanın üstünde, süs olmaktan çok bir işleve sahip gibi görünen oluklar vardı.

Yapıyı özenle ve ayrıntılı bir biçimde izledim, ama bir öncekinde de olduğu gibi onu kesinlikle anlaşılamaz buldum. Yapının "gerçek” doğasını ortaya çıkarmak amacıyla, gene algılamamı düzeltebileceğimi umdum. Ama böyle bir şey olmadı. Böylece, binayla da, anlayamadığım işlevi hakkında da, yabansı ve kestirilemez bir “bilinçlilik” ya da “bulgular” kümesinin içine daldım.

Olağan bilinçliliğime bir anda döndüm. Don Juan’la don Genaro yanmadaydılar. Yorgundum. Saatime baktım; bileğimde değildi. Don Juan’la don Genaro bir ağızdan kıkırdamaya başladılar. Don Juan zamana önem vermememi, don Genaro’nun yapmış olduğu kimi öneriler üzerinde yoğunlaşmamı söyledi.

Don Genaro’ya döndüm, o da bir şaka yaptı. En önemli önerisinin parmağımla yazmayı öğrenmem olduğunu, böylece hem kalem savurganlığından kurtulacağımı, hem de gösteri yapabileceğimi söyledi.

Notlarımla, uzunca bir süre dalga geçtiler, sonra gidip yattım.


Ertesi gün uyandığımda, don Juan’ın isteğiyle, deneyimimin ayrıntılı öyküsünü anlattım onlara.

"Genaro, yaşadıklarının şu an için yeterli olduğunu hissediyor,” dedi don Juan, konuşmamın bitmesiyle.

Don Genaro başını sallayarak aynı fikirde olduğunu gösterdi.

"Geçen akşam yaşadıklarımın anlamı neydi?” diye sordum.

“Büyücülüğün en önemli konusuna, kıyısından bi bakış attın,” dedi don Juan. “Dün gece, özünün bütünselliğine bi dalış yaptın. Tabii, şu an pek anlamı olmayan bi şey bu, senin için. Özünün bütünselliğine ulaşmak için, kişinin öğrenme arzusu ya da kabullenme isteğine bağlı bi şey değil, kuşkusuz. Genaro, nagualın fısıldamasının, bedeninde yer etmesi için zaman geçmesi gerektiğini düşünüyor.”

Don Genaro başını salladı.

“Çok zaman,” dedi, kafasını aşağı yukarı sallayarak.

“Yirmi ya da otuz yıl, belki.”

Ne tepki vereceğimi bilemedim. İpucu ararcasına don Juan’a baktım. İkisinin de yüzlerinde ciddi bir ifade vardı.

“Peki, gerçekten yirmi ya da otuz yılım var mı?” diye sordum.

“Tabii ki yok!” diye bağıran don Genaro’nun ardından kahkahaları patlattılar.

Don Juan, içsel sesimin söylediği zaman oralara yeniden dönmemi, bu arada ben bölünmüşken yaptıkları esinlemeleri bir araya getirmemi söyledi.

“Nasıl yapacağım bunu?”

“İçsel söyleyişini susturup, içinde bi şeyin taşarak her yeri kaplamasına izin verirsen, olur biter,” dedi don Juan. Bu şey, senin algılamandır, ama söylediğime bi biçim vermeye çalışma hiç. Bırak nagualın fısıldaması sana yol göstersin, bu yeter.”

Sonra da, dün gece birbirinden çok farklı iki dizi görüyle uğraştığımı söyledi. Biri açıklanamaz imiş, ötekiyse tamamıyla doğalmış, görünme sıraları da hepimiz için gerçek olan konuyu imliyormuş.

“Bir görü nagual, diğeriyse tonaldı,” diye ekledi, don Genaro.

Bu söylediğini açıklamasını istedim. Bana bakıp, sırtımı tıpışladı.

Don Juan araya girip ilk iki görünün "nagual" olduğunu, don Genaro’nun, ilgilinim noktası olarak bir ağaçla toprağı seçtiğini söyledi. Öteki ikisiyse, kendisinin seçtiği "tona!" görüntüleriymiş; birisi, bebekken dünyayı algılama biçimiymiş.

“Sana yabancı bi dünya gibi geldi, çünkü algılaman henüz istenen kalıba girmedi,” dedi.

“Gerçekten, bu benim dünyayı görüş biçimim miydi?” diye sordum.

“Kesinlikle,” dedi. “Senin belleğindi o.”

Don Juan’a beni alıp götüren o estetik duygusunun belleğimin bir parçası olup olmadığını sordum.

“Bugünkü gibi gideriz o görüntülere,” dedi. “O sahneyi, bugün göreceğin gibi görürsün. Ne var, bu bi algılama çalışmasıydı. Dünyanın, bugün senin için içerdiği anlamın oluştuğu zamana ait bir görüntü. İskemlenin iskemle olduğu bi zaman.”

Diğer sahne konusunda tartışmak istemedi.

“Çocukluğumdan kalma bir anı değildi o,” dedim.

“Doğru,” dedi. “Başka bi şeydi.”

“Gelecekte göreceğim bir şey miydi?” diye sordum.

“Gelecek yoktur!” dedi, sertçe. “Gelecek, sözün gelişi gelecektir. Bi büyücü için yalnızca şimdi ve burası vardır.”

Aslında bununla ilgili söylenecek bir şey olmadığını, çünkü çalışmanın amacının, algımın kanatlarının açılması olduğunu, her ne kadar o kanatlarla uçmamışsam da sıradan algımla ulaşamayacağım dört noktaya dokunabildiğimi söyledi.

Ondan ayrılmak amacıyla eşyalarımı toplamaya başladım. Don Genaro defterimi toparlamaya yardımcı oldu, onu çantamın en dibine koydu.

“Orası sıcak ve rahattır,” diyerek sırıttı. “Soğuk almayacağına emin olabilirsin.”

Sonra, don Juan oradan ayrılmam konusunda fikir değiştirmiş gibi yeniden deneyimim hakkında konuşmaya başladı. Hiç düşünmeden, don Genaro’nun elinden çantamı almayı denedim, ama daha ben dokunmadan onu yere attı. Don Juan sırtını dönmüş, konuşup duruyordu. Çantama atlayıp aceleyle defterimi aramaya koyuldum. Don Genaro defteri öyle bir yere yerleştirmişti ki, ulaşabilmek için çok zaman yitirdim; sonunda, bulup not tutmaya başladım. Don Juan’la don Genaro bana bakıyordu.

“Çok kötü görünüyorsun,” dedi, don Juan, gülerek. “Bi sarhoşun, şişesine kavuşması gibi kavuştun o deftere.”

“Şefkat dolu bir annenin, çocuğuna kavuştuğu gibi,” dedi, don Genaro.

“Bi papazın haçına kavuştuğu gibi,” diye ekledi don Juan.

“Bir kadının, külotlu çorabına kavuştuğu gibi,” diye bağırdı don Genaro.

Ben arabama doğru ilerlerken onlar hâlâ benzetiler türetiyor, ulurcasına gülüyorlardı.



Şu tonali küçültmeyi başarmış olan var mı? Ben anlayamadım bu olayı.



Bu bölümler çok güzel hikayelerle dolu. Kedi hikayesi, sarhoşun ölümü, gerçek tonal... çok bilgi var. Bir kerede anlamak kolay değil.


Bu kitaplar sayesinde kavramları yeniden tanımladığımız gibi, bazı şeylerin tanımlanamadığını görüyoruz. Don Juan tonal ve naguali bizim anlayabileceğimiz şekliyle (masa örneği) anlatıyor.


Dolayısıyla benim için tonali küçültme, sadeleşme anlamına gelse de daha genişletemeyeceğim şu anda.




2015 tonal adası :)




20... tonal adası :)




20... tonal adası :)



Bizler doğduğumuz andan itibaren çevremizin yorumlama sistemini öğrenmeye başlarız. Ve bu yorumlama sistemi ile herşeyi anlamlandırırız. Tonalin oluşması bu şekilde başlar. Bununla birlikte bilinç ve benlik duyguları da bu yorumlama sisteminin olumlu sonuçlarındandır. Hani don juan diyordu bizler iki zihne sahibiz. Birincisi kendimize ait olan diğeri ise yabancı bir donanım olan.


Tonalimizi küçültmek demek yorumlamayı en aza indirmek demek. Etrafımızda olan biteni yorumlayıp dururuz. Herşeye bir anlam katarız. Kişisel yorumlamaları ve anlamlandırmaları en aza indirmek tonali temizlemek ya da tonali küçültmek şeklinde açıklanabilir.


Don juanın hani kızılderilileri örnek verip tonallerinin iyi olduğunun söylemesinin sebebi de budur. Kızılderililer yaşadıkları olayları kişiselleştirmezler, yorumlamazlar. Çoğu zaman olduğu gibi hatta kendiyle ilgili olayları bile üçüncü tekil şahıstan anlatırlar.


Hep uzak doğu filmlerinde bir örnek verilir. İşte bardak doluyken başka şey koyamazsın içine. Önce bardağını boşaltman gerekir diye. Bu aslında tonalin küçültülmesi temizlenmesine örnektir. Olaylar hakkında yorumlamayı durdurun. Zaten yorumlamayı durdurduğunuzda (dünyayı durdurmak) görmeye hazırsınız demektir.



Sessizbilgi Listele - - - - - Yeni Siteye Dön